İmametle Hilâfet Ayrılmaz.
Son zamanlarda bâzı düşünür geçinenler, Hz. Peygamber'in (s.a.a) vasıysi ve ümmetinin imâmı sıfatıyla halifeliğini ayırmaya kalkışmışlardır. Bu kişilerin yazılarından anladığımıza göre, Rasûlullâh'ın (s.a.a.) vasiysi ve ümmetinin imâmı olan zat, yâni Emir'ül-Mü'minin Alî (a.s), manevî bir makama sahiptir, halife-siyse, ümmetin her türlü idarî işlerine memurdur. İmametle hilâfet, iki ayrı makamdır; birincisi manevîdir, ikincisi maddî. Bu, böyle kabul edilirse imâmın vazifesi nedir? İnsanların gönüllerine hâkim olmak, sevgilerine mazhar bulunmaktan ileri ne vazifesi vardır imâmın? Manen âlemi mi idare eder? Sanıyoruz ki bu inanç da demeyelim, bu düşünce de tasavvufun mazhardır; âlemi o idare eder; fakat bu idare mânevidir; âlemde, onun gönlüne doğanlar imkân sahasına girer; halife, pâdişâhlar, hükümdarlar, zahiren âlemi idare ederler. Acaba bu kişiler de böyle mi düşünüyorlar; yoksa imâm, ümmetin en ileri gelenidir; hilâfetse zahirî idaredir; imâmdan başka birinin halife olması, imâmın üstünlüğüne mâni değildir mi demek istiyorlar? Bu son kanaati dile getiriyorlarsa, halife zulmettiği, yanlış hükme vardığı, yanıldığı zaman imâm, seyirci mi kalacak? O halde Hz. Alî'nin (a.s), hilâfet hakkındaki iddialarını, hareketlerini bir yana bırakalım, İmâm Hüseyn (a.s), niçin Yezîd'e karşı durdu; neden ve ne için canını feda etti?
Bu buluş ve görüş, yeni de değildir. Eskilerden, bilhassa tasavvuf ehli, bu görüşü benimsemişler, yahut takıyye yoluyla bunu dile getirmişlerdir. Meselâ Hamzavî Melâmîlerinden (Bayrâmîlerden) Hakıykıy Bey (Vefatı: 1050 H. 1640-1641), 1009 Hicrîde (1600 M.) yazdığı "İrşâd-Name" adlı Türkçe, yer-yer şiirlerde bezenmiş mensur risalesinde, her zamanda bir peygamberin İlâhî tasarrufa sahip olduğunu, hattâ Lût, Harun, Yahya gibi peygamberlerin (A.M) bile, zamanlarındaki şeriat sahibi olan İbrahim, Musa ve İsa peygamberlere (A.M), onların şeriâlarına tabî bulunduklarını, Hz. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.a) sırrına mazhar olan Emîr-ül Mü'minin Alî'nin de (a.s) manen tasarruf sahibi ve imâm olduklarım bildirmektedir. Gene aynı yoldan La'lîzâde Seyyit Abdülbâkıy (1159 H. 1746), "Mebde'-ü Maâd" adlı mensur Türkçe risalesinde, ilk üç halifenin hilâfetlerini zahirî sayar; bâtınî ve gerçek hilâfetinse Alî'ye (a.s) ait bulunduğunu ve bunun İlâhi bir emir olduğunu bildirir; Sakıyfe'nin de adını anıp te'vil yoluna gider (Melâmilik ve Melâmiler; İstanbul-1931; s. 198-199). Ancak bu te'viller, ya tasavvufun Kutub inancının bir sonucudur; yahut da iki tarafı uzlaştırmayı amaç edinmektedir.
Allâhu Teâlâ, X. Sûre-i Celîlenin (Yûnus A.M), "De ki: O'na eş saydıklarınız içinde hangisi gerçeğe hidâyet eder? De ki: Allah gerçeğe hidâyet eder. Halkı gerçeğe hidâyet eden mi uyulmaya daha lâyıktır (O'na mı uyulması daha doğrudur, daha yerindedir), yoksa doğru yola hidâyet edilmedikçe o yolu bulamayan mı? Ne oldu size, nasıl hükmediyorsunuz" mealindeki 35. âyet-i kerimesinde, hidâyet yoluna Allah'ın emriyle, lütfuyla hidâyet edenlere uymayı emir buyurmaktadır.
II. Sûre-i Celîlenin (Bakara) 30. âyet-i kerimesinde, Adem Pey-gamber'in (A.M) "Yeryüzünde Halife" olarak yaratıldığı bildirilmektedir. Halife, bu işe, bir buyruğa sahip olanın, aynı işi kendi adına yapması, aynı buyruğu yürütmesi için birisini kendine naip tâyin etmesi dolayısıyla o naibe verilen lâkab ve sıfattır. XXXVI-II. Sûre-i Celîlenin (Sâd) 165. âyet-i kerimesinde, Dâvûd Peygamber'e (A,M) "İnsanlar arasında hak üzere hükmet, biz gerçekten de seni (bunun için) yeryüzünde halife kıldık" buyrulmaktadır. VII. Sûre-i Celîlenin (A'râf) 69. ve 74. âyet-i kerimelerinde Nuh'tan (A.M) sonrakilerle Ad'dan sonrakiler "Halifeler" diye anılmıştır. X. Sûre-i Celîlenin (Yûnus A.M) 13-14. âyet-i kerimelerinde, zulmedenlerin ve mucizelerle gönderilen peygamberlere inanmayanların helak edildikleri bildirildikten sonra, onların yerlerine geçenlere "halîfeler" denmiştir; VI. Sûre-i Celîlenin (En'âm) 165. ve XXXV. Sûre-i Celîlenin (Fâtır) 39. âyet-i kerîmelerinde de geçer ki bütün bu âyet-i kerîmelere göre "halîfe", birinin yerine geçen, yahut bir toplumun yerini tutan, onun, o toplumun yolunu-yordamını yürüten kişi, yahut toplumdur. Allah'ın emirlerini ümmete iblâğ eden Peygamberin peygamberliği, nasıl bâtını bir hüküm sürmek olamazsa, peygamber, nasıl, Allah'ın hükümlerini, ümmetinin içinde bizzat yürütülürse, onun halifesinin hilâfeti de zâhirî-bâtınî diye ikiye bölünemez.
Bugün, elde bulunan "Ahd-ı Atık"de, İsrâil oğulları peygamberlerinin bir kısmının zamanında, onlardan ayrı hükümdarların bulunduğu zikrediliyor. Bu kitabın, çok sonradan, zaman zaman yazılmış, bozulmuş bir kitap olduğu bir yana, bu zikredilen peygamberler, şeriat sahibi olmayıp Musa Peygamber'in (A.M) şeriatına uyanlardır; dini meselelerde gene de bunlar hükmetmektedirler. Şeriat sahibi olan peygamberler, kurulu bir düzen içinde gönderilmiş olsalar bile o bâtıl düzeni kökünden yıkmak üzere gönderilmişler ve yeniden İlâhî bir düzen kurmuşlardır. İslâm dini, bir hükümdarın hükmettiği ülkede kurulmamıştır.- İslâm dininde hem dinî, hem dünyevî hükümler vardır; bunları tek ve müstakil olarak Hz. Peygamber (s.a.a) tatbik etmişlerdir. Kendilerinden sonra, halifeleri ve ümmetin imâmı olan kişi, bu emirleri, tek ve müstakil olarak tatbike memurdur.
Her Peygamberin Bir Vasiysi Vardır.
Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a), "Her peygamberin bir vasisi ve vârisi vardır; Alî, benim vasim ve vârisimdir" buyurmuşlardır (Künûzül-Hakaaık; II, s. 148). Vasıy, bir kişinin, kendisinden sonra yerine geçen, onun tarafından, yapılması gereken ve istenen işleri yapmaya memur edilen kişidir. Vefat eden kişinin işlerini vasıy idare eder; onun adına, onun işlerinde, onun dileğine tam uygun olarak tedbir ve tasarruf sahibi olur. Hiç şüphe yok ki peygamberlerin vasiyleri, ümmetleri üzerinde umûmî vilâyeti sabit olan kişilerdir; bunlar, peygamberlerin halîfeleri, ümmetlerinin imamlarıdır. Peygamberlerin gerçek miraslarıysa, Allah kitabının hükümleri ve kendilerinin sünnetleridir. Vasiylik, halifelik ve imamlık, aynıdır.
Hz. Peygamber (s.a.a), Alî'yi (a.s), ilminin, hikmetinin kapısı olarak bildirmişler, "Alî bendendir, ben O'ndanım" buyurmuşlar, O'nu "Hayırlı iyi kişilerin imâmı, kafirlerin öldürücüsü" olarak övmüşler, O'nun, Kur'an'la beraber olduğunu beyân etmişler, O'nu sevmenin iman, O'na buğzetmenin nifak olduğunu anlatmışlar, O'nun hakla, hakkın da O'nunla olduğunu, Kâ'be'de doğan tek kişinin, Alî'nin (a.s), Kâ'be menzilesinde bulunduğunu, her yandan O'na gelindiğini, fakat O'ndan, başka bir yana gidilmeyeceğini bildirip O'nu, mübarek bedenlerinin başına benzetmişlerdir ki bunları, bu hâdîs-i şerifleri, I. Bölümün "Şîa kimlerdir, Ehlibeyt tarafını tutanlar, Alî ve O'na uyanların Yolu" başlıklarını taşıyan kısımlarında bildirmiştik.
Hz. Peygamber (s.a.a), ilk davete başladıkları çağdan itibaren Alî'nin (a.s), kardeşleri, vasiyleri ve halifeleri olduğunu beyân buyurmuşlardır. Tebük savaşına giderlerken O'nu, Medine'de, yerlerinde bırakmışlar ve O'na, "Musa'ya Harun ne menziledeyse, sen de bana o menziledesin; ancak benden sonra peygamber yok" demişler, İslâmını ilk izhâr eden Alî'nin (sa) "Sıddıyk'ul Ekber" olup ümmetin "Fâruuk'u" bulunduğunu (Neseî'nin "Hasâıs"inden, Rıyâd'un-Nadıra, Üsd ul.Gaabe, istîâb" ve "Târihu Tabariden naklen Fadâil'ül-Hamse; II, s. 87-88), kendilerinden sonra ümmetlerinin ihtilâfa düşecekleri şeylerde, O'nun gerçeği, olduğu gibi bildireceğini (Müstedrik, künûz, ken'ül-Ummâl, Savâık ve Hilye'den naklen, aynı; S. 252-253), Allah'ın emrini, ancak kendilerinin, yahut Ehlibeytlerinden birinin tebliğinin îcâb ettiğini buyurup Berâe Sûre-i Celîlesindeki âyet-i kerimeleri Mekke'de okumak üzere O'nu göndermişler, bu suretle kendilerine ne kadar yakın olduğunu bütün ümmete izhâr etmişlerdir (Sahîhu Tirmizî, Hasâıs, Müsned, Tefsîru İbn Cerîr, Müstedrik, Kenz, Zehâir ve Mecma'uz-Zevâid'den naklen, Aynı; s. 342-347). Mekke-i Mükerreme'de ve Medine-i Münevvere'de, hicretten evvel ve sonra, iki kere Alî'yi (a.s) kendilerine kardeş edinmişler, O'nu, dünyâda ve âhirette kardeşleri olduğunu söylemişlerdir (Tirmizî ve İbn Mâce'nin Sahîh'Ieriyle Müstedrik, Müsned, Kenz, Er-Rıyâd, Zehâir, İstiâb, Üsd'ül-Gaabe, Savâık, İsâbe, Mecmâ' ve E'd-Dürr'ül-Mensûr'dan; I, a. 318-332). Rasûl-i Ekrem (s.a.a), Alî'nin
(s.a), hüküm vermekte, ümmetin en gerçeği olduğunu beyân etmişler, ilk üç Halife, hattâ Muâviye, zora düşünce O'nun hükmü
ne başvurmuşlardır (II; s. 262-309). ,
Allah Tebâreke ve Taâlâ, Kur'ân-ı Mecîd'inde, O'nun, mü'min-lerin velîsi olduğunu bildirmiş, Rasûl'ü de (s.a.a), O'nu, kendilerinden sonra her mü'minin velîsi olarak tanıtmışlardır. Son haclarından dönerlerken, Gadîru Humm'da, Alî'nin (a.s) mü'minlere Mevlâ (veliyy-i emr) olduğunu bütün Sahabeye, kendi vilâyetlerini beyândan, onların şahadetlerine Allah'ı şâhid ettikten sonra, Allah'ın emriyle iblâğ etmişler, Sahabe, Alî'yi (a.s) tebrik etmiş, dinin ikmâli, nimetin itmamı hususundaki âyet-i kerîme nazil olmuştur ki bunları da I. Bölüm'de, târih sırasıyla arzettiğimizden burada tekrara lüzum görmüyoruz.
İmâm Hasan (a.s), Emîr'ül-Müminin'in (a.s) şahadetlerinden sonraki hutbelerinde, Allah'a hamd-ü senadan, Rasûlullâh'a
salât-ü selâmdan sonra, "Bu gece" buyurmuşlardır, "Öyle bir kişi şehid edildi ki itâat, ibâdet bakımından, ne O'ndan bönce gelip geçenlerden biri, O'ndan ileri bir mevkie erişmiştir, ne O'ndan sonra geleceklerden biri. Rasûlallah sallallâhu aleyhi ve âlihî ve sellem, sancağı O'na verirdi de savaşa başlardı O; Cibril sağındaydı O'nun, Mîkâil solunda. Allah, O'nun elleriyle fetih vermedikçe de
geri dönmezdi. Altın ve' gümüş olarak anca kendi hakkından biriktirdiği yedi yüz dirhemi kaldı; onunla da ehline bir hizmetçi sa
tın almayı istiyordu."
Sonra, "Ey insanlar, ben Peygamber'in oğluyum; ben Vasıy'nin oğluyum" diye sözlerini yürütmüşlerdi (Müstedrikten naklen Fadâil'ül-Hamse, II, s. 27). "Mecma'uz-Zevâid"de, bu hutbede, İmâm Hasan'ın (A.M), Alî'yi (A.M), "Vasıylerin hâtimi" yâni bütün peygamberlerin vasiylerindeki kemâl sıfatlarını, nefsinde hatmedeni, "Sıddıyklerin, şehidlerin emini" diye tavsif buyurdukları, "Musa'nın (A.M) vasiysinin o gece vefat ettiğini, İsa'nın (A.M) o gece göğe urûc ettiğini, Kur'an'ın o gece indiğini bildirdikleri de kaydedilmektedir (Aynı; s. 27-28).
Gene "Mecma'z-Zevâid"de, Selmân-ı Muhammedi'nin (A.M), Hz. Rasûl'e (s.a.a), "Yâ Rasûlallah, her peygamberin bir vasıysi var; senin vasıyn kimdir?" diye sorduğu, Hazret'in de Selmân'a, "Musa'nın vasıysi kimdir, biliyor musun?" sorusunu tevcih ettikleri, onun da, "Evet, biliyorum; Nün oğlu Yûşa'" cevâbım verdiği, Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a) "Neden" sorusunu da, "O gün, O, ümmetin en bilginiydi de ondan" diye cevaplandırdığı, bunun üzerine Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), "Gerçekten de benim vasıym, sırrımın sahibi, benden sonra bıraktığım en hayırlı kişi, isteklerimi yerine getiren ve borcumu ödeyen, Ebû Talîb oğlu Alî'dir" buyurduğu, Ali'ye, "Budur benim vasıym, sırrımın mahalli ve benden sonra bıraktığım en hayırlı kişi" buyurduklarını tahrîc eder. Bu hadisler, "Kenzül-Ummâl ve "E'r-Riyâd'ün-Nadıra" da da mevcuttur; bu mealde daha birçok hadîs-i şerif vardır; bu kadarını yeter buluyoruz (Aynı; s. 28-43).
Hz. Emir'ül-Mü'minin (a.s), Sakıyfe'de Muhacirlerle Ensâr arasındaki tartışmayı sorup Öğrenince, "Rasûlallah Sallallâhu Aleyhi ve Alihi ve Sellem'in, Ensâr'ın iyilerine iyilikte bulunmayı, kötülükte bulunanları bağışlamayı vasıyyet ettiğini söylemediler mi" diye sormuşlar, "Bu vasiyyette ne gibi bir delil var" sorusuna da, "Emir olmak hakkı onlarda olsaydı, onları bize vasıyyet buyurmazlardı" cevâbını vermişler, "Kureyş ne dedi" diye sormuşlar, "Peygamber Kureyş şeceresindendir" dediklerini duyunca da "Şecereyle", yâni boyla "Delil getirdiler, meyveyi", yâni soyunu, Ehlibeytini "Yitirdiler" buyurmuşlardı (Nehc'ül-Belâga Tercemesi ve Şerhi; s. 159). "Şaşarım şu işe: Hilâfet, Rasûlullâh'la sohbet yüzünden tahakkuk ediyor da sohbet ve yakınlık yüzünden tahakkuk etmiyor" mealindeki sözleri de bu münâsebetle söylenmiştir (Aynı; s. 399).
İmamet hususunda Kureyş'ten şikâyeti tazammu eden şu sözlerini de okuyalım:
"Allahım, Kureyş'ten hakkımı almanı senden istiyorum; onlara karşı senden yardım diliyorum. Rasûlullâh'a olan yakınlığımı inkâr ettiler; elimdeki kabı baş aşağı çevirdiler; başkasından fazla lâyık olduğum işte, hakkım olan mevkide, benimle kavgaya giriştiler. Hak alınır da, verilir de; istersen kahra batarak dayan, istersen açıklanarak öl dediler. Baktım, gördüm ki Ehlibeytimden başka ne bir yardımcı var bana, ne bir yaver. Onların tehlikeye düşmelerini reva görmedim; gözlerime toz-toprak dolmuştu; gözlerimi yumdum; ağzımın yârını dertle, elemle yuttum; zehirden de acı olan bıçaklarla doğranmaktan da çetin bulunan bu işe dayandım." (Aynı; s. 167).
Üçüncü Halifenin hilâfetiyle sonuçlanan Şûra'daki, ileride ola-, çak olayları belirten şu sözleri de dikkate değer:
"Benden önce hiçbir kimse hak çağrısına koşmadı; yakınlığın gerektirdiği şeye uymadı. Kendini verip O'na yardıma seğirtmedi; artık sözümü duyun; dediğimi belleyin: Görürsünüz, bu iş için kılıçlar çekilecektir, ahitlere hıyanet edilecektir; sonunda bir kısmınız sapıkların imâmı, bilgisiz kişilerin taraftan olacak,"
"Mutlaka siz de bilirsiniz ki benîm onda (Hilâfette), benden başkasından fazla hakkım var; ama Andolsun Allah'a ki ben, Müslümanların işlerini düzene sokmak için onu teslim ederim ve bu işte baha, ancak cevredilmiş olur; bunu yaparken de ecrini dileyerek, üstünlüğünü isteyerek yaparım; dünyanın süsünü püsünü, özentisini bezentisini istemenizdense çekinirim." (Aynı, s. 178-179).
Dostları ilə paylaş: |