"Köpük yok olup gider, insanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır. " (Ra’d: 17)
Bu ayet, Kur'an'ın apaçık mucizelerindendir. Yani muhteva açısından öyle yüce bir zirvededir ki bir insanın -okumamış dahi olsa- kendi fikriyle böyle konuşmasına imkân yoktur. Hakk ve batıl için bir örnek zikrediyor. Dağlara ve derelere yağınca bir sel oluşturan yağmur suyunu örnek getiriyor. Selin akışı bir köpük oluşturur. Sonra köpük selin tüm üstünü kaplar, zahiri gören bir insan, gerçek olan suyun boş ve batıl olan köpüğe mağlup olduğunu zanneder. Fakat Kur'an, "hayır, köpük gider, su ise kalır", demektedir. Suyun sözü hakkın sözüdür. Köpüğün sözü ise batılın sözüdür. Hakk, faydalı olduğundan dolayı baki kalır. Yani Kur'an burada hakkı faydalı olana eşit kabul etmiş ve ayırmamıştır. Bu, "asrımızdaki manevi buhranlar" hakkında bir mukaddime olarak arz etmek istediğimiz bir konuydu. Aslında bu konu hakkında daha geniş bir zamanda konuşmak gerekir.
MANEVÎ BUHRAN, ASRIMIZDAKİ EN BÜYÜK BUHRANDIR
Fakat şimdi geniş bir şekilde arz edeceğim gibi bugün dünyadaki ince görüşlü kimseler şu inceliği görmüşlerdir: Şu anda beşeriyet toplumunda, özellikle de sözde ilerlemiş ve teknoloji toplumlarında hüküm sürmekte olan en büyük buhran manevî buhrandır, örneğin siyasi buhran veya iktisadî buhran değildir. Elbette dünyada siyasi buhranların kaynaklandığı yerler vardır. Örneğin Arap-İsrail olayları veya Çin-Sovyet sınır anlaşmazlığı ve daha bir sürü olan bunun gibi örnekler. Dünyadaki enflasyon meselesi gibi iktisadî buhranlar da vardır. Bu buhranlar, şimdilik haledilmeyecek meseleler olarak telakki edilmiyor. Hatta on yıl önceki dünya savaşlarının tehlikesi şimdikinden daha fazlaydı. Henüz kendisi için bir çare bulunmayan halledilemeyecek buhran manevî buhranlardır, yani ne iktisada bağlıdır, ne siyasete bağlıdır ve ne de sanata bağlıdır, insanlığın manevî yönlerine bağlıdır. Şimdi, bunları sizler için tek tek arz edeceğim. Bugün hüküm sürmekte olan buhranlardan bazıları, buhranın kendisi manevî bir içeriğe sahip değildir, fakat onun kökü manevî yönlere dayanır.
İNTİHARLARIN ARTIŞI
Bugünkü dünyanın günden güne artan önemli sorunlarından biri de intiharlardır. Araştırmalar neyi gösteriyor? İntiharların asıl kökeni nerededir? Acaba örneğin fakirliklerden dolayı mıdır? (Zannedersem bugünkü fakirliklerin kendisinin de iktisadî kökleri değil manevî kökleri vardır). İntiharlar daha çok nerelerde artıyor? Fakir ve mahrum bırakılmış ailelerde mi? Eğer böyle olsaydı meselenin başka bir şekli olurdu. Yoksa değil mi, maddi açıdan hiçbir boşluğu olmayan ya da daha az olan yerlerde mi artmaktadır? Manevî yönlerdendir, yani hayattaki başıboşluk duygulan, kendi ifadeleriyle başıboşluk yollan, o halde ben, niçin yaşıyorum? Ne için bu dünyaya gelmişim? Bu hayatın faydası nedir? Bu naziklik vaziyeti ve hayatın sorunlara karşısında direnme gücünün yokluğu çeşididir. Yani eski dünyada kesinlikle sorun sayılmayan ve hiç kimsenin bir saat dahi uykusuna dalmadığı çok basit bir sorun bugünün insanı için "başka bir yol yoktur, kendimizi bu hayattan kurtarmalıyız" dediği yerde son bulmaktadır. Burada bazı emareler vardır. Ben kendim bu emareleri yayınlayan kendi gazetelerimizden bunların bir kısmını kesmiş ve "Hicab" gibi kitaplarımızdan bazılarında nakletmişimdir. Bu emareler göstermektedir ki teknoloji açısından daha çok ilerlemiş olan ve maddî refah açısından daha ileri olan ülkelerde intihar olayları daha fazladır. Araştırmalar, manevî boşluklar ve ruhî doyumsuzlukların yokluğundan başka bir mesele olmadığını ispatlamaktadır.
DİNLENME VAKİTLERİNİN BOŞ GEÇMESİ
Bugün çok açık olan diğer bir mesele de, dinlenme vakitlerinin boş kalması meselesidir. Çok ilerlemiş ülkelerde, teknik ve makinenin ilerlemesi neticesinde işçinin iş saati azalmış, maaşı da nispeten yükselmiştir, elbette bu yönden işçinin ücretinin yükselmesi ve iş saatinin, ruhundan ayrı kaldığı anlarının azalması sevindirici bir durumdur. Fakat buna karşılık kendisi için dinlenme vakitleri ortaya çıkmışta. Bu boş vakitleri neyle doldursun? Bu, bugünkü dünyada bir sorundur, boş geçen vakitlerini hangi yollarla dolduracak? Ortaya getirdikleri yollar, kendini unutma yollarından başka bir şey değildir. Zira insan kendine geleceği yerde yine de bir boşluk hissetmektedir. Sinema, tiyatro vb. gibi yollar şehevi yollardır ve insandaki boşluğu gidermeye yeterli değildir.
SİNİRSEL HASTALIKLARIN VE RUHÎ BUNALIMLARIN ARTMASI
Gün geçtikçe artan ruhî hastalıklar, sinirsel bunalımlar meselesi, hatta ismine medeniyet hastalıkları dedikleri hastalıklar hakkında yapılan istatistikler neyi göstermektedir? Acaba ruhsal hastalıklar geçmişte mi daha çoktur, yoksa şimdi mi? Geçmişte istatistikler yapılmamaktaydı diyebilirsiniz. Fakat ilerlemiş ülkeler, yaklaşık iki yüz yıldır istatistiklere sahip bulunmaktadırlar. Oradaki istatistikler özellikle göstermektedir ki insanoğlu ilerledikçe ve maddî refah açısından yükseldikçe sinirsel hastalıklara ve ruhsal bunalımlara daha çok yakalanmaktadır. Sinirsel hastalıklar kapsayıcıdır. Bazı sinirsel hastalıklar ruhsal bunalımlara yol açmaz, genellikle barsak yaraları ve mide yaralan (ülser) gibi cisimsel hastalıklara yol açar. Nitekim bu hastalıkların daha çok sinirsel rahatsızlıklar sonucunda meydana geldiği söylenir ve bu hastalıklara "medeniyet hastalıkları" ismini koymuşlardır. Yanlış anlaşılmasın, buradan yola çıkarak refahı azaltmak gerekir sonucuna varmak istemiyoruz. Hayır, refahın azalmasının veya yükselmesinin bir tesiri yoktur, menşei başka bir şeyin yokluğudur. Bir zaman gelip de bazı kimseler benim, "insanlar refah içinde oldukları için ruhsal hastalıklara tutulmuşlardır, o halde halkın fakirlik içinde yaşaması kendisi için daha iyidir" dediğimi düşünmesinler, söylemek istediğim sözlerimden böyle bir sonuç çıkarmasınlar. Hayır, şunu söylemek istiyorum: Halk refah içinde olduğu ve bu sinirsel hastalıklar ve rahatsızlıkların ortaya çıkmaması gerektiği halde bunlar yine de vardır ve geçmişten daha çoktur, geçmişteki insanlar iktisadi yokluklara daha fazla duçar olmalarına rağmen şimdiki insanlardan daha mutluydular.
GENÇLİK İSYANLARI, HİPPİLİK
Başka bir mesele, gençlerin tuğyan ve isyan meselesidir. Allah'a şükür ki henüz aramızda böyle şeyler yok denilecek kadar azdır, tabi yok da değil, o var olan miktar da başkalarını maymunvari bir şekilde taklit etmektir. Gerçekten bizim gençlerimizde böyle tuğyan hareketleri yoktur, fakat onların böyle yaptıklarını duydukları zaman, "biz de böyle yapalım" demektedirler. Hippilik, bugünün medeniyetine sırt çevirmektir. Bütün imkân ve vasıtalara sahip olduğu halde hayatın her şeyine hatta temizliğe bile sırt çevirmiştir. Medeniyetin tüm ilerleme ve güzelliklerine ve tüm yollara sırt çevirmiştir. Normal bir elbiseyi giymeği kabul etmez. Yeni bir pantolon kendisine verilirse ilkönce onu yırtar daha sonra giyer. Ayağına eskimiş bir çarık alır. Yerin altına girip orada yaşamaktadırlar. Kendilerini uyuşturucu şeylerle tatmin etmektedirler. Zira hippilik, hippiliğin detayları ve çare yollan ve temellerinin ne olduğu konusu, zaman olsa iki-üç oturumda konuşabilecek kadar kendi başına bir konudur ve bugünkü dünyanın en önemli konularındandır. Hippi neslinin kendisine göre bir fikri, üstelik esaslı bir fikri de vardır, o da "batının bugünkü bu medeniyeti boştur" görüşüdür. Belki kendisi bu boşluğun nerede olduğunu doğru açıklayamaz. Acaba makinenin zayıflılığı ve makine mi boştur? Niye makine boş olsun?! İlim mi boştur? İlim, boş olamaz. Fakat şu kadarım anlıyor ki bugün medeniyet adıyla var olan şey boştur. Hippilik, bu neslin boş gördüğü medeniyete sırt çevirmesidir. Doğu blokuna, özellikle de uzak doğuya yöneldiklerini görmektesiniz. Uzak doğuda, Hintliler arasında bir maneviyat bir irfan mevcuttur. Gidip oralarda kendilerini doyurabilmeyi görmek istemektedirler. Yapıcı bir şeyi olmayan bu makine, sanat ve teknikten gidip orada bir şey var mı yok mu görelim demektedirler.
ŞEFKATİN AZALMASI
Diğer bir mesele, şefkatin azalması meselesidir. İnsanlar, makinelerin parçalan halini almışlar. Bu insanoğlunda çok korkunç bir fakirliktir. Anneler çocuklara karşı muhabbet hissetmemekte, aynı şekilde çocuklar da annelere ve babalara karşı, kardeşler birbirlerine karşı, komşular birbirlerine karşı, vatandaşlar birbirlerine karşı ve nihayet bir insanın başka bir insana karşı muhabbet duygusu beslememektedir. Bugün var olan bu mesele çok önemli bir meseledir, bu konuda nice hikâyeler yazılmıştır.
Bizim çok faziletli ve alim dostlarımızın biri bir kaç yıl önce ülser hastalığına yakalanmıştı. Avrupa ülkelerinden birine gitti. Oğlu orada olduğu için hem oğlunu görmek ve hem de orada tedavi olmak için o şehre gitmişti. (Geldikten sonra) şöyle anlatıyordu: Bir gün ben ve oğlum bir lokantada idik. Ben daha yeni hastaneden taburcu olmuştum. Bir masaya oturmuştuk, oğlum terbiyeli bir şekilde kalkıyor ve bana hizmet ediyordu, çay getiriyor, kahve getiriyordu, hep etrafımda dolaşıyordu. Elli-Altmış yaşlarında görünen bir karı-koca da karşı tarafta oturmaktaydılar. Karşımızda oturmuş hep bize baktıklarını gördüm. Bu arada oğlum geldi ve tekrar gitti. Onunla konuştuklarını gördüm, ona sorular soruyorlar o da cevap veriyordu. Daha sonra oğlum geldi ve "bana şunu sordular" dedi: Senin böyle hizmet ettiğin adam kimdir? Benim bir hizmetçi olmam gerektiği ve yaptığım bu iş karşılığında para alacağımdan şüpheleri yoktu. "Bu adama böyle hizmet etmene karşılık ne kadar para alıyorsun?" diye sordular. Ben de, "bu, benim babamdır" dedim. Onlar ise, "iyi, baban olsun, yoksa insan babası için bedava olarak mı iş yapmalı?!" dediler. Ben şöyle dedim: Sonuçta bu, benim babamdır. Ben burada okuyorum. Benim okuma paramı ve harçlığımı o İran'dan gönderiyor. Bunu söyleyince ağızları açık kaldı ve şöyle dediler: Bu, çalışıyor, gönderiyor, sen harcayasın diye öyle mi? Ben de; "Evet" dedim. İnanmıyorlardı. Yavaş yavaş anladılar ve şöyle dediler: "Evet, biz de karı-kocayız, bir oğlumuz, bir de kızımız var, oğlumuz falan yerde, kızımız da falan yerde ve biz şu anda burada iki yalnız kişiyiz." Fakat daha sonra oğlum tahkik ettiğinde ortaya şu çıktı: "Biz otuz yıl önce birbirimizle güzel bir şekilde tanıştık ve birbirimize karşı aşık olduğumuz hissini taşıdık. Dedik ki bir müddet birbirimizle ilişki kuralım, eğer ahlakımız birbiriyle uyuşursa evleniriz. Böylece otuz yılımız geçti, çocuğumuz da yoktu. Bu flört dönemimiz otuz yıl sürdü ve bir yere de ulaşmadı."
Şefkatin azalması meselesi, dünyada şaşırtıcı bir meseledir. Onlar da insandır ve fıtrat açısından bizim gibidirler. Bizler de bir gün Allah göstermesin bu tip insanlara dönüşebiliriz. Bu akşam gazetede gözüm bir resme ilişti, gerçekten hayret ettim, insan insanlığını kaybettiği zaman makinenin bir parçası gibi olur. Mısır'da bir uçağın düştüğü ve doksan iki kişinin öldüğü yazılıydı. Havaalanındaki görevli; örneğin pilota haber vermek değil de havaalanlarının trafiğini düzenlemek olan bir kişi şöyle demiştir: "Evet, ben uçak geldiği zaman ve yüksekliği yaklaşık iki bin metre olduğunu ve üç bin beş yüz metreden az olmaması gerektiğini görüyordum ve uçağın geleceğinin de uzun sürmeyeceğini biliyordum." Demişler ki: "Niye söylemedin?". O da şöyle demiş: "Bu, benim vazifem değildi, ben bu işle sorumlu değildim, beni başka bir iş için görevlendirmişlerdi, ben kendi işimi yaptım." Çok güzel, sen bu işte görevli değildin, fakat insandın. Demiş ki: "Eğer şu anda haber versem -haber verebilirdim- pilot, kendisini bütün yolcularla birlikte kurtaracağını biliyordum, fakat haber vermedim." Şefkat azlığının insanı nerelere çektiğini ve insanın başına neler getirdiğini görünüz!
Başka buhran, aile düzenin parçalanması meselesidir, kadın ve kocasının birbirlerine yabancı oluşları (Zira bizler bu duruma gelmek için son derece çalışıyoruz), tez sona eren evlilikleri ve birbiri ardına gelen boşanmalar. Bu konuların her biri, haklarında geniş bir şekilde söz etmeyi gerektirir.
AÇLIK MESELESİ
Bunlardan bazılarının manevî olmadığını fakat maneviyat kökenli olduğunu arz etmiştik. Bu meselelerin kökeni manevî buhrandır. Örneğin açlık meselesi. Joseph De Castro'nun "Aç insan' kitabını belki okumuşsunuzdur. Gazetelerde de bazen şaşırtıcı istatistikler yayınlanmaktadır. Gerçek olan şudur ki bugün beş yüz milyon aç vardır dünyada. Bazı bölgelerde şu sayıda aç bulunmaktadır dedikleri zaman, tok bölgelerin içinden kimse istatistik yapmamaktadır. Örneğin; "Afrika’da, Latin Amerika’da ve Asya’nın bir bölümünde şu sayıda aç bulunmaktadır" demektedirler. Hâlbuki o tok olan bölgelerde de çok aç insan mevcuttur.
Yapılan hesaplara göre şu anda dünya üzerinde beş yüz milyon aç insan vardır. Eğer silahlara ayrılan paranın dörtte biri, hatta beşte biri kadarı kendi ifadeleriyle yeşil alana, yani çiftçiliğin yayılması için harcansa, bu beş yüz milyon insanın tümü kurtulur. Dediklerine göre; üç-dört yıl önce silah yatırımları iki yüz dört milyar dolar idi. Şu anda ise dünyanın bu açlık tehlikesinden kurtulması için elli milyon dolar yeterlidir. Organizasyonlar da konferanslar düzenlemektedirler, fakat gazetelerin yazdıkları haberlere göre düzenlenen bu konferanslarda yine de siyasi rekabetler hüküm sahibidir. İttikaat gazetesi orada bulunduğumuz sırada bir hafta münasebetiyle yazmıştı, haber ajanslarının verdikleri çok önemli bir haber şuydu: -Roma'da düzenlenen bir haftalık bu konferansta en doğru haber buydu- Bu bir hafta içinde, aç insanlar için bir şeyler düşünmek üzere buraya gelmiş bulunan çeşitli ülke temsilcilerine düzenlenen karşılamalar en iyi karşılamalardandı, yani midelerini güzel yemeklerle tıka basa dolduruyorlardı, sonra da içeri giriyorlardı.
Amerika'da yılda yaklaşık iki bin dolar, köpek ve kedi yemeklerine harcanmaktadır ve fazlası da dökülmektedir, fakat dünyada ölmeye ve yok olmaya mahkûm olan açlar birbirinin peşi sıra gelmektedir.
YAŞAM YERLERİNİN KİRLİLİĞİ MESELESİ
Bir başka mesele de yaşam yerlerinin kirliliği meselesidir. Bizler de şimdi bu sorunu kendi büyük şehirlerimizde, özellikle Tahran'da hissediyoruz. Yani insan yaşamının en büyük temeli olan hava bugün öyle kirlenmiş ve gün geçtikçe de öyle kirlenmektedir ki, insanı en büyük ihtiyacından mahrum etmektedir. Bu, dünyada büyük bir sorun olmuştur. Bunun kökeni nedir? Acaba gerçekten söylediklerine göre, makineleşmenin bir etkisi midir ve buna bir çare yok mudur? Acaba dünyada var olan tüm bu makineler (genel anlamıyla) ve tüm makineleşmenin doğurduğu imkânlar insanın ihtiyacı esası üzerinde midir? Hayır, kesinlikle değil. İnsanın ihtiyaçlarıyla hiç mi hiç bağlantılı değildir. Bunları bu şekle getiren sadece hırs ve arzulardır. Yapılan masraflar nasıldır? Bugün dünya üzerinde tüketici masrafların olması için binlerce aldatmaca yollarına başvurulmaktadır. Dünyanın tüm toplu ulaşım araçları masraf yapma konusunda yalancı iştahların ortaya çıkması için büyük sermayedarların hizmetindedir. Yani makineler hep üretmektedirler, fakat insanın bu kadar ihtiyacı olmadığı için onları değişik araçlar, müzik aletleri, kadın parfümleri, filmler, televizyonlar ve benzeri araçlar şeklinde üretirler. Bu araçlarla üretilen bu mallan insanın önüne sermek istemektedirler ki insan bir taraftan hep para biriktirme peşinde koşuştursun, diğer taraftan da makinelerin çarklarının dönmesi için süratle harcasın. Evet, insan para biriktirme ve harcama peşinde koşuştursun diye bu tür mallan ha bire değişik şekillerde üretmektedirler.
TOYNBEE'NİN ÖRNEĞİ
Herhalde bir yıl önceydi. İttilaat gazetesinde bir makale okudum, çok hoşuma gitti. Asrımızın büyük toplumbilimci tarihçilerinden olan Toynbee'nin bir makalesinin tercümesi idi. Bu makalesinde alaylı bir şekilde Kitab-ı Mukaddes'te -Ahd-i Atik- yer alan bir konuyu yazmıştı: Allah büyük babamız Âdem’i yaratınca onu cennete koydu ve bütün yiyecekleri onun istifadesine sundu. O'na dedi ki; "tüm bu nimetlerden faydalan". Sadece yasaklanmış bir ağaç vardı. Daha sonra şöyle dedi: "Yasak olan bu ağaca yaklaşma, eğer yaklaşırsan bunların tümü yok olur." Fakat babamız Âdem, bilinen o hatayı işledi, o ağaca yaklaştı ve ondan yedi, sonuçta kendisine, "Cennet artık senin yerin değildir, buradan çıkman gerekir." denildi. Atamız Âdem cennetten çıkarılıp bu yeryüzüne indirildi. İlk başta yeryüzünde yaşamak Âdem ve oğullarına çok zor geldi. Çünkü rızık arayarak ve kaderini belirleyerek yaşamaya zorunlu ve görevliydiler. Fakat insanoğlu yavaş yavaş kendisini yeryüzündeki hayata adapte etti ve bu yeryüzünü kendisi için bir cennet haline getirdi. Denizlerden istifade etti, havadan istifade etti, orman ve otlardan faydalandı, hayvanlardan faydalandı... Artık yavaş yavaş Âdemoğulları için cennet burası oldu.
İkinci hata, ikinci cennette meydana geldi, insanoğlu yeryüzü olan bu ikinci cennetten zorla da olsa çıkıp gitmek zorundadır. İkinci hata nedir? (Bunu Toynbee söylemektedir. Elbette ben onun dediği şekilde kabul etmiyorum. Nedenini arz edeceğim). İkinci hata makine idi. Acaba üç-dört asır önceki atalarımız ve büyüklerimiz, makineyi icat ettikleri ve kendilerine göre insanoğluna en büyük hizmetleri yapmış olduklarını düşündükleri zaman nasıl bir araç icat etmiş olduklarını biliyorlar mıydı? İnsanı yeryüzünden sürecek bir araç, yani insan, artık yeryüzünde yaşayamaz hale getirecek ve yokluğa mahkûm edecek bir araç icat ettiklerini biliyorlar mıydı? Makine da gün geçtikçe büyüyor ve insan zayıflıyor, tıpkı ipekböceği ve ağı gibi, insan kendi bu ağında onu yapmağa ve onun içinde ölünceye kadar ağ örmeye mecburdur. Ve ne yazık ki babamız Âdem’i cennetten çıkardıysalar da gelip orada yeni bir hayata başlasın diye bir yer var oldu, fakat eğer bu ikinci cennetten de çıkacaksa mutlak yokluğa mahkûm olacaktır.
Daha sonra bu toplumbilimci tarihçi, makinenin tabiatla düşmüş olduğu bir zıtlığı açıklamıştır; havayı ne yapmış, ormanlara ne etmiş, denizleri ve dereleri hangi dereceye kadar kirletmiş, kaç bin tane balığın yumurtasını yeryüzünden atmış, kaç kuş çeşidi insanın yaptığı makine eliyle ortadan kalkmış ve insanoğlu tabiatın tersi bir çehreye bürünmüştür.
BÜYÜCÜ VE CİN HİKÂYESİ
Eski efsanelerden olan şöyle bir hikâye anlatılır: Büyücünün biri bir cini tutmuş ve şişeye koymuştu, şişenin ağzını da kapamıştı. Gönlü istediği zaman bu cini şişeden çıkarıp ondan yararlanıyordu (hayret verici ve şaşırtıcı işler). İşi bitince de hemen cini şişenin içine koyuyor ve ağzını kapatıyordu. Onun bir talebesi vardı, üstadı gibi olmayı ve ondan yararlanmayı arzuluyordu. Üstadından gizli bir şekilde bu cini şişeden çıkarmanın ve bu cini kendi hizmetine vermenin sırrını elde etmeğe çalışıyordu. Bir gün hocasının yokluğundan faydalanarak cini şişeden çıkardı ve ondan yararlandı cini şişenin içine tekrar koymak istedi fakat onu şişenin içine koyma sırrını unutmuştu. Cini şişenin içine koyamadı, onun şerrine tutuldu. Talebe cinden yararlanamayınca cin ondan yararlanıyordu. Bunu makineleşmeye örnek olarak vermiştir. İnsanoğlu makineyi icat etmişti, fakat onun kontrolü altından çıkamıyordu.
Fakat bizim kabul etmediğimiz ve mesele başka bir meseledir dediğimiz işte budur.
İLMİN KAYNAĞI: SİYANTİZM
Toynbee'nin görüşünün tersine, insanoğlunun hatası sanatkârların ve buharlı makineyi icat eden kimsenin eliyle oluşmadı. İnsanoğlunun hatası Francis Bacon ve onun takipçilerinin eliyle oluştu, "İlim, insanoğlunun her şeyidir (siyantizm, ilmin kaynağı) bütün sorunların çözümünü ilimden istemeliyiz" dedikleri gün bu hatayı başlattılar. Yoksa insanın kaç tane düşmanı var? Cehalettir, hastalıktır, fakirliktir, ızdırap ve kederdir, zulümdür, hırs... vb. şeylerdir. İnsanoğlunun tüm bedbahtlıklarının anası cehalet ve bilgisizliktir. İnsanoğluna ilim, bilgi ve şuur ver, hastalıkların kökünü kurutmuşsun demektir. Cehalet gitti mi bunların tümü ortadan kalkar. Bir kere insanoğlu için bir çıkış yolu ortaya çıkmıştır.
İlim, gerçekten mukaddes bir gerçektir, ama ilmi kendi ikizi durumunda olan imandan ayırdılar. "Geçmişte imanın yaptığı tüm işleri gelecekte ilim yapacaktır." dediler.
Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ne güzel bir sözü vardır:
"Hikmet (yani ilim, bilgi, gerçek) Mü 'minin yitik malıdır. Onu nerede ve kimin yanında bulursa alır ve kendini ondan daha layık görür."([76])
Yani ilmin olduğu yerde iman da vardır. Yani ilmin olduğu bir yerde iman yoksa ilimde yok demektir. Şu ifade, hayret verici bir ifadedir: "Nerede bulursa onu alır." Aynı şekilde Ali (as) de şöyle buyuruyor:
"Hikmeti (ilmi) nifak ehlinin elinde de olsa alınız, ilmi, müşriğin elinde de olsa alınız. "([77])
İlim ve hikmet her kimin elinde olursa, bir müşriğin elinde dahi olsa onu gördünüz mü alın, zira o ilim onun elinde ödünç olarak bulunmaktadır.
