Birinci Bölüm / allah'i tanimak



Yüklə 1,3 Mb.
səhifə15/80
tarix21.08.2018
ölçüsü1,3 Mb.
#73543
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   80

İrade


"İrade" kelimesi Arapça'da en azından iki manada kullanılmaktadır: 1- Sevmek. 2- Bir işi yapmaya karar vermek [Türkçe'de de olduğu gibi].

Birinci anlamın çok örnekleri olup eşyaları[1], kişinin kendi fiillerini, başkalarının fiillerini sevmesini kapsamına alır. Fakat ikinci anlam sadece insanın kendi fiilleri hakkında kullanılır.

Birinci anlamda (sevmek) irade, her ne kadar insan hakkında arez ve nefsanî keyfiyetler türündense de akıl; bu kavramdan noksan yönleri soyutlaştırarak cevherî varlıkları ve hatta Allah Teâla’yı kapsamına alan genel bir mefhumu elde edebilir; nitekim ilim hakkında da bu işi yapmaktadır. Dolayısıyla, Allah Teâla’nın kendi zatını sevmesi hakkında da kullanılabilecek olan "sevme"yi zatî sıfatlardan biri sayabiliriz. O hâlde, Allah Teâla’nın iradesinden maksat, ilk derecede Allah'ın kendi sonsuz kemalini ve sonraki derecelerde O'nun kemalinin eser ve belirtileri olmaları açısından diğer varlıkların kemalini sevmesi olursa bu sıfatı zatî sıfatlardan sayarak diğer zatî sıfatlar gibi kadim, vahid ve Allah Teâla’nın zatının aynı bilebiliriz.

Fakat vuku bulan şeylere ait olması açısından bir işi yapmaya karar verme anlamındaki iradenin zaman sınırlamasıyla sınırlı olan fiilî sıfatlardan olduğunda şüphe yoktur. Bu anlamda, Kur'ân-ı Kerim'de de böyle kullanıldığını görmekteyiz:

Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri, ona yalnızca: "Ol" demesidir; o da hemen oluverir.[2]

Fakat dikkat edilmesi gerekir ki, Allah Teâla’nın fiilî sıfatlarla sıfatlandırılması, Allah Teâla’nın zatında değişiklik olması veya O'nda bir arazın oluşması anlamında değildir; bunun anlamı Allah Teâla ile yaratıkları arasında özel bir açıdan ve belli şartlar altında bir nispetin oluşması ve fiilî sıfat olarak özel bir nispî mefhumun alınmasıdır.

İrade hakkında, şu irtibat göz önünde bulundurulur: Her mahlûk kemal, hayır ve maslahata sahip olması açısından yaratılmıştır. O hâlde, onun varlığı belli bir zaman ve mekânda veya belli bir keyfiyette Allah Teâla’nın ilim ve muhabbetine mazhar olmuş ve Allah kendi isteğiyle onu yaratmıştır, hiç kimse O'nu bu işe mecbur etmemiştir. Bu irtibatın tasavvuru, sınırlı bir şeye ait olma açısından sınırlı olan "irade" adında nispî bir mefhumun alınmasına sebep olur; hudus ve kesretle sıfatlandırılan da bu nispî mefhumdur. Çünkü nispet iki tarafa tâbidir ve taraflardan birinin hudus ve kesreti bu sıfatların nispete de geçmesi için yeterlidir.

 

[1]- Şu ayet gibi: "Siz, geçici dünya malını istiyorsunuz, Allâh ise (sizin için) ahireti istiyor." (Enfal, 67)



[2]- Yâsîn, 82.

Hikmet


Allah Teâla’nın iradesi hakkında yaptığımız açıklamadan bu iradenin boşuna, sebepsiz ve bir hikmeti olmaksızın bir şeyin oluşmasına taalluk bulmayacağı; esasen Allah Teala'nın irade ettiği şeyin, eşyaların kemal ve hayır yönü olduğu açıklığa kavuştu. Madde âlemindeki eşyalar arasında varolan çatışma, onlardan bazılarının bazıları vasıtasıyla zarar görmesine sebep olduğundan Allah Teâla’nın kemali sevmesinin gereği onların hepsinin daha fazla hayır ve kemale ulaşmalarını sağlayacak şekilde olmasıdır. Bu gibi rabıtaları karşılaştırma sonucu "maslahat" adında bir mefhum ortaya çıkar. Maslahat, mahlûkatın yaratılışında etkili olan varlıklarından müstakil bir şey değildir; dolayısıyla Allah Teâla’nın iradesinde de etkili olamayacağı açıktır.

