Birinci Baskı



Yüklə 1,73 Mb.
səhifə32/33
tarix09.01.2019
ölçüsü1,73 Mb.
#93579
1   ...   25   26   27   28   29   30   31   32   33
Fazıl, Kadife ile Lacivert öldürüldüğü için evlenebildiği için Ka'nın onu ihbar ettiği iddiasından kendisine de yapılmış bir kötülük gibi söz edebilmesini dürüst bulmadım ama sustum.
"Bu iddianın doğru olduğundan nasıl emin olabiliyorsun?" dedim çok sonra.
''Bunu bütün Kars biliyor," dedi Fazıl yumuşacık, neredeyse şefkatli bir sesle, Ka'yı da beni de hiç suçlamadan.
Gözlerinin içindeki Necip'i gördüm. Bana göstermek istediği bilimkurgu romanına bakmaya hazır olduğumu söyledim: Yazdıklarına bakıp bakamayacağımı sormuş, ama yazdığı şeyi bana veremeyeceğini, okurken yanımda olmak istediğini belirtmişti. Akşamları Kadife'yle yemek yiyip televizyon seyrettikleri masaya oturduk ve Necip'in dört yıl önce hayal ettiği bilimkurgu romanının Fazıl tarafından yazılmış ilk elli sayfasını sessizce birlikte okuduk.
"Nasıl, iyi mi?" diye sordu Fazıl yalnızca bir kere ve özür diler gibi. "Sıkıldıysan bırakalım."
"Hayır, iyi," dedim ve istekle okudum.
Daha sonra kar altındaki Kâzım Karabekir Çaddesi'nde birlikte yürürken romanı çok hoş bulduğumu bir kere daha içtenlikle söyledim.
"Belki de beni sevindirmek için böyle söylüyorsun," dedi Fazıl mutlulukla. "Ama bana bir iyilik yaptın. Ben de sana yapmak istiyorum. Bir roman yazmak istiyorsan benden de bahsedebilirsin. Okurlarına benim de doğrudan bir şey söylemem şartıyla."
"Nedir o?"
"Bilmiyorum. O sözü sen Kars'tayken bulabilirsem söylerim."
Serhat Kars Televizyonu'nda akşamüstü buluşmak üzere sözleşip ayrıldık. Fazıl koşa koşa Aydın Foto Sarayı'nın dükkânına giderken arkasından baktım, içindeki Necip'i ne kadar görüyordum? Ka'ya dediği gibi Necip'i hâlâ içinde hissediyor muydu? İnsan bir başkasının sesini ne kadar duyabilir içinde?
Sabah sokak sokak Kars'ı gezer, Ka'nın konuştuğu insanlarla konuşur, aynı çayhanelerde otururken, kendimi Ka gibi hissettiğim çok olmuştu. Erkenden onun "Bütün insanlık ve Yıldızlar" adlı şiirini yazdığı Talihli Kardeşler Çayhanesi'nde oturmuş, sevgili arkadaşım gibi ben de âlemdeki yerimi hayal etmiştim. Karpalas'ın resepsiyonundaki Cavit de anahtarımı "tıpkı, Ka Bey gibi" aceleyle aldığımı söylemişti bana. Ara sokaklardan birinde yürürken "İstanbul'dan gelen yazar siz misiniz?" diye beni içeri çağıran bakkal, kızı Teslime'nin dört yıl önceki intiharı ile ilgili gazetelerde çıkan haberlerin hepsinin yanlış olduğunu yazmamı isterken benimle Ka ile konuştuğu gibi konuşmuş, bir Coca-Cola da bana ikram etmişti. Bunların ne kadarı rastlantı, ne kadarı benim kurgumdu? Bir ara Baytarhane Sokağı'nda yürüdüğümü anlayınca Şeyh Saadettin'in tekkesinin pencerelerine bakmış, Ka'nın tekkeye gelişinde ne hissettiğini anlamak için Muhtar'ın şiirinde anlattığı dik merdivenleri çıkmıştım.
Muhtar'ın ona verdiği şiirleri Frankfurt'taki kâğıtları arasında bulduğuma göre Ka bunları Fahir'e yollamamıştı. Oysa Muhtar tanışmamızın daha beşinci dakikasında Ka'nın "ne muhterem bir insan!" olduğunu söyledikten sonra Kars'tayken şiirlerini çok beğendiğini ve İstanbul'daki burnu büyük bir yayımcıya övgüyle
yolladığını anlatmıştı, işlerinden memnundu, gelecek seçimlerde yeni kurulan İslamcı partiden (eskisi Refah Partisi kapatılmıştı) belediye başkanı seçileceğinden umutluydu Muhtar'ın herkesle iyi, geçinen, yumuşak, uzlaşmacı kişiliği sayesinde emniyet müdürlüğüne (en alt kata inmemize izin vermediler) ve Ka'nın Necip'in cesedini öptüğü Sosyal Sigortalar Hastanesine kabul edildik. Muhtar Millet Tiyarosu'ndan geri kalan ve beyaz eşya deposuna çevirdiği odaları bana gösterirken yüz yıllık binanın yıkımından "biraz" sorumlu olduğunu kabul etti ama "Türk değil, Ermeni yapısıydı zaten," diyerek beni teselli etmeye çalıştı. Bana Ka'nın bir gün İpek'i ve Kars'ı yeniden görme özlemiyle hatırladığı bütün o yerleri, kar altındaki yemiş halini, Kâzım Karabekir Caddesindeki sıra sıra nalburları tek tek gösterdi ve beni Halil Paşa Hanı'ndaki siyasi muhalifi avukat Muzaffer Bey'le tanıştırıp gitti. Eski belediye başkanının, tıpkı Ka'ya yaptığı gibi bana da anlattığı Cumhuriyetçi bir Kars tarihini dinledikten sonra hanın karanlık ve kasvetli koridorlarında yürürken Hayvanseverler Derneğinin kapısındaki zengin bir mandıra sahibi, "Orhan Bey," diyerek beni içeri aldı ve şaşırtıcı hafızasıyla dört yıl önce eğitim enstitüsü müdürünün vurulduğu sıralarda Ka'nın nasıl buraya girdiğini, horoz dövüşü salonunda nasıl bir köşede oturup düşücelere daldığını anlattı.
İpek'i görmeden önce Ka'nın ona âşık olduğunu anladığı ânın ayrıntılarını dinlemek bana iyi gelmedi. Yeni Hayat Pastanesi'ndeki buluşmamıza gitmeden önce üzerimdeki gerginliği alsın, beni bir aşka sürüklenme korkusundan kurtarsın diye Yeşilyurt Birahanesi'ne girip bir rakı içtim. Ama pastanede İpek'in karşısına oturur oturmaz tedbirlerimin beni daha da korumasız bıraktığını anladım hemen. Aç karnına içtiğim rakı beni rahatlatmaktan çok kafamı karıştırmıştı. Kocaman gözleri, sevdiğim gibi uzunca bir yüzü vardı. Dünden beri sürekli hayal ettiğimden de derin bulduğum güzelliğini anlamaya çalışırken, aklımı başımdan alan şeyin onun Ka ile yaşadığı ve bütün ayrıntılarını bildiğim aşk olduğuna bir daha umutsuzca inandırmak istedim kendimi. Ama bu da bana başka bir zayıf yanımı, Ka'nın içinden geldiği gibi, kendi olarak yaşayabilen gerçek bir şair olmasına karşılık, benim her sabah, her gece belirli saatlerde bir katip gibi çalışan daha basit ruhlu bir romancı olduğumu acıyla hatırlatıyordu. Belki de bu yüzden Ka'nın Frankfurt'ta pek düzenli bir günlük hayatı olduğunu, her sabah aynı saatte kalkıp, aynı sokaklardan geçip, aynı kütüphanenin, aynı masasında oturup çalıştığını sevimli renkleriyle hikâye ettim.
"Onunla Frankfurt'a gitmeye ben zaten karar vermiştim," dedi İpek ve bu kararını kanıtlayan pek çok küçük ayrıntıyı, bavulunu hazırlayışına kadar açıkladı. "Ama şimdi Ka'nın ne kadar hoş bir insan olduğunu hatırlamak bana zor geliyor," dedi. "Oysa, dostluğunuza saygı duyduğum için yazacağınız kitaba yardım da etmek istiyorum."
"Ka sizin sayenizde Kars'ta harika bir kitap yazdı," diye onu kışkırtmak istedim. "Bu üç günü dakika dakika hatırlayıp defterlerine yazmış, bir tek şehirden ayrılmadan önceki son saatler eksik."
Şaşırtıcı bir açıklıkla, hiçbir şeyi saklamadan, mahremiyetini ortaya döktüğü için zorlanarak ve beni hayran bırakan bir dürüstlükle Ka'nın Kars'tan ayrılmadan önceki son saatlerini dakika dakika yaşadığı ve tahmin ettiği gibi anlattı.
"Frankfurt'a gitmekten vazgeçmek için sağlam hiçbir kanıt yoktu elinizde," dedim onu suçlamamaya çalışarak.
"Bazı şeyleri insan kalbiyle hemen anlar."
"Kalpten ilk siz söz ettiniz," dedim ve özür diler gibi, kendisine yollamadığı ama benim kitabım için okumak zorunda kaldığım mektuplarında Ka'nın onu düşünmekten uyuyamadığı için Almanya'da ilk bir yıl boyunca her gece iki uyku hapı aldığını, zilzurna oluncaya kadar içtiğini, Frankfurt sokaklarında yürürken her beş on dakikada bir, uzaktaki bir kadını İpek sandığını, onunla yaşadığı mutluluk anlarını hayatının sonuna kadar her gün saatlerce ağır çekim bir film izler gibi gözünün önünde yeniden canlandırdığını, onu beş dakikacık olsun unutabildiği zamanlarda kendini çok mutlu hissettiğini, ölümüne kadar başka hiçbir kadınla ilişki kurmadığını, onu kaybettikten sonra kendini "gerçek bir insan gibi değil, bir hayalet gibi" gördüğünü anlattım ve yüzündeki şefkatli, ama "lütfen yeter!" diyen bakışı ve kaşlarının esrarlı bir soru karşısındaymış gibi kalktığını fark edince bütün bunları, İpek arkadaşımı değil, evet, beni kabul etsin diye naklettiğimi korkuyla anladım.
"Arkadaşınız beni çok seviyordu belki," dedi. "Ama Kars'a bir kere daha gelmeyi deneyecek kadar değil."
"Hakkında tutuklama kararı vardı."
"O önemli değildi. Mahkemeye gelir konuşurdu, başı da derde girmezdi. Yanlış anlamayın, gelmemekle iyi etti, ama Lacivert yıllarca hakkında Vur emri olmasına rağmen beni görmek için pek çok kereler gizlice Kars'a geldi."
"Lacivert" derken ela gözlerinde bir ışıltı, yüzünde hakiki bir keder belirdiğini içim burkularak gördüm.
"Ama arkadaşınızın korkusu mahkemeden değildi," dedi beni teselli eder gibi. "Asıl suçunu bildiğimi, bu yüzden istasyona gelmediğimi çok iyi anlamıştı."
"Bu suçu hiçbir zaman kanıtlayamadınız," dedim.
"Onun yüzünden sizin suçluluk duymanızı çok iyi anlıyorum," dedi zekice ve görüşmemizin sona erdiğini göstermek için sigarasını ve çakmağını çantasına koydu. Zekice: Çünkü bu sözü söyler söylemez Ka'yı değil, asıl Lacivert'i kıskandığımı bildiğini bir yenilgi duygusuyla anlamıştım. Ama sonra İpek'in bunu imâ etmediğine, yalnızca benim suçluluk duygusuna fazlaca batmış olduğuma karar verdim. Ayağa kalktı, boyu uzuncaydı, güzeldi her şeyi, paltosunu giydi.
Aklım karmakarışıktı. "Bu akşam yine görüşeceğiz değil mi?" dedim telaşla. Hiç gerek yoktu bu söze.
"Tabii, babam bekliyor," deyip gitti kendine özgü tatlı yürüyüşüyle.
Ka'nın "suçlu" olduğuna kalpten inanması üzüyor beni dedim kendi kendime. Ama kendimi kandırıyordum. Asıl istediğim şey "öldürülmüş sevgili dost" söylemiyle Ka'dan tatlı tatlı söz etmek, yavaş yavaş onun zayıflıklarını, saplantılarını ve "suçunu" ortaya çıkarmak, böylece onun aziz hatırasına karşı aynı gemiye binip birlikte ilk yolculuğumuza çıkmaktı, ilk gece kurduğum İpek'i benimle İstanbul'a getirmek düşü şimdi çok uzaklardaydı ve içimde arkadaşımın "suçsuz" olduğunu kanıtlama dürtüsü vardı.
Bu, iki ölüden Ka'yı değil, Lacivert'i kıskandığım anlamına ne kadar geliyordu?
Hava kararırken karlı Kars sokaklarında yürümek beni daha da kederlendirdi. Serhat Kars Televizyonu Karadağ Caddesi'ndeki benzincinin karşısında yeni bir binaya taşınmıştı. Karslıların bir kalkınma işareti olarak gördükleri üç katlı bu beton işhanının koridorlarına şehrin kirli, çamurlu, karanlık ve eskimiş havası iki yıl içinde fazlasıyla işlemişti.
İkinci kattaki stüdyoda beni neşeyle karşılayan Fazıl, televizyonda çalışan sekiz kişiyle tek tek ve iyimserlikle tanıştırdıktan sonra "Arkadaşlar bu akşamki haberler için küçük bir söyleşi istiyorlar," deyince bunun Kars'ta işlerimi kolaylaştırabileceğini düşündüm. Banda alınan beş dakikalık çekim sırasında benimle röportaj yapan gençlik programları sunucusu Hakan Özge, belki de Fazıl bunu ona söylediği için, "Kars'ta geçen bir roman yazıyormuşsunuz!" deyiverince şaşırıp birşeyler geveledim. Ka hakkında tek bir söz konuşmadık.
Müdürün odasına girip duvarlardaki raflarda kanun gereğince saklanan video kasetlerin üzerlerindeki tarihlerden Millet Tiyatrosu'ndan yapılan ilk iki canlı yayının kaydını bulup çıkardık. Küçük, havasız bir odadaki eski bir televizyonun karşısına geçip, çay içerek önce Kadife'nin sahneye çıktığı Kars'ta Trajedi'yi izledim. Sunay Zaim ile Funda Eser'in "eleştirel vinyetlerine", dört yıl önce pek sevilen bazı reklam klipleriyle alay edişlerine hayranlık duydum. Kadife'nin başını açıp güzel saçlarını gösterdiği ve hemen sonra Sunay'ı vurduğu sahneyi ise geri alıp birkaç kere dikkatle seyrettim. Sunay'ın ölümü gerçekten oyunun bir parçası gibi gözüküyordu. Şarjörün dolu ya da boş olduğunu ön sıradakiler dışında seyircinin görmesine imkân yoktu.
Öteki kasedi seyrederken Vatan Yahut Türban'daki pek çok sahneciğin, taklidin, kaleci Vural'ın maceralarının, sevimli Funda Eser'in göbek danslarının, tiyatro grubunun her oyunda tekrarladığı eğlencelikler olduğunu anladım ilk. Salondaki bağırışlar, atılan sloganlar ve uğultu, bu eskimiş kayıttaki konuşmaları iyice anlaşılmaz hale getirmişti. Ama gene de bandı defalarca geri sarıp dinleyerek Ka'nın okuduğu ve daha sonra "Allah'ın Olmadığı Yer" adını vereceği şiirin büyük bir bölümünü elimdeki kağıda yazdım. Fazıl, Ka o an gelen şiiri okurken Necip'in neden ayağa kalkıp birşeyler söylediğini soruyordu ki, kâğıda geçirebildiğim kadarını okuması için şiiri ona verdim.
Askerlerin seyircilere ateş etmesini iki kere izledik.
"Kars'ı çok gezdin," dedi Fazıl. "Ben de sana bir yer göstermek istiyorum şimdi." Hafif utangaç, ama biraz da esrarlı bir havayla, belki kitabıma Necip'i de koyacağımı, onun hayatının son yıllarını geçirdiği şimdi kapatılmış olan imam hatip lisesi yatakhanesini bana göstermek istediğini söyledi.
Gazi Ahmet Muhtar Caddesi'nde kar altında yürürken kömür renkli bir köpeğin alnındaki yusyuvarlak beyaz bir lekeyi görüp bunun Ka'nın hakkında şiir yazdığı köpek olduğunu anlayınca bir bakkaldan ekmek ve lop yumurta alıp çabucak soyup ucu kıvrık kuyruğunu mutlulukla sallayan hayvana verdim.
Köpeğin peşimizden ayrılmadığını gören Fazıl, "Bu istasyonun köpeğidir," dedi. "Belki gelmezsin diye demin söylemedim. Eski yatakhane boştur, ihtilal gecesinden sonra terör ve irtica yuvası diye kapatıldı. O zamandan beri kimse yoktur içeride, onun için televizyondan bu feneri aldım." Bir el fenerini yakıp peşimizdeki kara köpeğin hüzünlü gözlerine tutunca hayvan kuyruğunu salladı. Bir zamanlar bir Ermeni konağı, daha sonra Rus konsolosunun köpeğiyle birlikte yaşadığı konsolosluk binası olan eski yatakhanenin bahçe kapısı kilitliydi. Fazıl elimden tutup beni alçak duvardan atlattı. "Geceleri biz buradan kaçardık," diyerek gösterdiği kırık camlı yüksek bir pencereden içeri hünerle girdi ve feneriyle etrafı aydınlatıp beni içeri çekti. "Korkmayın, kuşlardan başka kimse yoktur," dedi. Camları kirden ve buzdan ışık geçirmeyen, bazı pencereleri de tahtalarla kapatılmış binanın içi zifiri karanlıktı, ama Fazıl buraya daha önce de geldiğini gösteren bir rahatlıkla merdivenleri çıkıyor, sinemalardaki yer göstericiler gibi arkaya tuttuğu lambasıyla benim yolumu aydınlatıyordu. Toz ve küf kokuyordu her yer. Dört yıl önceki ihtilal gecesinden kalma kırık kapılardan geçtik, duvarlardaki kurşun izlerine, üst katın yüksek tavanlarının köşelerine, soba borusunun dirseklerine yuva yapmış güvercinlerin telaşlı kanat vuruşlarına dikkat ederek boş ve paslı demir ranzalar arasından yürüdük. "Bu benimkisi, bu da Necip'inki," dedi Fazıl yanyana iki ranzanın üst yataklarını işaret ederek. Fısıltımızdan uyanmasınlar diye geceleri bazan aynı yatakta yatıp gökyüzünü seyrederek konuşurduk."
Yukarıdaki kırık bir camın aralığından, bir sokak lambasının ışığında, ağır ağır yağan karın iri taneleri gözüküyordu. Saygıyla, dikkatle seyrettim.
Çok sonra, "Bu da Necip'in ranzasından gözüken manzara. dedi Fazıl, aşağıdaki daracık bir dehlizi işaret ederek. Bahçenin hemen dışında Ziraat Bankası binasının kör yan duvarıyla bir başka yüksek apartmanın penceresiz arka duvarı arasına sıkışmış üç metre genişliğinde sokak bile denemeyecek bir geçit gördüm çamurlu zeminine bankanın ilk katından mor bir fluoresans ışık vuruyordıı. Dehlizi kimse sokak sanmasın diye ortasına bir yere kırmızı bir "girilmez" işareti konmuştu. Fazılın Necipten ilhamla "bu dünyanın sonu" dediği sokağın ucunda ise yapraksız ve karanlık bir ağaç vardı ve tam biz bakarken bir an yanar gibi kıpkırmızı kesildi. "Aydın Foto Sarayı'nın kırmızı ilan lambası yedi yıldır bozuktur," diye fısıldadı Fazıl. "Kırmızı ışığı arada bir yanar söner ve her seferinde oradaki iğde ağacı Necip'in ranzasından bakınca sanki alev alıp tutuşmuş gibi gözükür. Necip bazan bu manzarayı sabaha kadar hayaller içinde seyrederdi, Gördüğü şeye 'bu dünya' adını vermişti ve uykusuz gecelerinin sabahında bazan bana 'bütün gece bu dünyayı seyrettim!' derdi. Arkadaşın şair Ka Beye anlatmış demek ki. o oda şiirine koymuş Kaseti seyrederken anladığım için seni getirdim buraya. Ama arkadaşının şiirine 'Allah'ın Olmadığı Yer' demesi Necip'e saygısızlık.
"Rahmetli Necip bu gördüğü manzarayı Ka'ya 'Allahın Olmadığı Yer' diye anlatmış." Dedim. 'Bundan eminim.'
"Necip'in bir ateist olarak öldüğüne inanamıyorum" dedi Fazıl dikkatle. "Böyle kuşkuları vardı yalnızca."
"İçinde Necip'in sesini duymuyor musun artık?" diye sordum. "Bunlar sende hikâyedeki adam gibi yavaş yavaş ateist olduğun korkusunu uyandırmıyor mu hiç?
Ka'ya dört yıl önce anlattığı kuşkularından benim de haberdar olmam Fazıl'ın hoşuna gitmedi "Ben artık evliyim, çocuğum var," dedi. "Bu konularla eskisi gibi ilgili değilim." Bana Batı'dan gelen ve kendisini ateizme çekmeye çalışan biriymişim gibi davrandığı için üzüldü hemen. "Sonra konuşuruz," dedi tatlı bir sesle. "Kayınpederim bizi yemeğe bekliyor, geç kalmayalım olmaz mı?"
Gene de aşağı inmeden önce bir zamanlar Rus konsolosunun yazıhanesi olan geniş odanın bir köşesindeki masayı, rakı şişesi kırıklarını, sandalyeleri gösterdi. "Z.Demirkol ve özel tim yollar açıldıktan sonra burada birkaç gün daha kalıp Kürt milliyetçilerini ve İslamcıları öldürmeye devam ettiler."
O ana kadar unutmayı başardığım bu ayrıntı korkuttu. Hem. Ka'nın Kars'taki son saatlerini hiç düşünmek istemedim.
Bahçe kapısında bizi bekleyen kömür renkli köpek otele dönerken peşimize takıldı.
"Senin neşen kaçtı," dedi Fazıl. "Neden?"
"Yemekten önce odama gelir misin? Sana bir şey vereceğim.'
Cavit'ten anahtarımı alırken Turgut Bey'in dairesinin açık kapısından, içerideki ışıl ışıl havayı, hazırlanmış sofrayı gördüm, misafirlerin konuşmalarını işittim ve İpek'in orada olduğunu hissettim. Bavulumda Necip'in Kadife'ye dört yıl önce yazdığı aşk mektuplarının Ka'nın Kars'ta çektirdiği fotokopileri vardı, onları odada Fazıl'a verdim. Bunu, onun da ölmüş arkadaşının hayaletinden benim kadar huzursuz olmasını istediğim için yaptığımı çok sonra düşündüm.
Yatağımın kenarında oturan Fazıl mektupları okurken bavuldan Ka'nın defterlerinden birini çıkardım ve Frankfurt'ta ilk defa gördüğüm kar yıldızına bir daha baktım. Böylece aklımın bir köşesiyle çoktan bildiğim şeyi bir de gözlerimle gördüm. Ka "Allah'ın Olmadığı Yer" adlı şiirini hafıza dalının tam üstüne yerleştirmişti. Z.Demirkol'un kullandığı boşaltılmış yatakhaneye gittiği, Necip'in penceresinden baktığı ve Necip'in "manzarasının" gerçek kaynağını Kars'tan ayrılmadan önce keşfettiği anlamına geliyordu bu. Hafıza dalı etrafına yerleştirdiği şiirler Ka'nın yalnızca Kars'ta ya da çocukluğunda yaşadığı kendi hatıralarını anlatıyordu. Böylece bütün Kars'ın bildiği şeyden, arkadaşımın Millet Tiyatrosu'nda Kadife'yi ikna edemeyince, İpek otel odasında kilitliyken,
Lacivert'in yerini söylemek için Z.Demirkol'un kendisini beklediği yatakhaneye gittiğinden emin oldum.
Yüzümde o sırada Fazıl'ın allak bullak yüzünden daha iyi bir ifade yoktu herhalde. Aşağıdan misafirlerin belli belirsiz konuşmaları, sokaktan da hüzünlü Kars şehrinin iç çekmeleri geliyordu. Fazıl da ben de bizden daha tutkulu, daha karmaşık ve daha gerçek asıllarımızın karşı çıkılmaz varlığıyla hatıralarımız arasında sessizce kaybolup gitmiştik.
Pencereden dışarıya, yağan kara baktım ve Fazıl'a artık yemeğe gitmemiz gerektiğini söyledim. Önce Fazıl bir suç işlemiş gibi süklüm püklüm gitti. Yatağa uzanıp dört yıl önce Ka'nın Millet Tiyatrosu kapısından yatakhaneye yürürken neler düşündüğünü, Z.Demirkol'la konuşurken gözlerini nasıl kaçırdığını, bilmediği adresi tarif edebilmek için nasıl baskıncılarla aynı arabaya binip, nasıl "işte şurası" diyerek Lacivertle Hande'nin saklandığı binayı uzaktan gösterdiğini acıyla hayal ettim. Acıyla? Şair arkadaşımın düşüşünden ben "katip yazar" gizli, çok gizli bir zevk alıyorum diye kendime kızıp bu konuları düşünmemeye çalıştım.
Aşağıda Turgut Bey'in davetinde İpek'in güzelliği beni daha da perişan etti. Telefon idaresinin kitap ve hatıra okumaya meraklı kültürlü müdürü Recai Bey'in, gazeteci Serdar Bey'in, Turgut Bey'in, herkesin bana çok iyi davrandığı ve benim aşırı sarhoş olduğum bu uzun geceyi kısaca geçiştirmek istiyorum. Karşımda oturan İpek'e her bakışımda içimde birşeyler yıkılıyordu. Haberlerde benimle yapılan röportajı, sinirli el kol hareketlerimi utançla seyrettim. Kars'ta hep yanımda taşıdığım küçük ses kayıt cihazına Kars tarihi, Kars'ta gazetecilik, dört yıl önceki ihtilal gecesi hatıraları gibi konularda ev sahipleri ve konuklarla yaptığım konuşmaları işine inanmayan uykulu bir gazeteci gibi kaydettim. Zahide'nin mercimek çorbasını içerken kendimi 1940'larda geçen eski bir taşra romanının parçası gibi hissettim! Hapisanenin Kadife'yi olgunlaştırıp sakinleştirdiğine hükmettim. Kimse Ka'dan ölümünden bile bahsetmiyordu; bu içimi daha parçalıyordu. Kadife ile İpek bir ara içerideki odada uyuyan küçük Ömercan'a bakmaya gittiler. Ben de peşlerinden gitmek istedim ama "sanatçılar gibi çok içtiği" söylenen yazarınız ayakta duramayacak kadar sarhoştu.
Gene de geceden çok iyi hatırladığım bir şey var. Çok geç bir saatte İpek'e Ka'nın kaldığı 203 numaralı odayı görmek istediğimi söyledim. Herkes susup bize döndü.
"Peki," dedi İpek. "Buyrun."
Resepsiyondan anahtarı aldı. Peşinden yukarı çıktım. Açılan oda. Perdeler, pencere, kar. Uyku, sabun ve hafif bir toz kokusu. Soğuk, İpek kuşku ve iyimserlikle beni süzerken arkadaşımın hayatının en mutlu saatlerini onunla sevişerek geçirdiği yatağın kenarına oturdum. Burada ölsem mi, İpek'e ilanı aşk mı etsem, pencereden dışarı mı baksam? Herkes, evet, masada bizi bekliyor. İpek'i eğlendiren bir iki saçma söz söyleyip onu gülümsetmeyi başardım. Bana bir an tatlı tatlı gülümseyince de daha önceden hazırlamış olduğumu söylerken hatırladığım o utanç verici sözleri söyledim.
Hiçbir şey mutlu etmiyordu insanı hayatta aşktan başka ne yazdığı romanlar ne gördüğü şehirler çok yalnızım hayatta burada bu şehirde sizin yakınınızda hayatımın sonuna kadar yaşamak istiyorum desem ne dersiniz bana?
Orhan Bey," dedi İpek. "Muhtar'ı sevmeyi çok istedim, olmadı; Lacivert'i çok sevdim, olmadı; Ka'yı sevebileceğime inandım, olmadı; bir çocuğum olsun çok istedim, olmadı. Bundan sonra kimseyi aşkla sevebileceğimi sanmıyorum. Artık yeğenim Ömercan'a bakmak istiyorum yalnızca. Teşekkür ederim, ama zaten siz de ciddi değilsiniz."
Ona "arkadaşınız" değil, ilk defa "Ka" dediği için çok teşekkür ettim. Yarın öğle vakti yalnızca Ka'dan söz etmek için gene Yeni Hayat Pastanesi'nde buluşabilir miydik?
Ne yazık ki meşguldü. Ama iyi bir ev sahibesi olarak, beni üzmemek için yarın akşam herkesle birlikte istasyona gelip beni geçirmeye söz veriyordu.
Çok teşekkür ettim, yemek masasına dönecek gücümün kalmadığını itiraf ettim (ağlamaktan da korkuyordum) ve kendimi yatağa atıp hemen sızdım.
Sabah kimseciklere gözükmeden sokaklara çıkıp önce Muhtar'la sonra gazeteci Serdar Bey ve Fazıl'la bütün gün Kars'ı gezdim. Akşam haberlerinde televizyonda gözükmüş olmam Karslıları biraz olsun rahatlattığından hikâyemin sonu için gerekli pek çok ayrıntıyı kolayca topluyordum. Muhtar beni Kars'ın 75 satışlı ilk siyasal İslamcı gazetesi Mızrak'ın sahibiyle ve gazetenin toplantıya biraz geç gelen başyazarı emekli bir eczacıyla tanıştırdı. Onlardan Kars'taki İslamcı hareketin antidemokratik önlemler sonucunda gerilediğini, zaten imam hatip okuluna eskisi gibi rağbet olmadığını öğrendikten az sonra Necip ile Fazıl'ın, Necip'i iki kere tuhaf bir şekilde öptüğü için bu ihtiyar eczacıyı öldürmeyi planladıklarını hatırladım. Sunay Zaim'e müşterilerini ihbar eden Şen Kars Oteli'nin sahibi de şimdi aynı gazetede yazıyordu ve konu geçmiş olaylardan açıldığında bana neredeyse unutmakta olduğum bir ayrıntıyı da o hatırlattı: Dört yıl önce eğitim enstitüsü müdürünü öldüren kişi şükür ki Karslı değildi. Tokatlı bu çayhane işletmecisinin kimliği, cinayet sırasında kaydedilen banttan başka aynı silahla başka bir cinayet işlendiği ve silahın asıl sahibi yakalandığı için Ankara'da yapılan balistik incelemelerden anlaşılmış, Lacivert'in kendisini Kars'a davet ettiğini itiraf eden adam mahkeme esnasında akli dengesinin bozuk olduğu yolunda bir rapor alınca üç yıl Bakırköy Akıl Hastanesi'nde yatıp çıkmış, daha sonra yerleştiği İstanbul'da Şen Tokat Kahvehanesi'ni açmış ve Ahit gazetesinde türbancı kızların haklarını savunan bir köşe yazarı olmuştu. Başörtülü kızların dört yıl önce Kadife'nin başını açmasıyla kırılan direnişi yeniden başlar gibi olmuşsa da, davalarına bağlı olanların okuldan atılmaları ya da başka şehirlerdeki üniversitelere gitmeleri yüzünden bu hareket Kars'ta İstanbul'da olduğu kadar kuvvetli değildi artık. Hande'nin ailesi benimle görüşmeyi reddetti. Gür sesli itfaiyeci ihtilal sonrası söylediği türkülerin çok sevilmesinden sonra Serhat Kars Televizyonu'ndaki haftalık "Serhat Türkülerimiz" programının yıldızı olmuştu. Yakın dostu, Şeyh Saadettin Efendi'nin müdavimlerinden, Kars Hastanesi'nin müziksever kapıcısı, her salı gecesi banda alınıp, cuma akşamları yayınlanan programda ritm sazla ona eşlik ediyordu. Gazeteci Serdar Bey beni ihtilal gecesi sahneye çıkan küçükle de tanıştırdı. Babasının o günden sonra okul piyeslerinde bile sahneye çıkmasına izin vermediği "gözlük" artık yetişkin koca bir adamdı, ve hâlâ gazete dağıtıyordu. Onun sayesinde Kars'ın İstanbul'da çıkan gazeteleri okuyan sosyalistlerinin ne yaptığını öğrenebildim: Hâlâ İslamcılarla Kürt milliyetçilerinin devletle ölümüne çatışmasına kalben saygı duyuyor, kimsenin okumadığı kararsız bir bildiri yazmakla, geçmişlerindeki kahramanlıklar ve fedakârlıklarla övünmenin dışında etkili bir şey yapamıyorlardı. İşsizlikten, yoksulluktan, yolsuzluklardan ve cinayetlerden hepimizi kurtaracak kahraman ve fedakâr insan bekleyişi benimle konuşan herkeste vardı ve biraz tanınan bir romancı olduğum için bütün şehir beni bir gün geleceği hayal edilen bu büyük adamın hayali ölçüleriyle değerlendiriyor, İstanbul'da alışıp gittiğim pek çok kusurumdan, dalgınlık ve dağınıklığımdan, aklımı kendi işime ve hikâyeme takmış olmamdan, aceleciliğimden hoşlanmadıklarını hissettiriyorlardı. Birlik Çayhanesi'nde oturup bütün hayat hikâyesini dinlediğim terzi Marufun bir de evine gidip yeğenleriyle tanışıp içki içmeli, genç Atatürkçülerin çarşamba gecesi düzenledikleri konferans için şehirde iki gün daha kalmalı, bana dostlukla sunulan bütün sigaraları tüttürmeli, bütün çayları içmeliydim (çoğunu yaptım da). Fazıl'ın babasının Vartolu askerlik arkadaşı bana dört yılda daha pek çok Kürt milliyetçisinin ya öldürüldüğünü ya da hapse tıkıldığını anlattı: Kimse artık gerillaya da katılmıyordu, Asya Oteli'ndeki toplantıya giden genç Kürtlerin de hiçbiri şehirde değildi artık. Zahide'nin kumarbaz ve sevimli yeğeni pazar akşamüstü yapılan horoz döğüşünün kalabalığına beni de soktu ve çay bardaklarında sunulan rakıdan bir anda zevkle iki kadeh içtim.

Yüklə 1,73 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   25   26   27   28   29   30   31   32   33




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin