Birinci Bölüm / allah'i tanimak



Yüklə 1,3 Mb.
səhifə77/80
tarix21.08.2018
ölçüsü1,3 Mb.
#73543
1   ...   72   73   74   75   76   77   78   79   80

İnsanların Gerçek Kemali


Bir elma ağacı, meyvesiz bir ağaçla kıyaslanacak olursa elma ağacı daha değerli kabul edilecektir. Bu yargı, insanoğlunun meyveli ağaçtan sırf daha fazla yararlanmasından dolayı değildir; bilakis meyveli ağaç yapı itibarıyla daha mükemmel bir varlık olduğu ve varlık açısından daha fazla etkimelerde bulunduğu için öz ve yapı olarak daha değerlidir. Ama aynı elma ağacı kurtlansa veya insana ve doğaya zararlı bir hastalığa müptela olup tekâmül çizgisinden çıkacak olsa bu değerini kaybedecek ve çevresine zarar veren bulaşıcı bir kaynağa bile dönüşebilecektir.

İnsan da diğer canlılara kıyasla aynı konumdadır. Layık olduğu kemale erişip varlık nedenine uygun ve fıtratından beklenen bir tavır alırsa diğer canlılardan daha değerli olmaktadır. Ama sapmalara uğrar ve akîdevî bozulmalar gösterirse hayvanlardan bile daha aşağılık ve daha zararlı bir hâle gelebilmektedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim bazı in-sanları bütün canlılardan daha kötü[1] ve hayvanlardan bile daha aşağı-lık olarak tanımlar.[2]

Diğer taraftan, bir elma ağacını sadece çiçek açtığı zamana kadar görebilmiş olanlar, onun bütün yeteneğinin bu olduğunu ve bundan daha ileri bir kemali bulunmadığını sanacaktır. Aynı şekilde, insanın sadece vasat ve alelade kemallerini görmüş olanlar da onun asıl gerçeğini ve nihaî kemalini asla öğrenemeyecek ve fark edemeyeceklerdir. İnsanın gerçek değerini bilenler, ancak onun nihaî kemaline aşina olanlardır…

İnsanın gerçek kemali ise maddî ve doğal kemaller türünden değildir; zira daha önce de açıkladığımız gibi insanın "insaniyet"i, onun melekutî ruhuna bağlıdır ve insanın tekâmülü de aslında bu ruhun tekâmülüdür. Söz konusu tekâmül, insanın bizzat kendi çabası ve irâdî faaliyetiyle mümkün olmaktadır. Bu çaba ve faaliyet onun iç dünyasıyla ilgili ve kalbî bir faaliyet olabileceği gibi; dış dünyasıyla ilgili ve (mesela) vücut organları vasıtasıyla gerçekleşen bir faaliyet de olabilir. Böyle bir kemali duyu organlarını, pozitif deneyler veya nicel ölçeklerle tespit edip ölçebilmek mümkün değildir ve doğal olarak bu kemalin nasıl elde edilebileceği de laboratuar cihazlarıyla anlaşılamayacaktır. O hâlde bizzat kendisi böyle bir kemale ermemiş ve bu gerçeği huzurî ilimle ve kalbî şuhutla idrak edememiş olan biri, bunu aklî deliller veya ilâhî vahiy ve semavî kitap yoluyla kavrayıp anlamak durumundadır.

Ancak, vahiy ve Kur'ân'daki beyanlarla masum ve mutahhar Ehlibeyt'in açıklamalarına bakıldığında, onların açısından insanın nihaî kemalinin, onun kendi varlığının bir mertebesi olan ve "kurb-u ilâhî" olarak adlandırılan "Yüce Allah'ın yakınlığını kazanma ve O'na mânen yakınlık hâli" olduğunda şüphe bulunmadığı görülmektedir. Bu manevî mertebenin etki ve eserleri ahiret âleminde ortaya çıkacak olan Yüce Allah'ın rızvanı (hoşnutluğu) ve ebedî nimetlerdir; buna ulaşabilmenin yegâne yolu da kişinin bireysel ve sosyal alanlardaki yaşamının bütün boyutlarına yansıyan bir "takva ve Allah'a ibadet"tir.

Aklî açıdan ise, bu konuda birçok felsefî açıklamaları da gerektiren karmaşık aklî ve mantıkî deliller gösterebilmek mümkündür, ancak biz burada bunu mümkün olan en sade üslupla açıklamak istiyoruz:

 

[1]- Enfal, 22.



[2]- A'râf, 179.

Aklî İzahlar


İnsanoğlu, yaradılış ve fıtratı gereği, sınırsız kemal peşindedir; ilimle güç de bu kemalin mahzarları arasında yer alır. İnsanoğluna sınırsız bir zevk ve kalıcı bir mutluluk verebilecek şey, işte böyle bir kemale erişebilmesidir ve bu kemale ulaşabilmek ise; ancak sınırsız ilim, kudret ve mutlak kemalin tek kaynağı olan Yüce Allah'la irtibat kurmakla mümkündür. İşte bu irtibata "kurb" [Allah'ın rıza ve yakınlığı] denilir .[1]

O hâlde insanın yaradılış gayesi olan "gerçek kemal"e erişebilmesi, Yüce Allah'la irtibat kurup O'nun rıza ve hoşnutluğunu kazanmasıyla mümkün olabilmektedir. Bu kemalin en aşağı mertebesine, yani en zayıf imana bile sahip olmayan bir insan, tıpkı henüz bir tek meyve bile vermemiş olan bir meyve ağacına benzer; böyle bir ağaç kurtlanma veya hastalığa yakalanma gibi nedenlerden dolayı meyve verme kabiliyetini yitirirse kısır ve meyvesiz ağaçlardan bile daha değersiz olacaktır.

Binaenaleyh insanın kemal ve saadeti üzerinde imanın rolünün önemi, insan ruhunun en temel özelliğinin "Yüce Allah'la bilinçli ve irâdî bir irtibat"a sahip olmasında yatar; bu irtibat olmazsa insan layık olduğu kemal ve onun getirilerinden mahrum kalacak; başka bir deyişle: "İnsaniyet"i bilfiil gerçekleşemeyecektir. Neticede, irade hakkını kötüye kullanıp da böylesine ulvî ve büyük bir kabiliyetini yok etmesi hâlinde kendisine en büyük zulümde bulunmuş ve ebedî azabı hak etmiş olur. Kur'ân-ı Kerim böyle insanlar hakkında şöyle buyurur:

Allah katında canlıların en kötüsü, şüphesiz, inkâr edenlerdir, onlar artık inanmazlar. [2]

Özetlemek gerekirse: İman ve küfür; insanın kemal ve saadete veya düşüş ve azaba doğru hareketinin yönünü tayin eden faktörlerdir; bunlardan birinin terk edilmesi insanın kaderini belirlemede nihaî rolü oynayacaktır.

 

[1]- Daha fazla bilgi için, "Hodşinasi Beray-i Hodsazi" Kendini Yetiştirmek İçin Kendini Tanımak) adlı eserimize bakınız.



[2]- Enfal, 55.

Niyet ve Amacın Rolü


Yukarıdaki esas dikkate alındığında insanın irâdî eylemlerinin gerçek değerinin; onun gerçek kemal olan "Yüce Allah'ın hoşnutluğunu kazanıp O'na mânevî açıdan yakın olmasında (kurb-u ilâhî)" bu eylemlerin bıraktığı etki ve oynadığı role bağlı bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle insanın çeşitli yollarla, hatta birçok aracı ve vasıta yoluyla diğer insanların tekâmülüne zemin hazırlaması onun için bir "hüsn" (güzellik, iyilik) ve "fazilet" olarak tanımlansa da; bunların o insanın kendi ebedî saadetinde etki yaratması, ancak yine kendi ruhunun tekâmülünde yaratacakları etkiye bağlıdır.

Diğer taraftan dış fizikî vücut organlarıyla işlenen fiillerin, öznenin ruhuyla irtibatı, ancak irade yoluyla hâsıl olmakta ve onun vasıtasız ve direkt fiili sayılmaktadır. Bir işi yapma ve bir fiili gerçekleştirme iradesi ise, o iş ve fiilin vereceği sonuca duyulan derin ilgi ve sevgiden (sâik) kaynaklanır. Ruhun derinliklerinde, bu sonuç ve gayeye doğru bir hareket başlatan ve söz konusu işi yapma ve fiili gerçekleştirme iradesi olarak kendisini gösteren şey, işte bu ilgi ve sâiktir. O hâlde irâdî olarak yapılan bir işin değeri, onu yapanın, yani öznenin niyet ve amacına bağlıdır ve bireyin "iyi bir insan" olmadan "iyi işler" yapması onun ebedî saadet ve ruhî tekâmülü üzerinde hiçbir etki bırakmayacaktır.

Bu nedenledir ki maddî ve dünyevî amaçlarla yapılan işlerin, ebedî saadet üzerinde hiçbir etkisi yoktur.

En büyük sosyal hizmetler bile gösteriş ve riya için yapılacak olursa, fail ve öznesine zerrece yarar sağlamayacaktır,[1] hatta bu durum, onun ruhen alçalmasına ve ziyana uğramasına bile yol açabilir… Kur'ân-ı Kerim'in, işlenen salih amellerin uhrevî saadet üzerinde etkili olmasının; ancak "Allah'a iman ve O'nun rıza ve hoşnutluğunu kazanma niyeti taşıma" şartına bağlı bulunduğunu buyurmasının nedeni de budur işte.[2]

Kısacası, iyi amel ve iyilik, başkalarına hizmet ve iyilikte bulunmaktan ibaret değildir ve bireysel ibadetlerde olduğu gibi, "başkalarına hizmet ve iyilikte bulunma"nın nihaî kemal ve ebedî saadet üzerinde etkili olabilmesi için onun da ilâhî bir saikten kaynaklanması ve Yüce Allah'ın rızasını kazanma niyeti taşıması gerekir.


Yüklə 1,3 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   72   73   74   75   76   77   78   79   80




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin