Ev, tarihi bir yapı olduğu için etrafında sur çevriliydi. Kapı, aslında bu surun kapısı olduğu için, çok büyüktü. Ona göre de büyük bir tokmağı vardı.
Boyuma göre epeyce yüksekte olan bu tokmağa elimi uzatıp kapıya “Tak. Tak” vurdum. Sonra kapının bir köşesine çekilip, heyecanla beklemeye başladım. Orada beklerken, merdivenlerden ayak sesleri duyuluyordu. Az sonra kapı açıldı. Melek yüzlü adam karşımda duruyordu. Gözlerinin taa derinliklerine kadar gülerek elini uzatıyor ve “Hoş geldin aslanım” diyordu. Elimi hiç bırakmadan beni evin üçüncü katına çıkardı.
Evin balkonunda bir masa vardı. Birlikte masanın etrafına oturduk.
“Yemek yedin mi aslanım?” dedi. Ben de :
“Evet abi.”
“Bu gece yatacak yerin var mı?”
“Hayır abi.”
“O zaman sen, bugün burada yat” deyip bir kanepe gösterdi.
Bu konuşmalardan sonra biraz dolaşmak için çarşıya çıktı.
Ben o gün altı-yedi saat yürümüştüm. Bu yüzden çok yorgundum. Hiç vakit geçirmeden gidip gösterilen yere yattım. Uyandığım zaman, çoktan sabah olmuştu, canlılar yaşam savaşına başlayalı epeyce olmuştu. Ben de evi dolaştım. Ev çok güzeldi. Birinci katında bir kuyu ve başında da bir kova vardı. Bu kuyuyu “Sarnıç” diyorlar. Sonra tekrar üçüncü kata çıkıp, pencereden çarşıya baktım. Caddede sağa sola giden atlı, eşekli adamlar “Çay suyu! Çay suyu!” diye durmadan bağırıyorlardı.
Evin tam karşısında ise büyük bir cami vardı. Göklere uzanan minaresi, küçük küçük höyükleri andıran kubbeleriyle “Bu çevrenin en büyüğü benim” der gibi duruyordu.
Eşek ve atların bar bar bağırışından olmalı, o güzel abi de uyandı. Çok merak ettiğim için:
“Abi, ‘Çay suyu,çay suyu.’ diye bağıranlar ne demek istiyor?” diye sordum. O da:
“Onlar, dereden su getirmişler. Suyu olmayanlara tenekelerle su satıyorlar çünkü şehrin içme suyu yoktur.” dedi.
Bu güzel adam, üzerini giyinirken cebinden 25 kuruş çıkarıp bana “Şu parayı al, git çarşıda karnını doyur.” dedi. Uzatılan parayı istemeye istemeye aldım, çünkü çok utanmıştım. Parayı alırken de çok çok teşekkür ettim. O da:
“Öğlen vakti eve gel, olmaz mı?” diye tembih etti.
Çok acıkmıştım. Parayı alınca hemen çarşıya çıktım. Doğruca bir manav dükkanına gittim. Dükkanın içinde oturup, karın doyuracak masa ve sandalye vardı. Oraya oturup karnımı iyice doyurdum. Aldığım ekmeğin yarısı artmıştı. Öğleyin yemek için artan ekmeğimi dükkancıya verdim. Ona da “Bu ekmeği öğlen vakti yiyeceğim” dedim. Adam gülerek yüzüme bakıp “Peki çocuk.” dedi.
Manav dükkanından çıkarken hem seviniyor hem üzülüyordum. Boydan boya şehri gezeceğim için seviniyordum. Öbür yandan geleceğim ne olacak diye üzülüyordum. Bu karmakarışık kafayla caddeye çıktım. Aval aval dolaşıyordum. Caddenin kaleden tarafında ve kale gibi bir yerde asılı duran kocaman bir çan gördüm. Duvarın yüzünde asılı duran o kocaman çan ilgimi çekti. Merakla oraya doğru yürüdüm. Bir müddet yokuş tırmandıktan sonra çanın yanına vardım. Büyük bir giriş kapısı vardı. Bu kapıdan içeri girdim. Burada geniş bir meydan vardı. Meydanın etrafı yüksek bir surla çevriliydi. Çanın asılı olduğu o yüksek duvarın yanında ise yarı tarafı yıkılmış bir mabet vardı. Merakla mabedin içine girdim. Tanrım, burası ne kadar güzel bir yer. Bütün duvarlar çeşit çeşit resimlerle kaplı. Başımı kaldırıp tavana baktım. Tavan da duvarlar gibi resimlerle kaplıydı. Oraya oturup hayran hayran o resimlere baktım. Bir müddet sonra mabedin yanındaki merdivene tırmanıp o iri çanın yanına çıktım. Burası çok yüksekti. Korkup geri indim. Tekrar mabede girdim. Burası sanki bir cennet köşesiydi. Ama ne var ki bir viraneye çevrilmişti. Neden? Niçin? Şaşkın şaşkın o güzel mabedi seyrettim. O kadar güzel bir yer görmediğim için burada ne kadar kaldım bilmiyorum. Sadece acıktığımı hissettiğim için bu türlü çeşitli hayvan ve doğa resimlerinin olduğu yarım mabetten ayrıldım. Sonra da karnımı doyuracağım manava gittim. Dükkana geldiğim zaman öğlen ezanı okunuyordu.
Manavdan yarım ekmeğimi ve biraz da üzüm yıkayıp yemeye başladım. Fakat çok merak ettiğim için o çanlı ve yarısı yıkılmış güzel yeri manavdan sordum. O, biraz düşündü ve :
“Çocuk, orası taa eskiden kalma bir manastır. O çanlı yere ‘Çan Kulesi’ denirdi. Manastır ise eşi görülmemiş bir mabetti. Fakat şehrin belediye başkanı bu tarihi yerleri hep yıktırdı. Çok yakında o kalan yerleri de yıktıracakmış. Çok uzun zamandan beri hiç kimsenin el sürmediği o tarihi yerleri, bizim belediye başkanımız acımasızca yıktırıyor” dedi. Adam hem anlattı, hem de hüzünlendi.
Manav bana bilgi verirken ben de karnımı doyurdum. İşim bitince de evin yolunu tuttum. Öğlen vaktini biraz geçirmiştim. O yüzden eve giderken biraz hızlıca yürüdüm. Az sonra eve geldim.
Eve geldiğim zaman kapının önünde kocaman bir kamyon duruyordu. Biraz geciktiğim için hızlıca eve çıktım. Evde o güler yüzlü abi ve iki adam vardı. Bunlar bir masa etrafında sohbet ediyorlardı. O iki adam konuşurken iki de bir “Refik Abi, Refik Abi” diye hitap ediyordu.
Ben o ana dek utandığım için o güzel adamın ismini soramamıştım. Şimdi ise benim kurtarıcımın Refik adında biri olduğunu öğreniyordum.
Refik Abi, beni o adamlara tanıtıp sonra da “Ahmet bu çocuğu amcamın çiftliğine götüreceksiniz. Orada hem sığırları güdecek, hem de okula gidecek. Anladınız mı?” dedi. Adamlardan uzun boylu olan “Peki abi, kamyona buğday yüklemek için şimdi oraya gidiyoruz. Giderken Yusuf’u da götürürüz” dedi.
Refik Abi’ye “Allah’a ısmarladık” deyip, hep birlikte aşağı inerek kamyona bindik . Kamyon, arkasında büyük bir toz bulutu kaldırarak ilerliyorken, beynimin emrettiği:
“Bir umudu sora sora
Giderim meçhul diyara
Tozlu yolu yara yara
İndirdiler bir çiftliğe
Bir kamyona biner iken
Göz yaşlarım diner iken
Kara yazım siler iken
‘Git’ dediler bu çiftliğe” diyordu.
Kamyona bindikten sonra benim için umut dolu yepyeni bir hayat başlıyordu. Fakat, umudum kamyonun üzerime savurduğu tozlar arasında kaybolup gidiyordu. Çiftliğin bulunduğu köye vardığımda ise üzerim bembeyaz olmuştu. Uzun boylu olan şoför Ahmet elimden tutup ahıra götürdü. Orada bir çok saman haralları vardı. “Harallardan kendine bir yatak hazırlayıp burada yatacaksın.” dedi. Ahırdan çıkıp bir eve gittik. Evde kısacık ve sapsarı bir adam vardı. Ona “Selamünaleyküm İsmail Emmi. Bak, sana bir çocuk getirdim. Bu çocuğu Refik Abi yolladı. Ağanın ineklerini güdücek. İnekleri ahıra getirdikten sonra da okula gidecek. Kısacası bu çocuğa nezaret edeceksin. İsmail Emmi “Olur mu?” dedi.
Ahmet Usta beni gereken yere emanet ettikten sonra yanımızdan ayrıldı. Ben de yeni bir yerde, yeni yüzlerle başbaşa kaldım.
İsmail Emmi’nin 4 çocuğu vardı. Üçü oğlan, biri de kızdı. Mehmet’le Selma abla büyük, Yalçın’la Yavuz benim kadardı.
Bu aile fertleri büyüğüyle küçüğüyle hepsi çok güzeldi. Hele de Selma Abla. O, periler gibi güzeldi. Ama babası gibi kısacık ve yusyuvarlaktı. Ayrıca hepsi de samimi, hepsi de sıcacıktı. Beni, garipsetmemek için de yapılacak her şeyi yapıyorlardı.
Yalçın ve Yavuz bir kardeş bulmuş gibi sevindiler. Onlarla birlikte çiftliği gezdik. Ahırın doğu yanından büyük bir su akıyordu. Etrafında koca koca incir ve zeytin ağaçları vardı. Ahırın etrafında dolaşan süslü ve uzun kanatlı kuşlar vardı. Bunlar tavus kuşlarıymış.
Yalçın ve Yavuz’la gezip oynarken akşam oldu. Hep birlikte oturup, akşam yemeği yedik. Yemekten sonra Mehmet Abi ahıra gidip, beş altı tane haral çıkarıp verdi. “Bunları uygun bir yere ser. Yatak yap ve yat.” dedi.
İşte o an umut dolu dünyam başıma yıkılıyordu. Etrafta ne ağıl vardı ne de bir duvar. Korkuyor, çok korkuyordum. Zira o sıcak havada yılan , ya da akrap sokabilirdi. Belki de bir hayvan tepeliyebilirdi. Bu yüzden yıkılmış dünyamın altından eriyip akıyordum. Ama başka bir çarem yoktu.
Çaresizlik içinde, saman harallarından ikisini katlayıp döşek, ikisini iç içe koyup yorgan ve birini de kat kat yapıp başımın altına yastık yaptım. Karanlık basarken de bu muhteşem(!) yatağımın içine girdim.
Tanrım! Bu yatak değil, herhalde yer yüzünün bir cehennemiydi. Zira her yerimden arılar ve akrepler sokar gibiydi. Sağıma, soluma dönemiyor, sırt üstü yatamıyordum. Her yerime diken gibi, kılçık batıyordu. Çaresizdim. Sadece ağlıyor, sabahın erken gelmesini diliyordum. Ama, bir türlü sabah olmuyordu. Kılçıkların vücudumu delik deşik etmesi yetmiyormuş gibi saman tozları boğazıma kaçtığı zaman uzun süre öksürüyordum. Vücudumun çektiği eziyet beni hiç uyutmuyordu.
Bu saman haralları telisten yapılmıştır. Telis ise keten mi yoksa kenevir mi? Her ne ise o bitkinin liflerinden yapılırmış. Telis harallar sadece saman ve pamuk için kullanılır.
Çukurova’da hayvan için kullanılan saman, saman potoslarıyla elde edilir. Bu yüzden sapın kılçığı hiç kırılmadan kalır. Kırılmadan kalan kılçıkları, telis harallar benim için saklamış ve o yüzden sabaha dek beni uyutmadı.
Sabah olduğu vakit, haralları derip kılçıklarını temizlemeye çalıştım. Fakat imkansızdı. Zira her haralda diken gibi batan binlerce kılçık vardı. Bu nedenle kılçık temizlemekten vazgeçtim. Kılçıklar da ben çiftlikten ayrılana dek başıma bela oldu.
Bitmeyen işimden vazgeçip tulumbaya giderek elimi yüzümü yıkadım. Ben temizlik yaparken de Mehmet Abi, yemeğe çağırdı. Hep birlikte yemek yedik.
Yemekten sonra çiftlikte ilk günüm başlıyordu. İlk iş olarak, Yalçın’la birlikte ağıla gittik. İneklerin kapısını açtık. İnekler kocaman kocaman ve uzun uzun kulakları vardı. Ayrıca hepsi de aynı renkti. O renkte olan atlara “Al at” denir. Fakat bu renkteki ineklere ne denir bilmiyorum. Ama cinsi “Halep” cinsiymiş.
Yalçın’la birlikte inekleri otlamaya götürdük. O , bana hem arkadaşlık yapıyor, hem de çevreyi öğretiyordu. Önce bir incir bahçesine, sonra büyük bir zeytin bahçesine girdik. Daha sonra da uçsuz, bucaksız bir tarlaya gittik. Hayvanlar o büyük araziye yayılmaya gitti. Biz de incir yiyip, kuş avladık. Biz avlanırken, hayvanlar da karnını doyurmuş olmalı ki, birer ikişer gelmeye başladılar. Biz gelen inekleri sayıyorduk. En son inek de gelince hepsini toparlayıp ahırın bulunduğu yere getirdik. Önce nehre inip kana kana su içtiler. Geri döndükten sora da her biri beğendiği bir ağacın gölgesine gidip yattı.
Çiftliğin yanından akan bu büyük suya “Sunbas” diyorlardı. Nereye akıyorsa öyle nazlı akıyordu ki, üzerine düşen bir samanı bile “ben götüremem” der gibiydi. Öyle ağır akmasının en önemli sebebi, sanırım önündeki uçsuz bucaksız düzlüğün oluşu, bir de her iki yanında, türlü iri ağaçların oluşudur. Ağaçların koca kökleri “Bize su vermeden gidemezsiniz.” der gibi Sunbas’ın içine doğru girmişti. Çevredeki meyve ağaçları “Teşekkür ederiz.” der gibi meyvelerinin çoğunu suyun içine döküyordu. Bu yüzden de iri iri gelebicin balıkları bu meyveleri yiyerek bayram eder gibiydi. Su, bu balıkları, balıklar da bu hazla akan suyu seviyordu.
Çiftliğin kahyası, üç çatallı demir dirgenler yaptırıp, her birine de ağaç saplar taktırmıştı. Ben bunları merak ediyor, ve ne işe yaradığını düşünüyordum. Bir akşam Mehmet abi, iki tane lüks yaktı. Birini bana, birini de Yavuz’a verdi. Yalçın ve kendisi de o merak ettiğim dirgenleri aldı. “Haydi, gidiyoruz çocuklar” deyip önümüze düştü. Bizi, ağır ağır akan suya götürdü. Önde Yavuz, arkasında Yalçın, biraz aralıkla ben ve benim arkamda da Mehmet Abi, su boyu yürümeye başladık. Arkamdan gelen Mehmet Abi, “Sapırt” diye dirgeni suya vuruyor, içinden kocaman bir balık çıkıyordu. Ön tarafındaki Yalçın da aynı işlemi yapıp sudan balık çıkarıyordu. Balık sayısı yediye çıkınca avlanmayı bırakıp eve döndük. Zira herkes için, bir balık tutulmuştu. Hem de merakım aydınlanmıştı.
Eve geldiğim zaman balık pişirmek için ateş hazırladı. Mehmet Abi balıkları pişirirken Selma Abla da sofrayı hazırladı. Balıklar kocaman kocamandı. Hepimiz tıka basa yiyip , karnımızı doyurduk. Artık yatma zamanı gelmişti. Ben tüm kalbimle “Akşam olmasa” diyordum ama yine de akşam oluyordu. Haral yatağım da en sivri kılçıklarını hazırlayıp, beni bekliyordu.
Çok çaresizdim Neredeydim. Hayat, bana bir tuzak mı hazırlamıştı? İçin için ağlıyordum.
Mecburen çiftliğe ve kılçıklı harallara alışıyordum. Ama, bir sabah çok korktum. Yattığım yere doğru büyük bir gürültü geldi. Hemen ahıra saklandım. Gürültü geldi, geldi ve samanlığın önünde durdu. Ansızın kesildi. Ben de merakla saklandığım yerden çıktım. O gürül gürül kapıya gelen aracın üstünde bir adam oturuyordu. Ben araca yaklaşırken adam da araçtan indi. Bana yaklaşıp “Merhaba delikanlı. Senin adın ne?” dedi. Ona adımı söyleyip ondan da iki küçük iki de kocaman tekeri olan aracı sordum.
Adam çok iyi bir insana benziyordu. “Benim adım Ahmet, bu aracın adı da traktör. Köy yerlerinde traktöre motor da denir” dedi.
Bu adam bana çok sıcak davranıp, yakınlık gösterdi. Her gün öğlen vakti çiftliğe geliyor, bana da yemek getiriyordu. Onunla sanki bir kardeş olmuştuk. Getirdiği yemeği yiyene dek, o beni bekliyordu. Sonra da beni yanına alıyor, o uçsuz bucaksız araziye gidip, tarla sürüyorduk.
Şoför Ahmet Abi traktörle döne döne yoruluyordu. O yüzden de çiftliğe erken geliyorduk. Bu durum işime çok yarıyordu. Hemen inekleri kaldırıp, bir müddet otlatıyordum. Akşam yine oluyor, beni de kılçıklı harallar bekliyordu. Gecelerim kılçıklar arasında ah ile vah ile geçiyordu. Mehmet abi, günün birinde “Ulan Yusuf, geceleri hep sesin geliyor. Uykuda mı ağlayıp sızlıyorsun? Yoksa gerçekten mi ağlıyorsun?” demişti. Gerçekten de yatıp, uyuyamıyordum.
Bu çiftlik, benim kurtarıcım Refik Abi’nin ailesine aitmiş. Sorumluluğu da genç birine teslim etmişler. O da sadece kendi kalabileceği bir oda, yanına da bir çardak yaptırmış. Odanın içine fare tırmanmayacak bir yer hazırlatmış. Çiftliğe geldiği vakitler aç kalmamak için de bolca yufka ekmek yaptırıp,o fare tırmanamayacak yere istif ettirmiş.
Çiftliğe geleli birkaç gün oldu. Bu yüzden etrafı epeyce öğrendim. Ahırın biraz ilersinde bir atölye vardı. Sapsarı bir adam her gün burada çalışıp, at arabası yapıyordu. Öğlen vakitleri bazen eve gitmiyor, karısı yemek getiriyordu. Adama “Bursalı Usta”, karısına da “Saniye Hanım” diyorlardı.
Saniye Hanım çok güzel bir kadındı. Kocasına yemek getirdiği vakitler, beni de çağırır, kocasıyla birlikte yemek yerdik. Bu insanların çocukları yoktu. Belki de o yüzden bana sevgi gösteriyorlardı.
Tamirhaneden biraz uzakta bir dükkan vardı. Buraya dükkan eşyasından başka da bir şey konmuştu. Adı “Ranza”ymış. Üstünde ise devamlı yatan bir adam. Ona “Yakup Emmi” diyorlardı. Yakup emmi genelde yatıyordu. Fakat karısı Iraz Teyze, bazen Yakup Emmi’yi oturtuyor, hem karnın doyuruyor, hem de biraz dinlenmesini sağlıyordu. Boş vakitlerinde dükkanı bekliyor ve Iraz Teyze’ye yardım ediyordum. O da evine gidip kendi işlerini yapıyordu.
Bir Cumartesi günüydü. İsmail Emmi “Ağa geliyor!” diye seslendi. Ben de heyecanla oraya koştum. Az sonra bir cip geldi. İçinden, kara bıyıklı, esmer tenli, çok yakışıklı bir adam indi. Çiftçi başı ve çocukları “Hoş geldin ağam, hoş geldin” diyerek ağanın elini öpüyorlardı. Ben de onlarla bir olup ağanın elini öptüm. Fakat, bana fazla ilgi göstermedi.
Ağa, etrafı dolaştı. Kahyaya bazı emirler verip, bir de kahve içtikten sonra, geldiği arabayla geri gitti.
Ekim zamanı gelmişti. Bu yüzden ağa, çiftliğe daha sık gelir olmuştu. Etrafı dolaşıp kontrol ediyor, bu basit işleri bitirdikten sonra doğruca tamircinin yanına gidiyordu. Bursalı da, Saniye Hanımı çağırtıyordu. Kadıncağız geliyor, onlara kahve yapıyordu. Ağa hem kahve içiyor, hem de gözünü o güzel kadından ayırmıyordu. Ağanın bu tavrı bana büyük acı veriyordu.
Çiftliğe geleli epeyce olmuştu. Mehmet abi “Çocuklar, hadi gözünüz aydın. Artık okullarınız açıldı.” dedi. Bunun üzerine Yavuz ve Yalçın okula gitmeye başladı. Ben ise kara kara düşünmeye başladım. Defterim, kalemim ve kitabım yoktu.
Yavuz ve Yalçın’ın okula gittiği gün, inekleri eve erken getirdim. Mehmet Abi’ye “Nerelerde kahve var Mehmet Abi?” dedim. O da köyde bir kahve olduğunu söyleyip, yerini tarif etti. Hiç vakit geçirmeden tarif edilen kahveye gittim. Kahve binasının etrafını dolaştım. Etrafta epeyce sigara kabı buldum. O zamanlar KULUP sigarası içerlerdi. Bulduğum sigara kaplarını defter olarak kullanacaktım. O yüzden sigara kapları için oldukça sevindim.
Kahvenin etrafında bulduğum sigara kaplarını alıp, samanlığa geldim. Onların kanatlarını açıp defter sayfası haline getirdim. Sonra da kitaplarımın ararsına koydum. Orada ütülenip üzerine yazı yazılır hale geleceklerdi. Bu arada bir de kalem eksiğim vardı. Onu da okula varıp, etrafı dolaşacak ve orda bulacaktım. O da olmazsa Yavuz ve Yalçın’dan emanet alacaktım.
İşte bu hayallerle defter ve çantamı hazırladım. Yarın öbür arkadaşlarla birlikte okula gidebilirdim.
Kendimce bir hazırlık yaptıktan sonra heyecanla yarını bekledim. Gerektiğinden önce hazırlanıp, Yalçın ve Yavuz’un peşine takıldım. Onlarla birlikte Sumbas’ı geçip, ev aralarından okula vardık. Herkes oynuyor, ben de bir kalem artığı arıyordum. Bu arada zil çaldı. Öğrenciler küme küme sıra oldu. Ben ise nereye sıra duracağımı bilmediğimden sıraya girmeyip, tek başıma kaldım. Onlar hep birlikte bir şeyler söyleyip sınıfa girdiler. Ben ortada kalınca, güzel giyimli bir adam yanıma gelip bana:
“Sen ne diye geldin oğlum?” dedi. Ben de:
“Okumaya geldim abi.”
“Ben bu okulun öğretmeniyim. Benimle konuşurken bana ‘Öğretmenim’ diyeceksin. Anladın mı?”
“Olur efendim”
“Senin bu torbanda ne var çocuğum?”
“Kitaplarım var öğretmenim.”
Öğretmen, çantamın içinden bir kitap çıkardı. Hz. Ali’nin Kankalesi Savaşı’yla ilgili bir kitaptı. Kitaptan bir sayfa açıp, “Oku bakalım şurayı” dedi. Çok heyecanlıydım. O yüzden, okurken dilim kekeliyordu. O, beni dinledi ve
“Hadi geç, ikinci sınıflarla otur.” dedi.
Heyecanla çarpan kalbimle, korka çekine sınıfa girdim. Bir abla bana yer gösterdi. Ben oraya oturmuştum. Az sonra öğretmen sınıfa girdi. Bana yer gösteren abla, öğretmenle bir şeyler konuştu. Sonra da gelip yerimi değiştirdi.
Yeni yerim ikinci sınıftı. Yavuz da ikinci sınıfmış. İkinci ders Yavuz’la aynı sıraya oturmaya başladık.
Artık okullu olmuş, okula gidip geliyordum. En çok sıkıntı çektiğim kalemi elde etmek için sınıftan en son çıkıyordum. Hem sıra aralarında, hem çöp kutusunda kalem artığı arıyordum. Bulduğum kısacık kalemlerin ucuna bir kamış takıp, onları günlerce kullanıyordum.
Çiftçi başının oğluyla oturuyorduk. Fakat o, okumayı beceremiyordu. Ama ben her şeyi okuyordum.
Okulda beş sınıf bir arada okuyordu. Bu yüzden olsa gerek, öğretmen her gün her sınıfı kontrol edemiyordu. Bir gün, bizim sıraya geldi. Yavuz’un önünde bir ikinci yıl kitabı vardı. Kitaptan bir yer açıp “Oku oğlum.” dedi. Fakat, Yavuz gösterilen yeri bir türlü okuyamıyordu. Hecelemeye çalıştı. Fakat heceleyerek de okuyamadı. Sıra bana gelmişti. “Sen oku bakalım” dedi. Gösterilen yeri düzgün bir şekilde okudum. Öğretmen diğer çocukları okuturken ben, kendi kendime üzülüyordum. Çünkü “Aferin” bile dememişti.
Öğretmen herkesi yoklarken zil çalmıştı. Biz de hep birlikte bahçeye çıkmış oynuyorduk. Solmaz Abla beni çağırdı. O, sınıf başkanıymış. Elimden tutup öğretmene götürdü. Öğretmen de çeşitli sorular sordu. Sonra da “Aferin. Seni üçüncü sınıfa geçiriyorum. Bundan sonra üçüncü sınıfın sırasında oturacaksın. Solmaz ,Yusuf’a bir yer göster.” dedi.
Bu duruma o kadar çok sevindim ki, tarif edemem. Öğretmen bana bir dünya bağışlamış gibiydi. Bu yüzden öğretmenimin elini öpmek istedim. Fakat o kabul etmedi ve “Hadi git oyna.” dedi.
Öğretmenin yanından ayrılırken, ders sırasındaki düşüncemden utandım. Öğretmen, Yavuz mahcup olmasın diye bana “Aferin. Sen güzel okudun.” dememiş olmalıydı.
Okulda her dersim iyi gidiyordu. Fakat matematikten hiç anlamıyordum. Hele de çarpım tablosunu bilmiyordum. Sigara kaplarından oluşturduğum defterime hep matematik çalışıyordum. Öğretmenime karşı mahcup olmamak için hep çalışıyordum.
Okulun geniş bir avlusu vardı. Her yeri “çete” denilen dikenli bir otla kaplıydı. Avluda dikensiz bir yer bulup upuzun yatmış ders çalışıyordum. Bir gölge geldi. Başımı gölgeye çevirdim. Başımda bir abla dikiliydi. Bana tatlı tatlı gülüyor, “Bu ne hal? Çalışacak dikenlerin içini mi buldun?” diyordu. Abla konuşurken utanarak doğruldum. O ders çalıştığım sigara kabuklarına, elimdeki kalem artıklarına baktı. Bana “Sen burda dur” deyip, koşa koşa sınıfa gitti. Yine koşa koşa yanıma geldi. Bana hiç kullanılmamış bir kalem uzatıp, “Al, bu kalemi sana getirdim.” dedi. O uzatılan kalemi almak istemedim. Fakat, abla çok ısrar etti. Ve uzatılan ele, ben de elimi uzatıp kalemi aldım. Bana ilk defa bir hediye veren bu insana çok çok teşekkür ediyordum.
Arkadaşlardan, o ablanın adını sordum.”Müzeyyen”miş onun adı. Bu adı hiç unutmadım. Onun sayesinde ilk defa bir kalem sahibi oluyordum.
Artık okula ve köye epeyce alışmıştım. Yalçın ve Yavuz da çok çalışkan bir öğrenci olduğumu söyleyip etrafın sevgisini sağlıyorlardı. Bu yüzden bazı aileler yemeğe çağırıyor, bazıları da yemek gönderiyorlardı.
Ne var ki, ben bir tarafı yaparken, öbür taraf yıkılıyordu. Artık hava soğuyordu. Teriz haralları ahıra taşıyıp, örtüneceğim kılçıklı haralları kat kat yapmıştım. Ama giyecek hiçbir şeyim yoktu. Sumbas’ın suyu da işin tuzu, biberi oldu. Bana o da tuzak kuruyordu. Suyunu hem soğutuyor, hem de çoğaltıyordu. Okula giderken, bu suyu geçiyor, sonra da üşüyordum. Ayaklarım da çatır çatır yarılıyordu. Ayrıca karatavuk ayakları gibi kapkara olmuşlardı. Tüm bu tersliklere karşın çok ama çok çalışıyordum. Kılçıklı yatağın içinde uyuyamadığımdan, verilen ödevleri sabaha kadar ezberliyordum. Aradan bir aydan fazla zaman geçmişti. Öğretmenim beni yemeğe çağırdı. Evde hanımı ve çocukları yoktu. Onun hanımı bir ağa kızıydı. O yüzden köyde çok durmaz, sık sık baba evine veya şehre giderdi.
Ben, ürkek tavşanlar gibi korkak ve halimden utanarak yanına vardım. O, masaya oturmuş, sofrayı hazırlayıp, bir tabak yemek kendine, bir tabak da bana koymuştu. İçinde bulgurdan yapılmış bir yemek vardı. ( Sonradan öğrendiğime göre o yemeğe “çiğ köfte” denirmiş.) Yemeğe başlayınca öğretmenim benimle sohbete başladı. Ama ben, o kılıksızlığım altında eziliyordum. Ben ezilirken o ortaya bomba gibi bir laf attı.
“Yusuf! Seni dördüncü sınıfa geçirmek istiyorum. Ne dersin? Yapabilir misin?” heyecanla:
“Yaparım efendim, yaparım.” dedim.
“Yarın bir deneyelim. Kararı ondan sonra verelin. Dördüncü sınıfların dersi şunlar. Arkadaşlarından bir tarih kitabı bul. Hunlar konusunu sınıfta anlat. Eğer güzel anlatırsan seni dördüncü sınıfa geçiririm.” dedi.
Yemekten sonra teşekkür edip öğretmenin yanından ayrıldım. Tir tir titriyordum. Heyecandan uçacak gibiydim.
Bir müddet sonra diğer öğrenciler yemekten döndü. Dördüncü sınıflardan bir tarih kitabı aramaya başladım. Fakat hiçbir arkadaş bana kitap vermiyordu. Okul dağılmış, Yalçın ve Yavuz’la eve gidiyorduk. Bir kitap bulamadığım için ağlıyordum. Ağladığımı gören Yalçın beni bir akrabasına götürdü. O ailenin dördüncü sınıfta okuyan bir oğlu varmış. Gidip onun kitabını istedik. Çocuk vermek istemedi. Benim ağladığımı gören baba “Oğlum kitabı bu arkadaşına ver. Yarın geri verecek nasıl olsa.” diyerek çocuktan kitabı alıp bana verdi. Ben de bu iyiliği yapan adamın elini öptüm. Sevinerek eve geldim.
İlk iş olarak hayvanlarla ilgilendim. Onlarla ilgili ne gerekiyorsa yaptım. Sonra da dikenli yatağıma girip derse başladım.
Kitap, benim için çok yabancıydı. Araya araya sayfalar arasından öğretmenin verdiği ödevi buldum. Hevesle okudum. Bir daha, bir daha, tekrar takrar okudum. Ezberlemiş gibi oldum. Sonra da kılçıklı yatağıma girdim. O tatlı heyecandan olmalı, sabaha dek uyumuşum. Sabahleyin uyanıp yataktan kalktığım vakit, kahyanın oğlu bana takılıyor “Ulan Yusuf, senin mektep gece de mi açık? Sabaha kadar ders anlattın” diyordu.
Mehmet Abi’yle, bir hayli şakalaştıktan sonra ineklerle ilgili işlerimi yaptım. Bu işler bittikten sonra da sabah gözüyle dersimi bir daha okudum. Kitabı kapatıp bir de sınıfta konuşuyor gibi anlattım. Kendimden emin olduktan sonra da okulun yolunu tuttum. Okulda iki ders yaptık. Üçüncü ders içeri girince tarih dersi başladı. Öğretmen herkesi sıra ile “Oğlum kalk, kızım kalk.” diyor, hepsi de boynunu büküp kalkmıyordu. Nedense bana da kalk demedi. Bunun üzerine ben parmak kaldırdım. Beni gören öğretmen “Yusuf, kalk dersi anlat” dedi.
Dostları ilə paylaş: |