Fedek Olayı
Ebû-Bekr'in halifeliği kuvvetlendikten sonra Cenâb-ı Fâtıma'ya ve Ehlibeyte ait olan Fedek hurmalığından, Hz. Fâtıma'nın adamlarını çıkartmış, araziyi Beyt'ül-Mal adına zab-tetmişti. Hz. Peygamber (s.a.a), bu hurmalığı, XVI. Sûre-i Celîtenin (İsrâ1) 26. ve XXX. Sûre-i Celîlenin (Rûm) 38. âyet-i ke-rimelerindeki emir üzerine en yakını olan Fâtımat'üz-Zehrâ'ya (A.M) vermişlerdi; burası Hayber fethinde, kendi hislerine düşmüştü. Halîfe, "Bizim mirasımız yoktur; bıraktıklarımız sadakadır" mealinde rivayet edilen hadîse dayanarak burayı zabtettirdi. Hz. Fâtıma, bu arazinin hâsılatını yoksullara verirdi. Halîfe'ye müracaatları, Alî ve Hasaneyn'in, Ümmü Eymen'in şahâdetlerinin kabul edilmeyişi hadîs ve târih kitaplarından anlaşılmaktadır.
Fedek, İkinci Halife tarafından Alî'ye verilmiş, Üçüncü Halife hurmalığı Mervan'a bağışlamıştı. Muâviye, imam Hasan'ın şahâdetinden sonra araziyi üçe böldürmüş, bir bölümünü Osman'ın oğluna, öbür bölümünü Mervan'a, üçüncü bölümünü de oğlu Yezid'e vermişti. Ömer b. Abdülâziz, Fâtıma evlâdına iade etmiş, Saffâh, İmam Hasan oğlu Hasan'ın oğlu Abdullah'a âidiyyetine hükmetmişti.
Mansûr, Hasan evlâdından almış, oğlu Mehdî, gene Fâtıma evlâdına vermiş, onun oğlu Musa ve kardeşi, Fedek'i temellük etmişler, Me'mûn, gene Hz. Fâtıma evlâdına teslim etmiş, Mütevekkil, araziyi zabtettirmişti.
Hz. Fâtıma'nın vefatları
Cenâb-ı Fâtıma (a.s) Ehlibeytten gelen rivayetlere göre Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) vefatlarından doksan beş gün sonra Cümâdelâhıra'nın üçüncü günü vefat etmişlerdir. Hastalıklarında kendilerini ziyarete gelen Ebû-Bekr ve Ömer'e dargınlıklarım bildirmişler, Hz. Alî'ye (a.s), cenazelerini gizlice defnetmelerini vasiyet buyurmuşlar, Hz. Alî de (a.s) kendilerini geceleyin defnederek vasiyetlerini yerine getirmişlerdir (Fedek olayı için Buhârî'ye; V, Farz'ül-Humüs, VII, 87; Müslim'e; II, 72; V, 151-156. Müsned'e; I, 6, 9; Tabarî'ye; III, "202; El-İmâmetü v's-Siyâse'ye bakınız; 14).
Hz. Peygamber'den (s.a.a) sonra.
Bütün bu olaylardan ve Cenâb-ı Fâtıma'nın (a.s) vefatlarından sonra, ümmetin ayrılığına sebep olmamak için Alî, Ebû-Bekr'e bey'ât etti.
Daha önce, Sakıyfe'de, Kureyş'in, Hz. Rasûlullâh'ı (s.a.a), kendilerinden olduğunu söyleyerek Ensâra delil getirdiğini duydukları zaman "Şecereyle", yâni aynı boydan olmakla "delil getirdiler; "Meyveyi" yâni ağacın verimini ve neticesini, Ehlibeyti "yitirdiler" buyurmuşlardı (Nehc'ül-Belâğa Tercemesi ve Şerhi; s. 159-162).
Hz. Fâtıma'nın (a.s) defninde de Rasûlullâh'a (s.a.a) şöyle hitâb etmişlerdi: "Selâm olsun sana benden ve civârına inen, sana pek çabuk kavuşan kızından yâ Rasûlallah. Senin seçilmiş kızından ayrıldığımdan dolayı sabrım azaldı; kudretim kalmadı yâ Rasûlallah. Ancak senden ayrılmam, senin vefatını görmem, çok daha büyük bir acıydı; ona sabrettikten sonra buna da sabretmem gerek. Seni kabrine yatırdım; senin ruhun, boynumla göğsüm arasında kabzedildi. "Gerçekten de biz Allah'ınız, ve gerçekten de ona kavuşacağız." (II; Bakara, 151) Emânetin, benden alındı; bana verdiğin, elimden çıktı. Fakat Allah beni de senin bulunduğun yere alıncaya kadar derdim sürüp gidecek; gecelerim uykusuz olarak sabahı bulacak. Ümmetinden çektiklerimizi sana kızın haber verecektir, ona sor; hâli ondan haber al. Hem de bunlar, senden ayrılığımız utamadan, senin anılışın unutulmadan olup bitti. Selâm olsun ikinize de; selâm verip vida' eden kişinin selâmıyla; incinmiş, daralmış kişinin selâmıyla değil. Ayrılıp gidersem, usancımdan değil; oturur, derdimi söylersen de Allah'ın sabredenlere vaadettiği ecir hakkında kötü bir zana düştüğümden değil." (Aynı; s. 162-167).
Bütün bu olaylardan çıkan sonuç şudur: Sahâbe-i Kiramın çoğunluğu, Gadîr-u Humm olayını mühimsememiş, mü'minlerin başına geçecek kişinin, meşveretle tâyin edilmesi cihetini tercih etmiştir. Bu tercihte, Ashâb-ı Kiram arasında, Halîfenin Ensârdan, yahut Muhacirlerden olması düşünülmüş, Ensâr arasında da Evs ve Hazrec boylarının tercihi ortaya çıkmıştır; yâni soy-boy gayreti yenilenmiştir. Hâşim oğulları ve sahabenin azınlığıyla, Rasûlullâh’ın Halîfesi olarak Alî'yi tanımış, seçilen zâta, Alî, bey'at etmedikçe bey'atten çekinmiştir. Bu ihtilâf, kötü bir sonuca varmamış, Alî (a.s), İslâmın geleceğini düşünerek bu kötü sonucu engellemiştir. Ömer, sonradan Abbas oğlu Abdullah'a, Kureyş'in nübüvvetle hilâfetin Hâşim oğullarına nasib olmamasını istediğinden onlara bey'at edilmediğini söylemesi de bunu teyid eder (Tabarî; s. 239). Bu olayda, Medine'ye gelen Ebû-Süfyan, zora baş vurulmasını söylüyor, Abdümenafoğullarını kışkırtmaya çalışıyordu ki bu da. gene boy gayretini bariz bir görüntüsüydü. Alî (a.s), onun maksadını da anlamış, teklifini kabul etmemiş, bu işe engel olmuştu (Tabarî; II; 449; Ensab-ül Eşraf; I, 589; Nech'ül-Belâga Şerhi; I, 52; Ikd'ul-Ferîd; III, 6); nitekim Hz. Alî (A3f), sonradan Muâviye'ye yazdığı bir mektupta da bunu, ona hatırlatır (Nasr b. Muzâhim'in "Kitab'üs-Sıffıyn"ı; 49; El-Ikd'ül-Ferid; III; 112; Nehc'ül Belâğa Şerhi; II, 221; Mu'te Gazvesinin şerhine bakınız).
Burda, ikinci Halifenin Ebû-Bekr'e bey'ati, "Bir ayak sürçmesi, bir oldu-bitti" kabul ettiğini de söyleyerek bu bahse son veriyoruz (İbn Hişâm'ın "Siyer"i; IV, 366-368; Buhârî'de "Hudûd" bölümünün "Zinadan yüklü olanı recm" kısmında; IV, 119; Kenz'ül-Ummâl; 111, 139, 2326. Hadis; Nech'ül Belâğa, Şerhi; II, 3 de az bir farkla. Öbür kaynaklar için "Hz. Fâtıma'nın evine gidenler" bahsine bakınız; 96-105; Yakuubî, Ömer'in, "Ebu-Bekr'e bey'at, bir ayak sürçmesiydi; Allah şerrinden korudu; ona benzer bir harekette bulunanı öldürün..." dediğini de kaydeder. "Ensâb'ül-Eş-raf'ta I, 583-584'te buna benzer bir sözü kayıtlıdır.)
Halîfenin, hall-ü akde sâlih, İslâm'da kıdemi olan, Hz. Resûle (s.a.a) yakınlığı bulunan, savaşlara onunla beraber katılmış olup her hususta ileri bir mevkie ulaşan sahabenin, onlardan sonra da ümmetin ileri gelenlerinin müşavere ve rey’iyle, ittifakla, yahut çoğunluğa uyularak seçilmesi hakkında, kitap ve sünnette, yâni Kur'ân'ı Mecid'de ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) hadislerinde hiçbir sarahat, hattâ işaret yoktur. Kur'ân-ı Mecîd'de müşavere, üç âyeti kerimede geçer; II. Sûre-i celilenin (Bakara) 233. âyet-i kerimesinde, çocuğun, anasından süt emme müddetinin iki yıl olduğu bildirildikten sonra bu müddetten önce memeden kesilmek hususunda anayla babanın, birbiriyle danışıp uzlaşmaları bildirilmektedir. III. Sûre-i Celilenin (Al-i İmran) 159. âyet-i kerimesinde, Hz. Peygambere (s.a.a), davetlerini, Allah tarafından kendilerine ihsan buyurulun bir rahmet olarak yumuşak bir surette yaptıkları, katı yürekli olsalardı, halkın, çevresinden dağılacağı bildirilerek onları bağışlamaları, onlar için yargılanma dilemeleri, iş hususunda onlarla danışmaları, fakat bir işi yapmaya karar verince de Allah'a dayanmaları emir buyrulmakta, Allah'ın, kendisine dayananları sevdiği bildirilmektedir. 42. Sûre-i Celilenin (Şûra) 38. ayet-i kerimesindeyse, inananların vasıflan arasında, onların, işlerini meşveretle yaptıkları beyan buyrulmaktadır. Bu âyet-i kerimelerde din ve dünyâ işlerinde, mü'minleri idare etmeyi uhdesine alacak kişinin, hall-ü akid sahibi olanların meşveretiyle tâyin edileceği hakkında bir emir ve işaret yoktur. Rasûl-i Ekrem (s.a.a), Uhud savaşında, savunma, yahut saldırıda bulunma hususunda ashapla müşaverede bulunmuş, Bedir savaşında bulunanların kazandıkları şerefe nail olmak isteyenler, saldırıyı tercih etmişler, sonradan bundan vazgeçip Hz. Peygamber'in (s.a.a) meylettikleri savunma savaşına dönmeyi istemişler, fakat Hz. Rasûl (s.a.a), "Bir peygamber silâhını kuşandıktan sonra geri dönemez" buyurmuşlar, Medine'den çıkmışlardı. Ashabın bir kısmını, ordunun düşman tarafından çevrilebileceği bir yere dikmişler, üst gelinse de, alt olunsa da ondan ayrılmamalarını emir buyurmuşlardı. Bu emre uyulmadığı için o savaşta İslâm, bir imtihan geçirmiş ve bu Ashâb-ı kirama bir ihtâr-ı İlâhî olmuştur. XXVIII. Sûre-i Celîlenin (Kasas) 68. âyet-i kerîmesinde, "Birşeyi ihtiyar etmek, onlara ait bir hak değildir" buyrulmakta. XXXIII. Sûre-i Celîlenin (Ahzâb) 36. âyet-i kerimesinde de meâlen, "Allah ve resûlü, bir işe hükmedince, erkek olsun, kadın olsun, hiçbir insanın, o işi istediği gibi yapmakta ihtiyarı olamaz ve kim, Allah'a ve Peygamberine isyan ederse, gerçekten de apaçık bir sapıklığa düşmüş, sapıtıp gitmiştir" beyanıyla mü'minlerin, böyle bir hareketten, sakınmaları emredilmektedir.
Savaşlarda, kumandanları, bizzat, Rasûl-i Ekrem (s.a.a) seçerlerdi; hatta son demlerinde ve ondan önce Usame’nin ve babasının seçilişine itiraz edenlerin itirazlarını reddetmişlerdi. Mü'minlerin meşveretleri, Hz. Rasûl'ün (s.a.a) onlarla müşaverede bulunmalarına dâir emir, ancak dünyevî işlere aittir. Din ve dünya işlerinde, bütün ümmete riyasette bulunacak zâtın, bütün bu işleri, en küçük ve ehemmiyetsiz sanılan hususlara dek bilmesi, ümmetin en bilgini olması, evvelce yaptığı, sonra yapacağı işler yüzünden hiçbir suretle kınanmaması, her hangi bir suretle zafa, ihmâle düşmemesi, soyunda bile kınanacak birşeyin olmaması, hükümde taraf gütmemesi, bütün üstünlüklerde ümmetin en ileri kişisi obuası gerektir. Bu vasıflarsa, o zâtın masum olmasına bağlıdır ve ismet, Allah tarafından ihsan edilen birşeydir. Bu bakımdan, peygamberlik hâriç, İmâm, ümmetin en ileri olanıdır ve İmamet, Nübüvvet gibi İlâhî bir vazifedir; peygamberi nasıl Allah gönderirse, İmâmı da peygamberlerine Allah bildirir ve peygamber, Allah'ın emrini ümmete tebliğ buyurur. Buna nazaran Allah'ın ve Peygamberinin (s.a.a) din ve dünya işlerinde veliy-i emr olacak kişiyi, ümmetin seçimine bırakması, Şia'ya nazaran mümkün değildir. Aksi halde, hem din, hem dünya işlerinde ihtilâfın belirmesi, vahdetin yok olması, tabii bir şeydir, nitekim de öyle olmuştur.
İhtilâflar
Hilâfet tartışmalarında, her şeyden önce Muhâcir-Ensâr ayrımı belirmiş, sonra Hâşim oğullarını çekemezlik, Ensâr arasında Hazrec ve Evs boylarının rekabeti rol oynamıştır. Sonraları daha garip işler olmuştur; meselâ Ebû-Bekr'in halifeliğini kabul etmeyen ve topladığı zekâtı kendi boyunun yoksullarına veren Mâlik b. Nuvayra, Müslüman olduğunu söylediği, IV. Sûre-i Celîlenin (Nisa') 94. âyet-i kerîmesinde, selâm veren, Müslümanım diyen kişiye, mü'min değilsin denmemesi buyrulduğu hâlde Hâlid b. Velîd, onu öldürmüş, başını kesip tandıra atmış, zevcesine, idde tini bekletmeden, o gece tecavüz etmişti. Savaştan dönünce, Hz. Ömer, Hâlid'in, kısâsen öldürülmesini istediği hâlde, bunda ısrar ettiği hâlde, Ebû-Bekr, bunu yapmamıştı. Fakat sonra kendisi halife olunca da bu kısası yerine getirmemiş, hattâ Hâlid'i kumandan tâyin etmişti ve bunlar, "ictihad" sayılmaya başlamıştı. Berâe (Tevbe) Sûresinin (IX) 60. âyet-i kerimesinde, zekâtın kimlere verileceği tasrih edildiği hâlde "Müellefet'ül-Kulûb"a zekât verilmemesini buyuran Ömer'in re'yini Ebû-Bekr, Kabul etmişti. Humus âyet-i kerimesi de (VIII; Enfal, 41). İçtihada tâbi' tutulmuş, Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) yakınlarına sehim verilmemişti. Cenaze namazının tekbir sayısında, Sahabenin bâzısı yedi, bâzısı altı, bâzısıyla dört tekbiri hükmetmiş, bu ihtilâf, Ömer'in halifeliği zamanına dek sürmüş, nihayet dört tekbirde karâr edilmişti. Hz. Peygamber (S.M), Vida' Haccında, bilhassa Hacc-ı Temettu'u beyân buyurdukları ve ilk Halife'nin zamanında da o suretle hareket edildiği halde İkinci Halife, bunu menetti. Mut'a, yâni, muvakkat nikâh, IV. Sûre-i Celîlenin (Nisa1) 24. âyet-i kerimesinde bildirildiği, zamanı ve ücreti muayyen olmak şartıyla, soy-boy, süt emme gibi her hangi bir sebeple alınması haram olmayan bir kadının alınması bir ruhsat olduğu, Birinci Halife'nin zamanında ve Ömer'in halifeliğinin ilk devrelerinde bu ruhsata cevaz verildiği halde (Sahîhu Müslim; İst. Mat. Aime-1331 H.C. IV, Bâbu Nikâh'il-Müt'a; s. 130-135) bu da men' olunmuştu. Ali Kuşçu, "Şerhu Tecrîd"inde, Ömer'in, "Üç şey Peygamber zamanında helâldi; ben onları tahrim ettim; yapanları da cezalandırırım: Müt'a-i Nisa1, Müt'a-i Hac ve ezanda Hayyı âlâ hayr'il-amel-Hay-din en hayırlı işe demek" dediklerini de tasrih eder (El-Gadir; VI, 213); Halebî, "Siyer"inde, İmâm Zeyn'ül-Abidin Aliyy b. Huseyn'le (A.M) İbn Ömer'in, ezanda, "Hayyı âlâ hayr'il-amel dediklerini kaydederler (III; 105). Hac töreninde, tavâfı-ı nisayı de men'eden Ömer, sabah ezanına "E's-salâtu hayrun min'ennevm" sözünü de kendi rey’iyle eklemiştir (Sahîhu Müslim; V, 183; Müsned; III, 408; Siyer-i Halebi II, 102; El-Bidâyetü ve'n-Nihâye; III, 23). Ramazan ayının gecelerinde, yatsı namazından sonra Teravih namazının kılınması sünnet olduğu, sünnet namazlarındaysa cemâat olmadığı, Sünnetlerin, cemaatla kılınmayacağı malûm iken bu namazın cemaatla kılınmasını emretmiş, bu hususta her yana emir göndermiştir (Bütün bu hususlarda şu kaynaklara bk. Umdet'ül-Kaarî; IV, 129; El-Gadîr; VI, 244; Sahihu Müslim; IV, 37-38,183; İbnHişâm; IV, 273; Tabakaat; II, 175; Tabarî; II, 401; E's-Sîret'ül Halebiyye; Öl, 105, 297; Müsned; III, 304-325, 320, 354-369, 408; Şerhu Nehc'ül Belâga; IV. 183; El-Bidâyetü ve'n Nihâye; III, 23). Ömer, bir sözle ve bir kerede üç talâkın olabileceğine de hükmetmiştir. Su bulunmadığı takdirde teyemmümle namaz kılınmamasını buyurmuş, miras ve iddet meselelerinde de rey’iyle hükümde bulunmuştur. Devletin gelirlerini tesbit için, şimdiki Mâliye Bakanlığı görevini gören bir Divan kurdurmuş, memurlar tâyin etmiş, fakat gelirin taksiminde, Hz. Peygamber'in zevceleri ve ashabı da dâhil olmak üzere ümmeti sınıflara ayırmış, bu suretle de ilk olarak İslâm'da sınıf farkını meydana getirmiştir (Seyyid Ali Ekber Kureşî: Merd-i mâ fevk-ı insan; Kum Dârut-Teblıyg-ı İslami Yayımı-1355 H. 17 ve devamı. Ömer'in ictihadları için "El-Gadîr"e; VI, 178-183; Abd'ül-Huseyn Şerefüddîn'ül-Amilî'nin "E'n-Nassu ve'l-İçtihâd"ına da bk. Necef-i Eşref-1383 H. 1964; III, basım; s. 105-161; 193-330).
Reiyle hüküm ve hükümet sürüp gitmedeydi. Hicretin yirmi üçüncü Zilhiccesinin altıncı günü, Mugıyra b. Şu’be'nin kölesi Ebû-Lü'lü, Halife'yi karnından yaraladı. Ömer, ölmeden, Alî, Osman, Abdurrahmân b. Avf, Zübeyr, Sa'd ve Talha'dan meydana gelen bir şûra kurdu, bunlara içlerinden birini halife tayin etmelerini buyurdu. Biri muhalefet ederse öldürülmesini, ikisi hükme uymazsa, ikisinin de öldürülmesini, üçü bir reiyde karar kılar, üçü muhalefette bulunursa, Abdurrahmân b. Avf in hükmüne uyulmasını ve bu işin, üç gün içinde tamamlanmasını emretti. Abdurrahman'ın zevcesi, ana tarafından Osman'ın kız kardeşiydi. Sa'd b. Ebî-Vakkas, Abdurrahmân'ın amcasının oğluydu. Her ikisi de Zühre oğullarındandı; anası, Abd'üş-Şems oğlu Ümeyye'nin oğlu Süfyân'ın kızıydı; Alî, savaşlarda bu o boydan olanları öldürmüştü. Talha, Teym boyundandı; bu boyla Hâşim oğullarının arası açıktı. Zübeyr, Alî'ye taraftardı; fakat bu şûraya girişi, kendisinde halifelik sevdası uyandırmıştı; nitekim sonra Alî zamanında oğluna uyup isyanı da bunu meydana çıkardı. Görülüyor ki bu şûrada da soy-boy gayreti, hırs ve istek hâkimdi.
Osman'ın zamanında da reiyle hareket edildi. Ömer'in ölümünden önce, oğlu Ubeydullah, Ebû-Lü'lü'nün küçücük kızını öldürmüş, İranlı kumandan Hürmüzân'ın da kanına girmişti; Hattâ Medine'de ne kadar Arap olmayan kul-köle varsa hepsini öldürmeye kalkışmış, zor zaptedilmişti. Osman halife olunca, Alî'nin ısrarına rağmen Ubeydullah'a kısas hükmünü icra ettirmedi. İkinci Halîfe'nin zamanında kendisine Ürdün eyâletinin idaresi verilen, sonra da Şam'a vali tâyin edilen ve Halîfe Şam'a gidince, onun saltanatını görerek "Arab'ın Kisrâsı" lakabıyla anılan Muâviye"ye fazla yüz yerildi. Seferde dört rik'atlı namazlar, IV. Sûre-i Celîlenin (Nisa') 101. âyet-i kerîmesine göre iki rekat kılınacakken dört rik'at kıldırdı. Velîd'in sarhoşluğu1 sabit olmuşken ona had vurdurmadı. Cuma namazında bir üçüncü ezan okuttu. Hac töreninde umreyi eda etmedi; bayram namazlarında hutbeyi namazdan önce okudu. Attan zekât aldırdı. Ehliyle buluşana, inzal olmazsa guslün gerekmediği hükmünü verdi Ebû-Zerr'i önce Şam'a, sonra Rebeze'ye sürdü; Abdullah b. Mes'ûd'u dövdürdü, kaburgalarının kırılmasına sebep oldu. Vilâyetlere Ümeyye oğullarını tâyin etti; beytülmâli, onlara bölüştürdü. Bütün bu hareketler, ashabın ve Aişe'nin şiddetle onun aleyhine dönmesine sebeb oldu. Nihayet Küfe ve Mısır'dan gelenler, hicretin otuz beşinci yılı Zilhicesinin onsekizinci günü Halife'yi öldürdüler (İbn Esîr; III, 49; Tabarî; III, 322; Müslim; 1,109, 186, 258; Zerkaanî; Şerhu Muvatta'; II, 145; Târih'ul-Hulefâ'; 64; Buhârî H, 95; Tirmizi I, 68; Feth'ül-Bârî II, 361; Esâb'ül-Eşrâf; V, 26 v.s.).
Dostları ilə paylaş: |