ŞİKESTE
"Bir insanın hayatını kırabilecek en önemli şey, muazzam bir haksızlığa uğramışlık duygusudur."
Sırrı Süreyya Önder
Ama neden? Ben, hayatında gözle görülür hiçbir aksaklık olmayan bu adam, birgün evimin salonunda boynumdan asılı bir şekilde bulunduğunda içinizden biri, biriniz, bu soruyu mutlaka soracak. Tıpkı benim biri yüzlerce kilometre ötedeki memleketini bırakıp İstanbul’a geldiğinde veya bir başkası sigarasının izmaritini çöpe değil de yere attığında, hatta içinizden biri, biriniz, benimle konuşurken yüzüme değil de telefonuna baktığında sorduğum gibi; ama neden? Sizinle belki hasbelkader elinize geçmiş bir gazetenin üçüncü sayfasına göz gezdirirken ismimin tamamı ama soyadımın ilk harfine kadar tanışacağız – Taner S. Muhali farz bile olsa, belki cinayet haberlerine ilgisini “Dedektif olacak bu çocuk.” diye yorumladığınız ama aslında birkaç ay evvel laf arasında annesine “Seni öldürürüm kadın!” dediğiniz oğlunuz, annesini korumak için televizyondaki bütün ölüm haberlerini olduğu gibi benimkini de can kulağıyla dinlerken kulak misafiri olacaksınız. Veyahut üst katınızda oturan, kulağı az duyan amcanın yüksek sesli televizyonu yüzünden yemeğiniz sizin deyiminizle boğazınıza dizilecek çünkü 40 yaşlarında bir akranınız evinin salonunda ölü bulunmuş olacak. Kim bilir belki de o gece, kocası iş gezisinde olan patronunuzun bacakları arasında olacaksınız ve benden, varlığımdan, ve artık yokluğumdan haberiniz olmayacak. Lakin içinizden biri, biriniz, mutlaka o soruyu soracak. Ama neden? Anlatayım.
Adım Taner. 42 yaşında, ne gözleri mavi ne de omuzları fazla geniş bir adamım. Kalabalıkta fark edilmem mümkün değil, zaten çoğu insanın baş başa vakit geçirmekten imtina ettiği biri olduğumun da farkındayım. Beşiktaş’ta bir lisede edebiyat öğretmeniyim – öğretmeniydim, bu akşama kadar. Şu veya bu diye adresini verebileceğim müstakil bir sebep olmasa da kendimi bildim bileli insanlara, size, kırgınım. Mesela matbu hiçbir şekilde takdire layık görülmediğim ilkokul yıllarımda, boyumun onca kısalığına rağmen beni sırf ısrarla zayıf aldığım matematik sınavları yüzünden en arka sıralarda oturtan öğretmenime kırıldığımı hatırlarım ama bütün suçu ona yıkmak haksızlık olur. Sonra ne zaman apartmanımızın bahçesindeki salıncakta sallanmaya kalksam yanıbaşımda bitiveren üst komşunun oğluna, onun balkondan sarkan annesine ve sallanma sırasının oğlunda olmasına – çünkü benim sabahtan beri sallanıyor oluşuma – şimdiki aklım olsa bir çift lafım olduğunu bilirim ama o yüzden bu haldeyim diyemem. Yine de kendimi bileli kırgın, kızgın ve ötekiyim.
İçimde hasıl olan bu çürümeyi tedavi etmeye çalıştım. Geç gelip bir türlü gitmek bilmeyen ergenlik yıllarımda şiirler yazdım. Toyluğuma verin, yazdıklarımı birkaç insana okutmak gibi bir hata bile ettim. Neyse ki çok geçmeden böyle olmayacağını anladım. Söylediklerime belki ama insanların söylediklerimden anladıklarına kefil olamazdım.
Sonra öyküler yazmaya başladım. İçten içe kurtlanıp dışındaki albenisini henüz kaybetmemiş bir şeftaliyi andırdığım üniversite yıllarımdaki ben olsaydım çok daha farklı şeyler yazmak isterdim. Merhamet hikayeleri yazmak isterdim mesela, üç kez aynı hatayı yaptığı halde Petrus’a sırt çevirmeyen İsa’nın hikayesi gibi, gerçek hayatta ikinci bir şansa nail olamayan insanların küsmediği, kırılmadığı, pişmanlıklarının gözlerinden okunduğu ve bu yüzden günahsız olduğu... Ben kendimi merhametli sanırdım. Öyleydim de. Ama ne olduysa oldu ve hiçbir öykü kahramanım ikinci bir şansı elde edemedi benim, ne kadar yalvarsalar da hiçbirine merhamet göstermedim. Ve bir öykü bittiğinde kahramanı da bitti benim için.
Zamanla bütün yazdıklarım aynı sonda buluşmaya başladı. Ruhumdaki marazın membasını ararken hep aynı adamda buldum kendimi. İlkin direnmeye çalıştım, başka şeyler de yazayım istedim, ama beceremedim. Ben gençliğimin şahikasındayken bu şehrin başına gelmiş bir adamın, bu şehrin başına gelmiş en kötü adamın, öyküsünde takılıp kaldım.
Muhtemelen benim gibi hayata deplasmanda başlayanların arka sıralarında oturduğu sınıflarda alfabeyi öğrenmiş, ne o zamanlar ne de ondan sonraki yıllar boyunca da dönüp onun yüzünden tahtayı göremeyenlere bakmamıştı. Oysa bundan yaklaşık elli yıl kadar önce, onun da öteki olduğu zamanlar, şair olmak gibi bir hayali vardı. Lakin araya sırasıyla sınavlar, kadınlar ve yönetilmeyi bekleyen binlerce insan girmiş, onu bu hayalini gerçekleştirmekten alıkoymuştu. Sonra yine sırasıyla sınavlar, kadınlar – karısı birkaç yıl önce vefat etmişti – ve yönetilmeyi bekleyen binlerce insan aradan çekilmiş, hikaye bu ya, öykülerimin ve hayatımın baş kahramanı meşrebindeki şairle Kadıköy’de bir apartmanın beşinci katında başbaşa kalmıştı. Zamanla etrafında olup biten her şeyde kendini görmeye başladı. Mesela, evvelsi akşam çocuklarlarıyla birlikte kaçan karısına öfkelendiği için otobüsü içindeki otuz yedi yolcuyla birlikte denize süren bir şoförün gazetedeki resmine baktığında veya kız kardeşine sarkıntılık ettiğini düşündüğü bir genci sokak ortasında bıçaklayan bir ergenin haberini okuduğunda mesuliyeti kendine yükledi. İyi giden hiçbir şeyden kendine pay çıkarmadı da bütün terslikleri kendine yordu. Bir zamanlar sesi biraz yüksek çıktığı için susturulan bir sürü insanın bir yerlerde patlamaya hazır birer bomba gibi bekliyor olabileceklerini, toprağın ötesine inanmayan insanların bu dünyada mutlu olmamayı zül addedebileceklerini ve dahi bir gün, mutlak mutluluğu bulmak için bütün dünyayı alaşağı edebileceklerini fark etti. Böyle böyle, hikayesinin yazarının kendisine layık gördüğü şu son birkaç yılında geride kalan elli yıldan çok daha fazla yaşlandı.
Şimdi siz tahmin etmeye çalışmadan ben söyleyeyim. Üst komşunun oğlundan ne kadar hazzetmesem de geriye dönüp baktığımda hicap duymayacağım bir çocukluk yaşadım. Öyle düşündüğünüz gibi baba şefkatinden yoksun, anne sevgisine hasret zamanlarım olmadı hiç. Malum çocukluk saltanatını yeri ve zamanı geldiğinde kendi ellerimle teslim ettim, zaten annem ve babam bu dünyadan gittiklerinde de ben çoktan onlardan gitmiştim. Sonra hayatımın en olmadık yerinde, bütün istikbalimi varlığı üzerine inşa ettiğim bir kadın tarafından terkedilmiş de değilim. Aksine hiçbir kadınla münasebetimde onlara vazgeçilmez olduklarını hissettirmedim. Hatta birlikte olduğum bütün kadınlar tarafından tam da bu sebepten terkedildim. Varlıkları ruhumun yakınından geçemeyen bunca insanın – buna annem, babam, ilk aşkım Mine ve üniversiteyi beraber okuduğum Mehmet de dahil – takdir edersiniz ki yokluğu da bilincimin çok arkalarında bir yerlerde, bir şarkı veya bir resimle çağırılmayı bekleyen çocukluk anılarımdan farklı olmadı. Hasılı bu topraklardaki yabancılığım hayatıma benim rızamla girmiş hiçkimse yüzünden olmadı. Bilakis, doktorların bir türlü açıklayamadığı midemdeki bu yanmanın yegâne sebebi siz ve sizin gibilerin hayatıma gelişigüzel dalmaları. Benim meselem kendim gibi insanların azlığı değil, sizin gibilerin çokluğu. Her şeyin tam da böyle olduğu gibi olması. Her hareketinize sirayet eden bencilliğiniz. Dolmuşta yanınıza oturduğumda bacaklarınızı hakkınız olandan fazla açmanız, benim koltuğuma taşmalarınız. Sabah oğlunuzu okula yollarken bitli olduğunu düşündüğünüz Zuhal’le oynamamasını tembihlemeniz. Benim derdim Zuhaller’in azlığı değil, sizin gibilerin bu kadar çok, birbirinin bu kadar karbon kopyası olması. Hakikaten, neden her şey tam da böyle olduğu gibi?
Edebi yarıçapına dair hiçbir ümidim olmasa da yazdığım öyküyle dünyadan intikamımı alabileceğime inanıyordum. Alıyordum da. Ne zaman birine kızsam, içimden birine küfretsem veyahut bir şey daha benim istediğim gibi değil de sizin istediğiniz gibi olsa soluğu daktilomun başında alırdım. Benim her gün her saniye acı çekmemin sağlaması gibi öykümün kahramanı da her an kahroluyordu. Ben gazetedeki bir habere sinirlensem o gazeteleri açamıyor, haberleri dinleyemiyor, sokaklarda gezemiyordu. İçimde biriken öfke onun içinde bir karanlık olarak şişiyor, bu karanlığı ne kıldığı namazlar ne de ettiği dualar aydınlatabiliyordu. Ve istisnasız her öykümün sonunda evinin salonunda tavana asılı bulunuyordu.
Başka bir yolu var mıydı? Sanmıyorum. Gerekmedikçe konuşmayan, konuşsa bile mühimsenmeyen bir adamım. Otobüslerin boş koltuklarında bile yerimi pazar poşetlerine kaptırıyorum ben, hayal edebiliyor musunuz neler hissettiğimi? Bir şeyleri değiştirmeye çalışacak takatim yok, başka bir dünyanın mümkünlüğüne inanmıyorum ki savaşayım. Kendimi tahtından zorla indirilmiş bir hükümdar gibi hissediyorum. Sanki bir şeyler olmuş ve bir zamanlar önümde diz çöken herkes lafzıma itimadını yitirmiş. Hikaye bu ya, ömrümün hatırlayamadığım zamanlarından birinde bir çuval inciri berbat etmişim, yüz kızartacak bir suç işlemiş ve şimdi ne cüretle insanların yüzüne bakıyormuşum.
Aynı öyküyü 1418. kez yazdığımda artık planım netleşmişti. Evvelsi akşam Barbaros Bulvarı’nda karşıdan karşıya geçerken kendisine bir taksi çarpan Taner S.’nin evinin muhtelif yerlerinde aynı öyküden 1418 tane bulunacaktı. Böylelikle bugüne kadar yaşadığım bütün acıların sorumluluğu aceleci bir taksiyle merhametsiz bir politikacı arasında paylaşılacaktı. Ve inanın bana, içlerinden biri, birisi, mutlaka o soruyu soracaktı. Ama neden?
Olmadı. Başlayalı on dakika olmuş akşam haberlerinde bir son dakika haberi olarak “aceleci” bir taksicinin Kadıköy’de karşıdan karşıya geçen eski bir belediye başkanına çarptığını, olay yerinde hayatını kaybettiğini ve ülke olarak derin bir üzüntü duyduğumuzu öğrendim. Ve hayatımda ilk kez kendimi yüzlerine kapıları bir bir kapadığım öykü kahramanlarımdan biri gibi hissettim. Merhametsiz bir öykü yazarı olmaktan daha kötü bir şey varsa bu merhatmetsiz bir yazarın kahramanlarından biri olmak, emin olun.
Bundan sonrasını biliyorsunuz. Kırk iki yıllık hayatımda her şey sizin istediğiniz gibi oldu. Ölümüm bile. Mutlu musunuz?
Dostları ilə paylaş: |