Birinci Bölüm / allah'i tanimak



Yüklə 1,3 Mb.
səhifə74/80
tarix21.08.2018
ölçüsü1,3 Mb.
#73543
1   ...   70   71   72   73   74   75   76   77   ...   80

Sorular:


1- Ahirette amellerin tecessüm etmesi, somutlaşması, cisimlenmesinin; bu amelleri işlerken harcanan enerjinin maddeye dönüşmesi demek olduğu farz edilecek olursa, bu teorinin eleştiri noktası nedir?

2- İnsanın dünyada işlediği amellerle, bunların uhrevî sonuçları arasında gerçek bir bağ bulunduğu, makul bir şekilde nasıl tasavvur edilebilir?

3- Dünyada işlenen amellerin ahirette tecessüm etmesini, somutlaşmasını ve bir biçime bürüneceğini belirten ayetler hangileridir? Kur'ân'da geçen "sevap (ecir)" ve "ceza" tabirleri hakkında ne söylenebilir?

4- "Amellerin tecessümü"nün; dünyadaki hâliyle karşımıza çıkacağı yorumu doğru olur mu? Neden?

[1]- "Ecir" tabiri yaklaşık 90, "ceza" ve türevleri de 100 defa Kur'ân'da geçmektedir.

[2]- Bakara, 110; Müzzemmil, 20.

[3]- Âl-i İmrân, 30.

[4]- Nebe, 40.

[5]- Zilzal, 7-8.

[6]- Neml, 90; Kasas, 84.

[7]- Nisâ, 10.

54- EBEDÎ SAADET VE AZAPTA İMAN VE KÜFRÜN ROLÜ

Giriş


İncelenmesi gereken bir diğer konu şudur: Tek başına iman veya salih amelin ebedî saadeti sağlayabilmesi mümkün müdür, yoksa ebedî saadet ancak her ikisinin de bir arada olmasıyla mı mümkündür? Aynı şekilde; küfür ve Allah'a isyan da birer başlarına ebedî azaba neden olmakta mıdır, yoksa ikisinin birlikte olması mı böyle bir sonuç doğurmaktadır? Denklemi şöyle de kurabiliriz: Sadece iman veya sadece salih amele sahip birinin akıbeti ne olacaktır? Keza, sadece küfre sapmış biriyle, (küfre sapmayıp da) sadece günah işlemiş birinin durumu ne olacaktır?

İmanlı biri, epeyce günah işlemiş olsa veya kâfir biri epeyce iyi amellerde bulunsa saadet ehli mi sayılacaktır, azap ehli mi?

Her halükârda, ömrünün bir kısmını iman ve salih amel işleyerek, bir kısmını da küfür ve günahla geçiren kimsenin sonu ne olacaktır?

Bu sorular, İslâm'ın ilk çağından itibaren gündeme gelmiştir. Haricîlerle benzeri bazı gruplar, sırf günah işlemenin de ebedî azaba uğramaya yeterli olacağını, hatta küfre ve irtidada [dinden çıkmaya] yol açacağını söylerken; "Mürcie" gibi gruplar ebedî saadet için sadece iman etmenin yeterli olacağını ve günah işlemenin müminin saadetine hiçbir zarar vermeyeceğini öne sürdüler.

Ancak, hak söz şudur: Günahların birikip çoğalması, giderek imanın silinmesine yol açsa da, başlı başına her nevi günahın küfre ve ebedî azaba yol açacağı söylenemez. Diğer taraftan sırf imana sahip bulunmanın her nevi günahın bağışlanmasına yol açması ve hiçbir kötü sonucu olmaması da söz konusu değildir.

Biz bu derste öncelikle imanla küfrün hakikatini açıklayacak, sonra da bu ikisinin ebedî saadet veya azap üzerinde oynayabileceği role değinecek, diğer noktaları gelecek derste ele almaya çalışacağız.


İman ve Küfrün Hakikati


İman, bir mefhumu anlayıp ona eğilim duymakla oluşan kalbî ve ruhsal bir hâldir; bu iki faktörden her birinin güçlü veya zayıf oluşu imanın kâmil veya eksik olmasına yol açar. Herhangi bir şeyin varlığının (zan haddinde olsa bile) bilinmemesi hâlinde ona inanılıp iman edilmesi mümkün değildir. Ne var ki, "iman etmek" için sadece bilmek ve anlamak yeterli değildir asla. Zira insanın bilip anladığı bu gerçek veya onun gerekleri, hoşuna gitmeyen şeyler de olabilir, bireyin duyduğu şahsî eğilimlerle bu gerçek tamamen zıtlaşabilir ve bu nedenle de bilip anladığı bu gerçeğe göre davranmamaya karar verebilir, hatta onun tam tersine davranabilir.

Nitekim Kur'ân-ı Kerim, Firavun'un adamları hakkında şöyle buyurur:

Vicdanları kabul ettiği hâlde, sırf üstünlük tasladıkları ve zulmettikleri için Allah'ın ayetlerini inkâr ettiler. [1]

Hz. Musa da (a.s) Firavun'a şöyle hitap etmektedir:

Andolsun, bu ayetlerle mucizeleri kâinatın Rabbinden başkasının indirmediğini sen de çok iyi biliyorsun… [2]

Oysa, Kur'ân'ın da belirttiği gibi Firavun (bu bilgisine rağmen) iman getirmemişti ve etrafındakilere "sizin için kendimden başka bir ilâhın var olduğunu bilmiyorum." diyordu.[3]

Firavun, ancak, boğulmakta olduğu sırada "İsrailoğulları'nın inandığı ilâhtan başka ilâh olmadığına iman ettim!" demiştir.[4]

Çaresizlik ve mecburiyet hâlinde edilen böyle bir imanın geçersiz olduğunu ise daha önceki bahislerimizde açıklamıştık.[5] Böyle bir ikrara "iman" denilemeyeceği ortadadır.

Görüldüğü gibi, iradî olmadan da edinilebilen bilgi ve öğrenmenin tam tersine; imanın cevheri, gönülden ve irâdî (isteyerek) oluşundadır. Bu nedenle de iman "kalbî ve îrâdî bir amel" şeklinde de tanımlanabilir; yani "amel"in sahası genişletilerek imanı da amelin bir parçası saymak mümkündür.

"Küfür" terimi ise, bazen iman melekesinin bulunmaması (imansızlık) anlamında kullanılmakta ve ister basit cehalet veya şüphe nedeniyle, ister büsbütün cehalet ve "anlamazlık"la olsun veya isterse bireyin (imana) ters yöndeki eğilimlerinden kaynaklanıp bilerek yapılan bir inkâr ve inattan başka şey olmasın; "iman"sızlığın her hâli "küfür" olarak tanımlanmakta; kimi zaman da "küfür" denilirken bu son tanım, yani "kasıtlı inkâr ve inatlı reddediş" kastedilmektedir ki bu tamamen varlıksal bir durum olup "iman"ın zıddı sayılır.

 

[1]- Neml, 14.



[2]- İsrâ, 102.

[3]- Kasas, 38.

[4]- Yunus, 90.

[5]- bk. 9. ders.


İman ve Küfrün Sınırı


Kur'ân-ı Kerim ayetleriyle sahih rivayetlerdeki ibareler, ebedî saadet için gerekli imanın asgari miktar ve sınırının bir ve tek olan Yüce Allah'a, uhrevî ödül ve cezaya ve peygamberlere inen her şeyin hak ve hakikat olduğuna iman etmek olduğunu göstermektedir. Bunun gereği ise, Yüce Allah'ın emirlerine itaat etmeye karar vermektir ve imanın doruğu olan en ileri derecesi de Yüce Allah'ın peygamberleriyle evliyasına mahsustur.

Küfrün asgari miktarı ve ilk sınırı ise; tevhid, nübüvvet veya meadı inkâr veya bunlarda şirke kapılma veya Yüce Allah tarafından peygamberlere nazil olduğunu bildiği bir şeyi inkâr ve reddetmedir. Küfrün en kötü mertebesi ise bütün bunların hak ve doğru olduğunu bile bile bu hakikatlerin hepsini inatla inkâr edip Hakk'ın diniyle savaşmaya niyetlenmektedir.

Bu anlamda, tevhidin inkârı demek olan "şirk" de küfrün mısdaklarından biri sayılır. "Nifak" da, Müslüman gibi görünüp bu dine karşı sahtekârlık ve ihanette bulunmak demek olan "kalbî küfür"dür. Kur'-ân-ı Kerim'de de buyrulduğu gibi "maskeli kâfir" olan "münafık"ın düşüşü diğer kâfirlerden daha fazladır:

Gerçekten münafıklar, ateşin en alçak tabakasındadırlar. Onlara bir yardımcı bulamazsın. [1]

Burada önemle hatırlatılması gereken bir nokta var: Fıkıhta söz konusu olup, temizlik, kesilen hayvanın helal oluşu, nikâh kıyılması, miras vb. gibi ahkâmla ilgili mevzuatın konusu olan İslâm ve küfür olayı, usul-i din (imanın şartları) mevzusu kapsamındaki iman ve küfrü bağlayıcı değildir ve bundan farklıdır. Zira kelime-i şehadet getiren ve bunun sonucu olarak fıkıhtaki hükümlerin kendisi hakkında geçerli olan birinin tevhid ve nübüvvete ve bu ikisinin şartlarına kalben iman etmemiş olması pekâlâ mümkündür.

Bir diğer nokta da imanın şartlarını (usul-i dini) anlayabilecek durumda bulunmayan, mesela deli veya zekâ özürlü olan ya da içinde bulunduğu ortam gereği hak dini tanıyabilme şansını bulamayanlar elbette ki bu mahrumiyetleri oranında mazur görüleceklerdir. Ama hak dini öğrenebilme imkânına sahip olduğu hâlde bunu yapmayıp kusur işleyen ve şüphe duymayı sürdüren ya da hiçbir delili olmadığı hâlde dinin usul ve zaruretlerini inkâr eden kimse mazur görülmeyecek ve ebedî azaba mahkûm olacaktır.

 

[1]- Nisâ, 145.



Yüklə 1,3 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   70   71   72   73   74   75   76   77   ...   80




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin