BiRİNCİ BÖLÜm karar yunis ağlar başvurusu



Yüklə 81,96 Kb.
səhifə5/5
tarix09.01.2022
ölçüsü81,96 Kb.
#95846
1   2   3   4   5
2. Esas İnceleme

  1. Başvurucu, taşınmazının 3194 sayılı Kanun’un 10. maddesi uyarınca işlem görmesi ile uzun süreden beri kamulaştırma işlemi yapılmaması ve açtığı tazminat davasının reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.

  2. Adalet Bakanlığı görüşünde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine Ek 1 No.lu Protokol’ün 1. maddesinin birinci fıkrasının ilk cümlesi ve Anayasa’nın 35. maddesi çerçevesinde, başvurucunun taşınmazına fiilen el atılmamış olmasına ve taşınmazın hâlihazırda tapuda başvurucu adına kayıtlı olmasına rağmen, taşınmazın kullanılabilirliğinin azaldığının, başvurucu tarafından ileri sürülen durumun etkilerinin mülkiyet hakkına yönelik kısıtlamalardan ileri geldiğinin ve gayrimenkulün değeri ile ilişkili olduğunun, imar planlarının kamu yararını gözettiğinin ve başvuruya konu kanun hükmünün uygulanmasında, Yargıtayın istikrar kazanmış içtihatları uyarınca, imar planı kapsamında umumi hizmetlere ayrılan taşınmazların uygulama imar planının kesinleşmesinden itibaren beş yıllık süre içerisinde kamulaştırılmaması durumunda kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat talep etme imkânının kabul edildiğinin yapılacak değerlendirmede dikkate alınması gerektiği ve öngörülen beş yıllık sürenin hesabında hangi tarihin esas alınacağı hususunun Anayasa Mahkemesinin takdirinde olduğu bildirilmiştir.

  3. Anayasa’nın “Mülkiyet hakkı” kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

“Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

  1. Anayasa’nın 35. maddesinde yer verilen mülkiyet kavramı, kapsam itibarıyla 22/11/2011 tarih ve 4721 sayılı Türk Medenî Kanununda yer alan mülkiyet kavramı ile sınırlı olmamakla birlikte, taşınmaz mülkiyetinin Anayasa’nın 35. maddesinin güvence kapsamına girdiğinde kuşku yoktur (B. No. 2013/382, 16/4/2013, § 25).

  2. Mülkiyet hakkı, kişiye başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla, sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, ürünlerden yararlanma ve tasarruf olanağı verir (AYM, E.2002/112, K.2003/133, K.T. 10/4/2003).

  3. Anayasada benimsenmiş olan mülkiyet anlayışında, hakkın iki temel yönü bulunmakta olup, bunlardan ilki mülkiyetin kişiye sağladığı haklar, diğeri ise kişiye yüklediği ödevlerdir. Bu nedenle mülkiyet hakkının özü yetki ve ödevlerden oluşmaktadır. Ancak, Anayasada benimsenen mülkiyet anlayışında özel mülkiyet kural, hakkın sınırlandırılması ve malike ödevler yüklenmesi ise istisnadır.

  4. Mülkiyet hakkının sınırlamaları ve güvenceleri açısından Anayasa’nın 35. maddesinin 13. maddeyle birlikte değerlendirilmesinden doğan genel rejim yanında, Anayasa’nın başka maddelerinde de mülkiyete ilişkin ek güvence ve sınırlama hükümlerine yer verilmekle birlikte, bunlardan en önemlisi şüphesiz mülkiyeti bir hak olarak tanımlayan 35. maddedir. Maddenin birinci fıkrasında genel olarak hak tanınmakta; ikinci ve üçüncü fıkralarda ise sınırlama ve güvence ölçütleri gösterilmektedir. Belirtilen hüküm uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlanabilecek ve bu sınırlama kanunla yapılabilecektir. Bu sınırlama ve güvence ölçütlerinin Anayasa’nın 13. maddesi ışığında yorumlanması gerekir. Zira belirtilen Anayasa hükmü, hak ve özgürlükleri sınırlama ve güvence rejimi bakımından temel öneme sahip olup, Anayasada yer alan bütün hak ve özgürlüklerin yasa koyucu tarafından hangi ölçütler göz önünde bulundurularak sınırlandırılabileceğini ortaya koymaktadır.

  5. Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” kenar başlıklı 13. maddesi şöyledir:

“Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”

  1. Anayasanın bütünselliği ilkesi çerçevesinde, Anayasa kurallarının bir arada ve hukukun genel kuralları göz önünde tutularak uygulanması zorunlu olduğundan, belirtilen düzenlemede yer alan başta yasa ile sınırlama kaydı olmak üzere tüm güvence ölçütlerinin, Anayasa’nın 35. maddesinde yer verilen hakkın kapsamının belirlenmesinde de gözetilmesi gerektiği açıktır. Bu kapsamda mülkiyet hakkı, özüne dokunulmaksızın, kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlanabilir. Ayrıca yapılan sınırlamalar Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz (AYM, E.1999/33, K.1999/51, K.T. 29/12/1999).

  2. Anayasa’nın gerek 35. gerekse 13. maddesine göre, mülkiyet hakkına getirilecek sınırlamaların kanunla düzenlenmesi gerekmektedir. Kanun dışında herhangi bir hukuk normu ile getirilen sınırlama, sınırlamada kamu yararı olsa dahi, Anayasa’nın 35. ve 13. maddelerine aykırılık teşkil edecektir. Zira belirtilen hükümlerin ifade tarzı, mülkiyet hakkına getirilecek sınırlamaların mutlaka şekli anlamda kanun ile yapılması zorunluluğuna işaret etmektedir. Hak ya da özgürlüğe bir müdahale söz olduğunda öncelikle tespiti gereken husus, müdahaleye yetki veren bir kanun hükmünün, yani müdahalenin hukuki bir temelinin mevcut olup olmadığıdır. Hak ve özgürlüklerin yasayla sınırlanması ölçütü Anayasal temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında vazgeçilmez bir unsur olup, bu koşulun sağlanmaması durumunda diğer güvence ölçütlerinin değerlendirilmesinin bir anlamı yoktur (B. No. 2013/1287, 19/12/2013, § 36).

  3. Anayasa’nın 35. maddesi uyarınca, mülkiyet hakkı kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Mülkiyet hakkının kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmesi Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen sosyal hukuk devleti ilkesiyle de yakından ilgili olup, Anayasa Mahkemesi kararlarında da kamu yararı kavramı, sosyal hukuk devletinin tanımlanmasında göz önünde bulundurulması gereken unsurlardan biri olarak nitelendirilmektedir. Bu bağlamda sosyal hukuk devleti ilkesinin hayata geçirilebilmesi için zaman zaman farklı ekonomik ve sosyal politikalar uygulanması gerekebilmekte, bu politikaların uygulanabilmesi için de kamu yararı amacıyla mülkiyet hakkına sınırlamalar getirilmesi ihtiyacı doğmaktadır (AYM, E. 2000/77, K. 2000/49, K.T. 21/11/2000). Toplum yararı, ortak çıkar, genel yarar gibi birbirinin yerine kullanılan kavramlarla ifade edilen ve bireysel çıkardan farklı, onun üstünde ortak bir yarar olan kamu yararı, Anayasa’nın 35. maddesinin mülkiyet hakkı açısından öngördüğü özel sınırlandırma sebebi olup, genel yarar ve toplumsal yarar gibi ifadeleri de kapsayacak şekilde geniş yorumlanmaktadır (AYM, E. 1999/46, K. 2000/25, K.T. 20/09/2000). Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle, bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra, mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır.

  4. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup, objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir. Anayasa Mahkemesi de birçok kararında, kamu yararının gerektirdiği durumların belirlenmesinin kanun koyucunun takdirinde olduğunu vurgulamaktadır. Ancak belirtilen bu takdir yetkisi sınırsız olmayıp, kanun koyucunun kamu yararına olan düzenlemeleri belirleme ve yürürlüğe koyma yetkisi Anayasa normları ile sınırlıdır. Bu nedenle yasa koyucu takdir alanına giren konularda anayasal ilkelere uygun düzenlemeler yapmak zorundadır (AYM, E. 1992/22, K. 1992/40, K.T. 17/6/1992). Bu bağlamda makul bir temelden açıkça yoksun olan düzenlemelerin kamu yararının tespitine ilişkin takdir yetkisi kapsamında değerlendirilmesi mümkün değildir (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. James ve Diğerleri/Birleşik Krallık, B.No. 8793/79, 21/2/1986, § 46).

  5. Anayasa’nın 13. maddesine göre temel haklara yönelik sınırlamalar Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülük ilkesine aykırı olamaz. Bu ilkeler diğer temel hak ve özgürlüklerde olduğu gibi, mülkiyet hakkına ilişkin sınırlamalar bakımından da geçerlidir. Anayasa’nın sözünden kasıt, Anayasa’da lafzen yer alan kurallardır. Bunun yanı sıra Anayasa özü ile de birtakım kurallar koymakta olup, Anayasa’nın koyduğu açık kuralların dayandığı hukuk ilkeleri dahi, Anayasa kuralı gibi bağlayıcıdır. Bu anlamda Anayasa’nın ruhu kavramı bir bütün olarak Anayasa’nın tamamını ifade etmekle, mülkiyet hakkına getirilecek sınırlamaların da Anayasa’nın genel felsefesine ve ondan çıkan temel anlama uygun olması gerekmektedir. Bu bağlamda, getirilecek sınırlamanın Anayasa’nın başlangıç kısmında yer verilen hususlara ve özellikle 2. maddesinde belirtilen niteliklere uygun olması gözetilmelidir.

  6. Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunup onları büyük ölçüde kısıtlayan veya tümüyle kullanılamaz hale getiren sınırlamaların demokratik toplum düzeninin gerekleriyle bağdaştığı kabul edilemez. Demokratik hukuk devletinin amacı kişilerin hak ve özgürlüklerden en geniş biçimde yararlanmalarını sağlamak olduğundan, yasal düzenlemelerde insanı öne çıkaran bir yaklaşımın esas alınması gerekir. Bu nedenle getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü değil, koşulları, nedeni, yöntemi ve kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları gibi unsurların tamamı demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir (AYM, E.1999/33, K.1999/51, K.T. 29/12/1999).

  7. Mülkiyet hakkının ayrıca hakkın özüne dokunulmadan ve ölçülülük ilkesine riayetle sınırlandırılması gerekmektedir. Hakkın özü, dokunulduğunda söz konusu temel hak ve özgürlüğü anlamsız kılan asli çekirdeği ifade etmekte olup, bu yönüyle her temel hak açısından kişiye dokunulmaz asgari bir alan güvencesi sağlamaktadır. Bu çerçevede, hakkın kullanılmasını önemli ölçüde güçleştiren, hakkı kullanılamaz hale getiren veya ortadan kaldıran sınırlamaların, hakkın özüne dokunduğu kabul edilmelidir. Mülkiyet hakkı bağlamında da, mülkiyet hakkını oluşturan yetkilerin tamamının veya bir ya da belirli bir kısmının ortadan kaldırılması, kullanılamaz hale getirilmesi veya kullanılmasının aşırı derecede güçleştirilmesi sonucunu doğuran müdahalelerin, bu hakkın özünü zedeleyeceği açıktır (AYM, E.2002/112, K.2003/33, K.T. 10/4/2003; E.1999/33, K.1999/51, K.T. 29/12/1999). Ölçülülük ilkesinin amacı da, temel hak ve özgürlüklerin gereğinden fazla sınırlandırılmasının önlenmesidir. Anayasa Mahkemesi kararları uyarınca ölçülülük ilkesi, sınırlama için kullanılan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye uygun olmasını ifade eden elverişlilik, sınırlayıcı önlemin sınırlama amacına ulaşmak bakımından zorunlu olmasına işaret eden zorunluluk ve araçla amacın orantısız bir ölçü içinde bulunmaması ile sınırlamanın ölçüsüz bir yükümlülük getirmemesini deyimleyen oranlılık unsurlarını içermektedir (AYM, E.2012/100, K.2013/84, K.T. 4/7/2013).

  8. Mülkiyet hakkına ilişkin Anayasa Mahkemesi kararlarında söz konusu ölçütler çoğunlukla birlikte uygulanmak suretiyle, bireyin hakkıyla kamu yararı arasında kurulması gereken adil dengeye vurgu yapılmaktadır (AYM, E.2002/112, K.2003/33, K.T. 10/4/2003; AYM, E.1999/33, K.1999/51, K.T. 29/12/1999).Bu noktada, belirtilen ölçütlere riayetle bir sınırlandırma yapılıp yapılmadığının tespiti için, müdahale teşkil ettiği ve mülkiyet hakkının ihlalini sonuçladığı iddia edilen önlemin temelini oluşturan kamu yararı karşısında, bireye düşen fedakârlığın ağırlığının göz önünde bulundurulması ve toplumun genel yararının gerekleri ile bireyin temel hakkının korunması arasında adil bir dengenin kurulup kurulmadığının belirlenmesi zorunludur (AYM, E.1999/33, K.1999/51, K.T. 29/12/1999; Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Sporrong ve Lönnroth/İsveç, B.No.7151/75, 23/9/1982, § 69). Mülkiyet hakkının sınırlandırılması mümkün olmakla beraber, sınırlamada öngörülen meşru amaç ile, sınırlandırma arasında orantısızlık bulunmamalı, toplumun sınırlandırma ile ulaşacağı genel yarar ile temel hak ve özgürlüğü sınırlandırılan bireyin kaybının dengelenmesine özen gösterilmelidir.

  9. İmar planları onaylanarak bağlayıcılık kazandıktan sonra, idare ve bireyler açısından bir takım hukuki sonuçlar doğurmaktadır. Bir başka ifadeyle imar planları, idare ve bireyler açısından bazı yükümlülükler meydana getirmekte ve özellikle mülkiyet haklarına ilişkin sınırlamalar öngörmektedir. Özel hukuk gerçek ve tüzel kişileri açısından, imar planlarının onaylanmasından sonra, özellikle imar sınırları içinde girecekleri her türlü imar ve yapı faaliyetlerinde imar plan ve imar programlarına uygun davranmak, her türlü yapı için ilgili idareden izin almak ve izin ilkelerine uygun olarak yapı inşa etmek yükümlülüğü doğmaktadır. Somut başvuru açısından, 3194 sayılı Kanun’un 10. maddesinde yer alan, imar planlarının yürürlüğe girmesinden itibaren en geç üç ay içinde, bu planı tatbik etmek üzere beş yıllık imar programlarının hazırlanacağı ve beş yıllık imar programları sınırları içinde kalan alanlardaki kamu hizmet tesislerine tahsis edilmiş olan yerlerin ilgili kamu kuruluşlarınca bu program süresi içinde kamulaştırılacağı düzenlemesi karşısında, uygulama imar planı kapsamında kısmen park alanı, kısmen dere koruma alanı, kısmen konut alanı olarak belirlenen taşınmazı üzerinde, başvurucunun mülkiyet hakkından kaynaklanan yetkilerinin tahdit edilmiş olduğu anlaşılmakla, belirtilen uygulamanın, başvurucunun Anayasa’nın 35. maddesi ile güvence altına alınan mülkiyet hakkına bir müdahale oluşturduğu açıktır. Bu nedenle, yukarıda yer verilen sınırlama ve güvence ölçütleri çerçevesinde, belirtilen müdahalenin haklılığının denetlenmesi gerekmektedir.

  10. Başvurucunun ihlal iddiasına konu uygulamanın, 3194 sayılı Kanun’un 10. maddesi uyarınca yapıldığı anlaşılmaktadır.

  11. Genel olarak imar planlamasının amacı, belediye ve mücavir alanların dışında, kamu ve toplum yararını gerçekleştirecek hukuki çerçevenin oluşturulmasıdır. 3194 sayılı Kanun’un 1. maddesinde de kanunun amacı, yerleşme yerleri ile bu yerlerdeki yapılaşmaların, plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun teşekkülünü sağlamak şeklinde açıklanmıştır. 3194 sayılı Kanun’un arazi ve arsa düzenlemesi sırasında kamu hizmetleri ve tesisleri için yeterli yerlerin ayrılması konusunda da düzenlemeler öngördüğü, bu düzenlemeler arasında yer alan 10. madde ile de düzgün yapılaşmanın yanı sıra o beldede yaşayan halkın çalışma, dinlenme, ulaşım, sağlık, sosyal, kültürel ve güvenlik gibi her türlü ortak ihtiyaçlarına çözüm bulmayı ve planın kapsadığı alan içerisinde yaşayanların daha sağlıklı, temiz, düzenli ve altyapısı oturmuş, ihtiyaçları karşılamaya yeterli ve gelişimi kurallara bağlanmış ortamlarda yaşamalarını temin etmeyi amaçladığı anlaşılmaktadır.

  12. Toplum yaşamını yakından etkileyen fiziksel çevrenin sağlıklı bir yapıya kavuşturulması ve toprağın koruma ve kullanma dengesinin en rasyonel biçimde belirlenmesi için hazırlanan imar planları kamu yararı amacını taşıması gereken belgeler olduğundan, yargısal denetiminde bu hususlara riayet edilip edilmediği, planlanan yörede bulunan parsellerin imar planında tahsis edildikleri amaç yönünden şehircilik ilkeleri, planlama esasları ve kamu yararına uygun düşüp düşmediği irdelenmekte olup, somut başvuru açısından söz konusu imar planlarının yargısal denetimi hususunda herhangi bir iptal davası da açılmadığı görülmekle, esasen yapılan imar düzenlemesinin 3194 sayılı Kanun’un 10. maddesi uyarınca kamu yararı amacıyla yapıldığı hususunun başvurucunun da kabulünde olduğu anlaşılmaktadır.

  13. Başvurucunun iddiaları, sahip olduğu taşınmazla ilgili imar planlarının taşınmaz üzerinde doğurduğu sonuçlarla ilgilidir. Başvurucu, söz konusu imar planlarının ve beraberinde getirdiğini iddia ettiği inşaat yasaklarının ilgili mevzuat hükümlerine uygun olduğuna itiraz etmemekle birlikte, imar planlarının ve beraberinde getirdiği inşaat yasağının çok uzun bir süre, taşınmazına ilişkin kamulaştırma işlemi yapılmaksızın yürürlükte kaldığını beyan ederek, bu tedbirlerin mülkiyet hakkı üzerinde meydana getirdiği olumsuz sonuçlara işaret etmektedir. Bu kapsamda başvurucu, taşınmazından tam anlamıyla istifade etme olanağını yitirdiğini, taşınmazını normal piyasa fiyatlarından satma imkânını kaybettiğini ve taşınmazının imar planındaki niteliği nedeniyle değerinin büyük ölçüde azaldığını belirterek, bahse konu bu durum dikkate alındığında, mülkiyet hakkına karşı orantısız bir müdahalenin yapıldığını ileri sürmektedir. Bu nedenle başvurucu, mülkiyet hakkından hukuken yoksun bırakılmadığı halde, söz konusu imar planlarının ve beraberinde getirdiği inşaat yasağının taşınmazından yararlanma ve tasarruf etme yetkilerini ağır kısıtlamalara tabi tuttuğunu ve her hangi bir tazminata da meydan vermediğini belirterek, söz konusu tedbirlerin yürürlükte kaldığı süreçte, mülkiyet hakkının özünden yoksun bırakıldığını vurgulamaktadır.

  14. İmar planı kapsamında kalan taşınmaz malikleri, mülkiyet haklarını ancak imar mevzuatının öngördüğü esaslar doğrultusunda kullanabilecektir. Zira imar planına konu yürürlük sahasında kalan özel mülkiyete konu taşınmaz sahipleri, imar mevzuatının gerektirdiği kısıtlama ve kullanma esaslarına uymak zorundadırlar.

  15. 3194 sayılı Kanun’un 10. maddesinin ikinci fıkrasında, imar programlarında, umumi hizmetlere ayrılan yerler ile özel kanunları gereğince kısıtlama konulan gayrimenkuller kamulaştırılıncaya veya umumi hizmetlerle ilgili projeler gerçekleştirilinceye kadar bu yerlerle ilgili olarak diğer kanunlarla verilen hakların devam edeceği belirtilmiş olup, 3194 sayılı Kanun’un umumi hizmetlere ayrılan yerlerde inşaat veya mevcut bina varsa esaslı değişiklik ve ilaveler yapılmasını yasaklayan 13. maddesinin birinci fıkrası ile ikinci fıkra hükmü Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş olmakla beraber (AYM, E.1999/33, K.1999/51, K.T. 29/12/1999), imar planlarının buyurucu özelliği karşısında inşaat izni başvurularının ilgili idarelerce kabul görmeme ihtimali yüksektir. Somut başvuru açısından da benzer durum söz konusu olup, başvurucu tarafından 26/8/2010 tarihinde yapılan, taşınmazın konut alanı dışında kalan bölümlerinin de konut alanına alınmasına ilişkin plan değişikliği müracaatının, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisinin 14/10/2010 tarih ve 2280 sayılı kararı ile reddedildiği anlaşılmaktadır. 3194 sayılı Kanun'un 13. maddesinin iptal edilen birinci ve üçüncü fıkraları nedeniyle doğan hukuksal boşluğun, kamu düzenini ve kamu yararını olumsuz yönde etkileyeceğinden bahisle, gerekli düzenlemelerin yapılması için yasama organına süre tanımak amacıyla iptal kararının Resmî Gazete'de yayımından başlayarak altı ay sonra yürürlüğe girmesine karar verilmiş olup, belirtilen sürenin dolmuş olmasına rağmen yasama organınca bu konuda herhangi bir düzenlemenin yapılmamış olduğu görülmektedir. Bu bağlamda, belirtilen hükümler iptal edilmiş olmakla beraber, hiçbir taşınmaz imar planında ayrıldığı amaç dışında kullanılamayacağı için, taşınmazlar hakkındaki inşaat yasağına ilişkin kısıtlamanın fiilen devam ettiği anlaşılmaktadır.

  16. Taşınmaz maliklerinin, taşınmazlarının kamulaştırılması veya imar planındaki amacının değiştirilmesi hususunda ilgili idareye yaptıkları başvurunun reddedilmesi durumunda, talebin açıkça veya zımnen reddedilmesi yolundaki işlemlerin dava konusu edilmesi mümkün olmakla beraber, Danıştayın istikrar kazanmış içtihadının idarelerin kamulaştırma yapmaya zorlanamayacakları yönünde olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Yargıtayın istikrar kazanmış içtihadı uyarınca, mülkiyete eylemli olarak el atılıp tamamen veya kısmen kullanılmasına engel olunması ile imar uygulaması sonucu o kişinin mülkiyetinde olan taşınmaza hukuken kullanmaya engel sınırlamalar getirilmesi arasında sonucu itibari ile bir fark bulunmadığına ve her ikisinin de kişinin mülkiyet hakkının sınırlandırılması anlamında aynı sonucu doğurduğuna işaret edilerek, 3194 sayılı Kanun’un 10. maddesinin tatbik edildiği hallerde, kamulaştırmasız el atmadan söz edilebileceğinin kabul edildiği (Y.H.G.K., E.2010/5-662, K.2010/651, K.T.15/12/2010), bununla birlikte, somut başvuruya konu karara benzer şekilde, kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat talebinde bulunulması durumunda, 3194 sayılı Kanun’un 10. maddesinde öngörülen beş yıllık sürenin taşınmaz kamulaştırılmaksızın geçmesi koşulunun arandığı görülmektedir. Bunun yanı sıra, Uyuşmazlık Mahkemesi’ne yansıyan başvurular sonucunda Mahkemece, somut başvuruya benzer şekilde imar planı ve buna dayalı imar uygulaması sonucunda uğranılan zararın tazminine yönelik bulunan davaların idari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından açılan tam yargı davaları kapsamında idari yargı yerince çözümlenmesi gerektiğine işaret edildiği (Uyuşmazlık Mahkemesi, E.2012/157, K.2012/182, K.T.24/9/2012), 4/11/1983 tarih ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun geçici 6. maddesinde 24/5/2013 tarih ve 6487 sayılı Kanunla yapılan değişiklik kapsamında, anılan maddenin onuncu fıkrasında, uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 3194 sayılı Kanunda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabileceği düzenlemesine yer verildiği ve belirtilen değişiklik sonrasında Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca, imar kısıtlamalarından kaynaklanan tazminat davalarının idari yargıda açılması gerektiğine hükmedilerek (Y.H.G.K., E.2013/5-603, K.2013/1503, K.T.30/10/2013), Danıştay tarafında da, somut başvuruya benzer uyuşmazlıklar açısından, 3194 sayılı Kanun’un 10. maddesine dayanan uygulama nedeniyle mülkiyet hakkının belirsiz bir süre ile kısıtlandığı ve bu kısıtlamanın idarece bir karar alınarak kaldırılmadığının sabit olması durumunda, taşınmaz malın değerinin hesaplanarak ilgilisine ödenmesi ve bu değerin 2942 sayılı Kanun hükümleri dikkate alınarak saptanması gerektiği kabul edilmekle birlikte, tazmin koşullarının oluşması noktasında 3194 sayılı Kanun’un 10. maddesinde yer verilen beş yıllık süre sınırına işaret edildiği (D. 6. D., E.2011/8152, K.2013/2702, K.T.17/4/2013) anlaşılmaktadır.

  17. Başvurucunun, taşınmazının 3194 sayılı Kanun’un 10. maddesine istinaden yapılan uygulama nedeniyle değer kaybettiğini iddia ederek, uğradığı zararın tazmini talebiyle 6/12/2010 tarihinde Ümraniye 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin E.2010/767 sırası üzerinde açtığı dava, Mahkemece, dava konusu parselin imar durum belgesinin kesinleşme tarihi olan 16/1/2008 tarihinden itibaren, 3194 sayılı Kanun’un 10. maddesinde öngörülen beş yıllık düzenleme süresinin geçmediği belirtilerek reddedilmiş, ilk derece mahkemesi kararı kanun yolu incelemesinden geçerek kesinleşmiştir.

  18. Başvurucu, iddiasına konu imar düzenlemesinin 3194 sayılı Kanun’un 10. maddesi uyarınca yapıldığı noktasında bir itirazı olmamakla ve iptal davası açmayarak söz konusu işlemde kamu yararı amacının gözetildiğini zımnen kabul etmekle birlikte, imar planının kesinleştiği tarihin üzerinden çok uzun bir süre geçmesine rağmen taşınmazına ilişkin kamulaştırma işlemi yapılmamasından ve bu hareketsizliğe bağlı olarak, idare aleyhine açtığı tazminat davasında önceki tarihli nazım imar planının değil uygulama imar planının kesinleşme tarihi esas alınarak talebinin reddedilmesinden dolayı mülkiyet hakkının ihlal edildiğini iddia etmektedir. Nazım imar planı, şehrin ana dokusunu gösteren ve genel ilkeleri belirleyen plandır. İmar planına konu düzenleme alanındaki konut, ticaret ve sanayi bölgeleri, yeşil alanlar, yerleşim dışı alanlar, ulaşım sistemleri bu plan kapsamında belirlenmektedir. Ancak nazım imar planları kesin sınır ve biçim belirlemeyip, üzerinden ölçü alınamamakta ve uygulama için kullanılamamaktadır. Nazım imar planı kentin çeşitli işlev alanlarının ve toprak parçalarının kullanım biçimlerini saptarken, uygulama imar planı sözü geçen planların uygulanmaları için gerekli tüm teknik ayrıntıları içermektedir. Belirtilen bu hususlar ışığında ve özellikle imar planlarının yukarıda belirtilen nitelikleri gereği, idare aleyhine açılan tazminat davalarında sürenin tespitinde, uygulama imar planının kesinleşme tarihinin nazara alınması noktasında yapılan değerlendirmede bariz bir takdir hatası bulunmadığı anlaşılmaktadır.

  19. Başvurucu imar planı kapsamında kısmen park alanı ve kısmen dere koruma alanı olarak belirlenen taşınmazının, etrafında yollar, kanalizasyonlar, ışıklandırma çalışmaları ve çevre düzenlemelerinin yapıldığını ve taşınmazının bulunduğu bölgede büyük iş merkezleri, rezidanslar ve lüks daireler bulunduğunu ve çevresindeki sosyal yaşam alanlarıyla birlikte son zamanlarda cazibe merkezi haline geldiğini, ancak yapılan imar düzenlemesi nedeniyle taşınmazın kullanım hakkının kısıtlanmasına bağlı olarak büyük ölçüde değer kaybına uğradığını iddia ederek, taşınmazının öznel durumuna işaret etmektedir. Başvuruya konu yargılama dosyası içeriğinde yer alan kurum müzekkereleri ve bilirkişi raporu kapsamından, başvurucuya ait taşınmazın 16/1/2008 tarihli uygulama imar planı kapsamında kısmen konut alanı, kısmen park alanı ve kısmen dere koruma alanı lejantında kaldığı, imar uygulama işlemi görmemiş olan taşınmazın kadastral parsel niteliğinde olduğu, taşınmazın Hatboyu caddesinden cephe aldığı ve söz konusu yolun ana arter listesinde bulunduğu, mücavir alan sınırları içerisinde kalan taşınmazın etrafının meskun olup yoğun yerleşim alanında kaldığı anlaşılmaktadır.

  20. İmar planlarının belirli aralıklarla, düzenlemeye konu olan alanın imar ve gelişimini denetim altına almayı amaçlamalarından dolayı, imar planı ile getirilen esasların bir anda gerçekleştirilebilmesi hukuki, mali ve teknik sebeplerden dolayı mümkün değildir. Dolayısıyla, imar planlarının uygulanması amacıyla yapılması gereken imar, yapı ve kamulaştırma işlemlerinin bir programa bağlanarak, imar planı uygulamasının bölümlere ayrılmasında ve bunların belirli zaman diliminde gerçekleştirilmesinde zorunluluk bulunmaktadır. 3194 sayılı Kanun imar planlarının beşer yıllık imar programları yapılarak bir program dâhilinde ve etaplar halinde uygulanmalarını öngörmüştür. Beş yıllık imar programlarının görüşülmesi sırasında ilgili yatırımcı kamu kuruluşlarının temsilcilerinin de görüşleri esas alınmak üzere meclis toplantısına katılmaları hususunun 3194 sayılı Kanun’un 10. maddesinde açıkça düzenlenmesinin nedeninin de, ilgili idarelerin kamu hizmet tesislerine tahsis edilen yerlerden bir an önce haberdar olmaları suretiyle, belirtilen yerlerin kamulaştırılması için ilgili idarelerin bütçesine gerekli ödeneğin konulması ve programda yer alan işlerin bir an önce gerçekleştirilmesinin sağlanması olduğu açıktır.

  21. Başvurucunun taşınmazının uygulama imar planı gereği kısmen konut alanı, kısmen park alanı ve kısmen yeşil alan olarak tespit edilmiş olmasına rağmen, uygulama imar planının kesinleştiği tarih olan 16/1/2008 tarihinden itibaren dava tarihine kadar geçen yaklaşık iki yıl on bir aylık süreçte kamulaştırılmadığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle başvurucu, hukuken taşınmazın maliki konumunda olmakla, taşınmazı kullanma, satma, vasiyet etme, bağışlama, ipotek etme veya sair hukuki işlemlerde bulunma hakkına sahiptir. Zira taşınmazın mülkiyetinin kamuya geçmesi ancak kamulaştırma işlemi ile gerçekleşecektir. Ancak başvurucunun iddiaları esasen söz konusu taşınmazı tasarruf etme imkânının daraltılmasından kaynaklanmaktadır. Söz konusu imar uygulaması nedeniyle taşınmaza ilişkin belirtilen hukuki tasarruflarda bulunma imkânının şeklen varlığını sürdürmesine rağmen, fiilen kullanılmasının güçleştiği açıktır. Bu kapsamda başvurucu, mülkiyet hakkından hukuken yoksun bırakılmadığı halde, söz konusu imar planının taşınmazından yararlanma ve tasarruf etme yetkilerini kısıtlamalara tabi tuttuğu anlaşılmaktadır.

  22. Kamu makamlarının, özellikle büyük şehirlerin gelişmeleri gibi karmaşık ve zor bir alanda kendi imar politikalarını uygulamak için geniş bir takdir alanı kullanmaları doğal olmakla birlikte, belirtilen takdir yetkisinin Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkını ve Anayasa’nın 13. maddesinde yer verilen güvence ölçütlerini gözetecek şekilde kullanılıp kullanılmadığının denetlenmesi zorunludur. Bir sınırlamanın özellikle ölçülü olduğunun, hakkın özüne dokunmadığının ve demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olduğunun kabulü için temel hakların kullanılmasını ciddi surette güçleştirip, amacına ulaşmasına engel olmaması ve etkisini ortadan kaldırıcı bir nitelik taşımaması gerekmektedir (AYM, E.2012/100, K.2013/84, K.T. 4/7/2013).

  23. Başvurucunun taşınmazının 16/1/2008 tarihli uygulama imar planı uyarınca kısmen park alanı, kısmen dere koruma alanı, kısmen konut alanına alındığı ve başvurucu tarafından 6/12/2010 tarihinde Ümraniye 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin E.2010/767 sırası üzerinde açılan davanın, Mahkemece, dava konusu parselin imar durum belgesinin kesinleşme tarihi olan 16/1/2008 tarihinden itibaren, 3194 sayılı Kanun’un 10. maddesinde öngörülen beş yıllık düzenleme süresinin geçmediği belirtilerek reddedildiği görülmekle, dava tarihi itibariyle başvurucunun taşınmazı üzerinde 3194 sayılı Kanun’un 10. maddesi kapsamında söz konusu olan sınırlamanın, iki yıl on bir aylık bir süredir devam ettiği ve 3194 sayılı Kanun’un 10. maddesi uyarınca taşınmazları umumi hizmet tesislerine tahsis edilen taşınmaz malikleri açısından, ilgili düzenlemede belirtilen beş yıllık süre sınırı nazara alınmak suretiyle, derece Mahkemeleri nezdinde, belirtilen hukuki el atma işlemi nedeniyle tazminat talep etme olanağının bulunduğu görülmektedir (§ 42).

  24. Taşınmazın başvuruya konu yargılama evrakı kapsamından tespit edilen nitelikleri itibariyle mücavir alan sınırları içerisinde kalması ve etrafının meskun olup yoğun yerleşim alanında bulunması unsurlarının göz önünde bulundurulması durumunda dahi, imar planlaması gibi karmaşık ve düzenleme yapılmasını gerektiren alanlarda kamu makamlarının şehir planlamasına yönelik politikalarında sahip olmaları doğal olan takdir payı ve ilgili idarece kamulaştırma yapılmaksızın geçirilen iki yıl on bir aylık süre nazara alındığında, söz konusu sınırlamanın ortaya çıkardığı durumun, başvurucunun mülkiyet hakkının korunması ile kamusal menfaatin gerekleri arasında sağlanması gereken dengeyi bozmadığı ve başvurucu açısından meşru sayılamayacak olan ferdi ve aşırı nitelikte bir yük oluşturmadığı anlaşılmaktadır.

  25. Yukarıda açıklanan nedenlerle, başvurucunun ihlal iddiasına konu müdahalenin, belirtilen sınırlama ve güvence ölçütlerine aykırı olmadığı anlaşılmakla, Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edilmediğine karar verilmesi gerekir.

  1. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

  1. Başvurucunun Anayasa’nın 35. maddesi kapsamında mülkiyet hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiasının KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

  2. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLMEDİĞİNE,

  3. Yargılama giderlerinin başvurucu üzerine bırakılmasına,

20/3/2014 tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar verildi.

Başkan

Serruh KALELİ



Üye

Burhan ÜSTÜN



Üye

Nuri NECİPOĞLU





Üye

Hicabi DURSUN



Üye

Erdal TERCAN








Yüklə 81,96 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin