"Rabb 'in bal arısına vahyetmiştir." (Nahl: 68)
Bu, bir çeşit gaybî ilhamdır. Bu hayvanın içinde, Kur'an, hem balansı konusunda hem de kannca hakkında şaşırtıcı açıklamalarda bulunmuştur. Bu iki haşere bugün tanınmışlardır ve fevkalade bir hayrette tanınmışlardır. Karınca hakkında bundan daha yüksek açıklamalar yapılmıştır. Zira, Süleyman (A.S.) karıncaların vadisine vardığı zaman bir karınca şunları söyledi: (Aslında karıncanın bal arısından daha yüksek bir anlayış ve idraka sahip olduğu, hatta kancalar arasında konuşma, haber verme, uyarma ve söz alışverişi olduğu anlaşılmıştır. Bu konu elli yıldır daha yeni keşfedilmiştir):
"Karıncalar vadisine geldikleri zaman bir karınca: Ey karıncalar, dedi, yuvalarınıza girin Süleyman ve orduları farkında olmayarak sizi ezmesinler" (Neml: 18)
Fakat yüce Allah'ın kendisine kuşların ve bunların dışındaki şeylerin dilini bilme özelliğini verdiği Süleyman (A.S.)bunu anlıyor ve o karınca ile konuşuyor. Bugünkü ilim ispat etmiştir ki karıncalar, başlarının üzerindeki tellerle dalgaları gönderiyorlar ve dalgalar aracılığıyla gönderilen bu haberi alıyorlar, bu yoldan da kendi içlerindeki mesajı birbirlerine iletiyorlar. Kur'an bu konuyu, bu hayvanın hiçbir okul görmediği ve hiçbir ders okumadığı halde bunları bildiğini açıklamaktadır. Binlerce defa araştırılmıştır, bunlar arasında bir eğitim-öğretim yoktur ve örneğin batanlarının mühendis olanları kendi talebelerini yetiştirmek için bir fen fakültesi kurmamışlardır, belki de mühendis olan yavrular mühendis olarak doğmaktadırlar. Kur'an, bunu çok olgun bir serahetle açıklamaktadır:
"Rabbin bal arısına vahyetti." (Nahl: 68)
Vahiy, ilahî bir ilhamdır. "İlahi vahiyden başka bir şey de olabilir" şeklinde bu konuya ayn bir cevap verebilecek kimse çıkmamıştır insanoğlu içinde.
Morris Matterling, bunların tümünü söylüyor, fakat bu bilgilerin nereden geldiği konusundaki şaşırtıcı yere gelince, "bu bilgileri ona arı kovanı vahyediyor." demektedir. Allah için düşünün de bu sözlerin ne kadar ahmakça sözler olduğunu görün! An kovanının içinde bu bal arılarından başka bir şey yoktur. Eğer bu halanlarını alacak olursak kovan cansız bir yığından başka bir şey olmaz. Kovan'ın ruhu da ne demek?! Kovanın ruhunun bunlara ilham ettiğin söylüyor. Peki, kovanın ruhunu nereden anladı? Mademki an kovanının ruhu arıların ruhundan daha yüksek değildir, niçin bunu söylüyor? Allah meselesi ortaya gelmesin ve kendisine şöyle denilmesin için söylüyor; "Morris Matterling beyi O halde alemde kesinlikle bir ilah vardır. Tıpkı A örneği gibidir. Yani en başta A, onun peşinde B, onun peşinde C, onun peşinde D ve onun da peşinde E gelir, böylece binlerce sorumluluk ve artık sen Morris bey kendi istediğin şekilde hareket edemezsin, gönlün nasıl yaşamak istiyorsa o şekilde özgür yaşayamazsın."
ZEKİ ÇOCUK VE OKUL HİKÂYESİ
Anlatılır ki çok zeki bir çocuğu okula gönderdiler. Öğretmen ona, "Yavrucuğum A de" dedi. Çocuk konuşmadı. Öğretmen, "bu çok basit bir şey A de" diye tekrarladı. Çocuk yine söylemedi. Öğretmen her ne kadar söyle dediyse de, o söylemedi. Başkaları geldi, annesi ve babası gelerek, "Yavrucuğum! Çok zeki bir çocuk olan sen, çok rahat bir şekilde A dersin. Haydi, A de" diye söyledilerse de çocuk yine söylemedi. İşin sonunda, "niye söylemiyorsun?" diye sordular. Çocuk şöyle cevap verdi: "A demekle iş bitmiyor, A dedikten sonra bana, 'B de' diyecekler, B'yi der demez hemen 'C de' diyecekler, C'yi de söylesem bu sefer, 'D de' diyecekler. Bundan dolayı başta A demiyorum ki sonucundan rahat olayım, şayet A diyecek olursam, artık buradan oraya gidinceye kadar benim, gençlik yıllarımın okulda harcanması gerekeceği demektir."
Şimdi bu beyefendi de Allah düşüncesinin ortaya gelip konuşulmasından kaçtığı için "bal arısına vahiy eden kovanın ruhudur" demektedir.
TÖVBE
İnsanın manevi temayülleri hiçbir maddi hesapla şekillenemez. Daha önce açıkladığımız bu temayüller kişi açısından ziyan ve zarar üzerine kurulmuştur: Kendi canını topluma feda etmek, "haklı olan odur, ben değilim" şeklinde başkalarının çıkan için insaflı olmak, adil olmak, başkalarının hakkına tecavüz etmemek, kendi aleyhinde kıyam etmek ve dinde ismi "tövbe" olan kendi aleyhindeki isyanı kendi aleyhine kızıştırmak... Bir zamanlar bu konudaki Kur'an ayetlerini bir araya toplamıştım. Kur'an mantığının şu mantıkla aynı olduğunu gördüm: Kendi aleyhine inkılâp ve isyan gerçekleştirmektedir, bir inkılâpta var olan bütün özellikleri, kapsayan kendine karşı, kendini sorgular, kendini cezalandırır. Ali (as) ne güzel buyurmuş: Birisi huzuruna geldi ve şöyle dedi; "Estağfurallah rabbi ve etubû ileyh". Adam " tövbe" yi yani istiğfar kelimesini diline almak istedi. Ali (as) ona çıkıştı ve şöyle buyurdu: "Git karşımdan, kaybol. Annen senin yasını tutsun, git de öl. Sen gerçekten istiğfarın ne olduğunu biliyor musun? Muhakkak istiğfarın çok yüksek dereceleri vardır." ([72]) Hazret daha sonra istiğfarı açıkladı: Geçmişteki siyah ve karanlık işlerden kâmil bir pişmanlık, geçmişteki günahlara bir daha dönmemek için kesin kararlılık, ölmüş, ortadan kaldırılmış olan insan haklarını edası. Daha sonra insanın kendine karşı yapacağı inkılâp ve isyanı ve kendini cezalandırma manasını kapsayan iki cümle söyledi: Artık, bu vücudunda günahlardan örülmüş bu mübarek(!) etleri eritip yok etmelisin. Haramlarla yoğrulmuş bu etler, cambazlık ve sihirbazlık meclislerinde bitmiş etler, başıboşlukla ikiz doğmuş bu etler, bunların tümünü atman ve yok etmen gerekir, yeni bir et yeşermeli. Artık bundan böyle tıpkı günahlardan aldığın lezzet gibi bu bedeninin kesin itaatinden da İzzet almalısın. İşte bu, "Tövbe" olur. Dünyanın tüm tövbe edenleri böyle olmuşlardır, her zaman böyleleri de olacaktır.
Merhum Hacı Mirza Cevat Ağa Melikî Tebrizî, zamanımızdaki marifet ehlinin büyüklerindendi. Merhum elli iki yıl önce dünyamızdan göçmüştür, mezarı Kum'dadır. Kum'a her gidişimde bu büyük zatın kabrini ziyaret etmeği arzu ediyorum. Yazılarının birinde mana ehlinin büyüklerinden olan değerli üstat merhum Molla Hüseyinkuli Hemedani şöyle yazmaktadır: Bir bey, merhumun huzuruna geldi ve merhum ona tövbeyi verdi. Kırk sekiz saat sonra geldiğinde biz onu tanıyamadık, yüz ve kıyafet olarak öyle değişmişti ki biz bu adamın kırk sekiz saat önceki adam olduğuna inanamadık.
Ben bunu insanoğlunun özellikleri açısından söz konusu ediyorum. Yolu tövbe yolu olan molla Hüseyinkuli Hemedani'nin dergâhında tövbe eden bu beyin bu değişikliği, bir anda diğer tarafa dönmesi ve kendi aleyhinde isyan ve kıyama başlayıp inkılâp yapmasıdır, bu değişiklik nasıl anlatılır? Kim, "kim"e karşı isyan, kıyam ve inkılap yapıyor? İnsanoğlu için ders ve ibret olan bunlardır, büyük bir ibret.
"Eğer insan nefsini tanırsa Rabbini tanımış olur".
Bu güçlü temayüller nereden ortaya çıkıyor? Kök ve kaynağı nerededir? Bir tanesi tövbe olan ahlakî temayüller babında başka temayüller de vardır. Zira bunlar bir kişinin menfaatiyle asla uyuşmaz ve ismi sadece topluma ve insanoğluna hizmettir. Örneğin, toplumun baki kalması için kendini yok etme, toplumun refahı için kendini mahrum bırakma, toplumun huzura kavuşması için kendini sıkıntıya atma gibi. Bunların hiçbiri maddî hesaplarla şekillenmez.
ACABA AHLAKÎ TEMAYÜLLER! İLHAM EDEN TOPLUMUN RUHU MUDUR?
Şimdi, bu temayülleri açıklamak istedikleri zaman ne söylemektedirler? Kimileri,"vahyeden, toplumun ruhudur, toplumun ruhu -bu işi yap- şeklinde insana ilham etmektedir" demektedir. "Toplumun ruhu ilham eder." İfadesinin manası şudur: Toplumun ruhukandırıyor, kandırmaktan başka da bir anlamı yoktur. Tıpkı balansı konusunda "bal arısına vahiy gönderen ve ona bu karmaşık işleri yaptıran arı kovanının ruhudur" diyen şahsın söylediğine benzemektedir. Manevi temayüller konusunda at koşturamayan bu bey, "vahyi göndermekte olan, toplumun ruhudur" demektedir. Toplum nedir? Toplum, fertlerin özel bir bağla bir arada bulunması demektir. Fertlerden bağımsız bir varlığa sahip olmayan toplumun itibarî varlığı, ruhu bulunmayan itibarî bir varlığı söz konusudur. Ruha sahip olduğunu farz edelim, toplumun ruhu bunu nereden aldı da ilham etti? Diğer bir ifadeyle ne zaman kendine toplumun ruhunu ilham etti? İlahiyatçıların söylemiş oldukları, "insanoğluna ilham eden Yüce Allah'tır" sözünden dolayı şöyle demektedirler: Hiçbir ameli karşılıksız bırakmayan adaletli olan Allah'ın "Güzel iş yapanlara daha güzel karşılık ve fazlası var." (Yunus: 26) ayeti gereğince, Allah'ın insanoğluna böyle bir işi söylemesi, yani, "Ey insanoğlu! Sen kendi saadetini, kendi varlığını bir hiç ve boş için feda et" demesi imkânsızdır. Aksine bunun arkasında mükâfat vardır. Vahyi gönderen o gerçek, yani Allah açısından bu iş hikmetli bir iştir ve mükâfatsız değildir. Fakat "herhangi bir gaib yoktur" dediğinizi zaman, "başkalarını kurtarmak için kendini ateşe at" diyerek insanoğluna bedbahtlık ilham eden toplumun ruhu olduğunu söylemiş oluyoruz. Kendini ateşe attıktan sonra gider de gidersin ve iş biter. İşte bu, toplumun ruhunun kandırmasıdır.
MATERYALİST DÜŞÜNCELERİN KAYNAKLANDIĞI YER
Daha önce de arz ettiğimiz gibi korkulan şundandır: Sakın materyalizm ortadan kalkmasın, böylece Allah ve din gelip de bu görüşlerin açıklamasını gerektirmesin. Kimileri şöyle demektedir: Eğer Allah ve din gelirse o zaman sahip olmak istediğim davranış özgürlüğü ne olacak? Bir grup da şöyle demektedir: Sakın ortaçağ dönemi dönmesin. Eğer materyalizm demezsek, bunun manası, ortaçağın geri dönmesini kabul ediyoruz demektir... Aslında bu söz yine de Avrupalılar için çok şaşılacak bir şey değildir, bizim halkımız için şaşılacak bir şeydir. Şaşılacak şey şudur ki, bizim halkımız da bazen ortaçağdan söz etmektedir. İran da ortaçağı konuşmaktadırlar! Ortaçağ Avrupa’ya aittir. Avrupa için ortaçağ, çöküş dönemi demektir. Onlar için ortaçağ olan o dönem, senin için yükselme, medeniyet ve kültür dönemidir ve senin iftiharındır. Bin yıl öncesi, yani Ebu Reyhan Birunî, Ebu Ali bin Sina, Farabi, İbn-i Rüşd, İbn-i Heysem ve benzerlerinin dönemi insanlığın kültür ve medeniyetinin en parlak dönemlerinden biridir ki bu da senin malındır. Sen ne diye onun tarihini kendine bağlıyorsun?! Onlar "biz ortaçağın geri dönmesini istemiyoruz!" demektedirler, senin için eğer ortaçağ geri dönerse sonsuz bir iftihardır. Bugünde eğer dünyada bir Ebu Ali Sina var olsa hemen heykelini dikerler, eğer Ebu Reyhan Birunî var olsa ayağını öperler, onlar; "Ortaçağ" diyorlar, bizler de; "evet ortaçağ" diyoruz. Onlar "Ortaçağ dönmesin" diyorlar, bizler de; "Ortaçağ dönmesin" diyoruz. Onların ortaçağı vardır fakat bizim kesinlikle ortaçağımız yoktur. Elbette bizim de çöküş dönemimiz vardır, fakat bizim çökme dönemimiz onların ortaçağına yakın değildir. Bizim için onların ortaçağı kendimizin yeni çağımızdır, yani bu son beş-altı asır, onların ortaçağ demiş oldukları dönem değil. Onların ortaçağ dönemi bizim medeniyet, yükselme ve kültür dönemimizdir, bizim iftihar dönemimizdir.
Özet olarak, Allah ve dine dönüş korkusundan kendisinden kaçtıkları mesele "ben" meselesidir. Bize verilen süre geçtiği için birkaç cümleyle özetleyelim. Bu mesele de bugün aydınlanmıştır. "Ben" hakkında verdiğimiz açıklamalar Kur'an'dadır. İslam alimlerinden birinin sözü değildir ki "belki bugün başkalarından ezberlemiş olabilir" diyelim. Hayır, bin dört yüz yıl öncesinden beri Kur'an'dadır. Bugün daha yeni olarak bu meseleye vakıf olabilmişlerdir. Eğer "birisi bir başkasından almıştır dememiz bir kural ise, "bunlar Kur'an'dan almıştır." dememiz gerekir. Bunlardan almış olması mümkün olmayan, bin dört yüz yıl önceki Kur'an'dır. O mesele, insanın kendini kaybetmesidir. İnsanın kendini unutması ve kendinden başkasını kendisi sanması meselesidir. Ve ahlak, insanın kendi asil "ben"ini ve gerçek "ben"ini bulmasına dönüştür. İnsanın "gerçek ben"inin ne olduğu konusunu daha evvel bir miktar açıklamıştık.
SARTRE'IN "GERÇEK BEN" HAKKINDAKİ SÖZLERİ
Kimileri insanın "gerçek fen "inin kendine sahip olmamak ve özgürlük olduğunu söylemişlerdir. İnsan bu dünyada özgürdür, hatta özgürlükle özdeştir. İnsan sadece özgür bir varlık değil hatta özgürlükle özdeş bir varlıktır. Şaşılacak yer şurasıdır ki insanın hürriyet ve özgürlüğünden merdiven kuracakları yerde, alem de bir ilahın olduğu konusunda (Eğer sadece tabiat ve madde olsaydı özgürlüğün insan için manası olmazdı ve alemde tabiat ve maddenin zorlamasından başka bir şey olamazdı. İnsanın özgürlük ve serbestliğinin kendisi, "Kendini tanıyan Rabbini tanır" ifadesini doğrulayan ifadelerden biridir.) Sartre bey şöyle demektedir: "Ben insanın özgür olduğu nedenine dayanarak bir ilahın var olması gerekmediğini iddia etmekteyim. Çünkü eğer bir ilah var olsa insan artık özgür olamaz. " Nasıl? İnsanın çok hayret edeceği bir söz söylemektedir, gerçekten bunlar bu kadar habersiz ve cahil midirler?! Şöyle demektedir: "Eğer bir ilah olsa bunun manası şudur; ilahın bir zihni vardır ve önceden benim huyumu kendi zihninde tasavvur etmiştir. Eğer ben ilahın zihninde tasavvur olmuşsam özgür olamam, aksine mecbur olmalıyım, ilahın zihnindeymişim şeklinde olmalıyım.". Acaba "zihin "in ilah için gerçekten manası var mıdır?! O ilah değildir, O, Sartre'ın içinde ilah ismini koyduğu bir varlıktır.
İNSANIN, ÖZGÜRLÜĞÜ İLE ALLAH'IN VARLIĞI ARASINDAKİ İLGİ
"Kaza ve kader" meselesi bin yıl öncesinden hal olmuş bir meseledir. İnsanoğlunun özgürlüğüyle en küçük bir zıtlığı olmayan, aksine insanın özgürlüğünden söz edebilecek olan sadece Allah'ın, kaza ve kaderin gerekliliğidir. İnsan ilahî bir nefes olduğundan dolayı tabiatın zorlamasından özgürleşebilir. Ama insanın bu endamla kalması ve insan iradesinin kesinlikle bu atom ve benzerlerinin hareketinin bir semeresi olması kaydı sayesinde insan "mecbur"luktan başka bir şeye sahip olamaz. Sartre şöyle demektedir: "İnsan özgür bir iradedir." Ona sorarız: İradenin kendisi nereden ortaya çıkmış? Eğer insanın fikir ve iradesi tabiat ve maddenin cebrî huyu olsa artık özgürlüğün ne manası kalır? Birisi kalkıp şöyle söylese: Ben insanın doğaüstü bir güce sahip olduğuna inanıyorum -yani insan doğanın egemenliği altında değil, doğa insanın egemenliği altındadır- ve doğayı, asıl ve ruhu ayrıntı görmüyorum. Bu takdirde insanda iki gücün bulunduğuna inanıyor demektir: Doğa ve doğaüstü. İnsan tabiat üzerinde hâkimiyet kurabilir ve kararlan atomların hareketlerinin aynısı olmayıp başka bir şey olabilir, tabiatı değiştirip ona gelip gelebilir. "İnsan özgürlükten başka hiçbir 'ben'e sahip değildir." sözü ne demektir?! Elbette insanın hiçbir tabiat ve huya sahip olmaması sözünde bir dereceye kadar doğruluk payı vardır. Bu gece bu konuyu İslam felsefesiyle, açıklamayı amaçlamıştım. Onun "Varlığın asilliği" asilliği adı altında söylediği konuyu İslam âlimleri "Varlığın asilliği" adıyla tanımlamamaktadırlar. Fakat başka bir adla onun sözlerinin bir kısmını söylemişlerdir. İnsanın kendisi kendi varlığını oluşturur, insanın kendisi kendi varlığını seçer diyerek onun sözlerine yakın sözler söylemektedirler. Yani insan, tabii eşyalar gibi değildir. Tabiatta olan şey, olması istenen aynı şeyin arasından ayrı olarak yaratılmış olduğu şeydir. Fakat bunun manası insanın huy, fıtrat ve tabiatını kaybetmesi demek değildir, aksine bu, insan huyunun böyle bir huy olduğu, insanın huy ve "ben"e sahip olmayışı manasınadır. Diğer bir ifadeyle insanın "ben"i öyle bir "ben"dir ki böyle bir isteğe sahiptir, insanın "ben"i olmadığı için böyledir şeklinde değil.
Bu konuşmayı dün akşam söz verdiğim ve bu geceyi mutlak sessizlikle geçirmemek için sadece çok kısa bir şekilde iki konuyu arz edeceğim.
İNSAN, "OLMAK İSTEYEN" BİR ŞEYDİR
Alimlerimiz, "insanın düşünen bir şey veya insan olmak isteyen bir şey " olduğu konusunda Sartre'den çok daha iyi konuşmuşlardır. İslam filozofları içinde Sacîru'l Müteellihin bu meseleyi hepsinden daha iyi söz konusu etmiştir. Bu konu Kur'anî bir köke sahiptir: Kıyamette çeşitli suretlerde haşr olunacak insan dışındaki her varlık kendi kendisidir.
"O gün sura üflenir bölük bölük gelirsiniz." (Nebe: 18)
Halkın sadece bir grubu insan olarak haşr olunacak, diğer grupları ise değişik hayvanların suretlerinde haşr olunacaktır. İnsan "insan olmağa" mecbur değildir, aksine kendini insan yapabilir, kendini bir kurt, köpek, domuz veya horoza da dönüştürebilir. Ta ki kendisi için bazı melekeler kazanmış olsun. İnsanın düşünen bir varlık olduğu konusunda Molla çok güzel söyler:
Ey kardeş! Sen hepten düşüncesin
Senin tüm varlığın kemik ve damardır
Eğer düşüncen gül ve gül bahçesi olsaydı
Ve eğer ateş küresinde bir diken olsaydın
Eğer Molla'ya "insan nedir?" diye soracak olursak, "düşünen bir şeydir." diyecektir. "Ben kimim?" diye soracak olursan, "ne hakkında düşündüğünü bana söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, eğer gerçek hakkında düşünüyorsan, sen bir gerçeksin, Allah hakkında düşünüyorsan Allah'ın bir misalisin, Ali hakkında düşünüyorsan Alisin, bir köpeğin işi olan bir iş hakkında düşünüyorsan sen bir köpeksin. Ne düşündüğünü söyle ki sana ne olduğunu söyleyeyim " der.
"İnsan her neyi isterse ve her neyi severse odur" konusuna rivayetlerimizde çokça yer verilmiştir. Şöyle denilmiştir.
"İnsan bir taşı sevecek olursa taşla haşr olunacak" ([73])
Kıyamet gününde sevdiği taşla birlikte haşr olunacak, çünkü o da taş olacak. İnsan her neyi severse o şey olacaktır.
Horasanlı bir adam uzak bir yoldan yorgun düşmüş bir vaziyette İmam Bakır'ın (as) huzuruna geldi. (Ehl-i Beytin aşkı onu çekmişti) Yolu yaya bir vaziyette kat ettiği için ayakkabılarının dibi yıpranmıştı ve ayaklan yoldaki yarıklara girip çıkmaktaydı. Topuklarında büyük miktarda çatlaklar oluşmuştu. İmamın huzuruna büyük bir aşk ve ilgiyle geldi. Bilahare kendi maksadına ulaştığı için Allah'a şükretti. Daha sonra kanamış çatlak ayaklarını ona gösterdi ve şöyle arz etti: Ey Resulullah'ın torunu! Beni Horasan'dan buraya kadar siz Ehl-i Beyt'in muhabbetinden başka bir-şey getiremez. Bunun üzerine İmam şu cümleyi söyledi: "Her kim her neyi severse onunladır, kendi gerçeği onunkinin aynısı olur ve onunla haşr olunacaktır."
Şair şöyle demektedir:
Eğer bir cevher madenini arıyorsan sen madensin
Eğer bir canı arama peşinde isen, sen bir cansın.
Sen eğer bir hazineyi, yerin altındaki bir madeni ve bir cansızı arıyorsan sen cansızsın, eğer can istiyorsan, can ve mana peşinde dolaşıyorsan sen cansın.
Ben konunun gerçeğini açıklamaktayım.
Her neyin arayışı -peşinde isen, sen osun.
Her neyi arıyorsan işte sen osun. O halde bu şaire "Ben neyim?" diye soracak olursak, "Senin ne olduğunu söylemem için bana neyi aradığını söyle." diyecektir.
Söz verdiğim gibi yarın gece inşaallah bu materyalizm eğilimlerinin sonucu olan "Günümüz dünyasındaki manevi ve ahlaki boşluklar" konusunda sizlere bazı açıklamalar yapacağım.
Ehl-i Beyt'i, İbn-i Ziyad'ın sarayına getirdiler. Yazdıklarına göre Zeynep, olgun bir yapıya ve yüce bir mertebeye sahipti. Kadınların, etrafını sardıkları ve etrafını bir yüzük kaşı gibi ihata ettikleri bir durumda Ziyad'ın oğlunun sarayına girdi. îbn-i Ziyad, diğer kadınların bir hizmetçi yığını gibi etrafını tuttukları bu yüce tertemiz kadının kim olduğunu biliyordu. Zeyneb'in girip de onu selamlamasını bekliyordu. Fakat Zeyneb selam vermedi. Zeyneb şunu ispat etmek istedi ve ispatladı da: "Ey Ziyadın oğlu! Sen zannetme ki bedenlerimizi parça parça ettiğin veya esir aldığın ve zincirlere vurduğun zaman ruhumuzu da esir alabileceksin. Bizim ruhumuz in- : sanlığın en sağlam ruhudur, kendini kaybetmemiş bir ruhtur, ilahî bir ] nefestir. Bizim ruhumuz küçülecek bir ruh değildir, ruhumuz ölümlü değildir, ruhumuz zincire vurulmaya gelmez." Zeyneb bunları söyleyerek selam vermedi. Ibn-i Ziyad kızdı ve "Bu gururlu kadın kimdir? " diye sordu. Kimse cevap vermedi, iki üç kere bunu tekrarladı. Sonunda birisi, "Bu, Ali b. Ebu Talib'in kızı Zeynep'tir." ([74]) diye cevap verdi. Orada Zeynep, Ziyad'ın oğlunu öyle mahkûm etti ki Ziyad'ın dili tutuldu ve kurtulacak tek yolu celladı çağırmak oldu. Başka bir yolu yoktu, "bunların hala konuşacak dili var! Boyunlarını derhal vurun!" dedi.
Zeynep Yezid'in sarayına girerken de aynı şeref ve yüceliği gösterdi. Yani bu esaret menzilinin prangaları yine de Zeyneb'i ezemedi, Zeyneb'in ruhunun direncini kıramadı, aksine orada daha da yüceldi. Hazreti Zeyneb'in Yezid'in sarayında yaptığı konuşmanın dünyada benzeri olmayan bir konuşma olduğuna inanınız. Biz sadece bu konuşmanın bir cümlesini söyleyeceğiz. Şöyle buyurdu: "Ey Muaviyenin oğlu! Elinden gelecek her kötülüğü yap, elinden gelen her işi ardına koyma, fakat şundan emin ol ki, bu nur, sönecek bir nur değildir. Bu dünyada ölecek olan sensin ve senin gücün ve saltanatındır, kalacak olan da benim kardeşimdir. Alemdeki muttakilerin tümüne ilham verecek olan benim kardeşimdir, dünyayı kendisine aşık edecek, kendisine bağlayacak olan da benim kardeşimdir." ([75]) Bu emin olma ne demektir? İnsanoğlunun fıtratına emin olmadır. Allah insanoğlunu hakikati isteyen bir yapıda yaratmıştır. Arap belagat, fesahat ve dilbilimcilerinden olan Yezid, Zeyneb'in mantığı karşısında çok geri kaldı ve gayr-i İslami ülkelerin büyük elçileri, ordu komutanları ve ülkenin büyükleri orada hazır bulundukları için çok utandı. Her ne kadar Zeyneb'in susmasını istiyor idiyse de Zeynep susmuyordu. Sonuçta cinayetkarca bir tedbire başvurdu. Kendi kendine "bu kadının şefkatini kızdırayım, ancak sevgisi yoluyla dilini tutabilirim." dedi. Ben artık Yezid'in nasıl bir cinayet işlediğinden söz etmeyeceğim. Fakat şu kadarını belirteyim, Yezid'in saray hizmetkârlarına öyle kızdı ki şöyle feryat etti: Ey Yezid! bu çocukları bırak, Allah'a yemin ederim Peygamberin o dudakları öptüğünü gözlerimle gördüm.
Allah'ım gönüllerimizi iman nuruyla aydınlat, kalplerimizi ve ruhlarımızı İslam ahlakının güzellikleriyle donat, ruhlarımızı kirlilik ve pisliklerden temiz tut, kendinin ve peygamberlerinin sevgi ve şefkat nurlarını gönlümüzde aydınlat, ölülerimize merhamet et.
DOKUZUNCU OTURUM
ASRIMIZDAKİ MANEVÎ VE AHLAKÎ BUHRANLAR
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Hamd, bütün varlıkları yaratan alemlerin Rabbı olan Allah'a mahsustur. Salât ve Selam Allah'ın kulu, resulü, günahlardan arındırılmış, sırrını koruyan, risaletini tebliğ eden, efendimiz, peygamberimiz Ebu'l-Kasım Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının üzerine olsun.
Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.
"Köpük yok olup gider, insanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır. " (Ra’d: 17)
Bu gece, içinde bulunduğumuz asrın manevi ve ahlaki buhranları hakkında konuşacağımızı vaat etmiştik.
BİR DÜŞÜNCENİN NAZARÎ VE AMELÎ DEĞERİ
Evvela kısa bir mukaddime arz edelim, o da şudur: Her inancın değeri iki çeşittir: Biri nazarî değer, ikincisi de alemi değer. Bir inanan nazarî değeri, o inanan hakikat ve gerçekliğe bağlılık ölçüsüdür. Felsefî, toplumsal veya evrensel bir görüşün nazarî değeri, bu görüşün gerçeklikle bağlantılı olup olmadığıdır. Bir görüşün gerçeklikle bağlantısının olup olmadığının anlaşılmasının yolu; tecrübe, deneme, müşahede ve akla dayalı demlendirmelerdir.
Örneğin Batlamyus şöyle demişti: Yeryüzü alemin merkezidir. Gezegenler birbirleri üzerinde yer almışlardır ve yeryüzünün etrafında dönmektedirler. Daha sonra bilim adamları gelmiş ve bu görüşü değiştirmişlerdir. "Batlamyus fikrinin nazarî değeri" nedir, yani acaba gerçekten yer küresi merkez midir ve yıldızların tümü onun çevresinde dönmekte midirler, yoksa değil mi? Acaba nazarî değer Batlamyus fikrine mi aittir, yoksa değil mi? Nazarî değer, yerküresinin alemin merkezi olmadığı ve güneşin merkez olduğu, onun da alemin merkezi değil bizim güneş sistemimizin merkezi olduğunu söyleyen "Kopernik"in fikrine mi?
"Ameli değer"in manası şudur: Bizim şimdilik bunlardan hangisinin hakikat ve gerçekliğe mutabık olduğuyla bir işimiz yoktur. Amelde bunlardan hangisi insanoğlu için daha faydalıdır? Acaba o inanç mı insanoğlu için daha kârlı ve faydalıdır yoksa bu inanç mı? Veya bu açıdan bir farkları yok mudur? O cümleden, örneğin dini inançlar vardır. Dinin ilk esası, Allah'ın varlığı ve O'nun birliğidir. Bunun iki değeri vardır. Birisi, "Nazarî değer", yanı gerçekten ve hakikaten de konu bundan ibarettir, yani delil, burhan ve ispat da aynı konuyu pekiştirmektedir ve hakikat da budur. Diğeri ise, "ameli değer"dir. Yani bu inanç insanoğlunun hayatında hangi tesirleri bırakır? Acaba böyle bir inanç insanoğlunun faydası için midir yoksa değil midir?
Bir bütün olarak din, iki açıdan söz konusu edilmelidir ve söz-konusu edilmektedir. İki yoldan söz konusu etmek mümkündür: Biri, dinin nazarî değeri, yani gerçek oluşu ve hakikat oluşu, "Kelam" ilmi bu konunun üstesinden gelmektedir. Kelam ilmi -özellikle eski kelam- ameli değerle ilgilenmez, sadece nazarî değerin peşinden gider, örneğin Allah'ın birliği, nübüvvet, adalet, imamet ve mead konularını delillendirme peşindedir. Bunların gerçek olduğu konusunda bir delil zikreder. Fakat amelî değer şudur: Şimdi biz gerçek olmayı elde etmişiz veya etmemiş miyiz? Konusunu daha kapsayıcı olarak bu fikir ve inancın bu imanın insana ne verdiği konusu üzerinde durmalıyız. Yani insan hayatında ne etkile bıraktığı konusu üzerinde duralım.
İkinci konu şudur: Acaba bir fikrin veya inanan baki kalması onun nazarî değerine mi bağlıdır yoksa ameli değerine mi yoksa her ikisine de mi bağlıdır? Eğer bir inanç insanoğlu arasında baki kalmak istiyorsa; her iki değere sahip olması veya bu iki değerden birine dahi sahip olursa bu onun baki kalması için yeterli midir? Veya hiçbirine de sahip olmazsa baki kalabilir mi ve baki kalmak, nazarî değer ve amelî değerlerden hiçbirine dayanmaz mı? Yanibir fikrin, bir inanan gerçek olmaması, insanoğlunun faydası için olmaması ve bununla birlikte her zaman içinde baki kalması mümkün müdür? Bu sorunun cevabını sonra vereceğim.
GERÇEK OLMAK FAYDALI OLMAYA EŞİTTİR
Bundan böyle bunların arasını ayırmak mümkün müdür? Yani bir inanç ve imanın gerçek olup da insanın zararına olması ve bir başka inanç ve imanın boş olup ta insanın faydasına olması mümkün müdür? Hayır. (Kendi asıl konumuza ulaşmamız için çok kısa bir şekilde anlatıyorum) Kur'an'ın görüşü şudur: Gerçek olmak veya nazari değer, hayırlı olmakla, yani ameli değerle aynıdır, birbirlerine eşittirler. Gerçek olan her şey, hakikat üzerine kurulu olan her inanç ve iman insanoğlunun zararına değildir. Bir inancın, imanın doğru olması, gerçek olması fakat insanların ona inanmaması, hatta bunun aksi, boş olan şeylere, insanoğlunun hayrının zıddı olan şeylere inanması doğru değildir ve insanın hayrı bunun hilafındadır. Bunun tersi: Bir inanç, bir iman temelsiz ve boştur, fakat boş ve temelsiz olmasıyla birlikte insanoğlu için iyidir ve eğer insan bunlara inanırsa bu inanç onun faydasına olur. Hayır, böyle değildir. Boş bir sözün, batıl bir kelimenin bir zaman zarfında bazı kimseler için -herkes için değil- faydalı olması mümkündür, ama bu, Kur'an'ın "batıl" dediği ve "insanın faydasına değildir, devam da etmez." dediği şeyin aynısıdır. Hakkın -yani gerçeklik ve gerçek olmak- hayırla, yani faydalı olmakla eşit olduğunu anladığımız zaman ikinci sorunun cevabı da aydınlanacaktır ve hiç kimse; "bir şeyin gerçek olup da zararlı olması nasıl olur?" veya "bir şeyin faydalı olup da gerçeklikten ayrı olması nasıl olur?" şeklinde bir şey söyleyemez. Hayır, bizim iki şıktan başka bir yolumuz yoktur; Ya bir inanç ve iman gerçektir ve aynı zamanda hayır da vardır veya boştur ve beşeriyet için zararlıdır. O halde soru şu şekilde söylenmeli: Acaba boş ve zararlı olan, gerçek ve hayırlı olanla, baki kalmanın tanınması açısından, eşit midir? Veya dünyada bir bedende olduğu gibi, eğer artık bir uzuv olarak ortaya çıkarsa yaratılışın uygun öğeleri onu yavaş yavaş hazfeder, inanç ve iman konusunda da binlerce boş ve batıl inancın insanoğlu arasında ortaya çıkması ve bir süre güçlü olarak da kalması mümkündür. Fakat yaratılış gayesi yavaş yavaş onu tasfiye eder ve onu ortadan kaldırır. Bu, Kur'an'ında ifade ettiği hakk ve batıl savaşıdır. Zira Kur'an, "batılın bir hızlılığı vardır fakat bir müddet sonra gücü ortadan kalkar, Hakk, yani gerçek ise, fayda ve hayırla eşit olduğundan dolayı her zaman için kalıcıdır" der.
Okuduğumuz ayetin faydası şudur:
Dostları ilə paylaş: |