Kısacası; Allah Teâla’nın fiilleri, ilim, kudret, kemal ve hayrı sevme gibi zatî sıfatlarından kaynaklandığı için her zaman maslahatlı olacak, yani onlara en fazla kemal ve hayırın ulaşacağı bir şekilde gerçekleşir ve böyle bir irade "hekimane irade" diye adlandırılır. Böylece Allah Teâla için fiil makamında "hekim" sıfatı adında başka bir sıfat elde edilir. Bu sıfat da diğer fiilî sıfatlar gibi zatî sıfatlara dönme kabiliyetine sahiptir.

Şuna da dikkat edilmesi gerekir ki, bir işi maslahat için yapmak maslahatın Allah Teâla için illet-i gâi olması anlamında değildir; aksine bu fer'î ve tabî bir hedef sayılır ve işleri yapmasının asıl illeti gaisi, sonsuz olan zatî kemalini sevmesidir; bu sevgi ikinci mertebede ve arazî olarak da eserlerine, yani varlıkların kemaline de taalluk bulur. İşte bu yüzden deniliyor ki: Allah Teâla’nın fiilleri için illet-i gaî illet-i failîdir ve Allah Teâla’nın kendi zatından başka bir hedef ve maksadı yoktur. Fakat bu, varlıkların kemal, hayır ve maslahatlarının fer'î ve ikinci mertebede hedef sayılmasıyla ve irade edilmesiyle çelişmemektedir. Allah Teâla’nın Kur'ân-ı Kerim'de de kendi fiillerinden hedefini açıklarken mahlûkatın hayır ve kemalini hedef ve gaye olarak zikretmiştir. Örneğin denenme ve işlerin en iyisini seçme, Allah'a kulluk etmek, Allah'ın özel ve ebedî rahmetine ulaşmak[1] insanın yaratılışının hedefleri olarak sayılmıştır ki bunların her biri diğerinin öncülüdür. Kur'ân'da yer alan bu tür tabirler işte ikinci mertebe de olan yaratılış hedeflerini açıklamak içindir.

 

[1]- bk. Hud, 7; Mülk, 2; Kehf, 7, Zariyat, 56; Hud, 108 ve 119; Casiye, 33; Âl-i İmrân, 15; Tevbe, 72.


Allah'ın Kelamı


Allah Teâla’ya nispet verilen mefhumlardan biri konuşmak ve tekellüm etmektir. Allah Teâla’nın konuşması eskiden beri kelamcılar arasında söz konusu olmuş ve hatta "kelam ilmi"ne bu ismin verilmesinin sebebinin de kelamcıların Allah'ın kelam ve konuşması hakkında bahsetmeleri olduğu söylenmiştir. Eşaire, bunu Allah Teâla’nın zatî sıfatlarından, Mutezile ise fiilî sıfatlardan saymıştır. Kelamcıların bu ikisi arasındaki çok ihtilaflı konularından biri de Allah'ın kelamı olan Kur'ân-ı Kerim'in mahlûk olup olmadığı meselesidir. Hatta bazen bu konu yüzünden birbirlerini tekfir bile etmişlerdir.

Zatî ve fiilî sıfatlar için yaptığımız tanıma bakıldığında, konuşmanın fiilî sıfatlardan olduğu ve bu sıfatı elde etmek için konuşanın, sesini duyan veya yazısını gören veya zihninde bir mefhumu veya herhangi bir vesileyle onun maksadını anlayan bir muhatabın olması gerektiği kolayca anlaşılır. Gerçekte bu mefhum, bir hakikati birine açıklamak isteyen Allah Teâla’yla o hakikati anlayacak olan bir muhatabın irtibatından alınır. Fakat konuşmaktan başka bir şey kastedilirse, örneğin; konuşmaya kudreti olmak veya konuşacağı şeyleri bilen gibi; bu durumda zatî sıfata dönüverir. Buna benzer bazı şeyler sıfatlarda da söylendi.

Buna göre yazılar veya lafızlar veya zihinlerde var olan mefhumlar ya da nurlu ve soyut hakikat anlamında olan Kur'ân mahlûkattandır. Fakat Allah'ın zatî ilmi Kur'ân'ın hakikati olarak kabul edilirse bu durumda zatî sıfattan olan ilme dönüverir. Ancak ne var ki, Allah Teâla’nın kelamı, Kur'ân-ı Kerim vb. hakkında böyle teviller konuşma örfünün dışındadır ve ondan kaçınılması gerekir.


Yüklə 1,3 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   80




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin