Benim konuşmamdan sonra Selamlı Halil sakinledi ve pazarlığa başladık. O, yapacağım işleri söyleyip, buna karşılık da altı aylığıma kırk lira ödeyeceğini bildirdi. Bana göre çok iyi idi.
“Peki olur Halil Emmi” dedim.
Baltalı adamla anlaştıktan sonra, yemek yiyip yattık.
Benim yatağımı küçük bir odaya sermişlerdi. Koca Fadıma’dan Allah razı olsun. Sabaha dek rahat bir uyku uyudum. Fakat sabahın erken saatlerinde, yatağımın üzerinde cinler cirit atıyordu. İtişip, kalkışan cinler, beni uyandırdılar. Gözümü açtığım zaman üzerimde tepinenlerin ağanın minikleri olduğunu gördüm. İnanın, bu durum beni çok mutlu etti. Yataktan şöyle bir doğrulmak istedim. Fakat mümkün mü? Afacanların her biri bir yerimden tutup, geri yatırdılar ve üzerimde boğuşmaya devam ettiler. Ben bu miniklerle savaşırken Koca Fadıma “Çabuk, herkes sofraya. Çorba hazır” diye çağırarak beni kurtardı.
Hepimiz sofranın etrafına sıralandık. Ortada, içi pırıl pırıl parlayan büyükçe bir leğen, ocakta ise buram buram buharlaşan bir kazan çorba vardı. Hepimiz hazır olunca, Koca Fadıma ocaktan kazanı alıp, leğenin içine boşalttı. Bizler de elimizde birer ağaç kaşık yarışırcasına çorba içmeye başladık. Ne güzel, iştahla çorba içiyorduk. Bir anda ağanın büyük kızı Elif, dikkatimi çekti: Kaşığı çorbayla doldurup, ağzına götürüyor, yarısını ağzına alıyor, yarısını da leğeninin içine geri boşaltıyordu. Elif’in bu yaptığını görünce midem bulandı. Bunun üzerine sofradan kalktım.
Elif, benimle altı ay uğraştı. Sofraya birlikte oturduğumuz her defada beni tiksindirip, sofradan kaldırdı. O yüzden, elimden geldiğince Elif’le aynı sofraya oturmamak için çok uğraş verdim.
Baltalı adam karnını doyurduktan sonra ayağa kalktı.
“Gel bakalım Yusuf. Bugün seninle davar güdelim” dedi.
Selamlı Halil önden, ben arkadan davar damına gittik. Ben davar damının kapısını açtım. Kapı açılır açılmaz davar dışarı hücum etti.
O gün baltalı adamla, davarı önümüze katıp kırlara çıktık. Nerelere gideceğimi, keçileri nerelerde yayacağımı gösterip, izah etti. Akşam, eve dönerken de komşu evin oğlu Halil’le tanıştırıp, “Halil, bundan sonra Yusuf sana emanet. Davarları birlikte güdün” dedi.
İşte günler sonra, davar ve ben başbaşaydık.
Selamlı Köyü’ne alıştıkça, köylü hoşuma gidiyordu. Çükü, bana aşırı sevgi gösteriyorlardı. Hele de Selamlı Durmuş, karısı Ayşe Teyze bana, anam ve babammış gibi davranıyorlardı. Kızları Fatma abla, öz ablam gibiydi. Gülerken sırtlak dişlerinin dışa çıkışı, ona ayrı bir özellik veriyordu. Oğulları Halil, sanki kardeşimdi. Malum; kardeşler sık sık kavga yapar. Ama biz, Halil’le hiç kavga etmedik. Bu, candan dostluğumuz hala devam eder.
Selamlı Durmuş’un karısı, o güzel Ayşe Teyzem topallaya topallaya baltalı adamın evine gelir, beni evine çağırırdı. Halil Ağa’nın karısı Koca Fadıma’dan da izin almak için “Kele Fadıma gı(kız) Yusuf’u bize götüreceğim. İzin veriyon he” derdi. Fadıma abla da ona takılarak “Al götür anam, al götür, istersen kızının koynunda yatır” der ve kahkahalarla gülüşürlerdi.
Muhterem Ayşe Teyzem elimden tutar ve birlikte evine doğru yol alırdık. O, dünya güzeli topal kadın, evine geldiğimde yemeğimizi yedirip, karnımızı doyururdu. Kocası Durmuş Amca, biz çocuklara hikaye anlatıp, bilmece sorarken, Ayşe Teyze de mutfak işleriyle meşgul olurdu. Yemek sonu biraz hoş vakit geçirdikten sonra, hazırlanan sıcak yatağa oğullarıyla birlikte yatardık.
Öbür yanda ise baltalı adam, gerçekten bir babaydı. İşini gördüğüm süre içinde bir kere bile kötü söz söylemedi. Ve ayrıca da bana, nasıl bir iyilik yapacağını şaşırıyordu.
Bu iyi adam, bir gün beni çağırıp “Yusuf, Celliuşağı’na mektep açılmış. Oraya gidip, okumak ister misin?” dedi.
Kulaklarıma inanamadım. Bir ağa çobanını okula gönderecek. Hayret, Selamlı Halil’in bu teklifine o kadar çok sevindim ki, tarif etmem mümkün değil. Hemen ellerine sarıldım ve o iyi insanın ellerini öpüp “Giderim emmi, giderim” dedim.
Gideceğim mahalle mektebi uzak bir köydeydi. İki köy arasında büyük bir çay vardı. Kış mevsimi bu çayı geçmek çok zor olurdu. Çünkü kar ve sel suları bu çayı oldukça tehlikeli bir hale getirirdi.
Selamlı Halil, soğuk ve yağışlı günler keçileri kendi güdüyor, beni de mektebe yolluyordu.
Benim gitmeye başladığım mektep, devlet okulu değildi. “Topal Ali Hoca” denen bir imam, Arapça okutmak için, Hotti Osman’ın evinde bir mektep açmıştı. Ben hem Arapça hem de namazda okunacak sureleri öğrenmek için bu mektebe geliyordum.
O iyi insan Ali Ağa, bazen mektebe yolluyor, bazen de çift sürmeye yolluyordu. Karasabanla çift sürüyordum.
Selamlı Halil’in, Ali Çürük’le birlikte ekip biçtiği ortaklık bir tarlası vardı. O tarlayı, Ali Çürük’ün oğlu Mustuk’la birlikte sürüyorduk. Ne var ki ikimiz de küçük küçük çocuklardık. Tarla ise ormandan yeni sökülmüştü. O yüzden karasaban iki de bir köklere takılıyordu. İkimizin de sabanı kaldırıp, kökten çıkaracak gücü yoktu. Sadece öküzlere vuruyorduk. Öküzler ise ya sabanı kırıyor, ya da kökü kırıyordu. Öyle ya da böyle Çatal Tepe’deki tarlayı sürüp bitirdik.
Mektep, çift ve davarla uğraşır dururken, bir gün Ali Hoca beni çağırdı:
“Yusuf, seni soruşturdum. Kimsen yokmuş. Benim üç oğlum var. Seni de evlat olarak kabul ederim. Benim oğlum olur musun?”
“Hayrola Hocam? Bu da nerden çıktı şimdi?”
“Sen her dersi güzel kavrıyorsun. Seni evlat edip, okutmak istiyorum. Benim çocuklarımın hiçbiri okumak istemiyor.”
Hiç önünü sonunu düşünmeden:
“Hayır. Olmaz Hocam” dedim.
Topal Ali Hoca, isteğini reddetmeme çok üzüldü. O yeşil gözleri yaşardı. Cebinden siyah bezini çıkarıp, yaşlı gözlerin sildi.
Ali Hoca’nın bu hali beni de çok üzdü. Hemen yanından uzaklaştım.
O durum aklıma geldikçe, Ali Hoca’nın yaşlı gözlerini görüyor gibi oluıyorum.
Arapça okuma sürecim böyle noktalanırken, hem Arapça hem de Türkçe okuyabilir, yazabilir olmuştum. Bu vesileyle de, bez çantamın içi iyice kitaplarla dolmuştu.
Bu kitapların çoğunluğunu Türkçe ve Arapça hikayeler, Mevlüt kitapları, Hz. Ali’nin savaş kitapları, halk ozanlarımız Battatal Gazi ve Köroğlu gibi halk kahramanları ve şu an aklıma gelmeyen kitaplar oluşturuyor. Bu kitapları davar güderken ve çift sürerken de fırsat buldukça okuyordum. Bunlar arasından bilhassa Mevlüt kitabını her fırsatta okuyor, onu izlemeye çalışıyordum.
Selamlı Halil’in yanında, kısacık hayatımın en mutlu zamanını yaşıyordum. Anam ve babam gibiydiler. Sımsıcak ve sevgi doluydular. Ne var ki sayılı gün tez bitermiş. Hele de mutlu olunduğu zaman. Ayrılma günü yaklaştıkça içime acı bir hüzün çöküyordu.
Beni hüzünlendiren olaylardan en önemlisi Koca Fadıma’nın davranışıydı. O, eve gelen çerçiden 1 metre kumaş almış ve bana şalvar dikiyormuş. Bir de hazır gömlek almış “Bak Yusuf, ben senin giyeceklerini hazırladım. Halil Emmin de bir ayakkabı alacak. Seni bir delikanlıya benzeteceğiz .. Ondan sonra Allah Kerim” dedi.
Selamlı Halil şehre gidiyordu. Kısa bir ip getirip, ayağımın ölçüsünü aldı. Sanırım ayakkabı alacaktı. Tabi bu planları anam gibi saydığım Koca Fadıma hazırlıyordu.
Baltalı adam, şehirden geldiğinde tam ayağıma göre bir çift ayakkabı getirdi. Ayakkabıyı alınca sevindim, ama üzüntüm daha çok oldu. Zira bunun anlamı ayrılığın çok yakın olduğu idi.
Günden güne bu sevgi dünyamdan ayrılma vaktim yaklaşıyordu. Bu yüzden yer yüzü meleği Ayşe Teyze’me gittim. O akşam son defa onlarda yattım. Doya doya anne ve sevgi sıcaklığını yaşadım. Sabahleyin de ellerini öpüp ve helallaşarak o sevgi sıcağı evden ayrıldım. Ben ayrılırken o, ulu kişi Ayşe Teyze’m ağlayarak el sallıyordu.
Ayşe Teyze’min yanından ayrılıp, Koca Fadıma’nın evine geldim. Burada da değişik bir hava esiyordu. Aylarca aramızda buz dağı olan Elif bile bana saygıyla davranıyordu. Tüm bu sıcak oluşum ise bana daha çok hüzün veriyordu.
O gün çok çabuk geçti. Sanki göz açıp, kapayıncaya kadar akşam ve ardından sabah oldu. Sabahleyin ise Selamlı Halil’in evinde, Koca Fadıma’nın elinden son yemeğimi yedim.
Yemekten sonra Koca Fadıma içeri çağırdı. Tüm giysilerimi değiştirdi. Ayağıma bir çorap ve ayakkabı verdi. Ne garip ilk defa bir çorap giyiyordum. Artık yol görünmüştü. Bu yüzden ben de kitap çantamı hazırladım. Ve lüzumsuz gördüklerimi takaya koydum. Sıra ayrılığa gelmişti.
Baltalı adam, Kadı Ebem, Koca Fadıma ve çocuklar hep sıradaydı. Ben, büyüklerin ellerini, küçüklerin de yüzlerini öpüp yola çıktım. Arkamdan bir ses:
“Güle güle oğlum” diyordu.
Bu ses Koca Fadıma’nın sesiydi. Bana ilk defa “oğlum” diyor ve gözlerini saklıyordu. Belli ki ağlıyordu. Ben de ağlıyor ve Koca Fadıma’nın beni bu denli çok sevdiğini ancak o zaman anlıyordum.
Garip bir olay. Evden biraz uzaklaşıp, gözümü sildiğim zaman Baltalı Adam yanımda yürüyordu. Hiç konuşmadan ilk rastlaştığımız yere dek yürüdük. Baltalı Adam orada “Biraz bekle aslanım” dedi. Ben beklerken, adam elini cebine sokup, biraz para çıkardı. Çıkardığı paraları sayıp, bana uzatarak “Sen de say aslanım” dedi. İstek üzerini parayı ben de saydım. Tam kırk liraydı. Hem şaşırıp hem de çok sevindim. Zira böyle çok parayı hiç görmemiştim. Ellili yılların başlarında bu para çok paraydı.
Baltalı Adam beni, ilk karşılaştığımız yerde yine yalnız bırakıyordu. Onun elini öptüm, o da alnımdan öpüp, “Hakkını helal et aslanım” diyerek evinin yolunu tuttu.
Benim ise o andan sonra bütün hayal hanelerim yıkılmıştı. Tıpkı ruhsuz bir ceset gibi, gittiği yönü bile bilmeyen bir halde yürüyordum. Az sonra, feri sönmüş gözlerim yol kıyısında duran adamlar gördü. Melul mahsun bir halde onlara doğru yürüdüm. Biraz sonra yanlarına vardım. Ayşe Teyze’m ve ailesi oradaydı. İşte o an, Ayşe Teyze’mi öbür dünyadan gelmiş bir melek olarak görüyordum.
Ayşe Teyze’m ve ailesi yol kıyısına oturmuş, beni bekliyordu. Ben yanlarına gelince Ayşe Teyze bana sarılıp “Nereye gidiyorsun kuzum?” diyerek ağlamaya başladı. Ben ise ne yapacağımı bilemedim. Aval aval bakarken sırtlak dişli güzel Fadıma yere oturttu. Yol boyunda uzun bir süre oturduk. Ne kadar oturursak oturalım, ayrılmak zorunda olduğumuzu bildiğimiz için ayağa kalktık. Tekrar vedalaşırken Ayşe Teyze’m, elime bir paket tutuşturup “ Güle güle Yusuf, güle güle kimsesiz kuzum” diyerek yanımdan ayrıldılar. Ben de ağlayarak onlara bakıyordum. Tanrım, bundan sonra da böyle mutlu ve sıcak bir dünya verecek misin?
O sıcak ve mutlu dünyamı bırakıp, ormanlar içinde kaybolduktan sonra, elime tutuşturulan paketi açtım. İçine gömlek, çorap ve iç çamaşırları koymuşlardı. O, dünya iyisi kadını hiç unutamadım. Öbür dünyası da bu dünyası gibi aydınlık olsun. Allah korusun onu.
Hem mutlu, hem de hüzünlü bu olaydan sonra başım uğulduyor, kafam hiç çalışmıyordu. Buna rağmen bir meçhule adım atıyordum.
Bugün, yaz aylarının en sıcak günlerinden biriydi. Yolda yürürken güneş ateş gibi yakıyor, yepyeni giysilerim terle sırılsıklam oluyordu. Gökyüzünün tam ortasında duran güneş beni boğuyor, açlıktan bacaklarım titriyor, akarsu başlarında elimi, yüzümü yıkıyorum. Fakat, açlık, ateş ve yollar yürütmüyor. Uzun çabalardan sonra Kedi Hasan’ın evine ulaşıyorum. Bu, perişan halimi gören teyzemin kızı Hasibe, hemen elimden tutup, içeri alıyor. İçerde, soğuk bir duş aldıktan sonra çardağa çıkıp, uzanıyor, dinleniyorum. Ben dinlenirken de Kedi Hasan eve geliyor.
Bu adama niçin “Kedi Hasan” dendiğini bilmiyorum. Aslında o çevrenin en iyi imamlarından biridir. Yüzyüze gelindiği zaman herkes ona “Hasan Hoca” der.
Hasan Hoca’yla bir süre sohbet ettik. Bu arada o, çantamdaki kitapları çıkardı ve sordu.
“Yusuf, bunları okuyor musun?”
“Evet Hocam.”
“Allah allah” deyip, bir süre düşündü ve sonra:
“Ulan çocuk, benim duyduğuma göre, hükümetin bir okulu varmış. Orada öksüz çocukları okuturlarmış. Bu yüzden o okula “Öksüz Mektebi” denirmiş. Sen oraya gitsen çok iyi olur.”
“Olmasına olur Hocam da, o okula ben nasıl giderim?”
“Sen, bugün bizde yat. Yarına Allah büyük.”
Biz, Kedi Hasan’la yeni bir umut üretirken Iraz Teyze ile Hasibe Abla da yemeğimizi getirdiler.
Iraz Teyze, Kedi Hasan’ın birinci karısı, teyzemin kızı Hasibe ise ikinci karısıdır.
Hasan Hoca ile birlikte yemeğimizi yedik. Yemekten sonra da kalkıp öğlen namazı kıldık.
Tekrar çardağın koyu gölgesine oturmuştuk. Kedi Hasan çantamdan, bir kitap çıkarıp onu okumamı istedi. Sanırım o kitapları okuduğuma inanmamıştı. Bana uzattığı mevlüt kitabıydı. Kitaptan gösterdiği her yeri okudum.
Hasan hoca çok sevindi ve geleceğim için dua etti. Bizim, çardakta geçirdiğimiz zaman güneşin ateşini hayli söndürmüştü. O sebeple Kedi Hasan kalkıp, işine gitti. Sohbet sırasında Hasibe Abla bana takılıp:
“Ulan Yusuf, kılık kıyafeti düzmüşsün. Kız mı arıyorsun yoksa?” diyor ve hep birlikte gülüşüyorlardı.
Biz böyle hoşça sohbet ederken aramıza iri yarı bir adam geldi. Adamın hali beni bir hayli korkuttu. Bu durumun farkında olan Iraz Teyze: “Korkma, kuzum korkma. Bu bizim Halil’imiz. O, davarımızın çobanlığını yapar.” dedi. Buna rağmen ben yine çekiniyordum. Zira adamın korkunç bir hali vardı.
Sohbetimiz dağıldıktan sonra, teyzemin kızının yanına vardım. O, koca adamı sordum. O da:
“Yusuf ona Deli Halil deriz. Adam, yarı deli yarı akıllı. Aklı gelir gider, vücudu da sağlam değil. O yüzden başka bir iş de yapamaz. Ona sadece davar güttürüyoruz.” dedi.
Hasibe Ablanın açıklamasından sonra, adamadan iyice korkmaya başladım. Onun, heybetli bir duruşu, iri iri gözleri ve o iri gözlerle bakışı, gerçekten insanı ürpertiyordu.
Korkarak da olsa, o gece Kedi Hasan’ın evinde yattım. Deli Halil olmasa Hasan Hoca’nın evinde birkaç gün kalmayı düşünüyordum. Çünkü, babamın evinde kimsecikler yok. Mutlaka cinler cirit atıyordu. Ama Deli Halil beni korkutuyordu. O sebeple Kedi Hasan’ın evinden erkenden ayrılmaya karar verdim. O yüzden sabahleyin herkesten önce kalkıp elimi, yüzümü yıkadım. Gitmeye hazırlanıyordum. Fakat benden önce kalkanlar da olmuş. Yakalandım. Beni yakalayan Iraz Teyze:
“Kahvaltı yapmadan asla gidemezsin” diye tutturdu. O kahvaltı hazırlayana kadar ev halkı da uyandı. Bunun üzerine önce sabah namazı kıldık. Ardından sofraya oturup, kahvaltımızı yaptık.
Yemekten sonra ev halkıyla vedalaşıp yola çıkıyordum. Fakat Kedi Hasan:
“Yusuf acele etme de biraz konuşalım” dedi. Ben:
“Peki Hocam” dedim. O:
“Bak çocuk. Ben sabaha kadar düşündüm. Elimden gelen bir şey yok. Sadece aklıma bir şey geldi.”
“Hayırola Hocam? Çok merak ettim. Aklına ne geldi?”
“Yusuf, İboğlu Köyü’ne yaylacılar gelmiş. Köye giderken yaylacıların yanına uğra. Öksüz mektebine nasıl gidileceğini sor. Sana herhalde bir yol gösteren olur. Sen hem Türkçe hem de Arapça okuyorsun.”
“Peki Hocam. Çok teşekkür ederim. Eğer bir yol bulup okursam sana, ömrüm boyu dua ederim.”
“Şimdi güle güle git. Allah yardımcın olsun.”
Kedi Hasan’ın elini öpüp diğerleriyle de vedalaştıktan sonra yola çıktım. Hem yürüyor, hem de çeşit çeşit hayal kuruyordum. Çünkü, Hasan Hoca önüme yepyeni bir ufuk açmıştı. Umutla ve hayallerle bu ufka doğru yürüyordum. Bu umut ve hayaller büyük heyecan veriyor ve kalbim çarpıyordu. Çok çeşitli ve karmaşık duygularla yürüyordum. Yol ise uzadıkça uzuyordu. Halbuki Kedi Hasan’ın eviyle yaylacıların olduğu yer çok uzak değildi, tersine çok yakındı. Buna rağmen bana çok uzun geliyordu. Öte yandan köye yaklaştıkça da kalbim daha çok çarpmaya başlıyordu. Hayal ve heyecan dolu yürüyüşle İboğlu Köyü’ne geldim. Köyde bahçe sulayan bir köylüye yaylacıların kaldığı yeri sordum. Kalbim daha çok çarparak onların kaldığı yere doğru yöneldim. Yaylacıların yanına geldiğimde, güneş ışınlarının kavak ve ceviz ağacı yaprakları arasından sızarak, bir baymaya benzettiği tahtın üstüne oturan iki genç adam gördüm. Güneş ışınları ve yaprakların gölgeleri o genç adamların yüzlerini siyahlı beyazlı yapmışlardı.
Ben, bu adamların yanında dikilmiş ve bir umutla onları seyrediyordum. O güzel adamları seyrederken, ayakta ne kadar durduğumu bilmiyorum. Bu sessiz bekleyişi, saçları yana taralı ve güler yüzlü olan gene adam bozdu. “Ne istiyorsun aslanım? Gel otur bakalım.” dedi.
Ben, o genç adamın gösterdiği yere otururken, onların sabah yemekleri getirildi. Yemekler kalaylı ve pırıl pırıl büyük bir sini içindeydi. Yanlarında iki çay bardağı, iki çatal ve yiyecekler vardı. Az sonra da çaydanlıklar geldi. O, güler yüzlü adam, bir bardak ve bir çatal daha istedi. Onlar da geldikten sonra hizmet eden kız, çayları koydu. Herkes peyniri, zeytini çatalla yiyordu. Ben de o, yaba eniği çatalla ilk şansımı denedim. Zira ellerim titriyordu. Hiç görmediğim insanlar ve hiç bilmediğim yemek tarzı. Buna rağmen çatalı zeytine batırıp ve ağzıma götürdüm. O, yaba eniği çatal var ya, bir parmağını dişlerimin arasına soktu. Ben, çatalın parmağını çıkarırken, zeytin tanesi de yere düştü. Bunun üzerine ise heyecanım büsbütün arttı.
Bu heyecan içinde bir şeyler yedim ama, yediğim yemeğin nereye gittiğini bilmiyordum.
Yemekten sonra genç adamlar benimle ilgilenmeye başladı. Sert suratlı, kendini beğenmiş olanı:
“O torbanda ne var ulan?” dedi.
“Kitaplarım var efendim”
“Okula gidiyor musun?”
“Yok gitmiyorum.”
“Peki ya , okula gitmiyorsun da kitapları ne yapıyorsun?”
“Okuyorum, efendim.”
“Ulan çocuk, sen benimle dalga mı geçiyorsun? Hem okula gitmiyorsun, hem de kitap okuyorsun? Hadi siktir bok.. Sen bal gibi yalan söylüyorsun” dedi.
Yanı başımızda sakin sakin oturan o, güler yüzlü olan adam ise aramıza girip arkadaşına:
“Haluk, çocuğun üzerine fazla varma. Belki doğru söylüyor. En iyisi torbasından bir kitap çıkarıp, okutalım. Kitap okuduğunu bize kanıtlasın. O zaman doğru mu söylüyor, yalan mı söylüyor iyice anlaşılır. Torbanı ver bakalı aslanım”
“Peki abi”
Torbamı o güzel adama uzattım. Adam da torbanın içinden kalın bir kitap çıkardı. Çıkardığı kitap benim amme cüzü kitabımdı. Kitabın yarısı Türkçe ve diğer yarısı da Arapça’ydı. O güzel adam, kitabın Türkçe bölümünden bir sayfa açıp:
“Şurayı oku bakalım aslanım.” dedi.
Ben o kitabı en az iki üç kere okumuştum. O yüzden gösterilen yeri okurken hiç zorlanmadım.
Adam, bu defa Arapça bölümünden bir yer açıp;
“Şurayı da oku bakalım.” dedi.
Ben, gösterilen yeri de pürüzsüzce okudum.
Bu durumu gören genç adamlar lal olmuş, şaşırmıştı. Hele de benimle alay eden ukala adam ise turçor olmuştu. O güzel adam ise bu duruma çok sevinmişti. Bana aşırı bir ilgi gösteriyordu. Bu yüzden:
“Senin annen, baban var mı aslanım?” dedi.
“Yok, efendim.”
“Peki, ne olmuş onlara?”
“İkisi de ölmüş efendim” dedim.
Genç ve güzel adam üzgün üzgün bir süre sustu. Sonra da:
“Sen, okumak ister misin aslanım?”
“Evet, efendim.”
“Biz, az sonra şehre gideceğiz. Sen de bizimle gel öyleyse.”
“Olur, efendim.”
O, güzel ve güler yüzlü adamın teklifi bana, bir değil bin dünya bağışlamaktan daha güzel gelip beni mutlu yaptı. Elimde olsa, kanat takıp kuşlar gibi uçacaktım. Ama, gene de kuşlar kadar mutlu oldum. Yeni hayallerle yeni dünyalar kurmaya başladım. Yaradanıma bol bol dua ettim.
Aradan kısa bir zaman geçmişti. Eğerli iki at getirdiler. Atlara iki genç adam bindi. O yakışıklı ve güler yüzlü adam, ata iyice yerleştikten sonra beni çağırıp: “Gel bakalım aslanım, terkime bin” dedi. Elimden tutup terkisine aldı. Sonra da yola çıktık.
Yol boyu yemyeşil ormanlıklar, çağıl çağıl akan dereler, inişli yokuşlu tepeler geçip bir köye geldik. Oraya gelene dek öğlen olmuştu. O köyde, beni terkisine alan gencin hasta bir akrabası varmış. Hem onu ziyaret ettik, hem de öğlen yemeği yedik. Yemekten sonra yine şehre doğru yola çıktık. “Az gittik, uz gittik” misali akşama yakın, kucağından çağıl çağıl su akan bir dağın eteğine geldik. Suyun yanında bir araba bekliyordu. Bizi getiren atları sahibine verip, üzerinde “jeep” yazan arabaya binip, bir müddet sonra şehre geldik. Araba, üç katlı bir evin önünde durdu. Biz de arabadan indik. O güzel ve güler yüzlü adam evin kapısını açtı. O önde, biz arkada evin üçüncü katına çıktık.
Akşam olalı hayli zaman olmuştu. Yoldan geldiğimiz için hepimiz de yorgunduk. O yüzden herkes kendine uygun bir yer bulup hemen kendini yatağa attı.
Yorgunluktan o gece mışıl mışıl uyumuşum. Uyandığım zaman güneş hayli yükselmişti. Dünya pırıl pırıldı. Yataktan kalkıp elimi yüzümü yıkadım. Ardından da hiç görmediğim bu evi gezdim. Sonra da açlığımın sesine uyarak dışarı çıkıp çarşıya gittim. Orda bir dükkana uğrayıp, yarım ekmek bir salkım da üzüm alıp tarttırdım. Ve üzümle ekmek yiyerek eve doğru geliyordum. O anda o güzel adam, o evinde yattığım adam karşıdan geldi. Yediğim ekmek ve üzümden ona da uzattım. O güler yüzüyle teşekkür etti. Fakat uzattığım yiyeceklerden almadı (O andaki durum aklıma gelince hala gülerim).
“Benimle gel aslanım.” dedi.
Onunla birlikte biraz yürüdük. Az sonra bir kitapçı dükkanına geldik. Dükkandan beyaz bir kağıt aldı.
O güzel adam kitapçı dükkanındaki masaya oturup aldığı kağıda bir şeyler yazdı. Sonra da beni çağırıp:
“Şurayı imzala aslanım” dedi. Ben de eliyle gösterdiği yeri karaladım. Adam, yazdığı kağıdı bir zarfa koyup, üzerine yazdı. Arkasından da bana hem kuruş hem de zarfı verip “Bu mektubu postaneye at.” dedi. Az ileride PTT yazılı bir yer vardı. Ben de oraya gidip, parayı ve zarfı orada çalışanlara verdim. İşimi bitirip, geri döndüğümde ise o ağabey, “Senin okuman için elimden geleni yapacağım. Şimdilik burdaki işin bitti. Yavaş yavaş köyüne git. Tam bir ay sonra da gel ve beni burada bul” dedi.
Çok mutluydum. Onun elini öpmek istedim. Fakat o, öptürmedi. Sadece “Güle güle git aslanım. Güle güle git.” dedi.
Ben de “Allah’a ısmarladık ağabey” deyip o güzel adamın yanından ayrıldım.
Çok seviniyordum. Doğruca eve gelip, kitap çantamı aldım. Ve umut dolu, güzel hayallerle yola çıktım. Yolda karşıma çıkan ilk dükkana uğrayıp, acıktığımda yemek için bir şeyler aldım. Yolda yiyeceğim nevaleleri temin ettikten sonra hızlı adımlarla yürümeye başladım. Amacım sıcak kızmadan ova yolunu bitirip, ormanlık ve serin yerlere ulaşmaktı. Bu yüzden elimden geldiğince hızlı yürüyor ve ayrıca da rastladığım insanlara köyüme giden yolu soruyordum. Adamların izahlarına göre köyüm çok uzaktı. O nedenle aynı gün köye ulaşmam mümkün değildi. Buna rağmen hızlıca yoluma devam ediyor, dereler tepeler aşıyordum. Sık ormanlı ve çok korktuğum ıssız yerlerde bağıra bağıra türkü söylüyordum. Aklım sıra korktuğum hayvanlar sesimden ürküp kaçacaktı. Gerçekten de öyle yerler vardı ki, tek ses yankı yapıp ikiye üçe ayrılıyordu.
Hiç durmadan yürüyordum. Acıktığım zamanlar yiyeceğimi elime alıp yiyerek yürüyordum. Akşam bir hayli yaklaşmıştı. Yorgun yorgun bir tepeye tırmanmış, inişe hazırlanıyordum ki, Selamlı köyünü gördüm. Köye epeyce yaklaşmıştım. Karanlık basmadan köye yetişebileceğim için çok sevindim. Adımlarımı daha da sıklaştırarak güneş batmadan köye yetiştim.
Köyün en dış evi, Selamlı Durmuş’un eviydi. Ev bir tarla içinde, beyaz badanalıydı. İkindi güneşinin ışıklarıyla pırıl pırıl parlıyordu. Ben de pırıl pırıl parlayan o köy evine yavaş yavaş yaklaşıyordum. Ansızın Ayşe Teyze’min sesini duydum. “Bakın, bakın! Kim geliyor” diye bağırıyordu.
Hemen ona doğru koşup ellerini öptüm. O da tıpkı annem gibi bana sarıldı. Sırtlak dişli, güzel Fatma Abla, Durmuş Emmi ve kardeşim gibi sevdiğim Halil dahil hep birlikte etrafımı sardılar. Ardından soru yağmuruna tuttular.
“Dün buradan ayrılıp köyüne gittin. Bugün şehir tarafından geliyorsun. Nereye gittin? Niçin gittin? Ne aradın?..vs”
Başımdan geçenleri Ayşe Teyze’me bir bir anlattım. Etraftakiler merakla dinlediler. Konuşmam bitince hepsi de çok sevindi ve Ayşe Teyzem:
“Allah elinden tutsun, Allah yüzüne baksın kuzum” dedi. Hep birlikte dua ettiler. Sonra da Durmuş Amca’nın babam evi gibi sıcacık evine girdik.
Ayşe Teyzem dışında herkes işine dağıldı. Ben o dünya hatunuyla sohbet ederken önümüze akşam yemeği getirildi.
Sofra ortaya getirilince elimi yüzümü yıkama ihtiyacı duydum. Bu yüzden hemen kalkıp evin yanında şırıl şırıl akan pınara gittim. Zira sabahtan bu yana elime su değmemişti. Pınarın mis gibi suyuyla elimi yıkayıp sofraya döndüm. Durmuş Emmi’nin sofra duası bitince yemeğe başladık.
Dostları ilə paylaş: |