[35]- Biharu'l Envar, c. 75, sh. 135, bab. 21
[36]- Ehl-i Beyt İmamları, c.4, s.76
[37]- Nehcu'l Belağa, 441. söz
[38]- Bu konuşma kitabın sonunda vardır
[39]- Nehcu'l Fesaha, s. 64.325. hadis
[40]- Nehcu'l Belağa, 390. söz
[41]- Nehcul Belağa, 51. Hutbe
[42]- Belağatu'l Hüseyn, sh. 141
[43]- Mektul-i Harezmi, c. 2, s. 7,8 ve Tuhefu'l Ukul, sh. 171
[44]- Ensabu'l Eşraf, 188/3
[45]- Nehcu'l Belağa, 453. söz, sh. 1297
[46]- Tuhefu'l Ukûl sh. 316
[47]- Tuhefu'l Ukul, sh. 201,21. hadis
[48]- Nehcu'l Belağa, 398. söz
[49]- Mefatihu'l Cenan, Ebu Hamza Samali'nin duası
[50]- Nehcu'l Belağa, 44. söz
[51]- Nehcu'l Belağa, 44. söz
[52]- Nehcu'l Bulağa, 297. söz
[53]- NehculBelağa,31. mektup, 45. bölüm
[54]- Gerçekten acayip bir şeydir. Bir gerçek bin dört yüz yıl öncesinde söylenmiştir. İnsanoğlunun yaptığı tüm bu ilmi ve felsefi çalışmalar neticesinde ruhî meseleler konusunda daha yeni o (bin dört yüz yıl önce söylenmiş olan) gerçeklerin bir kısmına ulaştığını görmekteyiz. Örneğin şimdi bu ölçüye kadar insanda iki çeşit "ben" var olduğunu kısa bir şekilde teşhis etmişlerdir. Peki, bu iki çeşit "ben "i nasıl tarif etmek gerekir? Bazı tarifler yapmışlardır. Fakat özet olarak söylenebilir ki bizim asrımız "ben"in peşinde dolaşma durumunda olan bir asırdır. Elbette bu söz sakıncalıdır. Fakat bugün birazcık revaç bulmuştur. Kendinden habersiz olma, kendinden ayrılma meselesi; bugünkü felsefede çok açık olan bir meseledir ve onu açıklayan ilk kişi Hegel olmuştur. Hegel'den bu yana bu mesele açıklanmıştır ve şimdi de çok açıktır.
Kur'an, bin dört yüz yıl önce şöyle buyurmuştur: "Kendini unutmak". Yoksa insan kendini, benliğini unutabilir mi? İnsan, her şeyi, unutabilse de kendini unutamaz. Kendini kaybetmek ölmekle eş değerdedir. Yoksa insan kendini unutabilir mi?! Fakat Kur'an şöyle buyurmaktadır: Evet, insan kendini unutur. Bu nasıl olur, daha sonra arz edeceğiz.
Her halükarda bugün, şu mesele açıktır ki insan kendini kaybediyor, kendini unutuyor, kendini satıyor, kendini kendisiyle karıştırıyor.
[55]- Ensabu'l Eşraf, 3/171
[56]- İbnu Asakir, 164, Maktul-i Harezmi, 1/223, Menakib, 4/72
[57]- Mattul-i Harezmi, c. 2, s. 33, Luhuf (tercümesi), sh. 120
[58]- Gureru'l Hikem ve dureru'l kelam, ikinci bölüm, s. 124,202. hadis
[59]- Nehcu'l Belağa, 441. söz
[60]- Tuhefu'I Ukul, s. 512,14. hadis
[61]- Gureru'l Hikem ve Dureru'l kelam, 54. fasıl, 18. hadis
[62]- Nehcu'l Belağa, 121. söz
[63]- Nehcu'l Belağa, 121. söz
[64]- Fi Rihabi Eimmeti Ehli'l Beyt, c. 4, sh. 76.
[65]- Nehcu'l Belağa, 441. Söz
[66]- Usulü Kafi, 13, sh. 426,17. Hadis
[67]- Biharu'l Envar, c. 44, sh. 381
[68]- lbn-i Şehr Aşub'un Menakıb'ı, c. 4, sh. 110
[69]- Luhuf (tercümeli) sh. 117
SEKİZİNCİ OTURUM
KENDİNİ TANIMA
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur. Salât ve Selam, Allah'ın kulu, Resulü, habibi, günahlardan arındırılmış, sırrını koruyan, risaletini tebliğ eden, efendimiz, peygamberimiz, Ebu'l Kasım Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.
"Kesin inanacak insanlar için yeryüzünde (Allah'ın varlığım ve kudretini gösteren) nice işaretler vardır. Kendi canlarınız da öyle. Görmüyor musunuz?" (Zariyat: 20 - 21)
Hem büyük peygamberler aracılığıyla insanoğluna tebliğ edilmiş ve hem de dünyanın ünlü hikmet ehli (filozoflar) tarafından dile getirilmiş, değerini her zaman korumuş belki de gitgide değeri daha çok anlaşılmış olan dünyanın felsefi kaidelerinin en eskisi, "Ey insan! Kendini tanı" cümlesidir. Bizim rivayet ve hadislerimizde bu ifade defalarca tekrarlanmıştır. Hem Resul-i Ekrem efendimizden rivayet edilmiş, hem de değişik ifadelerle Emiru'l Mü'minin Ali'den nakledilmiştir:
"Kendini tanıyan Rabb'ini de tanımıştır..." ([70])
Veya tanımasa da bu kaide vardır. Örneğin İmam Sadık'm Tu-hefu'l Ukul adlı çok detaylı ve çok hikmetli sözler ihtiva eden eserinde, görünüşte Abdullah b. Cündeb'in rivayeti olan bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey insan! Sen kendinin doktoru olarak kabul edilmişsin. (Senin iyileşmenin işareti kendinle tanışmandır.) ve dertler sana açıklanmış, bu dertlerin devasına da kılavuz kılınmışsın." ([71])
Amaç bu olduğu içindir ki bu ifade ve bu ifadenin benzeri sözler, beşeriyetin büyüklerinin sözlerinde çokça anılmıştır. Yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce yaşamış olan Sokrat'ın kendinden sonra bakî kalan çok önemli sözü; "Kendini tanı" sözüdür. Kendini fanıma meselesinin ne gibi bir önem ve değeri vardır ve hangi maksatla tavsiye olunmuştur? İki maksat için tavsiye olunmuştur. Maksadın birisi, Allah'ı tanıyabilmek için kendini tanımaktır. Daha önce asrımızda yaşamış olan Gandi'den bir cümle nakletmiştim. Şöyle demekteydi:
"Ben Hint Toplumunun en eski dini ve irfanî kitabı olan "Upanişadlar" kitabını mütalaa ettiğimde üç kaide kavradım. Bu kaideler, hayatımda uyguladığım kurallar oldu. Biri,-dünyada tanınacak sadece bir şey mevcuttur, O da "ben "in tanınmasıdır, ikincisi; her kim kedini tanırsa Allah 'ı ve dünyayı tanımıştır." O halde, birkaç binyıl öncesinden kalma "Upanişadlar"dan da insanoğluna miras kalmış olan en eski mesele ve öğütlerden birinin "kendini tanıma" olduğunu göstermekteyiz. Ve bu gün de -özellikle on dokuzuncu ve yirminci asırda- insan, insanı tanıma ve insanla ilgili ilimler, beşerî ilimlerin en önemlisi ve en değerlisi sayılmıştır.
KENDİNİ TANIMA, ALLAH'I TANIMAYA VE AHLAKA BAŞLANGIÇTIR
Şimdi, niçin "kendini tam" demişlerdir? Kendini tanımayla nereye varacaksın? Başka bir ifadeyle "kendini tanıma" neyin başlangıcıdır? Bunu iki maksat için söylediklerini belirtmiştik. Maksadın biri şudur: Eğer kendini tanırsan, insanoğlu için ortaya konulmuş olan ve dünyanın var olmasının asıl sırrı olacak en önemli meseleyi kavrarsın, yani Allah'ı idrak edersin. İkinci; kendini tanı ki, hayatta ve dünyada ne yapman gerektiğini, nasıl davranman gerektiğini, yani ahlak ve davranışı bilesin. Eğer kendini tanımazsan davranış ve ahlakının dünyada nasıl olması gerektiğini, yani nasıl olman gerektiğini bilemezsin. Çünkü ahlak, bir takım davranışlar olduğundan, "nasıl olmak" ve "nasıl olmalısın" sorusu, "nasıl davranmalısın" şekline dönüşür. O halde, dünya sırlarının en büyüğünü anlamak ve insanoğlunun düşüncesinde açık olan en önemli meseleyi, yani Allah'ı idrak etmek için kendini tanımalısın, insanoğlunun, davranışlarında mübtela olduğu, "ben nasıl olmalıyım? Nasıl davranmalıyım?" şeklindeki en önemli mesele, yani ahlak için de kendini tanımalısın. Birinci bölümde; "İnsan kendini tanıyınca nasıl Allah'ı tanımış olur?" konusu etrafında bir miktar açıklamalarda bulunmak istiyorum.
Kur'an da "kendini tarama" konusuna ayrı bir yer açmıştır. Şu manadaki Kur'an'da -ama sadece Kur'an'da- varlık alemi baştanbaşa, Allah'ı tanımak için bir delil (ayet) ve derstir, yani Kur'an'ın yaklaşımı Allah'ı tanımak için insanın yalnızca kendini tanıması gerektiği görüşündeki gibi sadece insana mahsus değildir. Kur'an açısından, yaratılmış her şey, gökteki ve yerdekilerin tümünü kapsayan tüm varlıklar, alemde var olan her şey, birer ayettir (delildir),yani yüce Allah'ın varlığının işaret ve nişaneleridir:
"Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette selim akıl sahipleri için ibret verici deliler vardır." (Al-i İmran: 190)
Bu tür ayetler Kur'an'da çoktur. Fakat Kur'an'ın, alemin tümünü Hakk Teâlâ’nın kitabı olarak kabul etmesi durumunda bu kitab'ın satırlarından her bir satır. O'nun müellifinin bilinmesine, ilim ve hikmetine delalet etmektedir, Kur'an da insanın nefsi için ayrı bir hesap açmıştır. Yani Kur'an açısından bu fasıl, ismi insan olan yaradılış kitabının fasıllarından insan için, örneğin ağaçların sahip olduğu şeylerden daha yüce ve daha çok öğretilere sahiptir.
"Yeşil ağaçların yaprağı, akıllılar nazarında her sayfası Allah 'in tanınması için bir defterdir." beyti doğrudur. Fakat insana her şeyden daha yakın olan insanın nefs veya "ben"i, "O'ndan başka olmayan öğretilere sahiptir, insan nefsinin hususiyetlerinden ve insan için olan bu öğretiler nedir? Elbette insan da her varlıkta olan yapılara sahiptir ve organik, fizyolojik ve bedensel vazifeler yönünden ağaç yapraklarının yaratıcının bilinmesine delalet ettiği gibi, insanın parmak veya tırnaklan da delalet eder, belki de insan bedenin kıllarının her biri kılında ya da insan bedeninin damarlarının her bir damarında bir delil olma özelliği vardır. Bu yönden insan diğer eşyalara benzemektedir, ama insan nefsinin hususiyetlerinden olan öğretiler vardır. Nitekim Kur'an'ın da Allah'ı bilme ve anlama açısından insanın nefsi için ayrı bir yer açmış olduğunu söylemiştik. "Ayrı bir yer" dememizin sebebi şudur; örneğin şöyle buyrulmaktadır:
"Yeryüzünde yakin (kesin bilgi) ehli için ayetler vardır."
İnsanın da yeryüzünde olduğu ve yeryüzünün dışında olmadığı açıktır, fakat insana yönelik olarak "Kendi nefsinizde" (Zariyat: 20 - 21) şeklinde bir hususiyet bildirilmiştir. Veya başka bir ayette şöyle buyrulmuştur:
"Biz onlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki O 'nun (Kur 'an) hakk olduğu onlara iyice belli olsun. " (Fussilet: 53)
Ufukların (dıştaki alemin) yeri ayrı bir yer olarak zikredilmektedir. İnsanın ufukların bir parçası olarak zikredilebilirdi, fakat insanın "ben"i için ayrı bir yer açılmıştır: "Sizin kendi nefsinizde"
ALLAH'I TANIMA KONUSUNDA İNSAN NEFSİNİN ÖĞRETİLERİ
Bu özel ders ve öğretiler nelerdir? Bu öğretiler oldukça fazladır. Benim, bir müridim oldukça fazla bir murakabeden sonra -ki kalbinin kulağı ve gönlünün gözü açılıyor ve iç dünyasıyla öte alemi müşahede ediyor- ibadet esnasında meleklerin kendisiyle sohbet ettiği İmran kızı Meryem'in makamına ulaşacağı, ya da Zekeriya (A.S.) gibi olacağı ve ister peygamberlerden olsun, ister peygamberlerin dışındakilerden olsun bunların makamına ulaşacak irfanı öğretilerle bir işim yoktur. Çünkü bu öğretiler, seyrü sülük edip murakabe yapmış ve perdeleri kaldırmış kimselere özgüdür. Bunları eğer biz söylersek "biz böyle değiliz" diyeceksiniz, onlar özel bir gruptur. Hayır, biz herkeste bulunan meseleleri söylemekteyiz.
TABİAT ALEMİ DEVAMLI BİR AKIM VE BİR TEK HAREKETTİR
Bilim, günden güne tabiat aleminin devamlı hareket eden bir cereyan olduğu konusunu daha çok kesinleştirmektedir. Yani, bu alemde hiçbir şey iki anda aynı şekilde bulunmaz. Bunun safsata olduğunu söyleyebilirsiniz. "Biz dün bu mescide gelip gördük, bu akşam görmekte olduklarımızın aynısıydı. Ne gibi değişiklikler olmuş?" diyerek bunun safsata olduğunu söyleyebilirsiniz. Bunun cevabı çok açıktır. Şayet bütün değişiklikler duyu organlarıyla hissedilen değişiklikler olsaydı, mesele yoktu. Fakat duyu organlarımız, alemdeki değişiklikleri belirli bir dereceye kadar algılar. Göz, kulak ya da dokumuz sadece iki sınır arasındakilerini algılayabilir, daha aşağıyı da algılayamaz, daha yukarıyı da algılayamaz. Örneğin birisi bize, "Şu anda bu fezada bir ses mevcuttur-" dese, biz kabul eder miyiz? "Bu sözler de ne?! Sen açık olan bir şeyin tersini söylüyorsun, benim de kulağım var, hiçbir ses duymuyorum" diyeceğiz. Hayır, biz insanların kulakları fezada dolaşan dalgalar arasında belirli bazı dalgalan algılar. Şöyle denilmektedir: Eğer bir dalganın titreme oranı saniyede on altı binden daha az olursa kulağımız onu algılayamaz. (O dalgayı almayan bir radyo gibi, o dalga mevcuttur, fakat biz algılayamıyoruz, bir başka hayvan bunu duyabilir.) Ve şayet otuz iki binden daha yüksek olursa sağır edici bir ses haline gelebilir, ama biz kesinlikle işitmeyiz, ama bir hayvan o sesi duyar. Farenin, saniyede dört yüz bin titreşimli ses dalgalarını işittiği söylenmektedir. Aynı şekilde gözümüz, alemdeki hareketleri belirli bir dereceye kadar algılar. Yine, çok basit yer hareketlerim göz önüne alalım. İnsanın gözü cisimlerin hareketini belirli bir hıza kadar, örneğin saniyede on milimetrede bir algılar, fakat eğer hareket bundan daha yavaş olursa, o yine harekettir ama insanın gözü onu algılayamaz. Örneğin saatin saniye göstergesinin hareketini insanın gözü algılar, her saatte bir devir yapan yelkovanın hareketini de eğer çok dakik olursa bazı gözler algılayabilir. Fakat saati gösteren akrep, siz bir saat de baksanız, hareket edip etmediği konusunda bir zerre dahi hissedemezsiniz. Fakat şu kadarını bilirsiniz ki bir saat önce örneğin yedi rakamı üzerindeydi ve şimdi sekiz rakamı üzerindedir. Yavaş yavaş hareket etmiştir. Sizin gözünüzde sakindir, yani gözünüz onun hareketini görmez, fakat aklınız size "bu hareket ediyor. Çünkü bir saat önce yedi rakamı üzerindeydi şimdi ise sekiz rakamı üzerindedir." der. Bu hareketin, gözünüzü yanılttığı ve bir anda sekiz rakamının üzerine uçtuğu şeklinde olmadığını biliyorsunuz.
Alem bir cereyan üzerinde daimdir. Cevheriyye hareketini ispat eden zat ve diğer hareketleri ispat eden kimseler, bizim ve sizin durgun bir şey şeklinde gördüklerimizin tıpkı hızlı bir hareket halinde olan, fakat biz uzaktan baktığımız için durgun olduğunu zannettiğimiz bir nehrin suyu gibi olduğunu ispat etmişlerdir. Bir şeyin hareket halinde olmasının manası, o şeyin her miktarının zamandan bir an olmasıdır, sonraki anda değildir. Hareketin parçalan birbirinden gizlidir. Fakat aynı zamanda alemin bütün bu hareketleri müşahhas bir intizam içindedir.
ACABA "BEN" DEĞİŞİR Mİ?
Şimdi kendi bedenimiz üzerinde duralım. Bizim bedenimiz de devamlı bir cereyandır, atoma ve atomu oluşturan zerrelere varıncaya kadar hücrelerden oluşmuştur, vücut hücrelerinden bazıları her zaman ölür ve o hücrelerin yerine yeni hücreler gelir. Ölmeyenlerin bedenleri de her zaman değişim içindedir. Yani dikkatli bir bakışla hatta bir saat önceki vücut ile şimdiki vücut arasında fark vardır. Eskiler, bedenin yedi senede bir defa değiştiğini söylemekteydiler. Fakat dikkatlice bakıldığında bir saat önceki vücut bile şu saatteki vücut birbirinin aynısı değildir, bir yıl önceki vücuda bile gitmeye gerek yok. Örneğin seksen yaşındaki bir insanda seksen yıl önceki vücut şimdiye kadar her geçen an değişmiştir. Eğer (bunu söyleyen eskilere) çok dostça yaklaşırsak en az bir kaç defa değişmiştir demeliyiz. Fakat "ben" nasıldır? Acaba "ben" değişmiş midir? Eğer yaşım elli ise acaba gerçekten bugünkü "ben" elli yıl önceki "ben"in aynısı mıdır? Veya benim düşündüğüm gibi ben o "ben"im, o "ben" gitmiş yerine başka bir "ben" mi gelmiştir? Bunun cevabı şudur: Tabiat olan vücut her zaman değişim içindedir, fakat "ben", tekâmül ve fazlalık meydana getirir, ama değişmez ve bozulmaz bir "ben" onun yerine gelmez.
BEHMENYAR VE İBN-İ SİNA'NIN HİKÂYESİ
Bu hikâye herkes tarafından bilinmektedir: Ebu Ali Sina'nın, Azerbaycanlı Behmenyar adında değerli bir talebesi vardı. O ilk zamanlarında Zerdüştî idi (Zerdüşt sülalesindendi), fakat daha sonra Müslüman oldu. İbn-i Sina'nın bu talebeyi keşfettiği söylenir; Bir gün İbn-i Sina bir fırıncıda oturuyordu. Küçük bir çocuk olan Behmenyar geldi ve fırıncıya, "ateş tutuşturmak için biraz ateşe ihtiyacım var. Bana bir kor ateş ver evimize götürmek istiyorum." dedi.Fırıncı, "bu şekilde ateş götürülmez, git de ateşi koyacak bir tabak getir." dedi. Bu çocuk aniden avucunu külle doldurarak, "ateşi bu külün üstüne koy" dedi. İbn-i Sina bu çocuğun çok zeki olduğunu keşfetti. Anne ve babasının yanına gitti ve "bu çocuğun böyle ortalıkta dolaşması yazıktır, onu benim yanıma verin, gelecekte faziletli birisi olacak. " dedi.
Behmenyar, Ibn-i Sina'nın düşüncelerinin çoğunun kendisinden öğrenildiği bir talebedir. Kendisi de "et-Tahsil" adında bir kitap yazmıştır. Bu kitabı herhalde ilk defa ben bastım (İran'da ilk kez biz bastık). Büyük bir kitaptır. Onun, üstadı Ibn-i Sina ile bir konuşması vardır. Behmenyar, her şeyin değişim halinde olduğu, insanın sadece vücudunun değil, ruhunun da değişim halinde olduğu inanandaydı. Bir andaki vücudun, daha sonraki bir anın vücudundan başka olması gibi, şu andaki "ben"in de daha sonraki "ben"den başka olduğunu söylüyordu. Bir gün üstadı İbn-i Sina ile bu konu üzerinde konuşuyordu. İbn-i Sina; "böyle değildir. Vücut değişir, fakat "ben" değişmez, "ben" sabittir." diyordu. O ise bunda ısrar ediyordu. Soru sorduğu bir defasında İbn-i Sina sustu ve cevap vermedi. "Niye cevap vermiyorsun?" dedi. İbn-i Sina şöyle dedi: "Senin o anda kendisine soru sorduğun İbn-i Sina, sonraki anda değildir. Önceki anda o soru soran kimse de sonraki anda değildir. Sen, soru sorduğun her anda bir kişisin ve bir muhatapla konuşuyorsun, sonraki anda sen başka bir kişisin ve o da kesinlikle yoktur. O halde ne sen sonraki andasın ki cevap alasın ne de ben sonraki andayım ki cevap vereyim." İşte burada Behmenyar artık sustu.
SABİT BİR HAKİKAT OLARAK "BENİ TANIMA, ALLAH'I TANIMAYA GİRİŞ
Eğer insan kendi, gerçek "ben"ini bir şahıs ve gerçek bir vahdet şeklinde tanırsa, (söylemekte oldukları şu boş söz şeklinde değil: "ben" birbiri peşi sıra olan bir takım tasavvurlardır. Ben, bir şey olduğumu zannediyorum. Ben milyonlarca şeyim. Kesinlikle şu saatteki "ben" o saatteki "ben"den başkadır. "Ben", tıpkı hep açılan bir ip topağı gibi birbiri peşi sıra gelen bir tasavvurlar topluluğudur, ip topağından başka bir şey değildir. İp topağı hep açılmasına rağmen yine topaktır, insan, bu tasavvurlar topluluğudur." Böyle bir sözü söyleyen bir kimse "kendi"ni tanımamıştır.) Eğer insan "kendi"ni tanırsa onu bu akan tabiatta sabit bir gerçek şeklinde görür, devamlı cereyan eden alemin de, birliği korunmuş bir gerçek olduğunu görür. Güneş, ay, yıldızlar ve yere, eğer kendi yapılan içinde onlara bakarsak devamlı değişim halinde olduklarını görürüz. Fakat bir gerçek vardır, o da alemin koruyucusu olan gerçektir. Tıpkı "ben"in vücudun koruyucusu olduğu, vücudun kendi birliğini onun için korumuş olduğu ve vücudun şahsiyetinin insan ruhunun gerçek şahsiyetiyle olduğu gibi alemin şahsiyeti de o değişiklik kabul ermeyen tabiat ötesi gerçektir. Celaleddin-i Rumî şöyle demektedir:
Yaratıkları tıpkı su gibi saf ve duru bil
Onun içinde Zülcelal'in sıfatı parlar
Bu kanalın suyu birkaç kez hepten değişti
Ayın resmi ve yıldızın resmi ise hep yerinde kaldı.
ALLAH'I TANIMAK İÇİN BİR AYETTİR
İnsan nefsinin Allah'ı tanımayan bir delil olduğu konusundaki başka bir yön de insanın manevî temayülleri meselesidir. "Nefsini tanıyana Rabbi’ni tanır." William James'in çok değerli sözünü daha önce sizler için naklettim. Elbette bu söz başkalarının da söylemiş oldukları bir sözdür, fakat O, çok güzel bir ifadeyle söylemiştir. James, tecrübeli bir psikolog ve psikoloji -özellikle din psikolojisini- tecrübelik ve sınama merhalesine sokmuştur. Bu adam yaklaşık kırk yıl dine dayalı ruhsal tecelliyatlar üzerine ruhlar sınamıştır, yani ruhlan dini açıdan muayene ve araştırma konusu etmiş, bunları da delillendirme ve kıyaslama şeklinde değil, aksine tecrübe ve denemeye dayalı bir şekilde araştırmıştır. Dünyanın bu büyük psikologunun kırk yıl zarfında manevî temayüller açısından insan ruhunda elde ettiği tecrübenin sonucu şudur. "insan vücudunda tabiat ve madde ile birlikte var olan birtakım temayüller olduğu, bunların insanı tabiata bağladığı ve insanın bağlılık ve irtibatının temelinin tabiatla olduğu gibi, maddi hesaplarla şekillenmeyen, aksine insanın tabiata bağlılığına bağlı olan hesapların tersine bir takımbaşka temayüller de insanda mevcuttur, zira insanın tabiata bağlılığı, insanın tabiattan ve kendi varlığının dışından pay alması ve faydalanması içindir. Fakat bu temayüller bu sözlerle sınırlı kalmaz (şekillenmez), insan bu alemde kendi varlığının maddî ve tabiî yönüyle sınırlı olmayan birtakım isteklere sahiptir." Devamlı şöyle söylemektedir: "Bunlar başka bir alemin var olduğuna ve bu duyguların bizi başka bir aleme bağladığına delildir." Manevi ve ilahi ilhamlar, Allah 'ı aramalar, iyiliği, hayrı ve maneviyatı aramalar her zaman insanoğlunda var olmuştur. Bu eğilimle savaşmak veya onun yerine başka bir şeyi geçirmek kabil değildir. Bu oturumun son gecesi olan yarın akşam inşaallah "Asrımızdaki manevi ve ahlaki boşluklar" konusunda sizlere bir konuşma yapmayı düşünüyorum. Zira dünyadaki bu materyalist dalgalanmaların oluşturduğu ve insanoğlunun fıtratıyla yapılan bu savaşların oluşturduğu o çok büyük manevi ve ahlakî boşluklar, bugün insanoğlu için kim bilir ne zorluklar meydana getirmiştir?
O halde başka bir yol, "Nefsini tanıyan Rabbi’ni tanır" olduğu için işte bu eğilimler, insanın manevi bağlılıkları ve istekleridir.
MATERYALİZME BAĞLI TAASSUP
Dünyada ortaya çıkan ve kendi peşindeki insanoğlu için musibetler doğuran bu Marksizm akımı, daha çok batı dünyasında, cahillikler, eşitsizlikler ve kiliselerin zorbalıkları nedeniyle doğmuş çok şiddetli bir tepkidir. Şimdi biz, kiliselerin cezalan üzerinde birazcık durmak istiyoruz. "Materyalizme Temayülün Sebepleri" adlı kitapta bir dereceye kadar bu konu açıklanmıştır. Kiliselerin cahillik ve bilgisizlikleri, Allah, kıyamet ve ruh hakkındaki yanlış açıklamaları, eşitsizlik ve idamları, inançları kontrol edişi, özgürlük ve demokrasiye karşı çıkışı, dünyayı şu duruma getirdii Ben, ya ilmi kabul etmeliyim ya da Allah'ı (çünkü kilise, ilim ve Allah arasına zıtlıklar koymuştu), ya Allah'ı kabul etmeliyim ya da iyi ve müreffeh bir hayatı, ya Allah'ı kabul etmeliyim ya da özgürlüğü, ya Allah'ı kabul etmeliyim ya da demokrasiyi. Açıktır ki Allah'ı bir tarafa ve insanoğlunun diğer yüzlerce fıtrî isteğini öbür tarafa koydukları zaman, elbette bir grubun Allah'ın tarafını tutması mümkündür, fakat kesinlikle halkın çoğunluğu diğer tarafı tutacaktır. Herhalde materyalizm akımı değişik sebeplerden dolayı batı dünyasını sardı ve batı dünyasından da az-çok doğu dünyasına yayıldı. Ve doğu dünyası, batı dünyasının içinde bulunduğu şartların bizim içinde bulunduğumuz şartlardan ayrı olduğunu düşünmediler. Yavaş yavaş materyalizmin faydalı olduğu taassubu, kilisenin dine karşı takındığı taassuba benzer bir şekil aldı. Yani kilisenin var olan her zorluğa mantıksız ve delilsiz bir şekilde dini öngörmek istediği şekilde, bunlar da var olan her zorluğa materyalizmi öngörmek istemekteydiler. Materyalizmin ellerinden alınacağından korkuyorlardı. Materyalizm ellerinden çıkmaya dursun -kendi ifadeleriyle- hemen orta çağa döneceklerdi. Şöyle demekteydiler: "Eğer materyalizm elimizden alınırsa bu, bizim ortaçağa dönmemiz demektir." Tabiattan ve insan nefsinden insanoğlu için Allah'a doğru gitmek için açık olan tüm bu yollan zorla da olsa kapatmaya, tevil etmeye çalışmalarının, bu yolların inandırıcı olmadığını göstermeye çalışmalarının sebebi budur. Onlara göre bu yolların tümü manevî temayüllerin yoludur.
MORRİS MATTERLÎNG'İN SÖZÜ
Şimdi sizlere iki örnek vereceğim:
Morris Matterling'in epeyce kitabı var. Bir kitabı balansı üzerine, bir başka kitabı da böcek üzerine yazılmış, galiba bütün kitapları İran'da tercüme edilmiş. Çünkü güçlü bir yazardır. Bu şahıs İran’da büyük bir filozof olarak anılır ve ün kazanmıştır. Avrupa dünyasında edebiyat ve felsefeyi birbiriyle karıştırmıştır. Edebiyat ve felsefenin birbirine karışması, zevkler ve düşünceler esası üzerinde kurulu olan, yani insanın fikirlerinden çok zevkleriyle bağlantılı olan edebiyatı zenginleştirip, felsefeyi fakirleştirdiğin-den dolayı bu karıştırma, Avrupa edebiyatını zenginleştirmiş ve Avrupa felsefesini fakirleştirmiştir. Bu adamın sahip olduğu şey, güçlü bir yazar olmasıdır. Ben defalarca söylemişimdir, eğer bizim İranlı Muhammed Mes'ud Avrupa'da olsaydı kesinlikle çok ünlü bir filozof olarak anılırdı, çünkü o kendi başına bir yazardı ve "Matterling" gibi edebiyat ve felsefeyi birlikte dokuyabilirdi. Fakat İran'da bunlar hiçbir zaman bir filozof olarak tanınmadılar ve tanınamayacaklardır da.
Balansının yaşamı çok hayret verici ve maddi açıdan değerlendirilemeyecek bir yaşamdır. Bu hayvan, bu şaşırtıcı maharet ve bilgilere nasıl sahip olmuştur? Bu konunun yorumlandığı hiç olmamıştır. Kur'an da açıkça şöyle buyurmaktadır.
Dostları ilə paylaş: |