Ey kardeş! İlim sana hizmetçidir.
O Hakk ehlindendir ve (onu alman) üzerine borçtur.([78])
İlim, senindir. Yani ne senindir? Sonuçta o, ilmi elde etmiştir. Fakat ilim kendi konumunda yer almamıştır, ilim, imanın yanında yer almalıdır ve kendi ikiziyle birlikte yaşamalıdır.
Bütün mucizeleri ilimden istediler. İnsanın bir düşmanı da zaaftır. İlim insanı güçlendirir. Doğru da demişlerdir, ilim, insana kuvvet verir, ilim kuvvettir, bilen insan kuvvetli insandır, fakat neye karşı kuvvet? Tabiatın karşısında. Hastalığın kökünü kurutmak için ilim elde ediniz. Yerinde bir söz. Fakirlikle savaşmak için ilim elde ediniz. Onun yarısı doğrudur, yarısı da doğru değildir. Yani ilim aracıyla ekonomi düzeltilebilir, ama fakirlik her zaman ekonomideki eksikliklerden doğmaz. Sıkıntı ve bunalımlara üstün gelmek için ilim elde ediniz. Yüzde yüz yanlışlık sudan çıkıyor. İlim, insanoğlunun sıkıntı, ızdırap ve bunalımlarıyla savaşamaz. Zulmün kökünü kazımak için ilim elde ediniz. Aksine, ilim zulmün elinde bir araç durumundadır. Hırs ve arzularla, yani kendinizle savaşmanız için ilim elde ediniz. Esas itibariyle hiç elde edilmediği için ilim hırs ve arzuların elinde bir araç oldu. Nitekim bugün sonuçlarını görmekteyiz.
İDEOLOJİ
İnsanoğlunun bir-iki asrı bu fikirle baş başaydı. Nihayet 19. asırda, "hayır, ilim yalnız başına yeterli değildir, toplumsal felsefe ve ideolojide gereklidir" denildi. İlimden yalnız başına bir şey çıkmaz. İlmin yetersizliği anlamında, ideolojisi olmayan ilim karşıtı bir hareket ortaya çıktı. Gelip insanoğlu için değişik "izm" lerden müteşekkil ideolojiler yaptılar. Fakat ideoloji, dünya görüşünü ve insanı tanımayı istemektedir. Sonradan kendi toplumsal mektebinde o mukaddes ideal sonucu almak için insan ve dünya hakkındaki görüşünü söylemelidir. Gelip "dünya görüşü" nde Allah'ı uzaklaştırır. İnsandaki ruhu yok eder. İnsanı ekonomik bir makine şeklinde tanıtır. Sonra değerli toplumsal bir düşünce (ide) oluşturmak istedi. Fakat olmadı. Şöyle bir şey olmaz: Bir insana, âlemde herhangi bir ilah yoktur, sende de hiç mukaddes bir şey yoktur, ama mukaddes toplumsal düşünceler için iş yapmaya söz ver ve bunu üstüne al. Hırs ve arzuya sahip olmamaya, zulüm etmemeye, başkasının durumuna acımaya söz ver. Bu ikisinin birbirine zıt olduğu açıktır. İnsanı tanıma, dünya görüşünün felsefi esaslar öğretisi, bu toplumsal düşünceye terstir. George Politzer, kitabında şöyle yazmaktadır: "Biz her ne kadar felsefi açıdan materyalist isek de ahlaki açıdan idealistiz." Acaba insanın felsefî açıdan materyalist olması, ahlaki açıdan idealist olması mümkün mü?.' Söylemekle doğru olmaz.
Bir müddet kendilerini bu işle oyaladılar. Fakat acaba böyle bir şey de olur mu?! Bütün bu telaşlar, imandan kaçmaları içindir. İlkönce, "İman değil, ilim" diyorlardı. Fakat ilim tek basma işe yaramadı. Daha sonra, "iman değil, toplumsal felsefe, meslek, meram" dediler. Fakat meram (maksat)m, bu dünya görüşlerinin esası üzere pratikte hiçbir insanı yönü olmadığı için yenildiğini görüyoruz. Zaferler, yine aynı siyasi zaferler ve aynı yapılanmalardır. İddiaların tümü Molla Nasreddin'in yorganın altındaki başıdır. İster doğu kutbuna bak, ister batı kutbuna, ister emperyalizmine bak, ister sosyalizmine, işin sonunda yine geçmişte başını çıkardığı yerden başını çıkarmaktadır.
AYDIN GÖRÜŞLÜLÜK
Bir başka grup geldi ve başka bir görüş ileri sürdüler. Şöyle demektedirler: İlim ve bilgiden tek basma bir iş çıkmadığı kabul edilir, fakat sırf toplumsal felsefeden de bir iş çıkmaz. Bir çeşit aydın görüşlülük meselesini ortaya attılar. Gelip âlim ile aydın arasına fark koydular. Sartre ve başkaları geldiler ve aydın meselesini ortaya attılar. Dediler ki ilim ve âlimden, kültürden tek başına bir şey çıkmaz. Aydını vücuda getiriniz. Aydın kimdir? "Aydın, öyle bir kimsedir ki bir çeşit özel bir bilgiye sahiptir. O özel bilgi onu insanlık hedeflerine doğru çekmektedir." Bilgi, haberden başka bir şey değildir. Bilgi, bilgi demektir. Acaba bilgi ve haber insanı olgunlaştırabilir mi? Bizim İbn-i Sina'mız en güzel sözleri söylemiştir. Şöyle bir sözü vardır:
"Bir hırsız fenerle geldiği zaman malın güzelini götürür." Bilgi, fezayı insan için aydınlatmaktan başka hiçbir iş yapmaz. İlim insan için hedef yaratmadığı gibi bilgi de insana hedef vermez. İlim, insana hedeflerine kavuşması konusunda yardım eder, fakat insana, bu yoldan veya şu yoldan git şeklinde bir hedef vermez. İlim, insana hedeflere ulaşması konusunda yardım eder. İlim, "ben sana araç veriyorum, örneğin otomobil veriyorum." demektedir. Eğer eski zamanlarda (Tahran'dan) Kum veya Kazvin'e girmek isteseydin iki gün iki gece sürecekti, şimdi karada iki saatte gidebilirsin. Ama acaba ilim, "bu otomobille git ve örneğin Kum'da fakirlerin yardımına koş veya git orada hırsızlık yap mı demektedir?.' Makine, "yapmak istediğin her işi yaparken senin emrindeyim, ben seni etkileyemem ve sana hedef belirtemem, her nereye gitmek istersen ben sana yardım edeceğim" demektedir. Celal Al Ahmed'in "Garbzadelik" adlı kitabında çok güzel bir sözü vardır. Orada şöyle demektedir: Bir gösteri üzerine bir piyes vardı, ben tercüme ediyordum. Bir müddet onun hedefinin ne olduğunu düşünüyordum. Sonunda şuraya ulaştım; şöyle ve böyle oldu, sonra herkes gitmek istediği her yolda daha hızlı gitti. İlmin göstergesinin -ki ilmin göstergesi sadece budur- insanı gittiği yolda daha hızlı ve daha tez maksadına ulaştığını söylemekte olduğunu anladım. Bu doğrudur da. "Bilgi"den tek başına bir şey çıkmaz. Kur'an, bilgililerin en bilgini şeytandı, kendi bilgisi de oldukça olgundu, hatta "Allah'ı bilendi" diyor. Kur'an, "Allah'ı bilme" yi de yeterli saymıyor ve sadece bilgilik yönüyle bilgilinin aydınlatmaktan başka bir değerinin söz konusu olmadığını belirtiyor. Kur'an diyor ki, şeytan Allah'ı tanıyordu, Allah'tan haberi vardı, peygamberlerin nübüvvetine inanıyordu, kıyametin varlığına iman ve itikadı vardı (bütün bunların ikrarını şeytandan nakletmiştir) fakat tüm bunlara rağmen kâfirdi. Niçin? Çünkü mü'min değildi. İman, bilgi üzerine kurulmuş bir meseledir, fakat arzu ve istekle birlikte olursa. İman, teslim olmak, arzulara yakın olan Allah'ı bilmek ve Hakk'ın dergâhına teslim olmak demektir.
Bugünkü insanın derdinin tek çaresi şudur: Arzulara yakın Allah'ı tanımak ve teslim olmak ve Hakkın karşısında tevazulu olmak. Bundan fazla bir çare de yoktur. Elbette Kur'an, her zaman ilim ve imanı yan yana zikretmiştir. Bugünün insanı ilme sahiptir, onun derdinin çaresi imandır. Aydınca ve aydınca olmayan bilgilerden yapılan bir iş yoktur. Bilgi sonuçta yine bilgidir.
Tüm bunları imandan kaçmak için söylemişlerdir, imanın sözü ortaya gelmesin istemişlerdir. Aksine bilgi ve ilimle sorunları halletmeği istiyorlardı. Fakat olmadı, felsefi bilgi de bir yere ulaşmadı, aydın görüşlü bilgi de bir yere ulaşmadı. Sonunda başka bir ses yükselttiler. Bir grup şöyle diyordu: Hümanist kültür gereklidir. İnsan, kültürcü olmalıdır. Yoksa kültür, hümanist midir?! Kültür insanoğlu için kültürdür. Kültür, sonuçta insanoğlu için bilgidir. Eğer siz Sa'di'nin nasihatleri gibi tavsiye edilen kültürlerden Allah'a ve imanı alırsanız geriye bir şey kalmaz.
DİNİN BAĞIŞLADIĞI İRFAN!
Sonuçta hümanist kültür olarak niteledikleri irfana yönelmeğe başladılar. İrfanın esasının Allah'ı bilme ve Allah'a teslim olma demek olduğunu bilmiyorlardı. İrfanı Allah'tan ayırmak ve bu şekilde bir irfan olsun istiyorlardı. Çok hayret vericidir! Ben İranlıların bugünkü yazılarında irfana yöneldiklerini görüyorum, Allah'ın ve dinin bağışladığı irfan! Bu, çok hayret vericidir! İmkânı yok İmam Bakır şöyle buyurur:
"Dünyanın batısına gidiniz ve doğusuna gidiniz, sonuçta buraya gelip gerçeği anlayıncaya kadar diz çökmelisiniz."([79])
Beşeriyetin geleceğinin imana teslim olmaktan başka bir çaresinin olmayışı budur. Yani Allah'ı bilme, teslim ve tevazu içinde olmaya yakındır. İnsanın bugünkü halledilemeyen buhranları ve sorunlarının tümü manevî ve ahlakî buhranlardır. Bunun kökü nerededir? İman yokluğundadır. Geçmişte insanoğlunun; menşei cehalet, bilgisizlik ve ilmin yokluğu olan birçok buhranları vardı. Fakat bugün Allah'a hamd olsun insanoğlunun bu kanadı çok düzelmiş, ilim kanadı olan bu kanadı güzel bir şekilde düzelmiştir. Fakat iman kanadı olan diğer kanadı aynı şekilde kalmıştır (kuş bir kanatla uçamaz). İmanın da bazı yerlerde düzeldiği ve bir etki bıraktığı gibi cehalet ve taassubun olduğu yerlerde insan için bedbahtlıktan başka bir şey getirmez. Kur'an'ın dayanağı bu her iki kanatın üstündedir: ilim kanadı ve iman kanadı, insanoğlunun sorunlarının hallolunması gerekliliği bu iki kanat iledir. Kur'an bazen ilimden ayrı söz eder, imandan da ayrı, örneğin: "Kendilerine bilgi verilmiş olanlar dediler ki... " (Kasas: 80) gibi. Bazen de ilim ve imanı birlikte anar: "Kendilerine bilgi ve iman verilenler dediler ki..." (Rum: 56). Hem bilgi veren ilim, aydınlık ve güçlülük ilmine sahip olanlar, hem de imana sahip olanlar. Bilginin insana aydınlık verdiği sınır, tabiat fezasını insan için aydınlattığı yerdir. Güç, insanı tabiata hâkim kılar ve onu tabiata yayar, tabiatı insanın hizmetine verir. Fakat iman bir kaleyi fetheder ki o kale ilmin etki alanı içinde yoktur ve ilmin o kaleyi fethetmeye gücü yetmez. O kale insanın kendi içindedir, insanın nefsidir. Şia ve Ehl-i Sünnet hadislerinde çok itibar edilen bir hadis vardır, Resul-i Ekrem ne kadar da yerinde sözler söylemektedir! Hangi sözün nerede kullanılacağını ve sözün hakkının ne zaman verileceğini çok güzel belirlemektedir. Nefisle savaşma meselesini açıklamak istiyor. Bunu, sahabelerinden bir grubun gurur ve iftihar içinde bir savaştan döndükleri bir güne bırakıyor. Onları karşılayıp tebrik ediyor, fakat şöyle bir tebrikte bulunuyor. "Küçük cihadı yapıp büyük cihada girenlere selam olsun." Ey Resulullah! Daha büyük cihat nedir? Diye soran sahabeler, geldikleri savaşa benzer başka bir savaş sahnesi olduğunu zannettiler. Peygamber şöyle buyurdu: "Nefisle savaş"([80]). Yani benim İslam'ım iki cihadı istemektedir: Hem dış cephede tuğyan eden haddini aşan insanlarla savaş, hem de nefisle savaş. Biri tek başına yeterli değildir. Mevlana bu konuda şiirlerinde gerçekten güzel bir tablo çizmiştir:
Ey şahlar! Dışarıdaki düşmanı öldürdük
Ondan daha beter bir düşman kaldı içimizde.
Söylediği şu şiir delilimdir:
Bunu öldürmek, ahi ve zekânın işi değildir
İçteki aslan korkak aslan değildir.
Siz, düşünce, akıl, felsefe ve ilimle nefsin kalesini zapt edebileceğinizi zannetmeyin. Bu iş iman ister. Akıl ve zekâdan tek başına bir şey çıkmaz.
"Toynbee'nin söylediği o hata, makinenin icat ettiği değildir" demem bundan dolayıdır. O hata arzu ve hırsların serbest bırakılmasıdır. Arzu ve hırsların serbest bırakılması nereden kaynaklandı? Kullarda yegâne amil olan imanı insanoğlundan aldığınız yerden kaynaklandı. İmana tekrar dönmemiz gerektiği bundandır, imana dönmekten başka bir yolumuz da yoktur.
Bu gece, oturumumuzun son gecesidir, iki-üç kelime de musibet konusunda zikredelim.
Hazreti Fatımatu'z Zehra selamullahi aleyha'nın varlığı üzerine konuşalım.
Ali ve Zehra'nın arasındaki sevgi ve şefkat bağı dünya tarihinin sevgi ve şefkat örneklerindendir.
"Bizler bir güvercin çifti gibiydik, birbirimizden ayrılamıyorduk. Fakat bir zamandır geldi ve aramıza ayrılık soktu. "([81]) Bazen Ali (as) gece karanlığında mezarlığa gidiyor, uzakta duruyor ve sevgili karısı Zehra ile konuşuyordu. Selam veriyordu, sonra kendini üzüyor ve bu üzüntüsünü Zehra'nın diliyle cevaplandırıyordu:
Ben ne diye durmuş da sevgilimin kabrine selam veriyorum ve o bana cevap vermiyor?! Sevgilim, mahbubum! Ne diye bize cevap vermiyorsun? Yoksa yanımızdan ayrılıp gittin diye sevgiyi unuttun mu? Artık bizim senin gönlünde yerimiz yok mu? Daha sonra kendisi cevap veriyordu:
Sevgili bana cevap verdi: "Bu ne bekleyiştir ki benden bekliyorsun, yoksa sen benim bu toprak yükü altında mahpus olduğumu bilmiyor musun? "([82])
Zehra Ali'ye şöyle vasiyet etmişti: Ey Ali! Beni defnettiğin ve kabrimin üstünü kapattığın zaman kabrimin yanından hemen ayrılma, bir müddet bekle, bu, İlenim senden istediğim bir andır. .. Ali kendi elleriyle Zehra'yı defneder. Kendi elleriyle sevgili hanımının kabrini kapatır, toprağı kabrine döker ve yeri düzeltip temizler. Elbiseleri hep tozlanmıştır. Elbisesini toz ve dumandan silkeler. Şimdi sıra, bir müddet öylece beklemesine gelir.
Ali işlerini bitirince kalbinde bir miktar gam ve keder yer etti.([83]) Ne yapsın? Kiminle konuşsun? Gönlündeki derdini kime söylesin? Peygamberin kabri yakındır. Peygamberden daha iyisini bulamazdı. Peygamberin mukaddes kabrine yöneldi:
Ey Allah'ın Resulü! Hem benim tarafımdan hem de kızın Zehra tarafından sana selam olsun. Ali'nin durumunu soracak olursan, Ali'nin sabrı çok azalmıştır. Ey Allah'ın Resulü! Çok yakında kızın sana, senin ümmetinin senden sonra ona neler yaptığını söyleyecektir.([84])
Allah'ım gönüllerimizi iman nuruyla aydınlat. Bizleri "Allah'ı bilen" gerçek mü'minlerden kıl, gönüllerimizi ahlakın kötülüklerinden temiz tut, kalplerimizi ahlakî güzelliklerle donat, Müslümanlara, düşmanlarına karşı zafer ve yardım bağışla, bizleri mukaddes İslam dininin gerçekleriyle aşina kıl, İslam, Kur'an, peygamber ve yakınlarının değerini bilenlerden eyle bizi, ölülerimize merhametini bağışla.
EK:1
-A-
KOMÜNİZM AHLAKI
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
"Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Salât ve selam, Allah'ın kulu, Resulü, sevgilisi, günahlardan arındırılmış, sırrının koruyucusu, risaletinin tebliğcisi, efendimiz, peygamberimiz, Ebu'l Kasım Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım."
Asrımızda çokça gündeme gelen ahlak konusundaki görüşlere işaret ediyoruz. Onlardan biri, komünizm ya da Marksizm ahlakıdır. Bu ekolün de kendine göre bir ahlak sistemi vardır. Kaçınılmaz olarak her ekol, ahlak konusunda bir takım ölçüler açıklamalıdır ki, hangi şey için insanlık değerini söz konusu ettiği, ne tür bir işi ahlak kabul ettiği ve ne tür bir işi ahlak zıddı saydığı şeklindeki sorulara cevap verebilsin. Bu ekolde tek bir şey ahlakın ölçüsüdür ve bu ise toplumsal tekâmüldür, o da üretim araçlarının tekâmülü ile izah edilen bir tekâmül. Marksizm ekolünün bir mantığı vardır: Hegel'in ünlü diyalektik mantığı... Maddi olan bir felsefe ve dünya görüşüne sahiptir, özellikle on sekizinci asırda yaygın ve revaçta olan, Hegel solcuğunun talebe veya takipçilerinden biri olan Foerbach adında bir kişinin yeniden ortaya attığı bir maddeciliktir. Marks, maddeci felsefe konusunda gerçekte Foerbach'a tabidir. Nihayet Foerbach mantığı diyalektik mantığı olmamıştır. Marks, o diyalektik mantığı maddeci felsefeyle birleştirmiştir ve ondan da dönüşümlü maddecilik ya da maddecilik (bu kavramları kendileri söylüyor) veya diyalektik materyalizm meydana gelmiştir. Aynı şekilde bu ekolün, tarihin mahiyeti konusunda özel bir görüşü vardır. Bu görüş, ekonominin asilliği üzerine kurulmuştur. Şöyle demektedir: Tarihin asıl mahiyetini ekonomi teşkil eder, nitekim buna, "tarihi materyalizm" denmektedir. Görünüşte bu kavramı Engels ortaya atmıştır. Tarihi materyalizm veya tarihi maddecilik, tarihsel bir mahiyete sahiptir demektir. Başka bir kısım, toplumbilimci kısımdır. Toplumbilimci kısımda da, tarih felsefesi kısmında olduğu gibi, toplum altyapı ve üstyapıya ayrılır. Toplumun altyapısı, ekonomi ve üretim ilişkileridir. Üstyapı ise diğer şeylerdir. Marksizm ekolünün diğer kısımları elbette ekonomik meselelere bağlıdır, yani realite olarak ekonomik mahiyete sahiptir, Kari Marks'ın uzmanlık daimin olduğu şeye sahiptir. Marks, ekonomiyi bilen bir kişi idi, ekonomi konusunda söz söyleyebilecek durumdaydı ve bu konuda bir görüşü vardır: -her ne kadar bu görüşü de ilkönce başka ekonomistler söylemişlerse de o bunu daha da genişletmiş olabilir- iş ve değer meselesine yöneliktir ki değer sadece iş sonucu ortaya çıkar, sermaye değeri doğurmaz, bu izafî değer üzerine sermayedann elde ettiği kâr ona ait değildir, aksine işçiye aittir. Bu, iş ve sermaye konusunda özel bir görüştür.
Diğer bir kısım, komünizm ahlakı meselesidir. Bu ekol nasıl bir ahlakı tavsiye eder ve nasıl bir ahlakı mahkûm eder? Bu ekolde ahlak için tek ölçü tekâmüldür denilebilir mi? -Her ne kadar kendileri bu ifadeyi kullanmamışlarsa da böyle bir sonuca varılabilir-yani toplumu ileriye götüren, toplumu değişmeğe doğru -ki değişme de bir devrim şeklinden başka bir şey olmamalıdır- götüren, toplumu kemale doğru götüren her iş ahlaktır, her ne olursa olsun, her surette ve her keyfiyette; toplumun tekâmülleşmesine engel olan her şey ise gayri ahlakîdir, her ne olursa olsun. Elbette genel olarak söylemek istersek, bu, hiç kimsenin ona muhalif olmaması gereken bir düşüncedir. Yani her ahlakî ekol, tekâmülden ayrı ölçüleri açıklıyorsa da söylediği şey, "toplumun tekâmülü ahlaka bağlıdır, benim dediğim ahlaka" olur. Her ne kadar ölçüye tekâmül dememişlerse de hiç kimsenin, "ahlak, tekâmülün zıddıdır" şeklindeki tavsiyeyi yapan bir ahlak olduğuna inana yoktur. Aksine, bu ahlakın tekâmülün başlangıç ve şartı olduğu iddia edilir. Bunun üzerine, tekâmül ölçüdür diyen bu görüşün ne özel bir şey söylediğini görmeliyiz. Ve gerçekte tekâmül konusundaki görüşünün ne olduğuna bakmalıyız. Tekâmülü ne olarak biliyor ve tekâmülün yolunu nasıl bir yol olarak göstermektedir? Bunlara bakmalıyız, bu çok önemlidir.
DİYALEKTİK MANTIK
Bu ekolde mantık, bütün şekliyle diyalektik mantıktır. Diyalektik mantık, şu kuralı bütün kabul edilmiş görüşler üzerine hâkim olarak kabul ediyor: Asıl çelişki, başkalarının söyledikleri manada değil, aksine kendisine özgü manayadır, yani "ben"ini inkâr, nefy ve zıddı olan her şeyi kendi içinde taşıyan bu esas ve gerçekte kendisinin kendisiyle savaşı kendi içinde gizli bulunduğu için hareket halindedir ve sakin değildir. O halde ikinci esası, hareket esası olur, zira hareket de çelişkiden doğar, o da görünüşteki "ben"in içinden kaynaklanan bir çelişkidir, dışsal bir şeyin görünüşte olan çelişkisi değil. Hareket bir takım tedrici değişikliklere bağlıdır, hatta tedrici değişikliktir. Fakat her tedrici değişiklik, sonuçta bir tek değişiklikle sonuçlanır. Bu her değişikliğin başlangıçta sayısal bir yöne sahip olduğu manasındadır, yani sayısal bir artışa sahiptir- Bu artış sayısal bir devam bulduğu sürece yavaş yavaş keyfi bir değişiklik doğurur, bir merhaleye ulaşır. Bir ifadeyle, tedrici değişlik defi bir değişiklikle sonuçlanır. Diğer bir ifadeyle kemmî değişiklik keyfî değişiklikle sonuçlanır. Meşhur örneği Hegel zikretmiştir: Eğer biz suya ısı verirsek tedricen ısınır, sıfır dereceden bir dereceye, beş dereceye, elli dereceye, doksan dereceye yükselir, ısı, suyu böylece tedricen değiştirir. Fakat yüz dereceye ulaştığında ansızın defi bir değişiklik ortaya çıkar ve o da şudur: Su, buhar olur ve başka bir değişikliğe, kemmî değişiklik keyfî değişikliğe dönüşür, yani yüz dereceden yukarıda kesinlikle mahiyeti değişir, yani ilkönce sıvı olan bir şey şimdi gaz olmuştur. İçerik değişir, içeriğin bu değişikliği neticesinde ilkönce ona hâkim olan kanunlar -ki örneğin sıvı iken sıvılık kanunları onun üzerine hakim idi- artık hakim olamaz, başka kanunlar -ki mesela gazların sahip olduğu kanunlar- onun üzerine hakimdir. Kemmî değişikliğin keyfî değişikliğe dönüşmesi bu zıtlığın sonucundadır. Çünkü "neticede bir harekettir ve hareket zıtlığın zorunlu sebebidir" demiştik. Yükselen ısı derecesi başka bir ifadeyle fazlalaşan kemmî değişiklik, zıtlık "şey"in içini fazlalaştırır manasınadır ve kemmî değişikliğin keyfî değişikliğe dönüşmesinin manası şudur: Bu zıtlık ve keşmekeşlik kendi son derecesine ulaşmıştır ve son derecede, kendi asıl içinden meydana gelmiş olan o zıtlık (her şey kendi zıddını kendi içinde taşır demiştik) zafer kazanmıştır. O zafer kazanan, son merhaleye ulaşan zıtlık, meydana gelen bu değiştirici durum, gerçekte üçüncü durum meydana gelmiştir. Birinci durum doğma durumudur: "Şey"in meydana geldiği aynı başlangıç. İkinci durum, "Şey"in olgunlaşması durumudur, "şey"in kendi zıddıyla kanlaşması durumudur, üçüncü durum, o keyfî değişiklik durumudur, bu iki zıddın daha sonra bir üçüncü şey şekline dönüştükleri o durumdur. Zira merhale, onun tekâmül bulmuş durumudur.
O halde tabiatın akışı daima şöyle bir akış içindedir: Şey, kendi zıddını kendi içinde taşıdığı bir halde meydana gelir. Kendisi ve kendisinin yokluğu, imkân arasında keşmekeşlik meydana gelmektedir. Bu keşmekeşlik harekete dönüşür ve işin sonunda bu ikili birbirleriyle daha yüksek yerdeki bir çeşitte birleşirler. Zira bu, o keyfî değişiklik halidir. Birleştikleri zaman o sonraki hal önceki hallerin tekâmül bulması halidir. Başka bir ifadeyle değişime uğraması halidir.
TOPLUMUN TEKÂMÜLÜ
Yukarıda sözünü ettiğimiz akışın aynısı toplumda da vardır: Toplum, bulunduğu her merhalede kendi zıddını, yokluğun ve inkârını kendi içinde taşımaktadır. Ve o da keşmekeş ve harekete dönüşür, sonuçta toplumun keyfî değişikliğine, yani toplumda devrime yol açar toplumun toplumsal düzeninin değişikliği başka bir toplumsal düzene dönüşür. Bu durumda zorunlu olarak, yeni toplumsal düzen önceki toplumsal düzenden daha olgundur. Yine okendi sırasında kendi zıddını kendi içinde besler ve tekrar keşmekeş ortaya çıkar, sonuçta keyfî devrim meydana gelir ve tekrar daha yüksek yerdeki bir toplum ortaya çıkar. Tüm bunların kökü de gerçekte, üretim araçları ve üretim ilişkileridir. Toplum, üretim araçlarıyla vücuda gelir (üretim araçları, kendileriyle insanın yaşama vasıtalarını meydana getirdiği araçlardır). Daha sonra bu toplumun içinde tedrici olarak gerçekte altyapı ve üstyapı arasındaki zıtlık olan, bir çeşit zıtlık meydana gelmektedir. Zıtlık, yavaş yavaş devrime dönüşür. Biz her zaman toplumun devamlı iki sınıfa ayrıldığı hesabını elde tutmalıyız: Önceki duruma bağlı sınıf ve yeni üretim araçlarına bağlı sınıf. Önceki duruma bağlı sınıf, önceki üretim araçlarına uygun olan önceki üstyapıyı muhafaza etmeyi ister, diğer sınıf da yeni üretim araçlarına bağlı olan ve toplum için yeni üstyapıyı söz konusu etmek isteyen bir sınıftır. Bu keşmekeş etki yapar, fakat zorunlu olarak yeni üretim araçlarına bağlı sınıfın zaferiyle sonuçlanacaktır. Şimdi, toplumun geçmişine bağlı sınıfın kârına olacak her iş, ahlakın zıddıdır. İstediğiniz şekli de verseniz, istediğiniz ismi de taksanız o iş ahlakın zıddı olacaktır. Eğer siz; "bu şehirde çaresiz, fakir, çıplak, aç ve açıkça açlıktan ölen, hasta olan insanlar var, artık benim için bir grup aç, zavallı, fakir insanın karnını doyurmaktan, çıplaklarını giydirmekten ve hastalarını tedavi etmekten daha iyi ve daha ahlaklı başka bir iş olmaz" diyecek olursanız, o diyecek ki "hayır, bu yeterli değildir, senin bu işinin neye yönelik olduğunu da görmelisin. Acaba senin bu işin toplumu daha tez devrime çeker mi (tekamül devrim demektir, devrim de tekamül) veya devrimi geciktirir mi? Eğer senin bu işin devrimi daha çabuk olmasına sebep oluyorsa ahlakîdir ve eğer devrimin gecikmesine sebep oluyorsa zıdd-ı ahlakîdir"! Buna karşılık, sizin gözünüzde kendisinden daha körü ve ahlaka daha zıt hiçbir şey olmayan her işe de "ahlak dışı" demektedir. Örneğin insanlar zalim ve zorbadır ve ben onların zulmünün önünü alacak bir iş yapabilirim. O ise şöyle demektedir: "Senin işinin güzel olduğunu söylemem yeterli değildir, sonuçta topluma neler bağışladığını görmem gerekir." Ah keşke sizin ahlakî ve hayırlı işler olarak bildiğiniz işler, devrimi geciktirmeğe sebep olsaydı, devrimin gecikmesi, tekâmülün gecikmesi demektir. Örneğin, çalışmalarınızın mideleri doyurmak, çıplakları giydirmek ve hastalara ilaç vermek olduğu farz edilse, bu, mahrum insanların teskin edilmesine sebep olur, hâkim sınıfa karşı öfkelerini dindirir ve bir rahatlık ortaya çıkarır. Bundan dolayı iş kötüdür. Bırakın her şeyin daha çok düzensiz olmasını o daha çok tahrik olur ve daha çok kızgınlaşır. Sizin o zorbayı engellemek isteyişinizin sonucu mazlumu rahatlatmaktır. Bu mazlumun zıtlığının onunla fazlalaşması için zulmedeni bırakın. Bunlar arasındaki uçurum büyüsün, çünkü uçurum derinleşmedikçe devrim meydana gelmez. Öyleyse meselenin özü budur. Şimdi konunun esas noktasına ulaştık.
MARKSİZM’E GÖRE TEKÂMÜL ANLAYIŞI
Dedik ki, eğer bu ekol ahlak ölçüsünü tekâmül olarak kabul ediyor şeklinde söyleyecek olursak burası tam tenkit yeridir ve tekâmül karşıtı bir ölçü taşıyan hangi ekolün ahlakî bir ekol olabileceği sorusu da doğrudur. Her bir ekolun kendi inanana göre ahlakî ölçüleri, değişimli ölçülerdir. Pekâlâ, bu ekolün böyle bir iddiada bulunmasının ne özelliği vardır? Bu sora elbette yerinde bir sorudur, bunun için açıklama bazında şöyle demeliyiz: Bu ekol, tekâmülü özel bir gözle görüyor. Bu ekol açısından tekâmülün toplumun içindeki zıtlıklardan doğan devrimden başka bir anlamı yoktur. Başka ekoller, tedrici ıslahatlara ve tedrici tekâmüllere kaildirler. Bir ekol "eğer bir zerre ölçüsünde dahi topluma hizmet edersem o bir zerre, tekâmül yolundaki bir adımdır" inancındadır. Eğer ben bir zerre miktarı dahi ahlakî iş yaparsam, o bir zerre sonuçta tekâmülün karmadır. Örneğin bir ara biz ağacın meyve vermesini istiyoruz, başka bir zamanda tabağa yayılmasını istiyoruz. Burada iki tür iş söz konusudur. Eğer ağacın meyve vermesini veya ceninin dünyaya gelmesini istersek cüz'î gözetlemeler faydalıdır, bir ağacı, herhangi bir kurt, afet ve bir solucan ona musallat olmasın diye, suyun zamanında ona ulaşması, ışığın ona ulaşması, eğer gübreye ihtiyacı varsa gübrenin ona ulaşması, eğer etrafı kazmaya ihtiyacı varsa etrafının kazılması {yani bir takım tedrici gözetlemeler) konusunda ne kadar çok gözetlersek o ağaç daha çabuk ve daha iyi meyve verir. Aynı şekilde rahimde olan bir cenin ne kadar fazla gözetlenirse o kadar daha iyi ve daha sağlam olarak doğar. Ama bir vakitte vardır ki biz kazanın patlamasını isteyeceğiz. Eğer kazanı patlatmak istersek ona bir miktar su dökmemiz gerekir, bütün kapaklan kapatmamız, sonra buharlaşıncaya kadar ve bu kazanın patlayacağı dereceye kadar buharın tedricen kaynaması gerekir. Küçük de olsa bu kazanda bir delik açarsak onun patlamasına engel olur. O halde biz bunların ifadesiyle herhangi bir şeyin nitelik ve içeriğinde bir değişiklik yapmak istersek ve topluma karşı Şöyle bir görüşe sahip olursak: "Toplum, hiçbir zaman sağlıklı bir şekilde bir merhaleden başka bir merhaleye adım atamamıştır ve atamayacaktır" bir sezaryen operasyonuyla yapılacak değişikliklere yönelmek gerekir. Daima radikal, devrimci ve patlatın bir şekilde bir merhaleyi geride bıraktırıp başka bir merhaleye ulaştırmadır. Zorunlu olarak bu böyledir. Tekâmül -o da tekâmüllerin tümü- bunun ipoteğindedir (Bunların altyapıyı nasıl bildikleri ahlak meselesi konusunda fark etmez, ister onu altyapı bilelim, ister üstyapı fark etmez). Toplumun tekâmülü, onun patlaması yolundan başka bir yolla meydana gelmez ve patlama, zirveye ulaşan çelişki ve karışıklık yolundan ayrı olarak şekillenmez. Çelişki ve karışıklık eğer kendi zirvesine ulaşmak isterse onda iki çeşit nokta yer amalidir: Bir çeşit, çatışmanın kendisidir, diğeri de çatışmaya dönüşen işlerdir, yani rahatsızlıkların, tebliğlerin icadı ve hatta operasyonların başlaması demektir, zira patlamanın gelecekte görünmesi için halkın kızgınlığı daha fazla olmalıdır.
DEVRİM: AHLAK ÖLÇÜSÜ
O halde şöyle demek gerekir: Bu ekolde, ölçü tekâmül değil devrimdir. Her ne kadar tekâmüldür diyorsak da bu ekol, tekâmülü devrim yolundan başka bir yolda görmediği ve bu yoldan başka bir tekâmülü söz konusu etmediği içindir. Ahlakî ölçülerin tümünün değiştiği yer burasıdır. Doğru veya yalan, bunlardan hangi biri ahlakîdir? Şöyle demektedir: Eğer yalan devrimi hızlandırırsa yalan ahlakîdir, eğer doğru devrimi hızlandırırsa doğru... Peki, emanet veya ihanet? Bu konuda da şöyle demektedir: Bunlardan hangi biri devrimi hızlandırırsa o... Cömertlik veya cimrilik? Hangi biri devrimi hızlandırır? Barış veya savaş? Hangisi devrimi hızlandırır? Genelde bu ekol, tek değerli bir ekoldür. Bu ekolun özelliği tek değerli oluşudur ve bu ekolde, ahlakta önemli bir mesele olan ve eskiden açıklanmış olan, şimdi de fazlasıyla açıklanan, hatta komünizmden daha yeni, yani egzistansiyalizmde de açık olan değerler çatışması meselesi açıklanmamaktadır.
Değerlerin çatışması konusunda bir örnek verilir: Farz edin ki genç bir çocuk küçüklüğünde babasını kaybetmiş ve sadece bir annesi vardır. Bu anne ise nice sıkıntılar çekmiştir. Bir tek oğlu vardır, daha genç yaşında iken eşini kaybetmiş, kocasız kalmış ve bir daha da kocaya gitmemiştir. Hayat ve mutluluğundan feragat etmiş, örneğin bir külfet altına girmiş, zahmet çekmiş ve bu çocuğu büyütmüştür. Şimdi bu genç daha yeni rüşdüne ermiş, büyümüştür. Bu anne ise, örneğin yirmi yıllık verdiği zahmet sonucunda elde ettiği bu eserine bakınca lezzet alır ve şimdi, rahat bir nefes almayı isteyişinin ilk zamanıdır. Yani bu anne tüm varlığını, tüm ümidini ve tüm arzularını bu çocuğa feda etmiş ve bu arzu ve istek içinde kalmıştır. Bu çocuk, bu annenin tek ümididir. Diğer taraftan da farz edin ki bu gencin vatanı da bir krizle karşılaşmıştır, düşmanın hücumuyla yüz yüzedir ve anavatan barış için yardım istemektedir. Gönüllüler ordusu komutanı düşmana karşı savaşmak için onu istemektedir. Eğer vatanın genç ve dinamik insanları hesaplı olarak hareket etmezlerse düşman gelir ve onların ülkesini ele geçirir. Burada bu genç, iki ananın istekleri arasında kalmıştır, bir kendisini doğuran anası bir de vatanı olan anası, -usulcülerin ifadesiyle- toplu değerlerle karşı karşıya gelmiştir. Vatan anası "savaşa git." diyor, gerçek ve hakiki anası da "gitme" demektedir. Bu anne, "gitme, benim tek ümidim sensin" diye yalvarıyor. Öbürü "git" diyor. İşte bu kendi başına bir tür ahlakî çatışmadır, vicdanın çatışmasıdır, yani iki tür vicdanî hüküm bir arada birbirleriyle çatıştıkları bir durumda mevcuttur. Bu mesele, bu iki anneden hangi birine müspet cevap vereceğini açıklamaktadır. Ahlakın, örneğin şefkat temeli üzerine koyulduğu ekollerde kişiler bu iki tür değerler çatışmasına maruz kalmaktadırlar. Örneğin burada gerçekten iki tür çatışan atıfe (şefkat) vardır: Anne sevgisi, vatan sevgisi... Anneye karşı şefkat, vatan karşı şefkat veya başka bir ifadeyle, annenin onun omzuna yüklediği haklar ve vatanın onun omzuna yüklediği haklar vardır. Şimdi bunun hakkı mı daha önceliklidir yoksa öbürününki mi? Fakat bu ekol, tek değerli olduğu, tek bir şeyden başka bir şeye değer vermediği ve o da toplumsal devrim olduğu için, onda değerlerin çatışması meselesi açık değildir. Şöyle demektedir. Acaba o devrime (o da bizim "sınıfsal devrim" dediğimiz devrim) savaşa gidişin mi yardım eder yoksa gitmeyisin mi, buna bak... Hangisi o devrime yardım ediyorsa onu seç. Tek bir şeyde de hem gidişinin hem de gitmeyişinin yardım ettiği bir tek şey mümkün değildir. Tek değere sahip bir ekoldür. Bunun için de hiçbir ahlakî ölçü artık burada hâkim olamaz. Örneğin devrimci bir savaşçının bir ömrü savaşta geçmesine rağmen komünizmin kendisine hizmet etmiş olması mümkündür. Daha sonra gücünün üstünde olan veya çok fazla bir zorluğa sahip olan ve bu sekide düşündüğü bir merhaleye ulaşınca biran şöyle düşünür: Bu saate kadar bu arkadaşımızın atmış olduğu her adım devrim yönünde olmuştu. Fakat daha şimdiden engel ve zor olan bir düşünce kendisinde ortaya çıkmıştır. Onun su içişini ortadan kaldırdıktan, yanionu parçalara ayırdıkları gibi. Artık bu adam ile elli yıl boyuna bu meram aleyhinde savaşan adam arasında hiçbir fark yoktur. Bu ekole göre, insan tek bir değerde ı başka bir şeye sahip değildir, frisanın değerini devrim tayin eder ve o bir tek değerin kaybedilmesi halinde bu değere sahip olmayan veya kaybetmiş olan on milyonlarca insanın ortadan kaldırılması ahlakın zıddı değildir, belki de yer küredeki insanların üçte ikisinin de ortadan kaldırılması ahlaka ters değildir. Çünkü bundan başka bir ölçü mevcut değildir.
Bu da başka bir ad altında zikredilen ve "ölçü, tekâmüldür" diyen ahlakî bir ekoldür. Çok çekici bir ölçüdür ve sanki başka ekoller ahlak için tekâmülün zıddını söylemektedirler, fakat eğer kendi özel manasıyla göz önünde tutacak olursak, şöyle denilir: Ölçü, devrimdir ve bu, bunlara sahip olan toplum biliminin özel görüşünden ve tarihi felsefenin özel görüşünden doğmaktadır. Tarihin devrim şeklinden başka yolla ilerlememiş olduğuna ve gelecekte de devrim şeklinden başka yolla ilerlemeyeceğine inanan kimseler olması halinde, o halde tekâmül, devrimin yetkisi altındadır ve ondan ayrı olan her şey tekamülleşmenin tersidir, bundan dolayı da ahlakî olmanın tersidir.
FERDÎN ASLİYETİ VE TOPLUMUN ASLİYETİ
Komünizm ahlakı konusunda iki yönden söz etmek gerekir: Birisi, ferdin asliyeti ve toplumun asliyeti konusundadır. Bir kimsenin, aslında ahlakî davranış için tekâmülü tek ölçü olarak kabul etmemesi mümkündür. Bizler ferdin değişimine ve toplumun değişimine sahibiz. Bazı vakitlerde de bu iki değişimin arasında bir "bir arada bulunma" görünür, yani ferdin hakkı ile toplumun değişimi arasında bir çatışma belirir. Bizim fert için hiçbir hak söz konusu etmememiz ve gerçekte fert için bir asliyet söylemememiz ve asliyeti sadece topluma özgü kılmamız ve "ferdin kendi başına bir özelliği yoktur, aksine Durkheim gibi bazılarının ifadesiyle, fert kesinlikle itibar edilecek bir şey değildir, toplum, gerçek bir iştir, var olan her şey toplumun malıdır ve ferdin kendi basma bir şeyi yoktur" dememiz mümkündür. Benzetme gibi olmasın, Kur'an'ın mantığında Allah hakkında geçmiş olan "ferdin Allah karşısında kendinden bir hakkı yoktur" ifadesi gibi:
Dostları ilə paylaş: |