Bir Fatih Belediyesi Başkan adayının benden istediği rapordur Raporun hâlâ geçerli olduğu belirtilmişti Göreceğiz !



Yüklə 291,48 Kb.
səhifə1/5
tarix11.01.2018
ölçüsü291,48 Kb.
#37579
  1   2   3   4   5


BİR

FATİH RÜYASI !..

19 Ağustos 2013


Bir Fatih Belediyesi Başkan adayının benden istediği rapordur.. Raporun hâlâ geçerli olduğu belirtilmişti.. Göreceğiz !..”
Dedemin 160 yıl önce okuduğu Fatih Taş Mektepte, 60 sene önce İlkokulu okuyan, Gelenbevi Orta Okulu ve İstanbul Erkek Lisesi ile Fatihli olmaya devam eden bendenizin, bu beldeye borcu olduğunu düşünüyorum. İnşaat Mühendisi olan rahmetli babam da, 1905’de, Aksaray’da doğmuş üstelik.. Hiçbir şey boşuna değildir !..
Güzel Sanatlar Akademisinde üniversiteyi bitirene kadar İstanbullu idim. Uzunca bir süre de iş hayatının zorluklarına İstanbul ortamında göğüs gerdim. Ama maalesef günümüzde de yoğunlaşarak devam eden kaotik ortamdan ve hayatın yarısının yollarda heba edilmesinden kurtulabilmek için 1980’de Bursa’nın bir köyüne kaçmayı ailecek tercih ettik..
Bu kaçış, hayattan kaçış değildi elbet.. Tam tersine, hayatı dolu dolu yaşama isteği idi.. Yere sağlam basma gayreti idi.. Nitekim öyle de oldu. Ülkemin her köşesine, bildiklerimi paylaşmak için davet edildim. Koşa koşa gittim. Şimdilik 340 konferansımın yüzü aşkını üniversitelerde gerçekleşti. Diğerleri; farklı bakanlıklarda, sivil toplum örgütlerinde ve meslek odalarında hayata geçti.. Dil, din, kimlik, etnik, siyasi ayrım yapmadan, hizmet adına ülkemin dört bir yanına koşup durdum.. Enerji ve ekoloji adına bir kurtuluş mücadelesi idi bence bu gayretler.. Biraz da sevgili babamın bilerek aldığı soyadına layık olma gayreti idi sanırım bu seyahatler..
Binlerce sayfa yazdım, çizdim, paylaştım. Enerji Bakanı Hilmi Güler kardeşime danışmanlık yaptım. Nasipse bu yıl Fatih Sultan Vakıf Üniversitesinde Sevgili Prof. Ümit Doğay Arınç hocamın desteği ile, başlığı ve içeriği bendenize ait bir kavram olan “Enerji Mimarlığı” dersi vermeye başlayacağım.. Bakın yine “Fatih” var kaderimde.. Her işte hayır vardır.. Demek ki sıra, ata beldesine hizmete geldi.. Eyvallah !..
Davetiniz üzere Fatih hakkında bu kez; yapısal, teknik ve sosyal alanda önerilerde bulunmak, şerefle kabul ettiğim bir hizmet olacaktır. Aklın yolunda buluşmak daima temennim olacaktır. Fatih artık tarihi kimliğine layık bir belde olmalı; yanlış kararların yanlış trafiğine esir düşmemelidir. Bir istasyon, bir liman kent olmanın ötesine taşıyabilmelidir kendisini.
Harikalar yaratmış ecdadımızın marifetini kopya eden değil, daha ileriye taşıyan, yakıştırma değil, sanatın ve kültürün imbiğinden geçmiş, “taklit olmayan” eserlerle; insan doğasına kolaylıklar, kültürüne katkılar sunan kent yapısı ile geleceğe göndermeler yapmalı, en az bir “altı asır daha” mesaj üretmelidir insanlığa..
Surlarla çevrilmiş olmak bir anlamda, o surlarla “çağın yozlaşmasına karşı korunuyor” olmaktır.. Yani manevi bir halkadır bence o surlar.. Hakkını vermeli, kimliğini korumalı, ama bizi kısıtlayan değil, sıçrama yapmamıza vesile olan bir tarihi emanet olarak yatırılmalıdır masaya..
Huzurun kalben yaşanabildiği 40’lı 50’li yılların dinginliğine tekrar kavuşulmalıdır Fatih’te.. Ne salt ticaret, ne sadece turizm ne de sırf müze kent olarak kendisini kısıtlamalı, sınırları da aşarak, huzur ve sükun beldesi olarak tarihteki yerini almalıdır. Medeniyetin beşiği olmak ağır bir misyondur.. Bunu sürdürebilmek ise, kaçınılmaz görevdir.. Çok mu zor ?.. Hayır.. Göreceğiz ki sadece niyetle başlayan gayretler, bilimsel destekler, kentsel ve yapısal doğru müdahaleler ile, pek yakında uluslararası ölçekte tescil ettirecektir yeni kimliğimizi..
Her sabah okuluma giderken gözlerimi kamaştıran Fatih Camiinin bembeyaz avlu taşları, artık kararmaya yüz tutmuş. Hayıflandım. Bizlerden geriye, parlaklığını yitirmeyen hatıralar kalmalı diye düşünüyorum.. Yapabildiklerimiz hayırla anılmalı, hayatı kolaylaştırmalı, şükre vesile olmalı.. Bu bir manevi borçtur. Diğer yandan Fatih, İstanbul’dur. Hangi semti çıkarsanız, geriye hala koskoca bir İstanbul kalır. Ama Fatih’i, asla !.. O yoksa, İstanbul yoktur. Kıymetini bilmeli ve bildirmeliyiz.. Kolları sıvayalım o zaman.. En eski hemşerilerinizden biri hizmete hazır !..
SEVGİLİ BAŞKANIM !..
Bu bir giriş özetidir. Şimdi önerilerimi ve çözüm yollarını bir bir dile getireceğim..
Sizden de bir an önce; Fatih semtine ilişkin planlarınızı, semte ait dijital kayıtları, istatistikleri, envanterleri ve öngördüğünüz istikamette tekliflerinizi bekleyeceğim..
Malumunuz, bu bilgilerin bir kaynakta zaten mevcut olmasından çok, bizlerin bu bilgileri nasıl yorumladığımızdır önemli olan. O yüzden biran önce bir “Fatih kitabını” hedefe koymalıyız. Mevcut bilgilerden yola çıksak da, üretebildiğimiz yepyeni çareleri sunabilmeliyiz vatandaşlara.. Çünkü, o bilgilerin nasıl yorumlandığıdır önemli olan, mevcut olmaları değil !..
Sistematik hareket edebildiğimiz takdirde, bu hamuru birlikte yoğurup ortaya herkesi tatmin edecek bir ürün çıkarabileceğimize inanıyorum. Bu sonuç, hem “talip olunan görevin hakkını vermek” hem de bir vatandaş olarak; “vecibedir”..
Sıcak yaklaşımınız ve sürekli olacağını inandığım ilginizle “Belediye Başkanlığı nasıl olurmuş !” örnek teşkil edeceğinize de inanıyorum.. Yeter ki, günlük rüzgarlar sizi yolunuzdan etmesin. Verilen sözler, tutulan sözler olsun. Bugüne kadar varsa süregelen yanlışlar, çaresiz olduğumuz zannına sevk etmesin..
Bu yaşa kadar öğrendiğim en önemli şey şuydu: Vatandaşın yürekten desteklediği bir yönetimin ya da yatırımın başka bir güce, hatta kaynağa bile ihtiyacı yoktur. İnsanlar kendilerine yapılan hizmeti daima görür. Hem kendisi hem gelecek kuşaklar için yapılan işleri takdir eder ve destekler.. Yani başarının kaynağı, hizmetin doğru olmasında saklıdır. Dışımızda değil..
Başlangıçta amatör bir heyecan ve gayretle, gerektiğinde de profesyonel projeler ve uzman ekiplerle yanınızda olmaya devam edeceğim.. Ne zamana kadar ?.. Siz “yeter !” diyene kadar.. Bana sorarsanız, gerçek hizmette sınır yoktur. Aklın yolunda buluştukça, “ömrümüz yetene kadar !..”
Bizi buluşturan ve teşekkür borçlu olduğum kardeşlerimiz, tesadüfen aracı olmadı tanışmamıza, buna inanıyorum. Çünkü biliyorum ki ; hiçbir şey boşuna değildir !..
FATİH RAPORU

21 Ağustos 2013


Başlangıç bölümünde bir genelleme yapmaya çalıştım, Bu çalışmanın biraz ailevi biraz yöresel ve teklif edilmesinden şeref duyduğum nedenleri ile hangi çerçevede ele alınacağına göndermeler yapmaya çalıştım. Şimdi yavaş yavaş ayrıntılara gireceğiz.. Önce dünya ve yurt genelinde tespitler yapıp, sonra da Fatih özelinde sonuçlar elde etmeye çalışacağız birlikte..
Fatih’i tüm boyutları ile ve bütün içindeki yerini doğru saptayarak masaya yatıramaz isek, sorunlarına kalıcı çareler üretemeyiz.. Doktor tabiri ile; bir konsültasyona ihtiyacımız var.. Farklı pencerelerden bakabilmeli, sağlıklı analizlere yapabilmeli, örtüşen sorunlara birbirinin ayağına basmayan çareler üretebilmeliyiz. Yani yazacağımız ilaçlar bütün organlarca kabul görmelidir.. Çünkü önemli olan; bir tanesini tedavi etmek değil, sağlıklı bir beden elde etmektir..
Bu çalışmada, mesleki ve yaşamsal deneyimlerimden, yurt genelinde farklı belediyeler için ürettiğim hizmetlerden ve çeşitli makalelerimden de yararlanarak Fatih İlçesini merkeze alan bir rapor oluşturmaya gayret edeceğim.. Tüm gereksinimleri listelemeye çalışacak ve nasıl bir belediye hizmeti ile bu sorunlarla baş edebileceğimizi sıralamaya gayret edeceğim.. Yukarıda da söylediğim gibi, önce bir genelleme yaparak, sorun başlıklarını ülkesel boyutta inceleyecek ve daha sonra FATİH özelinde örneklemeler ile somut adımlara vesile olacak şekilde tamamlamaya çalışacağım önerilerimi.
Elbette sonunda, tüm sorunları ve çözümleri, birlikte; tekrar tekrar yoğurmayı becerebildiğimizde, yani en doğru sonucun ancak müşterek bir gayretle alınabileceğini, ancak birliğin gücü ile başarı elde edilebileceğini göreceğiz..
Aynı zamanda bu başarının, yine ancak “partiler üstü” birlikteliğin ürünü olabileceğini, sadece vatandaş ya da ilçemizin sakini olmakla katkıda bulunulan, ayrılıkçılığın değil “birlikteliğin zaferi” olacağını fark edeceğiz.. Buna da eminim.
GELİN BAŞLAYALIM..
Fatih ilçesinin özelinde yapacağımız araştırmaya, Türkiye genelinde büyük bir realiteden başlayalım; “Deprem gerçeği ile, nasıl baş edebileceğimizden ?” Dışında kalmamız mümkün mü ? Hayır !. Daha hayati bir sorun olabilir mi ?.. Yine hayır !.. Üstelik bu raporda dile gelenleri başarmak için, önce hayatta olmalıyız..
O zaman ilk sorumuz şöyle olsun:
1- “Deprem öldürür mü ?”
Şaşırmamamız gerekir. Çünkü yanıt ; kocaman bir “hayır !”dır.. Ama kötü yapılar öldürür.. Hatta bunun için depreme de gerek yoktur.. Kendiliğinden bile yıkılabilirler ve ölümlere yol açarlar.. Ama doğru arazide, doğru teknik ve malzeme ile inşa edilen yapıların depremden hiç etkilenmemesi mümkündür.
Diğerleri, depremde yıkılmasalar da, sadece yanlış malzeme ve donanım seçimi ile uzun vadede bile öldürebilirler üstelik.. Örneğin; yanlış malzemeler yüzünden, evlerimiz başta olmak üzere tüm kapalı alanlar nefes alınmaz hale gelmektedir.. Maalesef bilinçsizce yapılan çoğu mantolamalar ve plastik doğramalar, benzer sonuçlar doğurmaktadır.. Avrupa’da bu yüzden kapalı alanlardaki hava kalitesi dışarıdan bin beter hale gelmiştir.. Çocuklarda astım oranı % 50 artmıştır.. Buna “mükemmel yanlışlar” adını vermiştir batılı uzmanlar.. Ve bu yanlıştan geri dönüşü çoktan başlatmışlardır..
Böyle binaların, tahliye edemediği iç yoğuşma ve alamadığı nefes yüzünden on yıl içinde, yaşayanları da peşinden sürükleyerek romatizma olması mukadder gözükmektedir..
Yapısal romatizma; demirlerin paslanması ve demir-beton aderansının yani yapışma gücünün kalmaması ve ilaveten karbonatlaşma sonucu betonun ayrışması, yani ilk depremde yıkılmaya aday bir kütle oluşmasıdır.. Aman dikkat..
2- İkinci soru: “Depreme karşı önlem alınabilir mi ?” olmalı.
Bunu mutlaka sormalıyız. Çünkü maalesef deprem, ülkemiz için, savaş dışında en çok can kaybına mal olan afet olmaya devam etmektedir.. Bir İstanbul depreminin, yörenin değil, ülkenin sonu olacağına dair tahmini hasar bilançoları, birilerini fena halde rahatsız etmelidir artık..
3- “Nereden başlamalı ?” üçüncü soru olacak bu durumda..
Mahalle ve ada bazında, devlet ya da yerel belediyelerin teşviki ile “örnek” yapılanmalara yer verilirse, “doğru dönüşüm” talepleri için bir yaz bir kış geçmesi yetecektir. Yani, deprem yüklerini ve risklerini azaltabilen malzemelerle yepyeni bir teknikle inşa edilen ve kendi enerjisini de üretebilen yapılarda yaşamaya başlayan insanlar sayesinde, gerçek ve sağlıklı kentsel dönüşüm o gün kendiliğinden başlayacaktır.. Bu örnek yapı adaları, çevresine de örnek olacak, sağlıklı dönüşümü süratlendirecektir.
4- “Peki diğer yapılanmalar nasıl

denetlenecek ?..” dördüncü soru olmak zorunda.
Çünkü tüm yapıların önereceğimiz malzeme ve teknikle inşa edilmesini beklemek gerçekçi olmayacaktır. Bu bir dönüşüm sürecidir. Gerçekçi bir yaklaşımla 10 ila 20 yıl içinde sağlıklı bir dönüşümün sağlanabileceğini kabul etmeliyiz.. O yüzden, betonarme yapıların bir yandan inşa edilmeye devam edeceğini de kabul etmemiz gerekir.. Yani etken bir denetim betonarme için hayatî şarttır !..
Bu denetleme işini sigorta şirketlerine vermek en akıllıcasıdır.. İzlenen bazı fiyasko denetimler, inşaata gidilmeden atılan imzalar endişe vericidir. Bir denetim firmasının canı, denetleyemediği bina yüzünden “maddi olarak” yanmadıkça, sağlıklı bir kontrol sağlayamazsınız.. Hapis cezası bile bu kadar etkili olmaz.. Ama sigorta firmasının canı yanar. Çünkü tüm bedeli ödeyen odur artık.. O yüzden, gerçek denetim sağlanır...
5- “Enerji, depremde hemen kesilmek zorunda. Halbuki hayat enerjisiz devam etmiyor.. Diğer yaşamsal gereksinimler de cabası.. Ne yapmalı?” Bu da beşinci soru..

Depremden yola çıktık, devam edelim. Böylece, en zor koşullarla baş edebilen yapılar, sağlıklı ve güvenli bir kente de ışık tutacaktır.. Yani bir anlamda, en zor problemden başlamış olacağız kentsel sınava..


Yanıt şudur : Elbette, kendi enerjisini üretebilen içerikte olmalı sözünü ettiğim yapılar.. Ülkemin rüzgarı, güneşi, toprağı bu gereksinimi rahatlıkla karşılayacak değerlerdedir.. Kimse şüphe etmesin. Yaptığımız ve yapacağımız örnekler, dünya örneklerine ilavelerdir.. Yeni bir icat değil.. Ama teknik çözümlerimizle, mevcut tasarımların da önüne geçebildiğimizi daima gördük.. Yani endişe edecek hiç bir şey yok..
Böyle bir yapı elde ettiğimiz zaman, hem kriz merkezi hem sağlık merkezi hem de deprem sonrası en çok eksikliği hissedilen; tuvalet ve duş hizmeti yerine gelir. Yani deprem sonrası hemen dönüştürülerek bir “hastane ve sığınma merkezi” haline gelebilir o yapı..
Örneğin 16 derslikli bir ilköğretim okulunun bu içerikte inşa edilmesi, sadece yatak kapasitesi olarak baktığımızda, deprem sonrasında 800 ila 1000 kişinin kolayca barınabileceği alan sağlar. Yani en az 1000 kişilik çadır hazır demektir.. Bir yerlerden gelmesini beklemek gerekmez.. Demek ki işe okullardan başlanabilir.
Böyle bir okulda, son kullanma tarihleri yüzünden zaman zaman tazelenmesi gereken gıda ve acil ilaçların depolanması da mümkündür, portatif yatakların da, battaniyelerin de.. Böyle bir okul, arazisine ve çatısına düşen tüm yağmuru da, kendi ihtiyaçları ve bahçe sulamak için sürekli olarak toplayacağından, acil durumda emre amade bir su deposu da vardır üstelik.. Depremi de düşünerek bu depoyu biraz daha büyük tutmakta hiç sakınca yoktur..
Atıklarını da biyolojik yöntemle kendi bünyesinde çözdüğünden, depremde kanalizasyon şebekesi çökse bile orada “yaşam” hijyenik olarak devam edebilecektir..
6- Altıncı olarak, “Çok katlı yapılara mecbur muyuz ?..” sorusu akla gelebilir. Acaba “çok kata evet” haklı bir yanıt mıdır ?.. Mecbursak “farklı bir inşa tekniği ile riskleri azaltabilir miyiz ?..” sorusu gelir ardından.. İşte yanıtlar:
Ülke ortalaması 6 kattır.. Yıllar boyu yapılan anketlerde görülmüştür ki, ortalama talep 2 kattır. Yani mevcut durum talep değil “rant” sorunudur maalesef… Arsa sorunu hiç değil.. Alışkanlık ve kolay kolay vazgeçilemeyen araç gereç sorunudur..
Çok katlı binalar mutlu ve sürdürülebilir yaşam sunmuyor !..” dediğimde, “elimizdeki kule vinçleri ne yapacağız o zaman ?” demişti bir koca firmanın yöneticisi.. Ardından “bu arsanın metrekaresi kaça biliyor musun ?” demişti.. Son bahanesi ise harikaydı: “Dediğin gibi binalar yaparsak, elimizdeki yapı stokunu kimlere satacağız ?..”
İşte esas sorun bu. Rant yaratıldı ise, diğer çözümler ve çareler tüketilmiş olur.. Ticaretin acımasız kuralları işlemeye başlar..
Risk azaltıcı ve yaşam kalitesini yükseltici bir “ara çözüm” olarak şunu söyleyebilirim: Yapı betonarme fakat tüm duvarlar ahşap olur ise, sadece duvarlardan yapıya gelen yükler onda bire düşer. Ayrıca o ahşap duvarlar, bir betonarme inşaat kalıbı gibi davranarak deprem sırasında yıkılmayı geciktirir. Ve en kötü ihtimalle yaşam üçgenleri oluşturmaya yardımcı olur.. Deprem sonrası çekilen fotoğraflara dikkat edin.. Bazılarında bir pencere ya da kapı kasasının, bir ahşap dolabın, masanın; betonun yere yapışmasını önlediğini göreceksiniz..
7- “Ahşaba dikkat çekiyoruz ama ahşap yanmaz mı ?.. Üstelik dayanıklı olur

mu ?..” diyebiliriz yedinci soru olarak..

Amerika’daki konutların % 90’ının, deprem riski yüzünden Kaliforniya’nın % 99’unun malzemesi olan ahşap neden güvenli ve yanmaz anlatalım.. Kaç katlı ve kaç metre açıklık geçebilir örnekleyelim… Üç ayrı sistemle inşa edilmiş, yani ahşap, çelik ve betonarme, aynı plana sahip tip yapıda çıkarılan bir kontrollü yangın bir saat sürdürüldüğünde manzara şudur:


7.1- Çelik yapı ilk on dakika içinde, içerideki ısı çeliğin akma sınırı olan 600 dereceye ulaştığında çökmüştür.. Yani kaçıp kurtulmaya bile fırsat vermemiştir. İkiz kuleler en çarpıcı örnektir..
7.2- Betonarme bina, betonun içindeki demirin uzaması yüzünden aderans dediğimiz demir-beton yapışması sona erdiğinden taşıyıcılık vasfını kaybetmiştir. O yangında çökmedi ise, ilk depremde mutlaka çökecektir.. Batıda böyle yapıları derhal yıkarlar. Bizde, badana boya ardından yaşam devam eder.. Yani “yaşam kumarı !”
7.3- Ahşap yapı ise, en az bir saat süre tanır size.. Yani kaçıp kurtulabilirsiniz, bu bir. Bir saat sonra itfaiye geldiğinde sadece yanan bölümün tamir edilmesi halinde elinizde hala yaşanabilir bir kapalı alan vardır bu da iki.. Ömrü mü ne kadar olur ?.. Sadece ülkemizde 600-700 yaşında ahşap camiler, İstanbul Boğaziçinde 300 yıllık yalılar olduğunu biliyoruz. Betonun bilimsel ömrü ise 101 yıl bile değildir.. Ortalama 60 yıldır..
Ahşapla 100m açıklık 200 sene önce köprü olarak geçildi.. Bu asırda 200 metreyi kolayca aşan kapalı mekanlar ve kuleler söz konusu.. AB Parlamentosunun bile çatısı ahşap.. Çünkü orası, en üst seviyede güvenli bir alan olmak zorundaydı..
Artık ahşabın yanmasını saatler boyu geciktiren sıvılar var gündemde.. Üstelik yerli üretim ve şişe suyu fiyatına.. Ahşabı betonla 24 madde altında karşılaştıran makaleme göz atarsanız, diğer üstünlüklerinin yanında, izolasyon değerinin de betona göre 16 kat daha fazla olduğunu görebilirsiniz.. Ayrıca, ahşap duvarların ara boşluğuna bor türevi yanmaz izolasyon malzemeleri doldurarak ve dış yüzeylerine de organik yapıda yine yanmaz sıvalar ya da perlitli plakalar uygulayarak, ısı tutucu ve enerji kaybını önleyici özellikleri en üst seviyelere çıkartabiliriz..
Kanada’da 8-10 katlı ahşap sitelerde yaşıyor insanlar.. 110 sene önce Osmanlı zaten 28.50m yani 8 kat yüksekliğinde bir yapıyı kolaylıkla inşa edebilmişti. Büyükada’daki Rum Mektebi diye bilinen bu yapı, dünyanın en büyük sivil ahşap binalarındandır.. Yani bir anlamda dünyaya da biz öğrettik bu işin mühendisliğini..
Bunun kanıtı, bir Amerikalı bir Japon bir de Alman Profesörün son 10-15 yıl içindeki, bendenize itiraflarıdır.. “Osmanlıdan öğrendik ama şimdi hesap tekniğini bile size biz öğretiyoruz, üstelik ev olarak da satıyoruz” demişlerdi bana.. Vallahi çok utanmıştım..
7.4- Ya ormanlar yok olursa ?.. Yanıtı da şu ;
Amerika, Kanada, Finlandiya gibi, kıyasıya ahşap kullanan ülkelerin ormanları, bilinen kıymet ve bilimsel yaklaşım yüzünden sürekli büyümektedir. Azalmakta değil !..
MANZARAYA BİR GÖZ ATALIM..
Bir kent, kendi başına bıraksanız bile ortalama 20-30 yılda; bir yerden bir yere dönüşür zaten.. Bunun nedeni; yapıların ya da inşa edildikleri bölgenin kullanım amaçlarındaki değişme talepleridir genellikle.. Konut alanı-işyerine, işyerleri- yeşil alana, yeşil alanlar-tekrar konuta gibi bazen kısır döngüler hissedilse bile, dönüşüm mukadderdir.. Buna neden olan faktörlerin birisi de; oturduğumuz kapalı alanların çoğunun, bu süre içinde eskimeye yüz tutmuş ve yapı performansı yönünden, güvenilir olmamaya başlamalarıdır kuşkusuz..
Bana sorarsanız; tüm fiziki noksanlıklarına rağmen, insani beklentiler ve ruh sağlığımız açısından daha başarılı bulurum “gecekonduları”... Gelinen köyün kültürünü; birbirine saygılı, güneşini manzarasını kesmeyen yapılaşması ile kente taşır onlar. Bu “imarsız” ama “insaflı” yapılaşmayı, gökdelenler eli ile ehlileştirme çabalarına da “kentsel dönüşüm” adı verilmekte

maalesef !..


Verilir verilmesine de, neyi ve neden değiştirdiğimizi birbirimize sorar dururuz değişim ertesi.. Hani acaba, meşhur berber hikayesindeki gibi keşke “bırak dağınık kalsın mı deseydik ?” sorusu takılır aklımıza..
İki ayağı ile, yatay düzlemde yürüyebilsin diye yaratılan insanı, iki de pençesi var sanıp dikine tırmanmaya mecbur eden gökdelen hevesini, elde uzun bir kırbaç ile aslan terbiye etmeye benzetiyorum.. Seçeneği kalmayan aslan, kafes içinde iken kırbaç korkusu ile itaat edecektir etmesine ama, kafes dışına çıkabildiğinde bildiğini okumaya, esirgenen özgürlüğünü biraz da vahşice aramaya devam edecektir kuşkusuz..
Gökdelen çıkalı mertlik bozuldu, suç oranları, sağlık ve yaşam riskleri arttı” dediğine şahit olduğum hayli yabancı uzmana kulak vermek yerine, “yepyeni rantların peşinde koşmaya” yani “bir taşla beş kuş” projeleri üretmeye bayılıyoruz..
Gökdelen Sendromu” Başlıklı makalemde bu konuyu enine boyuna incelemeye gayret ettim.. 2009 yılında tüm yetkililerle hatta ilgili bakanlıklarla paylaşmaya çalıştım. Ancak 2013’de “çok katlı yaptık ama, galiba hata yaptık !” denmesini gülümseyerek ama takdirle karşılıyorum.
Deprem ülkesiyiz. Tartışılmaz. Enerjisini şimdilik kendi kaynakları ile karşılayamaz sanılan ve o yüzden % 90’larda dışa bağımlılığı kader sayan bir ülkeyiz.. Sihirli değneğimiz yok hemen yarına çözüm üretmeye.. Kabul !.. Ama öbür güne; “mutlaka çözüm var !..”
Tek koşul ; bugünden başlayabilmek !..”
MİMARLIK NEDİR,

ESTETİK NEDİR ?..
Bir Meslek Hikayesi” başlıklı makalemde şöyle demiştim :
Mimarlık; bir süsleme sanatı ya da yapıların dışını konu alan bir ambalaj oluşturma eylemi değildir.. Mimar, iç mimar, peyzaj mimarı, kentsel plancı gibi zoraki ayrım yaratan kavramlar sadece; temelde var olan mimarlık eyleminin farklı yorumlarından ibarettir. Resim ve heykel sanatını da, ışığı, sesleri ve renkleri de dünyasının içine alan, tüm mühendislik bilimlerine atıfta bulunan ve onlardan ilham alan bir meslektir mimarlık.
Boşuna tanrıya “kainatın mimarı” denmez. Boşuna bir zaferi yaratana “başarının mimarı” denmez.. Bu yakıştırma ve tanımlar hiçbir zaman bir büyüklenme değil, taşınması gereken ağır sorumluluğun açılımıdır sadece..”
Nasıl ki tıp, bütünü gözden kaçırıp tek tek organlar üzerinde ihtisaslaştıkça tedaviden sonuç alamıyorsa, bir tarafı tamir ederken diğer dengeleri bozuyorsa, mimarlık ve mühendislik bilimleri ve çeşitleri de bütünsel varoluşu sezinleyemeyip, meslek dünyasının dar kalıplarında; bireysel buluş, başarı ve etkinlik peşinde koştukça, bütünün hayrına bir zafer elde edemeyecektir..”
Kentsel, mimari ve teknik anlamda mevcut yapılanma ve yapı tarzını doğru bulup, sadece yasaklar koyarak, yönetmelik değişikliğini çare sanarak “haydi kaldığımız yerden” diyeceksek yazık olur. Ve dönüşümü sadece; daha yüksek katlar ve çok faydalı sanılan kaplamalarda, metal kompozit ve “evrensel ihanet” olarak tanımladığım cam cephelerde, hatta, eskiye öykünen; taklit sövelerde, saçaklarda, yalancı kolonlarda, biraz da “çakma ahşap” elemanlarda arayacak isek, yine “yazıklar olsun !” demek ilk aklıma gelen olur...
Tek başına; ne seçilmiş renklerin ne de biçimsel eklemelerin Fatih’e kimlik kazandırması mümkündür.. Nadiren ve yılların birikimi olarak biraz da güneşi yansıtan renk olduğu için “ihtiyaçtan ötürü” beyaz renge bürünmüş sahil kasabalarında bile artık günümüz olanakları içinde renk ve biçim dayatmasını doğru bulmaz iken, böyle bir renk aralığı tarih boyunca oluşmamış, Fatih gibi medeniyet beşiğinde üç beş rengin dayatılması ne sanat tarihine sığar ne de mimarlık..
Benzer kurallar 1980’lerde Bursa da dahil olmak üzere asker kökenli birkaç belediye başkanı tarafından emir-komuta mantığı ile dayatılmış ama hiçbir olumlu sonuç alınamamıştır. Nedeni ve temeli halk tarafından anlaşılamamış ya da ona anlatılamamış, tarihsel süreçte var olmayan dayatmalar “faşizan kararlar” olarak algılanırlar. Halk tarafından benimsenmeyen kurallar ise, değişmeye mahkum olurlar..
Eskiyi özümsemiş ama geleceğe göndermeler yapabilen, atadan kalan bilgileri çağdaş çizgide yorumlamayı beceren bir mimarlıktır artık beklenen. Ve hatta eminim ki koca Mimar Sinan başta olmak üzere atalarımızın bizden beklediği de budur.. Çağdaş öncülük ve gelişme ; hala onlara öykünmek değil, ataların sağlam temelinden güç alıp daha da yükseğe kaldırabilmektir çıtayı..
Mirasın Yansıması” başlıklı makalemde şöyle diyordum :
Büyük üstat, 86 yaşında meydana getirdiği Selimiye Camii şaheserine kadar, daima çağdaşı olduğu teknolojinin uç noktalarında çözümler üretmiştir. Gerideki birikimden ayrımcılık yapmadan güç almıştır. Örneğin, o günün en ileri tekniği olan; kiliseden öğrendiği kubbeyi İslami mekâna mükemmelen adapte ederken, bağnazlık aklının ucundan geçmemiştir.
Bir önceki kültürel alt yapıyı oluşturan Selçuklu eserleri ile onun yapıtları arasındaki fark ise, bu işi bilenlerce bir bakışta anlaşılacak kadar büyüktür. Yani, maalesef zaman zaman günümüzde önerildiği gibi, mirasın devrini hiçbir zaman biçimsel anlamda yorumlamamıştır. Marifeti; günün gereklerini ve olanaklarını en üst düzeyde kullanmakta ve o günün yaşam tarzına ve icaplarına en iyi şekilde cevap vermekte aramıştır. Elbette aradığını bulmuş ve bu marifetin de dünyadaki sahibi olmuştur..”
Yüklə 291,48 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4   5




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin