BiRİNCİ BÖLÜM


Küreselleşmenin Kısıtlamaları



Yüklə 333,83 Kb.
səhifə4/4
tarix01.11.2017
ölçüsü333,83 Kb.
#25263
1   2   3   4

Küreselleşmenin Kısıtlamaları

Üç Küreselleşme Mekanizması
Piyasa bütünleşmesinin ulusal politika özerkliğini üç temel mekanizma üzerinden etkilediği düşünülür. Bunlar ticari rekabet baskıları, üretimin çok uluslulaşması ve finansal piyasaların bütünleşmesidir. Ticari rekabeti artırmak geleneksel küreselleşme tezinin ilk bileşenidir. Bu görüşe göre, büyük devlet tanım gereği tahsisatında daha az verimli ve fiyatlar ile maaşlar üzerindeki piyasa disiplinini yumuşatıyor. Dahası harcama, borçlanma ya da vergilendirme ile karşılanmak zorunda. Vergiler firmaların karlarını azaltıyor ve girişimci etkinliği zayıflatıyor. Devlet borçlanması faiz oranlarını yükseltiyor. Bu etkilerinin sonucu olarak üretim ve istihdam, kamu sektörünün genişlemesi ile sıkıntıya düşüyor. Hiçbir devlet bu sonuçlara göğüs geremeyeceği için ticari rekabet kamu ekonomisinin geri çekilişiyle sonuçlanmak zorundadır.
İkinci küreselleşme mekanizması, üretimin çok uluslulaşması ve buna eşlik eden, firmaların daha yüksek oranda kar arayışıyla üretimi bir ülkeden başka bir ülkeye taşıma tehditlerinin geçerliliğidir.
Küreselleşmenin kısıtlamaları ile yapılan son tartışma finansal piyasaların uluslar arası bütünleşmesi üzerine odaklanıyor. Karların arbitrajı için bitmez tükenmez çabalarla günde 24 saat çalışan borsa simsarları, kafa karıştırıcı miktarlarda parayı saniyeler içinde yer küre üzerinde hareket ettirebiliyorlar. Potansiyel bir toplu sermaye kaçışı devletler üzerinde nihai bir disiplin olarak işliyor.
Ticaret, tazminat ve gömülü liberalizm

Gömülü liberalizm perspektifi ticaret kuramının, “serbestleşme, uzun vadede toplumun bütün kesimleri için iyidir.” Şeklindeki çekirdek önermesini sorgulamadı. Bu arifliğin ayırt edici özelliği, ticarete maruz kalmanın kısa vadedeki siyasi dinamiklerinin son derce değişik olduğunun kabulüydü. Açıklık, toplumsal yerinden oynamaları ve eşitsizlikleri artırır, dolayısıyla bu etkilerin yatıştırılması yönündeki siyasi baskıları yükseltir. Eğer korumacılık önlenecekse devlet zenginliği ve riskin piyasa dağılımlarını yeniden bölüştürmek zorundadır. Bretton woods sabit döviz kurlarıyla sermaye kontrolünü birleştirerek serbestleşme ve yurt içi telafi şeklindeki ikiz amaçları tesis etti. Sabit kurlar gelecekteki fiyat hareketleri hakkındaki beklentileri dengeleyerek ticareti teşvik etti. Sermaye kontrolleri hükümetlere karşı döngüsel talep yöneltimiyle ticari döngüleri düzlemek için makro ekonomik özerklik verdi.



KÜRESELLEŞMENİN VERGİLENDİRME, KURUMLAR VE MAKROEKONOMİNİN DENETİMİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

Duane Swank
Uluslar arası sermaye hareketliliği, devletin gelir artırıcı yetenekleri, sosyal kolektivistlik ve makro ekonomik politika özeliği üzerindeki olumsuz etkileri aracılığıyla, refah devletinin zayıflatmasına yönelik baskılar yaratmakta mıdır? Cevap genelde hayırdır. Önceki analizlerin gösterdiği gibi uluslararasılaşma sermayeye uygulanan vergi yükündeki kısıntılarla, vergi yükünün görece hareketsiz etkenlere kaydırılmasıyla ya da verginin GSMH deki genel payındaki azalmalarla sistematik olarak ilgili değildir. Ayrıca uluslar arası sermaye hareketliliği ve gelişmiş kapitalist demokrasilerde yaklaşık otuz yıl boyunca sosyalkolektivist çıkar temsiliyeti sistemlerinin temel unsurların arasında net sistematik bir ilişki yoktur. Buna ek olarak başlı başına küreselleşmenin, düşük işsizliği ve bunun karşılığında cömert ve bütüncül oranlarda sürdürülebilirdir refah devleti için gerekli olan ekonomi politikası araçlarını sistematik olarak yok ettiğine dair az bulgu vardır.

Genelde piyasaların uluslararasılaşması, özelde uluslar arası sermaye hareketliliği bu dolaylı etki kanalları yoluyla refah devleti üzerinde sınırlı ve ters etkiler yaratmış olabilir. Birincisi; başlı başına vergiye dayalı siyasal amaçlarının kaybını ve daha düşük gelirler değilse de potansiyel olarak daha az yeniden bölüşüm içeren piyasa-uyumlu veri rejimlerine kayma, uluslararasılaşmayla koşut olarak gerçekleşti. Daha düşük nominal oranların ve daha geniş vergi tabanlarının yararları konusundaki politika yapıcıların sezgileri kesinlikle uluslar arası finansal eklenmenin ekonomik ve politik mantıklarınca şekillendirilmişti. İkincisi; uluslar arası sermaye hareketliliği ile sosyal kolektivistliğin unsurları arasında sistematik olarak olumsuz bir ilikliği olmasa da örnek durum kanıtları ve nicel analiz ileri sürmektedir ki bazı siyasal ekonomik koşullar altında ve bazı kurumsal bağlamlarda ademi merkezileşmeye ve sosyal kolektivist kurumlardaki diğer reformlara katkı yapmış olabilir.


Son olarak; politika yapıcılar, daha neo-liberal makro ekonomik politika yönelimlerine doğru kayma konusunda bir dizi güçten etkilenmiş olsalar da; yerli kredinin etkili yurt içi politikasının ve seçici döviz kuru politikasının hedeflenmesi yoluyla ekonomik gelişmenin teşvik edilmeye çalışması, uluslar arası finansal eklenmenin 1990 lar düzeylerinin daha küçük ve açık ekonomilerinde oldukça sınırlanmıştı özetlersek, yukarıda değerlendirilen iddialar güçlü bir şekilde uluslararasılaşmanın refah devleti üzerindeki dolaylı etkilerine aşırı vurgu yapsalar da küreselleşme kesinlikle, vergilendirme, sosyal kolektivistlikteki eğilimler ve makro ekonomik denetimle ilgisiz değildir.

Kaynakça: Küresel Dönüşümler, David Held-Anthony Mcgrew, Phoenix Yayınevi


8. grup ek odev). Rusya’nın Dönüşümü, Fikret Ertan, İÇ POLİTİKASI

SSCB’nin işlemez oluşu yeni çözüm önerilerini getirmeye başlamıştı. Rusya’nın ünlü romancısı Aleksandır İsayeviç Soljenitsin bir çözüm önerisi atmıştır. Bu öneriye göre bir an önce Sovyet İmparatorluğu’nun tasfiye edilmesi gerektiği, yük olan cumhuriyetlerden kurtulmasını ve Rusya Cumhuriyeti, Beyaz Rusya ve Ukrayna’dan meydana gelecek, ayrıca Kazakistan’ın bir parçasını içerecek bir Rus Birliği’ni açıkça teklif etmiştir. Bu görüşün temelinde Slav ağırlıklı yeni birlik oluşturulması düşüncesi yatmaktadır. Boris Yeltsin ve diğer önde gelen isimler bu görüşü benimsediği görülmektedir.

Rusya tarihi boyu dış politika ağırlıklı bir yol izlerken yeni devletin kurulmasıyla birlikte iç politikaya verilen önemin ağırlıklı olarak olacağı başta Amerika olmak üzere bütün dünya ülkeleri tarafından anlaşılmıştır. Boris Yeltsin’in de bu düşünce yapısında olan iç önceliğe inanan tek lider olarak gözükmekteydi. Ayrıca Yeltsin, dış politikada milli ideolojiden çok milli çıkarlar açısından bakmayı getiren yeni bir görüşü temsil etmektedir. Diğer taraftan hala Rusya’nın dış politikada geri dönülmez bir konjonktür noktasına ulaşmadığı, bu noktaya ne zaman geleceği görüşü bulunmaktadır.

Bernard Kaplan adlı yazara göre tarihteki Rus yöneticileri ‘Kararsızlar ve Kasaplar’ olarak ikiye ayrılmaktaydı. Yeltsin’in ise uygulamaları sebebiyle iki özelliği de kişiliğinde barındırdığı söylenebilir. Azerbaycan’da yapılan uygulamalar, Çeçen savaşındaki verdiği kararlar kasap yönünü göstermektedir. Parlamento olayında yaşananlar kararsızlık örneği olarak gösterilebilir.

Rusya, Çeçen savaşında ABD’nin de kullandığı stratejiyi izlediği görülmekteydi. Bu stratejiye göre düşmanı karadan, havadan ve denizden güçlü teknolojiyle vurup direnci azaltmak daha sonrasında askeri harekatı başlatarak en az kayıp verme uğraşıydı. Rusya her ne kadar bu yolu izlese de Çeçen savaşında bunu tam başarılı olduğu söylenemez. Ayrıca artık medyanın savaşlardan verdiği görüntüler halkı bazı durumlarda harekete geçirdiği görülmekteydi. Gerçekler artık ortaya çıkmaya başladığı için despotluğun gücü kırılmaya başlamıştır. Yeni dünya artık açık ve şeffaf olma yolunda olduğu gözlemlenmektedir.

Boris Yeltsin, ülke sınırları dışındaki Rusları iç politikada malzeme olarak kullandığı görülmektedir. Oy kaygısı, başka olaylarda yaşanan başarısızlıkları örtme kaygısı bunda önemli faktördür. Diğer yanda da SSCB’den kalan baskın güç olma durumu da sınır dışındaki Rusları kullanma nedenleri olarak görülebilir.

Mihail Gorbaçov, birlik dağıldıktan sonra koltuğunu kaybetmişti. Daha sonrasında kurduğu vakıf aracılığıyla verdiği konferanslarda belirttiği görüşler modası geçmiş, geçerliliği olmayan politikalar olduğu eleştirilerine neden olmuştur.

Rusya’nın tarihi ve coğrafik olarak bize yakın olmasına rağmen Rusya’ya gereken önemi vermediğimiz söylenebilir. Amerika başlı başına Rusya’yı ayrı bir inceleme konusu olarak incelemesi ve buna kaynak aktarması bizim bunu yapamamış olmamız kabul edilebilir bir durum değildir. Rusya bizim için büyük bir öneme sahiptir ve incelenmeye değer bir devlettir.

Komünist dönemde Sovyet üst yönetiminden kimlerin düştüğünü anlamak için Kremlinolog denilen siyaset uzmanları önemle çalışmaktaydı. Benzer yönetiminde bu dönem içinde geçerli olduğu görülmektedir. Yeltsin’in rahatsızlanması ile onları ziyarete gelenlerin etüdü yapılarak kimin gözde, kimin gözden düşmüş olduğu tahmin etme çalışmaları da devam etmiştir. Aslında Rusya’yı Yeltsin’in yönetmediği çevresindeki belli bir klanın yönettiği yolunda düşünce hakimdir. Bu düşünceye ABD yönetimide katılmaktadır.

Bu dönemde yaşanan seçimde Yeltsin ile birlikte yarışan Komünist parti lideri Zuganov’un düşünce yapısı karmaşıklık göstermektedir. Komünist düşünceyi savunuyor gözükmesine rağmen aslında bir milliyetçi olduğu iddiasını kuvvetlendiren belirtiler vardır. Boris Yeltsin çok büyük düşüş yaşamasına rağmen seçimlere girerken elinde ki kaynaklar ve doğru hamleler ile yine iddialı konuma geldiği görülmektedir.

Yeltsin’in bu seçimleri kazanmasından sonra yine rahatsızlanması ve kargaşanın devam etmesi yönetim kadrolarında Yeltsin’in yeri için çekişmeleri ortaya çıkarmıştır.Yeni Rasputin’in Yeltsin’in genel sekreteri liberal iktisatçı Chubais olduğu görüşü hakim olmaktadır. Acımazsız oyunlarıyla gözde haline geldiği uzmanlar tarafından söylenmektedir.

Sovyetler Birliği’nin dağılması ve komünizmin çökmesi ortada kalması nedeniyle ilk altı yılda bir türlü kendisine tutarlı bir milli ideoloji bulamamaktadır. Boris Yeltsin Rusya’nın varlığını koruması için bir ideoloji etrafında birleşilmesi gerektiğini söylemiştir.

Yeltsin’in yeni döneminde Yahudi kökenli siyasetçilerin devlet yönetimini ele geçirdiği görülmektedir. Anti-semitizm’in yaygın olduğu ülkede bu durum suçlamaları, kargaşaları tetiklediği görülmektedir.

Rusya’nın 1998 yılında yaşadığı mali krizde ülke yöneticileri yabancı kaynaklı yatırımcıların spekülatif piyasa hareketlerinin krizi oluşturduğu inancı vardır. Rusya ekonomisi yeni yönetim biçiminde çok değişkenli nedenlerden etkilendiği ortadadır. Bu durum krizin sebebi konusunda kafa karışıklığının yaşandığını ve tespitin yapılamadığını göstermektedir.

Rusya’nın dünya ekonomisindeki payı Hollanda’dan az olmasına rağmen kriz dünya piyasalarını oldukça etkilediği görülmüştür. Krizin sorumlusu olarak halk arasında Yahudilerin olduğu düşüncesi ve anti-semitizmin artması Yahudiler korkutmuştur. Birçok Yahudi İsrail’e göç için hazırlanmıştır.

Yeltsin görevinin bitmesine 6 ay kala görevinden istifa etmesi ve görevini Putin’e devretmesi ile yeni bir dönem başlamıştır. Yeltsin’in bu hamlesi görevinden sonrası için kendini garantiye almaya çalışması olarak görülmekteydi. Putin ise geçmişi hakkında çok bilgi olmayan gizemli bir kişilik ve merkeziyetçiliği savunan sert bir kişilik olarak ön plana çıkmaktaydı. Boris Yeltsin’in ve onun çevresindeki oluşan oligark yapının eskisi gibi kuvvetli olmayacağı görüşü oluşmuştur. Rusya’nın Putin ile birlikte 3.büyük dönüşüme girdiği ve güçlü Rusya oluşturma amacına göre hareket edeceği belli olmaktadır. Bölgesel ve gevşek yönetim tarzından sıkı bir merkeziyetçilik oluşturmaya başlanmıştı.

Rusya’da nüfusun yaşlanması konusu Putin yönetimini tedirgin etmiş ve bu krizin diğer alanlarda yaşanan krizlerden daha etkili olduğu ve Rusya’nın geleceğinde önemli olacağı düşünülmektedir. Diğer yandan askeri güç olarak 2015 stratejik planı oluşturulmuş ve ordunun hantallığından kurtulması adımları atılmaya başlanmıştır.

Putin döneminin ilk zamanlarında medya savaşları başlamış Rusya’nın güçlü medya patronu zor durumda kalmış ve Rusya’dan kaçmıştır. Bunun nedeni olarak Putin’in oligarkların gücünü kırma isteği ve bunu halka vaat etmiş olması düşünülebilir Bu ilk aşamadan sonra diğer güçlü oligarklara sıranın geleceği ve Putin’in bütün gücü elinde toplamaya çalışacağı düşünülmektedir. Bundan sonraki dönemde Berezovski güçlü bir oligarkı alt etmesi Putin’in itibarını ve konumunu halk önünde güçlendirmiştir.

Putin’in 1917 devriminden beri bir Ortodoks bayramına katılan devlet başkanı olması dini çevrelerden büyük ilgi görmüş ve Ortodoks kilisesinin de gücün arkasına almasına yönelik akıllı bir hamle olmuştur.

DIŞ POLİTİKA

SSCB’nin yıkılması ile birlikte Orta Asya’da boşlukta kalan ülkelerin nereye kayacağı ve kiminle birlikte hareket edeceği konusunda yaşananlara büyük oyun denmektedir. Bu ülkelerin elindeki nükleer bombalara, ekonomilerinin ve islamı yöne kayma eğilimi olması uzamnlar tarafından dikkat edilmesi gereken bölge olması konusunu gündeme getirmektedir.

Azerbaycan’da yaşanan Elçibey’in devrilip yerine Aliyev’in getirilmesi, Rusya’nın hakimiyet alanına girmeyen ülkelerin üzerinde çalıştığını göstermektedir. Azerbaycan’da yaşanan durumda bir Türk birliği’nin kurulması ve Rus etkisinin azalabilme ihtimalinin olmasıdır.

Rusların çeşitli yönlerden Rumları desteklediği görülmektedir. Kuzey Kıbrıs’a buradan müdahale edip olayları Türkiye’ye sıçratmak isteği vardır. Bu Rusya’nın tarihinden gelen bir özlem ve siyasi straji olmasından kaynaklanmaktadır.

Rusya ile Çin ilişkilerinde karşılıklı birbirlerinin uygulamalarına onay verildiği görülmektedir. Tayvan ve Çeçenistan konusunda iki ülkenin de birbirlerinin işine karışmaması ve iç sorunu olarak kabul etmesi adı konulmamış bir ittifak gibi gözükmedir. ABD‘ye karşı verilen mesajla ABD’ye uyarı ve bizde varız mesajı verilmiştir. Her ne kadar Rusya ve Çin ilişkileri bu yönde olsa da aralarında tam bir ittifak geliştiği söylenemez.

SSCB’nin yıkılması ile birlikte Rusya, Ukrayna ve Belarus ülkeleri tarafından kurulan Bağımsız Devletler Topluluğu etkili olamamış ve kağıt üzerinde kalan bir anlaşma olduğu görülmektedir. Lider ülke Rusya’nın BDT’nin işleyişi konusunda kararsız kalması bu durumda önemli rol oynamaktadır. Rusya’nın BDT ülkelerine eskiden sağladığı ekonomik kolaylıklar konusunda artık son derece kıskanç olması, Ukrayna’nın doğalgaz ve petrol borçlarını ertelemeyip bu konuda kolaylık göstermemesi, hatta zaman zaman petrol ve doğalgaz vermemekle tehdit etmesi birliğin işlemesi önünde büyük bir engel olarak durmaktadır.

1997 yılında yapılan Rus-Çin zirvesinde varılan görüş birliğine göre birilerinin tek kutuplu dünya için uğraştığını, her şeye kendi karar vermek istediğini ama artık farklı odak noktalarının oluşması gerektiği, dünyanın çok kutuplu olmansın önemli olduğu vurgulanmıştır. Hiçbir ülkenin güç politikası gütmemesi gerektiği çok kutuplu dünya düzenin esası, temeli olacağı ve adil, eşitlikçi bir milletlerarası düzeninin kurulması gerekliliği üzerinde durulmuştur. Bu açıklama ABD ve NATO ülkeleri tarafından pek ilgi görmemiştir. Çünkü Çin ve Rusya’nın bu konuda etkin birliktelik oluşturamayacağı düşünülmektedir.

Rusya’nın dönemin başbakanı Lebed’in Ermenistan ve Azerbaycan arasında yaşanan karabaş savaşındaki tutumu tartışılacak boyuttadır. Lebed Rusya’nın Ermenistan’a yaptığı silah yardımını abartılacak bir şey olmadığını söyleyerek yaşanan skandalın üstünü örtmeye çalışmaktadır. Bu tutumu Lebed’in Ermenistan hayranı olduğunu açıkça göstermektedir.

Rusya ve Türkiye aralarındaki anlaşmazlıkları aşabilecek olgunlukta iki büyük ülkedir. 500 yıllık tarihi genel olarak husumet olarak gelişmesine rağmen bundan iki ülkede kazançlı çıkmadı. Rus-Türk dostluğunun kaçınılmaz,şart ve gerekli olduğu bunun içinde iki ülkeninde ilişkilerinde samimi olması gerekmektedir.

Putin tarafından açıklanan Rusya’nın yeni dış politika doktrini belli başlıklar altında toplanmıştır. Bu başlıklar 1- Rusya’nın ekonomik menfaatleri, 2- Rusya dışında yaşayan Ruslar ve Rus varlığı, 3- istihbarat toplama ya da yabancı istihbarat çalışmalarıdır.

Yeni Rus dış politikasının milli menfaatlerin altını çizerken diğer ülkelerle ilişkileri pragmatik temellere oturmaya çalıştığı Rus uzmanlar tarafından söylenmektedir.

Moskova’nın özellikle Baltık ülkelerindeki Rus azınlıklara uygulanan ayrımcı politikalardan endişe duyduğunu ve hem bu ülkelerde ve BDT ülkelerinde yaşayan Rus azınlıklar varlığı konusunun Rusya Dışişleri Bakanlığını öncelikli konusu olduğunu bildirirken, Rusya istihbarat servisinin rol ve görevlerinin bu doğrultuda güçlendirileceği bildirilmektedir.

Yeni doktrin ile birlikte Rusya hem ekonomik hem de güvenlik çıkarlarını aynı anda gözetecek, bunları korumaya, güçlendirmeye çalışacak. Ekonomik çıkardan bahsedilen ise bu her şeyden önce yakıt ve enerji alanlarındaki çıkarların korunması üzerine yorumlanmalıdır. Bu doktrinle birlikte Rusya’nın gerçekçilik ve rasyonellikten sapmayacağı söylenebilir. Çünkü Rusya’nın dış politika imkanları artık sınırlı bir halde gelmesi bunu oluşturmaktadır.

AB ve Rusya ekonomik, askeri, güvenlik ve enerji alanlarında önemli işbirliğine imza atmaktadır. AB Rusya ile ilişkilerini her alanda artırma konusunda kararlı görülmektedir. Rusya da AB ile bütünleşme konusuna önem verdiği ve en öncelikli dış politikası olarak gözükmektedir.



EKONOMİ-ENERJİ

Rus doğalgaz devi Gazprom dünya’nın birinci doğalgaz şirketi; başında da çok hırslı, yetenekli yöneticiler var. Şirket bir tür doğalgaz imparatorluğu gibi hareket ediyor. Başkalarının kendi imparatorluğuna meydan okumasını hiç istemiyor. Türkmenistan ile patlak veren kavgada ‘bizim Türkmen doğalgazına ihtiyacımız yok; Türkmenlerin bize ihtiyacı var’ açıklaması ve Kazak doğalgazının Rusya boru hatlarından geçişine izin vermeyeceğini söylemesi buna örnek gösterilebilir.

Rusya’nın diğer önemli bir problemi de vergi konusu. Yaşanan vergi kaçakları ve vergi sisteminden dolayı Rusya da diğer ülkeler gibi sıkıntı çektiği görülmekteydi. Bu durumu düzeltmek için genel istikrar ve ekonomik reform çerçevesinde programı çerçevesinde parlamentoya onay için sunulan vergi kanunu tasarısı, hem vergi idaresini güçlendirmek hem de vergi sistemini, vergileri yeniden yapılandırılmak şeklinde düzenlenmiştir. Söz konusu tasarıda daha düşük oranlı, ama daha yaygın bir gelir vergisi düzeni oluşturmaktan katma değer vergisi sistemine geçişe, Rusya’da yaygın olan mübadeleli alışverişlere, yeni vergilerden emlak vergi oranlarının yükseltilmesine kadar çok sayıda köklü değişiklikler vardır.

Rusya’da sermayenin dışarı kaçması en ciddi problemlerden biri olarak gözükmektedir. Çünkü kaçan sermaye ekonomiyi küçültüyor, daraltıyor, yerli yatırımları azaltıyor. Bu Rusya’nın sermaye probleminin bir yüzü, diğer yüzü ise yurtiçinde üretken alanlara gitmeyen yatırım sermayesi. Var olan yatırım sermayesi ise 10 yıldır üretken olmayan istihdam sağlamayan emlakçılık, medya ve lüks tüketim malları üretimi gibi alanla gidiyor ve böylece istihdamı arttırması, ekonomiyi büyütmesi, katma değeri yükseltmesi gereken kısıtlı yatırım sermayesi kısa ömürlü, üretken olmayan sahalara gidiyor ve burada kısa dönemde kazandığı parayı aynı sahalara yeniden yatırıyor ya da büyük ölçüde dışarıya transfer ediyor.

Putin yönetimi bu sorunlara çözüm olarak ister istemez oligarklarla yakın ilişkiye girme zorunluluğu vardır. Bunu yaparken sert veya yumuşak davranacağını zaman gösterecek ama öncelik vereceği ekonominin tahammülü yok; çünkü en başta ekonomiyi düzeltmesi bekleniyor.

Rusya ve Avrupa Birliği arasında ilişkiler derinleşmeye devam etmektedir. Euro’nun güçlenmesinde yaygınlaşmasında başından beri kararlı ve inatçı bir tavır ortaya koyan Roman Prodi, Rusya’ya dolar yerine Euro ile işlem yapmalarını teklif etmiştir. Prodi’ye göre Rusya’ya Euro’yu kullanmaları halinde ticaretin artacağını yabancı sermaye girişinde patlama yaşanacağını ve döviz rezervlerinin çok güçleneceğini açıkça bildirmiştir.

Ortak enerji yatırımları, ortak bir ekonomik bölge planları gibi son derece önemli gelişmeler bir tarafa koysak bile Rusya’nın Euro’yu inceleme taahhüdü kendi başına çok önemli bir aşama olduğu gözlenmektedir.

Euro’nun kendi ekonomisi ve global ekonomide oynayabileceği muhtemel yeni ve önemli rolün çoktandır farkında olan Rus hükümeti ve merkez bankası bu rolü daha da belirlemek, anlamak amacıyla iki yıl kadar önce Rus Bilimler Akademisi’nden rapor hazırlamasını istemişti. Hazırlanan rapora göre Euro’nun Rusya’da kullanıma girmesi Rusya’nın stratejik menfaatleri ile doğrudan ilişkili olduğu ve bu durumun Rusya’nın dünya ekonomisi ile bütünleşme şartlarını etkileyebilir ve değiştirilebilir olduğu söylenmiştir. Euro kullanımının sonuçlarının ülke yararına olacağı söylenmiştir.

1998 ekonomik krizi rublenin devalüasyonu, iç ve dış borçların üç ay süreyle ertelenmesi sayısız banka ve finans kurumunun batması ve halkın fakirleşmesiyle sonuçlanmıştı kriz daha sonraları iyice anlaşıldığı gibi aslında bir yönetim kriziydi, yani rus ekonomisi yıllarca iyi yönetilmediği için kriz çıkmıştı. Krizden üç yıl geçtiğinden beri rus ekonomisi hem krizi atlatmış ve hem de çok olumlu noktalara ulaşmış bulunuyor iyi yönetim sayesinde olmuştur.

İSTİHBARAT-ORDU

Sovyet gizli servisi KGB bütün söylenenlere rağmen ortadan kalkmadığı sadece isim ve kılık değiştirdiğini, başka kuruluşlarla birleşerek eskisinden daha güçlü bir şekilde faaliyete devam ettiği görülmektedir. Yeniden yapılandırma planına göre, teşkilatın dış istihbarat planına göre, teşkilatın dış istihbarat bölümü özel hale getirilmiş, başına gazeteci-istihbaratçı Primakov getirilmiştir. Teşkilatın savunma bölümü cumhurbaşkanlığına bağlanmış, teşkilata bağlı özel birlikler savunma bakanlığı emrine verilmiştir. Rusya dışında cumhuriyetler ülkelerinde bulunan teşkilatları millileştirileceğini açıklamış KGB tesislerine el koymuştur. Görünene göre KGB’nin etkisini kaybetmeyeceği ve etkin olmayı sürdürecek.

Komünist dönemin güçlü ordusu olan Rus ordusu komünist dönemin yıkılmasından üç sene geçtikten sonra tam anlamıyla döküldüğü görülmektedir. Orduda n kaçırılıp dışarıda satılan silahlar, cephane ve başka tecizhatlar, parasızlık yüzünden bakımı yapılamayan gemiler, uçaklar, limanlar çürüyüp giden tesisler, sayıları yüzbinlerle ifade edilebilecek asker kaçakları, celbe riayet etmeyen askerler, ordu içindeki despot yönetim ve üst komuta kademesinde yaşanan yolsuzluklar ve çekişmeler orduyu güçsüzleştiren önemli faktörlerdir.

Bunun farkında olan Rus yönetimi bu durumu düzeltmeye gayret etmektedir. Daha küçük daha hareketli, ateş gücü yüksek bir ordu baş hedef olarak düşünülmektedir.

Rusya Sovyetlerin çökmesinden sonra yavaşlayan silah satışlarının arttığı gözlemlenmekte ve isteyen herkese silah satmaya hazır ve istekli olduğu görülmektedir. Sovyet döneminde sadece ideolojik kritere göre silah satan ya da veren Rusya’nın bugün herhangi bir ideolojik kriteri yok. Rusya şimdi para diyor. Silah satışlarından hem para hem siyasal çıkar sağlamaya çalışıyor.

Rusya klasik silahlı güce vermediği önemi nükleer gücüne vermektedir. Dünyada önemli bir nükleer güç olan Rusya bu gücünü milli menfaatler için gerektiğinde koz olarak kullandığı görülmektedir. Herhangi bir saldırı durumunda bu gücünü savunma amaçlı olarak kullanabileceğini belirtmektedirler.Kaynakça: Rusya’nın Dönüşümü, Fikret Ertan, Kızılelma Yayıncılık, 2001-İstanbul



(25 mayıs 9 grup) KÜRESEL İLETİŞİM ÇAĞINDA ULUSAL KÜLTÜRÜN KADERİ
Kültürlerin hareketi, insanların hareketlerine bağlıdır. İnsanların ilk hareketleri, kültürlerini kendileri ile birlikte bölgelerin ve kıtaların ötesine taşımıştır. Bu doğrultuda, kültür küreselleşmesi uzun bir tarihe sahiptir. Büyük dünya dinleri, fikirlerin ve inançların nasıl da kıtaları aşıp toplumları dönüştürebildiklerini göstermiştir. Modernlik öncesi büyük imparatorlukların, doğrudan askeri ve siyasi denetim yokluğunda, yöneticilerin ortak kültürü sayesinde alanlarını ellerinde tutmaları da, bir o kadar önemlidir.

Fakat küreselleşme taraftarları, katıksız ölçeği, yoğunluğu ve hızı olan bugünkü küresel iletişimin ayırıcı bire tarafı olduğunu iddia ediyorlar. Bu birçok etmene bağlanabilir.

Birincisi, yirminci yüzyıl, eski teknoloji dönüşümlerinin yanı sıra, küresel altyapıların işlerliğini oluşturan iletişim ve ulaşım da teknolojik buluşlar dalgasına tanıklık etmiştir. Bunlar, dünyanın tüm bölgelerine yayılmaya başlayıp, iletişim şekil ve menzilini arttırarak ulusal sınırları aşan kitlesel iletişim kanallarının önünü açtılar.

İkincisi, bugünkü kitlesel iletişim kalıplarının ileti ve görünümleri önceki dönemlere oranla çok daha büyük, geniş ve hızlı hareket etmektedir. Kültürler, toplumlar ve ekonomiler, hem yerel hem uluslar arası düzeyde bilgi çokluğu haline gelmektedir. Bu süreç yeni küresel iletişim sistemlerinin iş ve ticari amaçlı kullanıldığı gerçeğiyle pekişmektedir.

Yer küre etrafındaki bilgi ve hız yoğunlukları arasında farklılıklar olsa da, kültürel anlamada dünyanın geri kalanından yalıtılarak yaşamak gittikçe daha zor hale gelmektedir.

Bu tip önermeler karşı şüpheciler ulusal kültürlerin ölümcül bir düşüş yaşadığına dair çok az işaret olduğunu iddia ediyorlar. Kültürel küreselleşmenin kilidi sayılan Coca-Cola, McDonald’s, Microsoft vb alternatif siyasal kimlik ve meşruiyet merkezleri yaratma işinde değil de kar elde etme ve ticareti devam ettirme işinde olduklarını iddia ediyorlar.

Dünya, kendi simgesel kaynaklarına yatırım yapan ve etki alanlarını genişletmeye çabalayan rakip kültürlerin alanı olmaya devam ediyor..küresel-kültürel projelerin gelişmesi için çok az zemin vardır.tıpkı toprağa bağlı devletin, küreselleşme yanlılarının iddia ettiğinden çok daha esnek olması gibi, ulusal kültürlerde öyledir.gerçekte ulusal kültürlerin esnekliği, toprağa bağlı devletin uluslararası düzen şeklinin saptanmasında neden kilit rol oynamaya ısrarla devam ettiğinin önemli bir parçasıdır.
KÜRESELLEŞME

KARŞILAŞMALARI ve KARMAŞIKLIKLARI

Kevin Robins
Mal ve metaların, bilgi ve iletişim ürünleri ve hizmetlerinin sınırlar ötesinde artan devingenliğine giriş yapılmakta, bu olgunun karmaşıklığı ve çeşitli etkileri vurgulanmaktadır. Robins, kültürel küreselleşmenin, neden ve nasıl eşitsiz ve değişken süreçler kümesi içerdiğini göstermeye çalışırken, kimliğin geçmişteki mutlaklığı ve hiyerarşisini sorgulatmaktadır. Böyle bir dünya da sınırların kültürel anlamı dönüşüme, kültürel süreklilikler kesintiye uğramaktadır.

Küreselleşmenin konusu sınırlar ötesinde büyüyen hareketliliktir; ticari mal ve eşyaların hareketliliği, bilgi ve iletişim ürün ve hizmetlerinin hareketliliği ve insanların hareketliliği.

Sadece maddi ürün ve mallar ile bilgi ürün ve mallarının değil, insan akışının da bir araya toplanması söz konusudur.

Küreselleşmenin, önceli olan her şeyin yerine geçmediği ve onları yerinden etmediği olacaktır. Toplumsal yeniliği fark etmekle beraber, toplumsal ve kültürel hayattaki süreklilikleri de göz önünde bulundurmalıyız.

Küreselleşme, yeni küresel öğelerin, var olan ve yerleşik, yerel ya da ulusal kültürel biçimlerle yan yana bulunmasıyla, kültürel olguların birikimi olarak görülebilir.
KÜRESELLEŞME KARŞILAŞMALARI

Küreselleşmenin konusu sınırlar ötesinde büyüyen hareketliliktir; ticari mal ve eşyaların hareketliliği, bilgi ve iletişim ürün ve hizmetlerinin hareketliliği ve insanların hareketliliği. Kendi yaşadığımız şehirde ana cadde boyunca yürüdüğünüzde ADİDAS ya da BENETTON gibi küresel mağaza zincirleriyle karşılaşırsınız.

Sadece maddi ürün ve mallar ile bilgi ürün ve mallarının değil, insan akışının da bir araya toplanması söz konusudur. Uluslararası iş çevrelerinin seçkin üyeleri, kendilerini sık uçan kozmopolit topluluk biçiminde adlandırıp, rutin ve düzenli olarak uluslar arası yolculuk yapmaktadırlar. Dolaşım ve hareketliliklerini ihtiyaçtan ya da çaresizlikten hızlandırmak zorunda kalan, ucuz bir tren ya da uçaktan yararlanarak dünyanın zengin merkezlerinde çalışmaya çabalayan ve oralarda kendilerini sürgündeki azınlık toplulukları olarak kuran göçmenlerin sayısı ise çok daha fazladır.

Hareketlilik, beraberinde yüzyüzeliği de getiriyor. Bu birçok açıdan tetikleyici ve üretken olabilmektedir. Küresel karşılaşmalar ve etkileşimler, yeni yaratıcı kültürel biçimler ve repertuarlar üretiyor. Bu tabii ki küreselleşmenin yalnızca bit boyutudur. Kültürlerin birbirleriyle karşılaşması gerilim ve sürtüşme de yaratabilir. Küreselleşme süreci aynı derecede bir yüzleşme ve çarpışma ile eşleştirilebilir. Günümüzde küresel değişimden kaynaklanan bazı gerginlikleri, Batı ve İslam dünyaları arasındaki zorlu ilişkilerde görebiliyoruz.


KÜRESELLEŞME KARMAŞIKLIKLARI
Nitelemedeki ilk nokta küreselleşmenin, önceli olan her şeyin yerine geçmediği ve onları yerinden etmediği olacaktır.toplumsal yeniliği fark etmekle beraber, toplumsal ve kültürel hayattaki süreklilikleri de göz önünde bulundurmalıyız. Küreselleşme, yeni küresel öğelerin, var olan ve yerleşik, yerel ya da ulusal kültürel biçimlerle yan yana bulunmasıyla, kültürel olguların birikimi olarak görülebilir.

İkinci olarak, küreselleşmenin karmaşıklıkları ve çeşitliliğini vurgulamak gerekirse özellikle ideal tip sınıflandırmalarına uysalca uymasını engellemektedir. Bu küresel değişim süreçleri çok çeşitli olmakla kalmayıp onunla karşılaşan herkes tarafından farklı deneyimlenmektedir.


FARKLILIKLAR DÜNYASI
Küreselleşme, dünyayı kavrayışımızı, keskin zıtlıklar oluşturan biçimlerde dönüştürmektedir. Yeni yönelimleri ve yönelimsizlik biçimlerini harekete geçirmekte, hem yersiz hem yerleşmiş kimlik biçimlerinin yeni deneyimlerini arttırmaktadır.

Küresel kültürel değişimin farklı kültürler arasındaki sınırları ve bölünmeleri yok etmeye çabalaması, onun güçlü bir boyutu olmuştur.bu boyut, küresel şirket çıkarları tarafından medya, reklamcılık gibi yaratıcı alanlarda çalışan simge çözümleyici sınıfın üyeleri için özellikle uygun bir ideal olarak etkin biçimde öne çıkarıldı.bunu mcdonaldizasyon ya da coca colonizasyon’la eş tutulan küresel kültür ve felsefe açısından ele alabiliriz.

Kültürel karşılaşma ve etkileşimi öne çıkarması da kültürel küreselleşmenin dikkate almamız gereken ikinci boyutudur. Burada kültürel öğeleri etkin yorumlanmasıyla, birleşme ve karışmalarıyla ilgileniyoruz. Bu süreçler hem iletişim dem de insan akımlarının bir sonucudur.

Kültürel küreselleşmenin vurgulanmak istenen üçüncü boyutu, küresel bütünleşmeyle ilişkilendirilen çalkantılı değişimlerin açık bir reddini ya da onlardan vazgeçmeyi içeren gelişmelerle ilgilidir. Bu gelişmeler, geleneksel ve daha kökten sadakat biçimleri olarak görülen şeylere dönüşte, ya da geri dönüşte kendilerini ifade ediyorlar.

Küreselleşme süreciyle aynı şekilde çelişkili bir ilişkiyi, yeniden dirilen dinsel kültürler ve kimliklerde de görebiliriz. Hinduizm, Musevilik ve hristiyanlıkta köktenciliğe bir dönüş yaşanırken, küresel zamanlara bir direniş olarak göze çarpan islamcı köktenciliktir.

Küresel modernitenin kültürel deneyimindeki çeşitlilik ve farklılık etkeni; yeni evrensel kültür biçimleri, yeni tikellik biçimleri, yeni melez gelişmeler, tüm bunlar önemlerini yeni küresel bağlamlarından kazanıyorlar.

Küerselleşme süreci, iktisadi ve kültürel dinamiklerin yüzleşme, çekişme ve müzakereyi içinde barındıracak biçimde karmaşık şekillerde birbirlerini etkilemeleri olarak görülmelidir.
KÜRESELLEŞMİŞ İLETİŞİM SÜRECİNİN BOYUTLARI

John B. Thompson

Küresel iletişim ve bilginin yayılımı sistemlerinde kilit rol oynayan ulus-ötesi holdinglerin ortaya çıkması,

Yeni teknolojilerin özellikle uydu iletişimiyle ilişkilendirilenlerin, toplumsal etkileri,

Küresel sistem içinde bilgi ve iletişim ürünlerinin asimetrik akışı,

Küresel güç tarafından iletilen materyale ulaşabilme açısından eşitsizlikler ve değişkenlikleri’ dir.
Modern dünyada iletişimin dikkati çeken özelliklerinden biri, artarak küresel boyutta gerçekleşiyor olmasıdır.

İletiler uzun mesafelere çok daha kolay iletiliyor,böylece bireyler uzak kaynaklardaki bilgi ve iletişime ulaşabilyorlar.

Medyanın gelişimiyle ortaya çıkan zaman ve mekanın yeniden düzenlenmesi, aslında modern dünyayı değiştirmiş ve hala da değiştirmekte olan oldukça geniş süreçler kümesinin bir parçasıdır.bu süreçler bugün genellikle “küreselleşme” olarak adlandırılıyor.
KÜRESEL İLETİŞİM ŞEBEKELERİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
İletişimin küerselleşmesinin başlangıcını, on dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarındaki üç kilit gelişmeye bakarak inceleyebiliriz:

1- Avrupa sömürgeci güçleri tarafından su altı kablo sistemlerinin geliştirilmesi, 2- uluslararsı haber ajanslarının ortaya çıkışı ve dünyayı kendilerine mahsus çalışma alanlarına bölmeleri, 3- elektro manyetik tayfların tahsisiyle ilgilenen uluslararası kuruluşların oluşturulması

Telgraf elektriğin iletişim imkanlarını başarılı bir biçimde kullanan ilk iletişim aracıydı.

İlk başarıların ardından deniz altı kablo endüstrisi hızla gelişti

On dokuzuncu yüzyılda iltişim şebekelerinin oluşmasında haber ajanslarının kurulması önemli bir yere sahipti.

İletişimim küerselleşmesinde önemli rol oynayan üçüncü bir gelişme elektromanyetik dalalar yoluyla bilgi iletiminin yeni yollarının gelişmesi ve elektromanyetik tayfların tahsisinin düzenlenmesine yönelik girişimlerin devamı ile ilgiliydi.


KÜRESEL İLETİŞİMİN BUGÜNKÜ KALIPLARI’NA GENEL BİR BAKIŞ
İletişim küreselleşmesinin kökleri on dokuzuncu yüzyılın ortalarına dek takip edilebilirse bu süreç, öncelikli olarak yirminci yüzyılın bir olgusudur. Bilgi ve iletişimin küresel ölçekte akışının düzenlenmesi ve toplumsal hayatın yaygın bir özelliği haline gelmesi yirminci yüzyıl boyunca gerçekleşmiştir.

Küreselleşmiş iletişim sürecinin asıl boyutları;

1- Küresel iletişim ve bilginin yayılımı sistemlerinde kilit rol oynayan ulus-ötesi holdinglerin ortaya çıkması, 2- yeni teknolojilerin, özellikle uydu iletişimiyle ilişkilendirilenlerin, toplumsal etkileri. 3- küresel sistem içinde bilgi ve iletişim ürünlerinin asimetrik akışı, 4- küresel iletişim şebekelerine ulaşabilme açısından eşitsizlik ve değişkenlikler.
YENİ KÜRESEL MEDYA

Robert W. McChesney

Medya holdingleri dünya çapında pazarlardaki hakimiyetlerini kolaylaştıracak politikalar için baskı yaparken,yerli medya ve kültür sanayileri için güçlü korumacı bir gelenekte varlığını sürdürüyor.

Norveç, Danimarka, İspanya, Meksika, Güney Afrika ve Güney Kore’ye kadar bir çok ülke kendi küçük film üretim sanayilerini hükümet yardımlarıyla canlı tutuyor.

İzleyiciler yerelde üretilmiş ürünleri tercih ediyor görünürken, küresel medya şirketleri, umutsuzluğa düşmek yerine ürünlerini küreselleştiriyorlar. Bu büyük ihtimalle en rahat müzik sanayisinde gözlenebilir.

Bir ticaret yayınında yazan bir yazarın sözleriyle, Brezilya gibi’’ insanların kendilerini tamamıyla yerel müziğe adadıkları’’ yerlerde bile kendisine tabi şirketler kurmakla meşguldüler.

Sony dünyanın her yerinden bağımsız müzik şirketleriyle dağıtım anlaşmaları imzalama yolunda başı çekti.


KİMLİK VE KURUMSAL MODERNİTE

John Tomlinson
Kimlik oluşumunun, insan deneyiminin evrensel bir özelliği olduğu sık rastlanılan bir varsayımdır.

Castells ‘’kimlik, insanların anlam ve deneyim kaynağıdır’’ derken, bu görüşü üstü kapalı bir şekilde kabul ediyor. ‘’kimliğin merkezi bir öneminin olmadığı noktasına dikkat çekiyor.

Örneğin, David Morley, Roger Rouse’un Birleşik devletlerde Meksikalı göçmenler üzerine yaptığı çalışmayla ilgili yorum yaparken bu insanların ‘’kimliğin merkezi bir önemi olmadığı’’ noktasına dikkat çekiyor.

KİMLİK BİR YADA DAHA FAZLA KÜLTÜREL NİTELİĞİ PAYLAŞAN HERHANGİ BİR NÜFUSUN HİSLERİ VE DEĞERLERİ ORTAK DENEYİMLERİN ÜÇ UNSURUNA İŞARET EDER BUNLAR:
Nüfus birimi olarak, birbirini izleyen nesillerin deneyimleri arasındaki hissin sürekliliği

Kolektif bir tarihin dönüm noktaları olmuş belirli olay ve kişiliklerle ilgili ortak hafıza

Bu deneyimleri paylaşan topluluğun aralarındaki ortak kader hissi.
KÜLTÜREL REKABET
Ulusal fikrin bugünkü itibarlı gücünün nedeni, yerküre üzerinde daha fazla taraftar ve prestij için giriştikleri mücadele ile, bir çok ulusal kültürün hem kendilerini hem de ulusal fikri vurgulamalarıdır.
Kültürlerin kısmi karışımı, milletlerarası ticari dilin ve daha geniş pan- milliyetçiliklerin yükselişi, bazen tersi yönlerde sonuç verse de ‘’kültür aileleri’’ nin oluşması olanağını yarattı ve daha geniş bölgesel yamalı kültür alanlarının haberini önceden vermiş oldu.
KÜRESEL EŞİTSİZLİK BİÇİMLERİ
Küreselleşme insanlığın gelişimi için önemli ölçüde fırsatlar sunar fakat sadece güçlü yönetişim ile. Küresel piyasalar, küresel teknoloji,küresel fikirler, küresel yardımlaşma her yerdeki insanların tercihlerini genişleterek yaşamlarını zenginleştirebilir, faydalar paylaşılabilir.
Küreselleşme hem zengin hem yoksul ülkelerde insan güvenliğine yeni tehditler yaratıyor.

Mekanın zamanın kısıtlayıcılığının daraldığı küreselleşen dünyada insan güvenliğine yöneltilen günlük hayatın akışında ani ve zararlı yeni tehditler bulunmaktadır. Örnek; artan seyahat ile HIV/AIDS ‘in yayılması


Yeni bilgi ve iletişim teknolojileri küreselleşmeye yön verirken dünyayı bağlı ve izole bir şekilde kutuplaştırıyor.Büyüklük, zaman ve uzaklık engelleri, artık küçük işletmeler, yoksul ülke hükümetleri ve birbirine uzak akademisyenler ve uzmanlar için ortadan kalkıyor. Farklılık azalıyor.Toplumlar birbirine benziyor.
Ulusal ve küresel yönetişim, insani gelişim ve hakkaniyet temelli bir şekilde tekrardan yaratılmalı. Yerel, ulusal, bölgesel, küresel güçlü bir yönetişim ile rekabetçi piyasaların getirileri, açık kurallar ve sınırlar ile korunabilir ve güçlü bir müdahale ile insanlık gelişiminin gereksinimleri sağlanabilir.İnsan için fayda temelli olmalıdır.
1999 BM KALKINMA PROGRAMI RAPORU
Küreselleşme ile;

Yeni pazarlar- Küresel olarak birbiri ile ilişkili günde 24 saat, gerçekte birbirine uzak olan yerleri idare ederek işleyen, döviz ve sermaye piyasaları


Yeni araçlar- internet bağlantıları, cep telefonları, medya ağları
Yeni aktörler- Ulusal hükümetler- üstü otoritesi ile DTÖ, birçok ülkeden daha fazla ekonomik güce sahip çok uluslu şirketler
Yeni kurallar- Ulusal politika alanını daraltarak, ulusal hükümetleri daha da bağlayıcı hale getirmiştir.
DÖRDÜNCÜ DÜNYA’NIN YÜKSELİŞİ
(MANUEL CASTELLS)

Bu makalede bilgi temelli gelişimin yükselişi ile, dünya genelinde artan eşitsizlik ve sosyal dışlanmanın ilişkisi açıklanmaya çalışılmıştır. İncelemeler sonucunda görülen dünyanın her yerinde sağlık, eğitim ve diğer yaşam koşullarının geçmişteki yaşam standartlarına göre arttığıdır.


Bilgi temelli gelişimin toplumsal dinamiklerini anlamak için yaşanan süreçler arası ayrıma gidilmiştir. Bu süreçte eşitsizlik yoksulluk kutuplaşma yer alırken, bir taraftan da işin bireyselleşmesi işçinin sömürüsü gibi ilişkiler yer alır.
Kutuplaşmış bir Dünyaya doğru mu?
Küresel bir analiz

Son yıllara baktığımızda dünyanın birçok yerinde coğrafi zenginliğin artırılması kazanımı için uğraşılırken, veriler ekonomik eşitsizliklerde de sürekli artışın olduğunu göstermektedir. OECD ülkeleri ile diğer ülkeleri karşılaştıracak olursak dünya nüfusunun büyük bir bölümü OECD ülkelerinde yaşıyor.

Dünya üzerinde ABD’nin değer ve güç olarak etkisi hala önemini sürdürüyor. Latin Amerika, Afrika ve Doğu Avrupalıların etkisi ise azalmış görülüyor.

Ülkeler arası gelişim farklı oranlarda ve ekonomik eşitsizlik ortaya çıkmış olsa da dünya nüfusunun ortalama yaşam standardı BM İnsani Gelişim Endeksi ile ölçüldüğünde sürekli iyileştiği görülmüştür.

Gelir eşitsizliklerinin yıllara göre gelişimini incelersek belli ülkelerin karşılıklı analizini gösteren 15. slayttaki tablo dan yararlanabiliriz:


1979’dan sonra OECD ülkelerindeki gelir eşitsizliklerindeki değişim

Ülke

Dönem

Bağıl (%)

Mutlak(nokta değişikliği)

Birleşik krallık

1979-95

1.80

0.22

İsviçre

1979-94

1.68

0.38

Danimarka

1981-90

1.20

-

Avustralya

1981-89

1.16

0.34

Hollanda

1979-94

1.07

0.25

Japonya

1979-93

0.40

0.25

Birleşik devletler

1979-95

0.79

0.35

Almanya

1979-95

0.50

0.13

Fransa

1979-89

0.40

0.12

Norveç

1979-92

0.22

0.05

Kanada

1979-95

-0.02

0.00

Finlandiya

1979-94

-0.10

-0.02

İtalya

1979-91

-0.64

-0.58


KÜRESEL YOKSULLUK VE EŞİTSİZLİK DAHA DA BÜYÜYOR MU?
EVET HAYIR
Robert Wade Martin Wolf

Bu makale iki bilim adamı arasında geçen yazışmalardan meydana gelmektedir. İlk olarak Robert Wade, Martin Wolf’un Financial Times ta yazdığı yazılardaki 3 ana noktaya değinmiş ve bunları yorumlamıştır.

Bu noktalar

Hem yoksulluğun hem eşitsizliğin dünya üzerinde 150 yıldan fazla bir süredir ilk kez son 20 yılda düşüş sergilemiş olması,

Bu düşüşler küresel ekonomik bütünleşmeden dolayı gerçekleşmiş,

Küreselleşme karşıtı hareket ülkeleri gerçekte sadece yoksulluğun ve eşitsizliğin yoğunlaşmasına hizmet edecek politikalara teşvik etmektedir.



Robert Wade’den Martin Wolf’a
İlk eleştirisi yazarın temel aldığı Dünya Bankası rakamları olmuş. Çünkü bu rakamlara ulaşma konusunda metodun problemli olduğunu iddia etmiştir. Yoksulluğa dair rakamların eksik olduğu ve bilinen 1.2 milyardan fazla olacağını söylüyor.

Diğer bir eleştiri küresel eşitsizlikler üzerine. Her ülkenin ortalama geliri hesaplanması yanlış olacağını, bu gelirin aynı zamanda nüfuslara göre de düzenlenmesi gerektiğini savunuyor. 1980’lerden beri ülkeler arası eşitsizlik daha eşit olmaya başladı. Ortaya çıkan sonuçlar Çin ve Hindistan’daki büyümeden kaynaklanıyor.

Bir açıdan Çin ve Hindistan’daki nüfus yoğunluğunun artış hızı dünya gelir dağılımını daha eşit hale getiriyor denilemeyeceğini, bu iki ülkenin Batı Avrupa, Kuzey Amerika, Japonya gibi ülkelerle aradaki gelir farklarını azaltmadığını savunuyor.

Son olarak ta küreselleşmenin kalkınmanın motoru gibi olmadığını, motorun teknolojik gelişme ve insanların, şirketlerin ve hükümetlerin teknik kapasitelerinin bütünleşmesi olduğunu söylüyor.


Martin Wolf’dan Robert Wade’e
Gelir dağılımı ve diğer veriler sorgulanabilir, fakat 1980’den bu yana yoksulluk oranlarındaki düşüş %31den %20 civarındadır. Bu oran ciddi bir orandır ve küreselleşmenin yoksulluğu azalttığının göstergesidir diyor.

Eşitsizlik konusunda Çin ve Hindistan’ı dışlama konusunda ise 20 yıl önce bu iki ülkenin dünyanın en yoksul insanlarını barındırdığı bu gelişmelerin göz ardı edilemeyeceğini söylüyor.

Sonunda küresel eşitsizliğin ve yoksulluğun sürmesinin kökeninde tarihsel süreçlerin sonucu olduğunu söyler.
Robert W. Cevap olarak
Dünya bankası verilerinin nominal değerler olarak alınmaması gerektiğini, onun söylemine karşılık Hindistan’daki eşitsizliğin son 20 yılda daha da arttığını, sorunun DTÖ çerçevesinde gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkelere karşı önlem alıp kısıtlamaları ve DTÖ ve D.Bankası kurallarının en kısa sürede batının kendi çıkarları doğrultusunda dünya nüfusunun geri kalanını da düşünerek yeniden düzenlenmesine ihtiyaç olduğunu söylüyor.
Robert W. Cevap olarak

Son 20 yılda dünya nüfusunun yoksulluk oranının düştüğü konusunda hemfikir olduklarını, kabullenilebilir tek amacın da dünyanın en yoksul insanlarının yaşam standartlarının en kısa zamanda yükseltmek olması gerektiğini söylüyor.


Büyüme için gerekli önkoşulları ;

istikrarlı devlet, mülkiyet ve birey güvenliği, yaygın okuma yazma, temel sağlık, yeterli altyapı, rüşvet yada kırtasiyecilikle bunaltmayan iş geliştirme, piyasa güçlerinin geniş çaplı kabulü, makro ekonomik istikrar ve birikimleri etkin kullanacak mali sistem olarak tanımlıyor.
Şu önermeleri Martin W. ‘un incelemesini istiyor;
En büyük siyasal meydan okuması ülkelerin ekonomik büyümelerinin hızlandırılmasıdır.

Kuzeydeki açık piyasalar ve doğrudan yabancı yatırım büyümeye çok önemli katkıda bulunmuşlardır.

Kendine yeterlilik aptalca bir kalkınma stratejisidir.

“Eğer bunları kabul ederseniz benim politika iddiamın arkasındasınız(Sevseniz de Sevmesenizde…)”



ZENGİNLİĞİN YAYILMASI
David Dollar ve Aart Kraay


YÜKSELEN BİR AKINTI

Küreselleşme zengin için faydalı, yoksul için kötü fikri değişmiş bulunmaktadır. Küreselleşme dalgası şimdiye kadar ekonomik eşitliği artırdığı ve yoksulluğu azalttığı görülmektedir. Bunun bir göstergesi Çin ve Hindistan’ın hızla büyümesidir.


Küreselleşme yoksulluğun azaltılması için önemli bir güç olarak görülebilir. Gelişmiş ülkelerde artan korumacı hareketler, yoksul ülkelerin katılımını sınırlandırdığı anda bu duruma müdahale etmeli gelişmekte olan ülkeler, küreselleşme sürecinde zenginleşmeye izin verecek şekilde kurumlar ve politikalar üretmeli ve kalkınmayı engelleyecek durumlar meydana geldiğinde gerekli izinler verilmelidir.
DÜNYA ÇAPINDA GELİR EŞİTSİZLİĞİ, 1820-1995


YUKARI SIÇRAYIŞ

2. Dünya savaşından sonra küreselleşmeden uzak stratejiler benimsendi. Bu yaklaşım başarılı olamayınca petrol krizleri ve ABD’de ortaya çıkan enflasyon birçok sorun yarattı.

Örn: Çin kapalı bir ekonomi iken dış ticarete açılması ile büyüme oranı büyük bir artış kazandı. Hindistan ve Vietnam gibi ülkeler de hızlı büyümenin dışa açıklıkla mümkün olacağını gösteren örnek ülkeler arasında.

Buradan da görülüyor ki küreselleşme karşıtı olmak yerine, uluslar arası ticaret ve yatırıma ne kadar çok açık olunursa, zengin ve yoksul ülkeler arasındaki farkın da o kadar azalacağı göz önüne alınmalıdır. Tartışılan küresel eşitsizliğin nedeni tam olarak küreselleşmenin sunduğu faydalardan ülkelerin ne kadar yararlanabildiği ile ilgilidir.


KÜRESELLEŞME VE TOPLUMSAL CİNSİYET TEMELLİ EŞİTSİZLİK
Jill Steans


Küresel Politik Ekonomi
Küresel politik ekonomi son yıllarda önemi artan ve genişleyen bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır.

  • Çok uluslu şirket faaliyetlerini, askeri ilişkilerin devlet politikaları üzerine etkilerini,

  • Küresel ekonomiyi ve küresel ekonomideki problemleri ,

  • Ulusal organizasyonları ve organizasyonların rollerini,

  • Borç ve kalkınma sorunları küresel politik ekonomi kavramı içerisinde incelenmeye başlanmıştır.


DÜNYA SİYASETİNDE DÜZEN,
KÜRESELLEŞME VE EŞİTSİZLİK
Ngaire Woods

Düzen: Bir arada yaşamak için asgari koşullar demektir. Uluslar arası ilişkilerde farklı anlamlarda taşır. Geleneksel dünya düzeni kavramında ise eşitsizlik sınırlayan ve düzenleyen bir güçtür ve olumludur. En güçlüye olan ihtiyaçtan dolayı ortaya çıkan kurumlar vardır örn: AT ve Milletler Topluluğu

Günümüzde ülkelerin kendileri için belirledikleri zenginleşme, geniş ölçekli güvenlik önlemleri gibi hedefleri içinse ayrıntılı bir düzen kurmaları gerekmektedir.


Küreselleşmenin Etkisi

Küreselleşme hem ülkeler arası rekabeti hem de ülke içi politikaları değiştirmektedir. Dünya siyasetindeki aktörlerin ve kurumların da doğasını etkilemektedir. Geleneksel düzende yeni aktörleri hesaba katmakta başarısızdırlar bu nedenle de dünya siyasetinin nasılını ve nedenlerini açıklama konusunda da başarısız olunmaktadır.

Küreselleşme özet olarak geleneksel devlet merkezli ve hiyerarşik uluslar arası düzene meydan okuma olarak karşımıza çıkmaktadır.

AB’nin Genişleme Sürecine Günümüze Kadar Dayanan Genel Bir Bakış
1957’de Roma Anlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu kuruldu. Kurucu altı Avrupa ülkesi Batı Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, İtalya, Lüksemburg'dan oluşuyordu. Aynı ülkeler 1952 tarihli AKÇT’nin de kurucusuydu.

1969 Lahey Zirvesi'nde topluluğa katılma talebinde bulunan İngiltere, İrlanda, Norveç ve Danimarka’ya ilişkin müzakerelerin başlatılması kararı alındı. 1972 yılında İngiltere, Danimarka ve İrlanda tam üye olarak topluluğa girdi. (Norveç’in katılım anlaşması adı geçen ülkede yapılan halk oylamasıyla reddedildi.) İlk genişleme süreci sona erdi.

Yunanistan 1976 yılındaki tam üyelik başvurusunu izleyerek 1981’te topluluğa katıldı. Yine 70’li yıllarda tam üyelik başvurusu yapan Portekiz ve İspanya’nın da 1985’te topluluğa katılmasıyla birlikte üye sayısı 12’ye yükseldi ve ikinci genişleme süreci tamamlandı.

Katılan herbir ülkeyle birlikte topluluk, siyâsetini, üye devletler arasında güç ve yetki dağılımlarını gözden geçirmek zorunda kaldı. Bu paralelde örneğin ikinci genişleme süreci, topluluğun anayasal yapısının değiştirilmesi görüşünü gündeme getirdi. İspanya ve Portekiz’in katılımı ile birlikte Avrupa Tek Pazarı üzerinde anlaşıldı. 1992 sonuna dek mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımı hedeflendi.

Avrupa Topluluğu’na üye 12 devlet tarafından 1992’de imzalanan Maastricht Anlaşması, topluluğa kapsamlı değişiklikler getirdi; Avrupa Topluluğu üzerinde ve onu da kapsayan Avrupa Birliği bu anlaşmayla biçimlendirildi. Anlaşmanın getirdiği yeni boyutla birlikte 1995 yılında İsveç, Finlandiya ve Avusturya da topluluğa katıldı. Üye ülke sayısı 15’e ulaştı ve üçüncü genişleme süreci yaşandı.

Soğuk Savaş’ın sona ermesi beraberinde topluluğun stratejilerini yeniden gözden geçirmesini ve yeni strateji arayışlarına girmesini getirdi. Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri de topluluk gündemine girdi.

Avrupa Birliği, 1989 yılında Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine destek amaçlı bir mali çerçeve hazırladı. Bu ülkelere pazar ekonomisine geçişleri sürecinde verilecek kredilerin sağlanması için Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nı kurdu. 1989-91 yılları arasında Polonya, Çekoslavakya, Bulgaristan, Romanya ve Macaristan ile ticaret ve işbirliği anlaşmaları yapıldı.

Ticaret ve işbirliği anlaşmalarının yetersiz kalması üzerine 1990 yılındaki Dublin Zirvesi’nin ardından Ortaklık Anlaşmaları gündeme geldi. 1991-95 yılları arasında 10 Avrupa ülkesi ile Ortaklık Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmalar taraflar arasındaki yasal zemini oluşturdu. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine adaylık perspektifinin verilmesi ise Kopenhag Zirvesi ile gündeme geldi. 1993 tarihli Kopenhag Zirvesi’nin konuya ilişkin kararı şöyleydi:

AB’nin Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini içeren genişlemeye hazırlanma siyâseti kapsamında Avrupa Komisyonu bir rapor yayınladı. “Gündem 2000” başlıklı ve 1997 tarihli bu rapor, aday ülkelerle ilişkiler, bu ilişkilerin nasıl ve ne şekilde geliştirileceği ve genişlemenin etkileri ile ilgili ayrıntıları içeriyordu. Raporun yayınlandığı dönemde görüş bildiren Komisyon, hiçbir aday ülkenin bu ölçütleri tam olarak yerine getiremediğini vurguladı. Polonya, Slovenya, Çek Cumhuriyeti, Estonya ve Macaristan’ı orta vadede bu kriterlere ulaşabilecek beş ülke olarak belirledi. Diğer aday ülkeler konusunda ise katılım müzakerelerinin başlatılmasına ilişkin olarak olumsuz görüş belirtti.

1997 Lüksemburg Zirvesi’nde aday ülkeler müzakerelere hazır olup olmadıkları noktasından hareketle birinci ve ikinci dalga ülkeler olarak sınıflandırıldı. Müzakerelere hazır olan ülkeler ilk dalgayı, diğerleri ise ikinci dalgayı oluşturdu. Komisyon ilk dalga ülkelerle tam üyelik müzakerelerine 1998’de başlanmasını önerdi. Ancak zirvede 10 Orta ve Doğu Avrupa ülkesinin yanı sıra Kıbrıs’ın AB üyeliği de teyit edildi. Ekim 1996’daki iktidar değişikliği nedeniyle üyelik başvurusunu geri çeken Malta ele alınmadı.

1998’de 10 Orta Avrupa ülkesi ve Kıbrıs’ın adaylık süreci başlatıldı. Çek Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, Polonya ve Kıbrıs’ın üyelik görüşmeleri başladı. Malta AB adaylığını yeniledi. 1999’da Berlin’de toplanan AB Zirvesi, Orta Avrupa ülkelerine verilen üyelik öncesi yardımların 2000 yılından itibaren iki katına çıkarılmasını kararlaştırdı.

Helsinki Zirvesi’nde Bulgaristan, Letonya, Litvanya, Malta, Romanya ve Slovakya’yla üyelik görüşmelerine geçilmesi kararlaştırıldı ve Türkiye’nin adaylığı onaylandı.

2000’de diğer 6 aday ülkeyle üyelik görüşmeleri başladı. Yaşanan görüş ayrılıklarına rağmen AB kurumlarını, sayısını iki katına çıkan üyelere hazırlamak amacıyla düzenlenen Nice Anlaşması sonuçlandırıldı. Pekçok alanda veto uygulaması çoğunluk oyu esasıyla değiştirildi.

Avrupa Komisyonu’nda her üye ülkenin tek bir Komisyon üyesiyle temsil edilmesi ve Avrupa Parlamentosu’nun sandalye sayısının 740’a çıkarılması kararlaştırıldı. Bakanlar Kurulu’ndaki oy dağılması, Türkiye dışında şimdiki ve gelecekteki aday ülkeler dikkate alınarak yeniden belirlendi.

2001 Aralık ayında Laeken’deki zirvede 2004 yılına kadar birliğe üyeliğe hazır olacak 10 ülkenin adı açıklandı. Bunlar: Kıbrıs, Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Malta, Polonya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti ve Slovenya.

1 Ocak 2002’de Avrupa tek para birimi Avro(Euro) tedavüle girdi.

1 Mayıs 2004’te AB 10 yeni ülkeyi üyeliğe kabul etti. AB tarihinin en büyük genişleme hamlesi ardından birliğin üye sayısı 25’e yükseldi.

29 Ekim 2004’te Avrupa Birliği liderleri, birliğin ilk anayasasını imzaladılar.

8 Aralık 2004'te Romanya ile üyelik müzakereleri tamamlandı.

1 Ocak 2007'de Bulgaristan ve Romanya Birliğe katıldı.


 AVRUPA BİRLİĞİ’NİN ORTAK TARIM POLİTİKASI
Stratejik açıdan önemi hem tarımın son derece hayati bir işlev olan beslenme ile doğrudan bağlantılı olmasıdır. Toplumun önemli bir kesimini çiftçileri doğrudan ve tüketicileri de dolaylı olarak etkiler.
AB NEDEN BİR ORTAK TARIM POLİTİKASI’NA İHTİYAÇ DUYMUŞTUR?

  • Gıda yetersizliklerinin önüne geçilmesi,

  • Tarımda çalışan kesimin gelir düzeyinin korunması ve artırılması,

  • Piyasa mekanizmaları arasındaki farklılıkların giderilmesi,

  • Fransa ve Almanya arasındaki dengesizliğin giderilmesi gibi durumların önüne geçmek amacıyla böyle bir politika izlenmek istenmiştir.


OTP’NİN AMAÇLARI VE İLKELERİ NELERDİR?
OTP’nin Amaçları


  • Üretim standartlarını ve tarım teknolojisini geliştirmek,

  • Tarımsal üretim araçlarının etkili kullanımını sağlamak,

  • Avrupa’daki tarımsal üretimin verimliliğini artırmak,

  • Piyasalarda istikrarı sağlamak,

  • Ürün arzının güvenliğini sağlamak,

  • Tarımdaki en önemli faktörlerden biri olan işgücünün optimum kullanımını sağlamak,

  • Geçimini tarım sektöründen sağlayan kesimlerin gelirini artırmak,

  • Tüketicilere daha gerçekçi ve uygun fiyatlar sunmak ve

  • Tarım ürünleri fiyatlarını bütün üye ülkelerde eşitleyerek, fiyatların üye ülkeler arasında haksız rekabete yol açmasının önüne geçmek.

Üye ülkeler tarafından yukarıda sıralanan amaçlara ulaşmak için OTP’nin belirli ilkeler çerçevesinde yürütülmesi gerektiği kararlaştırılmıştır.


OTP’nin İlkeleri
Tek Pazar ilkesi ile tarım ürünlerinin OTP kapsamında üye ülkelerde serbest dolaşımı amaçlanmıştır. Üye ülkelerin birbirleri ile gerçekleştirdikleri ticaretin gümrük vergileri, kotalar ve benzeri engellerle kısıtlanamayacağını anlatan bu ilke, söz konusu engellerin ortadan kaldırılmasıyla tarım ürünlerinde bir tek pazar oluşturulmasını hedeflemektedir. Tek Pazar İlkesi’nin hayata geçirilebilmesi için üye ülkelerin kullanacakları kural ve mekanizmaların aynı olması ve Topluluk tarafından bir çatı altında idare edilmesi gerekmektedir.
Topluluk Tercihi İlkesi ile hedeflenen, topluluk içi piyasalarda ve Topluluk sınırlarında, üye ülkeler tarafından üretilen tarım ürünlerine öncelikli bir rejim uygulamaktır. Böylelikle üçüncü ülkelerde üretilen ürünlere karsı Topluluk üyesi ülkelerin ürünlerine tercih tanınmakta ve Topluluk tarım sektörü korunmaktadır.
Mali Dayanışma İlkesi, diğer iki ilke çerçevesinde uygulanacak olan ortak politika doğrultusunda yapılacak harcamaların, ortaklasa oluşturulan bir bütçeden ve AB üyesi ülkelerin tamamının katkısı ile karşılanmasını hedeflemektedir. Bu ilke çift yönlü islemekte ve bir yandan OTP’ye ilişkin harcamalar Topluluk üyeleri tarafından ortaklasa üstlenilirken, diger yandan OTP çerçevesinde alınan vergilerden sağlanan gelirler Topluluğun ortak geliri olarak kabul edilmektedir.

AB ‘DE EKONOMİK VE PARASAL BİRLİK

1 Ocak 1999'dan itibaren son aşamasına geçilmiş olan Ekonomik ve Parasal Birlik (EPB) süreci; kişilerin, malların, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımının sağlanmasıyla birlikte, milli paralar arasında kesin olarak tespit edilmiş sabit kurlar ve tek bir para biriminin uygulamaya konmasını içermektedir. Yine bu sürecin içinde ortak para politikasının tesisi, ekonomik politikaların yakınlaştırılması, başta maliye politikası olmak üzere birçok alanda uyumun sağlanması, Topluluğun parasal politikalarının saptanması ve uygulanması için Avrupa Merkez Bankası'nın oluşturulması, para politikaları konusunda tüm yetki ve sorumlulukların bu kuruma devredilmesi yer almaktadır.

Parasal Birlik, ortak makro ekonomik hedeflere ulaşılabilmesi için politikaların birlikte uygulandığı bir para alanını ifade etmektedir. Parasal birliğin sağlanması için üç gerekli koşul bulunmaktadır (Euro ve Türkiye Üzerine Etkileri, DTM- AB Genel Müdürlüğü, Ağustos 1998):


  • Birliğe katılan bütün para birimlerinin tam konvertibilitesinin sağlanması,

  • Sermaye hareketlerinin tam liberalizasyonu ile bankacılık ve diğer mali piyasaların entegrasyonu,

  • Paraların değerindeki dalgalanma marjlarının kaldırılması ve kurların geri dönülemez şekilde sabitlenmesi.

Tarihsel Gelişim

Ekonomik ve Parasal Birliğin gelişiminde tarihsel sürece baktığımızda Roma Anlaşması ekonomik entegrasyon sürecini kapsamakla birlikte EPB kavramını ve ona ulaşmayı sağlayacak mekanizmaların hukuki temelini içermemekteydi. EPB fikri, 1959 yılında Jean Monnet başkanlığında toplanan Birleşik Avrupa İçin Eylem Komitesi tarafından "Avrupa Maliye Politikası" oluşturulması amacıyla hazırlanan bir raporda EPB'nin ana hatlarının ortaya konulmasıyla oluşturulmuştur. Ancak AET'nin kurulmasından sonra öncelik üye ülkeler arasında oluşturulacak gümrük birliğine ve yine oluşturulacak olan Ortak Tarım Politikası'na verilmiştir.


Daha sonra Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun 1968 yılında gümrük birliğini gerçekleştirmiş olması, topluluğun en önemli ortak politikalarından biri olan Ortak Tarım Politikası’nın üyeler arasında sabit kur ilişkilerini gerekli kılması ve nihayet uluslararası para sisteminde 1960’lı yıllar boyunca görülen krizlerin dönem sonuna doğru ağırlaşması ve Avrupa’nın ABD Doları karşısında bir parasal ağırlık oluşturma fikri ile Avrupa’nın ekonomik entegrasyon sürecinin son aşamasını teşkil eden Ekonomik ve Parasal Birliğin temelleri 8 Ekim 1970 tarihinde Werner Raporu ile atılmıştır. Bu plana göre, 1980 yılına kadar ekonomik ve parasal birlik aşamalı olarak gerçekleştirilecek, tek bir topluluk parası yaratılacak ya da en azından döviz kurları geriye dönülemez biçimde sabitleştirilerek ulusal paraların tam konvertibilitesi sağlanacak, Topluluk Merkez Bankası kurulacak ve topluluk sermaye hareketleri tümüyle serbestleştirilecekti. Ancak bu dönemdeki çabalar Bretton Woods Para Sistemi’nin çökmesi, dünya petrol krizi ve onu izleyen ekonomik durgunluk neticesinde başarıya ulaşamamıştır.
1971-1974 yılları arasında geliştirilen iki-bağlı (two-tier) kur sistemi,üye ülkelerin birbirlerine göre dar sınırlarla dalgalanan ulusal paralarının Amerikan Doları karşısında daha geniş aralıklar içinde dalgalanmasından oluşmaktaydı. Ancak uluslar arası konjonktürde petrol şokuyla başlayan gelişmeler sonucunda oluşan ekonomik ortamda üye ülkelerde farklı ve bağımsız ekonomik ve parasal politikaların uygulanmasına gidilmiş ve bu sistemde başarıya ulaşamamıştır.
1977 yılından sonra ise Ekonomik ve Parasal Birlik çalışmaları tekrar ivme kazanmış ve 4-5 Aralık 1978’de Brüksel’deki Konsey Toplantısı’nda Avrupa Para Sistemi’nin yürürlüğe girmesine ilişkin karar kabul edilmiştir. Bunun üzerine Topluluğun altı üyesi Belçika, Danimarka, Almanya, Fransa, Lüksemburg ve Hollanda yeni sisteme dahil olmuşlardır. İngiltere, sistemi dışardan destekleme kararı almıştır.
13 Mart 1979 tarihinde yürürlüğe giren Avrupa Para Sistemi (APS) ile amaçlanan şey, Avrupa’da bir “parasal istikrar bölgesi” yaratmaktır. APS, ayarlanabilir sabit kur sistemidir ve dört ana unsuru bulunmaktadır; Avrupa Para Birimi (ECU), Döviz Kuru ve Müdahale Mekanizması, Kısa ve Orta Dönemli Finansman Mekanizmaları.
Delors Raporu
1988 yılında Komisyon Başkanı Delors başkanlığında bir komite tarafından Ekonomik ve Parasal Birliğin kurulmasına dair yeni bir rapor (Delors Raporu) hazırlanmış ve Haziran 1989 Madrid Zirvesi'nde tüm üye ülkelerce kabul edilerek her bir aşamada atılacak adımlar tespit edilmiştir (Euro ve Türkiye Üzerine Etkileri, DTM- AB Genel Müdürlüğü, Ağustos 1998).
Birinci aşama

Birinci aşama, 1 Temmuz 1990 tarihinde başlamıştır. Bu aşamanın en önemli unsuru sermaye hareketlerinde tam liberalizasyonun sağlanması ve üye ülke ekonomi ve maliye politikalarının birbirine yaklaştırılmasıdır. Bu aşama, 31 Aralık 1993 tarihinde sona ermiştir.


İkinci Aşama

1994 tarihinde başlayan ikinci aşamada, bir Avrupa Para Enstitüsü kurulması ve Parasal Birliğin tamamlanması ile birlikte bu kurumun Avrupa Merkez Bankasına dönüşerek özerk bir şekilde Topluluk para politikasını yönlendirmesi öngörülmüştür. Bu aşamanın başlangıcından itibaren kamu açıklarının Merkez bankalarınca finanse edilmesi engellenmiş ve parasal politikaların daha yakından takibi mümkün olmuştur. 1 Haziran 1994 tarihinde Parasal Birliğin üçüncü aşaması için gerekli yapısal, yasal ve teknik alt yapı çalışmalarını ve ön hazırlıklarını tamamlamak üzere Avrupa Para Enstitüsü kurulmuştur.


Üçüncü Aşama

Maastricht Zirvesi'nde alınan karar uyarınca, üçüncü aşamaya, en erken 1 Ocak 1997'de, en geç 1 Ocak 1999'da geçilmesi öngörülmüştür. 1996'da Avrupa Konseyi ve aynı zamanda Avrupa Para Enstitüsü tarafından hazırlanacak raporlar doğrultusunda, Maliye Bakanları hangi ülkelerin Tek Para'ya geçiş için gerekli kriterleri yerine getirdiğini tespit edecektir. İngiltere ve Danimarka geçici olarak Birliğin dışında kalacaktır.

1 Temmuz 1998'den önce devlet ve hükümet başkanları, nitelikli çoğunlukla ve Konseyin tavsiyesi üzerine hangi üye devletlerin tek para için gerekli koşulları yerine getirdiğini tespit edecektir. Bu durumda tek paraya geçiş için 4 devlet yeterli olacaktır. Bu şartlar altında Konsey, Komisyonun tavsiyesi üzerine, nitelikli çoğunlukla, hangi ülkelerin istisna tutulacağını tespit edecektir.

Üçüncü aşamanın başlaması ile birlikte bağımsız Avrupa Merkez Bankası oluşturulacaktır. Bu doğrultuda Temmuz 1994'de kurulan Avrupa Para Enstitüsü 1 Haziran 1998 tarihinden itibaren görevlerini Avrupa Merkez Bankası'na devretmiştir.


EKONOMİK VE PARASAL BİRLİĞE GEÇİŞ KRİTERLERİ
Maastricht Kriterleri

 

Avrupa Birliği Antlaşmasında yer alan ve Ekonomik ve Parasal Birliğin üçüncü aşamasına geçiş öncesinde üye ülkelerin uyum sağlaması gereken kriterlerdir. Buna göre, üçüncü aşamaya katılacak üye ülkenin:



 

  • Enflasyon oranının, en düşük enflasyona sahip üç üye ülkenin yıllık enflasyon oranları ortalamasını 1,5 puandan fazla geçmemesi,




  • Uzun vadeli faiz oranlarının, 12 aylık dönem itibarıyla, fiyat istikrarı alanında en iyi performans gösteren 3 ülkenin faiz oranını 2 puandan fazla aşmaması,




  • Bütçe açığının GSYİH’ sına oranının, yüzde 3’ü geçmemesi,




  • Devlet borçlarının GSYİH’ sına oranının, yüzde 60’ı geçmemesi,




  • Parasının, son 2 yıl itibarıyla diğer bir üye ülke parası karşısında devalüe edilmemiş olması gerekmektedir


AB’ye Geçişte Sağlanması Gereken Genel Kriterler
Kopenhag Kriterleri

 

1993 Kopenhag Zirvesinde kararlaştırılan ve aday ülkelerin Birliğe üye olabilmek için yerine getirmeleri gereken kriterlerdir.



 

Bunlar;


 

  • Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıklara saygı ve azınlıkların korunmasını teminat altına alan kurumların istikrarlı biçimde işlemesi (siyasi kriterler),




  • İşleyen bir pazar ekonomisine sahip olmanın yanı sıra AB içerisindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri başedebilme kapasitesi (ekonomik kriterler) ve




  • Üyelikten kaynaklanan yükümlülükleri üstlenebilme yeteneğidir (müktesebata uyum).

 

1995 Madrid Zirvesinde, aday ülkelerce uyum sağlanan AB müktesebatının, gerekli idari yapıların oluşturularak etkili biçimde uygulanması hususu da üyelik kriterlerine eklenmiştir.


Tek Para EURO'ya Geçiş
Para birliğinin oluşturulması ile birlikte AB bünyesinde tek bir para birimi geçerli olacak ve üye ülke paralarının yerini alacaktır. Bu durumda üye ülkelerin para ve kambiyo politikalarının tek merkezden belirlenmesi de kaçınılmaz olacaktır. 15 Kasım 1995 tarihinde gerçekleştirilen Madrid Zirvesi sonucunda, Ekonomik ve Parasal Birliğin üçüncü aşamasına 1.1.1999 yılı itibariyle geçilmesi ve bu tarihten itibaren Para Birliğine katılan ülkelerde ulusal paraların yerine geçecek olan Tek Para biriminin "EURO" olarak adlandırılması kararlaştırılmıştır (Euro ve Türkiye Üzerine Etkileri, DTM- AB Genel Müdürlüğü, Ağustos 1998).


AŞAMA A: 1998 İlkbaharı-EPB'ye hazırlık


  • EPB'e katılacak ülkelerin tespiti (Mayıs 1998),

  • Avrupa Merkez Bankası (AMB) ve Avrupa Merkez Bankaları Sistemi (AMBS) oluşturulması,

  • Para birimlerinin değiştirilmesine ilişkin mevzuatın oluşturulması,

  • Euro cinsinden banknot ve madeni para basımının başlatılması,

  • Özellikle mali piyasa ve bankacılık sektöründe tek para birimine geçiş için hazırlıkların hızlandırılması.


AŞAMA B: 1 Ocak 1999-EPB'in başlatılması ve diğer alanlarda piyasa koşullarının zorlayacağı değişim

  • Dönüşüm kurlarının geri dönülmez bir şekilde sabitleştirilmesi,

  • Para politikası konusunda sorumluluğun AMB'ye devri; AMBS tüm para piyasaları ve döviz işlemlerini EURO cinsinden yürütecek ve bütün hesaplarını EURO’ya çevirecektir,

  • Euro’nun kaydi para ve hesap birimi olarak yürürlüğe konması,

  • Özellikle vadesi 1.1.2002 tarihini aşan yeni hazine bonolarının EURO cinsinden piyasaya çıkartılması.

Bu aşama azami 3 yıl sürecektir.
AŞAMA C: En geç 1 Ocak 2002-Banknot ve madeni paraların EURO ile değiştirilmesi ve ulusal paraların dönüşümünün tamamlanması

  • Euronot ve madeni paraların en geç 1.1. 2002'de tedavüle çıkarılması,

  • Kamu ve özel sektör için Euro'ya geçişin büyük bölümü bu aşamada gerçekleşecektir,

  • En geç 1.7. 2002 tarihinde Euro'nun tamamı ile milli paralar yerine kullanılması, milli banknot ve madeni paraların yasal geçerliliğini yitirmesi.

Bu aşama azami 6 ay sürecektir.
AB Hükümet ve devlet başkanlarının 2-3 Mayıs 1998 tarihinde gerçekleştirdikleri zirvede alınan karar ile Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, İspanya, Portekiz, İrlanda, Avusturya ve Finlandiya olmak üzere 11 Avrupa Birliği üyesi EPB'e ilk aşamada katılacaklardır. Yine bu zirvede, Ekonomik ve Parasal Birliğin son aşaması ve tek para uygulamasına 1.1.1999 tarihi itibariyle geçilmesine karar verilmiştir. En geç 1.7.2002 tarihine kadar sürecek geçiş dönemi müddetince mevcut ulusal paralar ödemelere aracılık etme vasfı ile varolmaya devam edecektir. Söz konusu ulusal paralar ile Euro arasındaki dönüşüm kurları 1.1.1999 tarihinden itibaren geri dönülemez bir şekilde sabitlenmiştir.


AB’NİN EN ÖNEMLİ KURUMLARI

1- AVRUPA BİRLİĞİ KONSEYİ


Konsey Topluluğun yasama organıdır; Toplulukla ilgili pek çok konuda yasama gücünü Avrupa Parlamentosu ile beraber kullanmaktadır. Ayrıca üye devletlerin genel ekonomik politikalarını koordine etmekte ve Topluluk adına bir veya birden çok ülke ile, uluslararası kurumlar ile uluslararası anlaşmaları gerçekleştirmektedir.

2- AVRUPA KOMİSYONU
Komisyon, AB üyesi devletlerce atanan üyelerden (komiserlerden) oluşan bir yürütme organıdır. Komisyon’un görev süresi beş yıldır. Komisyon başkanı, üye devletler tarafından Avrupa Parlamentosu’nun görüşü alındıktan sonra atanır. Komisyon üyelerinin görevlerini yerine getirirken AB çıkarlarını göz önüne almaları ve kendi ulusal hükümetlerinden bağımsız olarak davranmaları gerekmektedir.

Komisyon’un iki görevi bulunmaktadır: AB antlaşmalarının koruyucusu olmak ve AB mevzuatının doğru uygulandığını güvence altına almaktır.


3- AVRUPA PARLAMENTOSU
Avrupa Parlamentosu (AP) Topluluğa üye devletlerin halklarını bir araya getirmektedir. Avrupa Birliği halklarının siyasal talepleri doğrudan seçilmiş AP üyeleri tarafından yerine getirilmektedir. Avrupa Parlamentosu, Avrupa vatandaşlarının temsilcilerinden oluşur. 1979 yılından beri beş yılda bir doğrudan oyla seçilen Avrupa Parlamentosu üyelerinin sayısı 6. dönemde (2004-2009) 732’dir. Üye ülkeler, AP’ de nüfusları oranında sandalye sayısına sahiptirler. Ancak, AP milletvekilleri, mensubu oldukları ülkeden bağımsız olarak, AP’ deki siyasi grupların içinde faaliyet gösterirler. Günümüzde AP’ de 7 siyasi grubun yanı sıra herhangi bir siyasi gruba bağlı olmayan bağımsız milletvekilleri de yer almaktadır.
4- AVRUPA BİRLİĞİ ADALET DİVANI

Her hukuk sistemi gibi Topluluğun da Topluluk Hukuku sorguladığında veya uygulanması gerektiğinde hukuki koruma tedbirlerine ihtiyacı bulunmaktadır.

Adalet Divanı, Topluluğun hukuk kurumu olarak koruma tedbirlerinin belkemiğini oluşturmaktadır. Adalet Divanı Hakimleri, Topluluk hukukunun her üye devlette farklı uygulanmasını veya yorumlanmasını engellemek ve sistemin her koşulda aynı şekilde sonuçlanmasını güvence altına almakla yükümlüdürler.
5- AVRUPA BAĞIMSIZ DENETÇİLER DİVANI "SAYIŞTAY"

Avrupa Topluluğunu oluşturan anlaşma Avrupa Adalet Divanına Avrupa Birliği hesaplarının ve bütçe uygulanmasının denetimini vermiştir. Bu denetimlerin iki amacı bulunmaktadır; mali yönetimin mümkün olduğu kadar geliştirilmesi ve Avrupa vatandaşlarına kamu fonlarının nasıl kullanıldığını bildirmek.

Avrupa Denetçiler Divanı diğer tüm Topluluk kurumlarına ve üye devletlere karşı denetiminin objektif olarak gerçekleşmesinin garantisini vermektedir. Avrupa Denetçiler Divanı organizasyon ve denetim çalışmaları ile raporlarının kamuoyuna açıklanmasında zaman belirleme özgürlüğüne sahiptir.
6- AVRUPA MERKEZ BANKASI
Avrupa Merkez Bankaları Sistemi (AMBS) Avrupa Merkez Bankası (AMB) ve Avrupa Birliği üye devletinin Ulusal Merkez Bankalarından (UMB) oluşturmaktadır. Eurosistem terimi AMB ve Euro'yu kabul etmiş üye devletlerin UMB'larını ifade eder. Euro alanına katılmayan devletlerin UMB'ları AMBS'ne özel statü ile üyedir. Bu ülkeler ulusal para politikalarını yürütürken Euro alanındaki tek para politikasındaki karar alma sürecine ve alınan kararların uygulanmasına katılmazlar.
7- AVRUPA YATIRIM BANKASI

Avrupa Yatırım Bankası Avrupa Birliği'nin finans kurumudur; görevi üye devletlerin ekonomik ve sosyal kalkınmasına, dengeli gelişimine ve entegrasyonuna katkıda bulunmaktır. Bu amaçla piyasalardan çok büyük miktarlarda fon toplar ve Birliğin hedefleri ile uyumlu projeleri en iyi koşullarda finanse eder. Birlik dışında ise Avrupa Gelişim Yardımı ve işbirliği politikalarının mali boyutunu uygular.



NOT: Cengiz Aktar’ın “Avrupa Birliği’nin Genişleme Süreci” adlı kitabında Avrupa Birliği ile ilgili gelişmeler 2001–2002 yıllarına kadar olan dönemi kapsamaktadır. Araştırmanın daha geniş kapsamlı olması bakımından farklı kaynaklardan da yararlanılmıştır. Son . 10. grup son grup





Yüklə 333,83 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin