MEKARÎMU'L AHLAK DUASI
"Sahife-i seccadiyye hem sened açısından hem de içerik açısından çok muteber bir dua kitabıdır. Şia âlimlerinin İslam'ın ilk asrından beri kendisine büyük bir değer verdikleri bu kitap, Zeynu'lâbidin Ali b. Hüseyn'e (selamullahi aleyhi) aittir. Hicri birinci asrın sonlarında ve hicri ikinci asrın başlarında bir kitap şeklinde elden ele dolaşan bu kitap Kur'an'dan sonra tek kitaptır. Nehc-ül Belağa da kitap halindedir, fakat Nehc-ül Belağa, halk arasında değişik şekillerde olan Ali'nin (AS) hutbelerini, mektuplarını ve kısa sözlerini içermektedir. Seyyid Rıza dördüncü asırda bu değişik mecmuaları toplayıp bir kitap haline getirdi. Usul-i Kafî, dördüncü asırda bir kitap halinde toplanmıştır. Diğer kitaplar da Usul-i Kâfi’den önce yazılmıştır. İmamların bazen kendilerinden söz ettikleri rivayet kitaplarından olan Fatıma'nın (s.a) Mushafı ve Ali'nin (AS) kitabı ise, bugün elimizde mevcut değildir. Böylece, Kur'an'dan sonra ilk önce kitap şeklinde var olan ve bugün de elimizde mevcut olan en eski şia kitabı Sahife-i Seccadiye'dir. Zeyd b. Ali b. Hüseyn hazretleri Emevilerle yaptığı savaşta şehit düşünceye kadar bu kitap O'nunla birlikteydi. Kendisi bu kitabı bir başkasına teslim etti. Kitabın iki nüshası vardı. Bu sahifenin başlangıcında yazılıdır. Sahife-i Seccadiyye çokça duayı içine almaktadır. Ben, şuanda Sahife'nin değeri hakkında konuşmak istemiyorum. Çünkü bu bizi asıl konumuzdan uzaklaştırır. Sahife-i Seccadiyye'nin dualarından birisi "Mekanm-ül Ahlak" duası olarak adlandırılan, yani büyüklük ahlakı duasıdır.
Önce, Peygamber-i Ekrem Efendimizin buyurmuş olduğu -Ehl-i Sünnetin rivayet ettiği şekilde- şu hadisi okudum: "Mekarimu’l ahlâkı tamamlamak için gönderildim "([4]) -Şia'nın rivayet ettiği şekilde- efendimiz şöyle buyurmuştur: "Size mekarimu'l ahlâkı tavsiye ediyorum, Rabbim beni onunla gönderdi."
Bu iki hadis her ne kadar Peygamber Efendimizin dilinden iki ayrı yerde ifade edilmişse de kapsadığı konu itibariyle ikisinin de aynı olduğu görüşündeyiz. Bu duanın ismi "Mekarim-ül Ahlak" duasıdır. Galiba duanın bir cümlesinin şöyle olmasından dolayıdır: "Ve bana yüksek dereceli ahlakı bağışla." Eğer bizler bu (uzun) gecelerde bir fırsat bulur da bu güzel ve değerli dualardan bazı kısımları sizlere okuyabilirsek çok yerinde bir iş yapmış oluruz. Zira İslam'ın ahlakî mektebinin tanıtılmasının en iyi örneklerinden birisi, Mekarim-ül Ahlak duasıdır. Bundan dolayı, yıllardır içimde taşıdığım arzulardan birisi de bir vaktini bulup bu duaları Farsçaya tercüme etmek ve özellikle de onları şerh etmek, bu değerli dualardaki felsefe ve incelikleri açıklamak, farsça bilen halkımızın istifadesine sunmaktır. Bu benim taşıdığım arzularımın bir kısmıdır. Allah Teâlâ’dan bana bu yardımı bağışlamasını diliyorum ve Ali b.Hüseyin'in (s.a) bizzat mukaddes vücudunun, Allah Teâlâ’dan bu yardımın benim için var olmasını istemesini diliyorum. Şimdi ben bu duanın bir kısmını bu tür örnekler için okuyorum. Bu mazmunları işiten herkesin ve arzusu böyle olmak olan her insanın -elbette böyledir ve İslam’ın insanının böyle olması gerektiğini öğretmektedir.- Göz önünde bulundurması gerekir, bu insan kendi kendine sorar: Bu davranışların bu kadar değer ve kıymet kazanması nasıl olur? Bu duanın her bir kısmı salâvatla başlar. Hazret; Hz. Peygamber ve O'nun âline bir salâvat yollar, daha sonra birkaç cümlelik bir dua eder. İki defa salâvat yollar. Şimdi bu duadan bir bölüm okuyalım:
Yüce Rabbine şöyle yalvarır: "Rabbim! Peygamber ve O'nun âline salât ve selam olsun, bana hile yapan yani görünüşte iyilik yapan fakat kendi aralarında gizli olarak bana kötülük yapmak isteyen kimselerle mücadele etmem için bana yardım et. Beni terk edip yalnız bırakan kimselere, beni arayıp sormayan, artık yanıma gelmeyen dostlara mükâfatlarını avuçlarına koymam için bana yardım et. Nasıl mı? Onlar beni terk etmelerine, iyiliği terk etmelerine karşılık ben, iyilik ve ihsanda bulunayım. Beni mahrum bıraktığı şeyden ben ona bir mükâfat olarak bağışlayayım. Benden ilişkisini kesen herkese mükâfatlar vereyim. Sıla-i Rahim (akrabaziyareti) 'nin ve dostluk ilişkilerinin kesilmesini isteyen dost ve akrabalarla ilişki kurayım. Benim mükâfatım ancak şudur: Onlar bu ilişkiyi kesmeye çalışıyor bense ilişki kuruyorum. Onlar arayı bozmağa çalışıyor ben ise arayı bulmağa çalışıyorum. Ve benim gıybetimi yapanlara, arkamdan kötülüğümü dile getirenlere karşı muhalefet edeyim. Gıybetimi yapanlara yapacağım muhalefet; onların arkasından iyiliklerini dile getirmektir. Devamlı onların iyi olduklarını söylemektir. Halkın yaptığı iyiliklerden dolayı kendilerine teşekkür edeyim ve yaptıkları kötülüklerin karşısında da göz yumayım."
İnsan için bu nasıl bir istektir? Şu halde bizler bundan da öte bir isteklere sahip olalım mı yoksa olmayalım mı, bu tip davranışlarda bulunalım mı, bulunmayalım mı, acaba bu davranışlar övülmeğe değer mi, değmez mi? Bunlar değerli mi, yoksa değersiz mi? Şayet değerliyse nasıl bir değere sahip? Böyle davranan bir insan görüşümüze göre acaba bir kahraman mı yoksa değil midir? Evet kahramansa bu kahramanlık nasıl bir şeydir? Bu kahramanlığın sun nerede yatmaktadır? İşte cevabını ileride vermek için üzerinde durduğumuz soru budur. Bu tip davranışların, düşüncelerin, niyetlerin, irade, sevgi ve muhabbetin ahlaki olma esprisi nerede yatmaktadır?
HACE ABDULLAH ENSARÎ'NİN SÖZÜ
Bir söz vardır, Abdullah Ensarî'ye ait olduğu söylenir. Şöyle demektedir: "Kötülüğe karşı kötülük yapmak köpekliktir." Bir kişi bir adama bir kötülük yapar, bu adam da o kişinin kötülüğüne karşılık kötülük yaparsa, işte bu, köpeklere özgü bir davranıştır. Çünkü eğer bir köpek başka bir köpeği ısırırsa, diğeri de onu ısırır.
"İyiliğe karşı iyilik yapmak eşekliktir." Bir kişi bir adama bir iyilik yapar, bu adam da, onun yaptığı iyiliğe karşılık iyilik yaparsa, bu da önemsenecek bir davranış değildir. Bilmiyorum gördünüz mü, yoksa görmediniz mi? Herkesin benim gibi görmüş olacağını zannederim: Bir eşek başka bir eşeğin ensesini kaşıdığı zaman, o da hemen diğerinin ensesini kaşır. Kendi ensesini kaşıyan -ki bu kaşıma onun hoşuna gider- eşeği görünce O da hemen arkadaşınınkini kaşımağa başlar.
"Kötülüğe karşı iyilik yapmak Hacı Abdullah Ensari'nin işidir." Buna benzer bir dörtlük de vardır:
"İyiliğe karşı kötülük yapmak, biz İran halkının işidir."
Emiru'l Mü'min'e ait olduğu söylenen şöyle bir şiir de vardır:
"Çokça cahil insan, sefihlikleriyle kötülüğümü dile getirir. Ben, onlara cevap vermekten utanırım."
Buradaki "Sefih" deli manasına değildir. Herhalde "akli olgunluğa ermemiş" kişi manasınadır. Bu şiirde eğer "sefih "in yerine akli olgunluğa sahip ve bir hedefe sahip olan bir kimse olursa, onun davranışının toplumsal bir yönü ortaya çıkar ve artık ondan vazgeçilecek yer yoktur.
"Cahiller, kendilerine laf atarlarsa, kendilerine "selâm" deyip geçerler." (Furkan: 63)
Emiru'l Mü'minin işte böyle demek istiyor.
Öyle insanlarla karşılaştım ki henüz akli bir olgunluğa erişmemişler, kendi cahillik ve bilmezlik yüzleriyle karşıma dikilip benim kötü olduğumu söyler ve bana hakaretlerde bulunurlar. Ben ise, bu cahil insanlara cevap vermekten tiksinirim.
"O kendi sefahat, cehalet ve dedikoduculuğunu artırır.
Ben ise, kendi Hilmimi arttırmaktayım.
Benim sözüm ud ağacı gibidir.
Ki onu ateşe attıklarında ateş yaktıkça
Onun kokusu daha güzel bir şekilde etrafa yayılır." ([5])
Burada hilm'in de ahlaki bir değerinin olduğu vurgulanmaktadır. Şu şiir de O'na aittir:
"Ben bazı şahsiyetsiz kimselerin yanından geçerken bana hakaret ederler. Ben kendi kendime derim ki onun maksadı ben değilim."
PAZARCI VE MALİK EŞTER
Malik Eşter'in hikâyesini hepiniz duymuşsunuzdur: "Çok kuvvetli ve iri yapılı biri olan Malik, Küfe çarşısından geçiyordu. Orada da pazarcı bir çocuk oturmaktaydı. Malik'i tanımıyordu. Çocuk bir çöp bidonunu aldığı gibi Malik'in üstüne doğru boşalttı. Malik, hiçbir şey demeden kalktı ve gitti. O gittikten sonra adamın biri o pazarcıya: Kendisine bu şekilde hakaret ettiğin, alaya aldığın kişinin kim olduğunu biliyor musun? diye sordu. O: "Kimdi?" diye sorunca adam: "Emiru'l cund ve Ali b. Ebi Talib'in komutanıydı" dedi. Pazarcı titreyerek: "Benim hakkımda bir karara varmadan gideyim de ondan özür dileyeyim." diyerek Malik'in peşinden koştu. O'nun camiye girip namaz kılmağa başladığını gördü. İki rekât namaz kıldı. Namazını bitirinceye kadar sabretti. Selam verdikten sonra hemen yanına koşup özür dilemeğe başladı: Ben sana terbiyesizce hakaret eden adamım tanıyamadım... vb. sözler söyledi. Malik: Allah'a yemin ederim ki ben şu anda mescide gelmek niyetinde değildim, başka bir yere gidiyordum. Allah'a yemin ederim ki ben camiye, iki rekât namaz kılmak ve senin için dua edip Allah'tan günahlarını affetmesini ve seni hidayetine erdirmesini dilemekten başka bir şey için gelmedim."
Acaba bu davranışa ne ad verilir? Bu çok yüce ahlakî bir değerdir. Temiz imamlar hakkında bu tür hikâyelere ve kıssalara maşaallah çok fazla sahibiz.
ŞAMLI ADAM VE İMAM HÜSEYN (AS)
Şimdi anlatacağımız kıssa hem İmam Hasan'a, hem de İmam Hüseyn'e nispet edilmiştir. Naklettiğimiz rivayet İmam Hüseyn (as) hakkındadır:
İsam b. Mustalık adında Şamlı bir adam Medine Mescidi'ne geldi. Heybet ve celal sahibi([6]) bir adam gördü. Gözleri onun üzerinde kaldı. Dedi ki: "Orada oturan kimdir? Şahsiyetli biri olduğu anlaşılıyor." Hüseyn b. Ali bin Ebi Talib([7]) olduğunu söylediler. Ali'nin oğlu Hüseyn olduğunu duyunca şöyle dedi:
"Allah'a daha yakın olabilmem için gideyim de O'na birkaç hakaret dolu söz söyleyeyim. Geldi ve İmam'ın karşısına dikilerek gücü yetinceye kadar Emirel Mü'minin ve İmam Hüseyn'in kendisine hakaret etti, nefret yağdırdı. İslam'ı sizler harap ettiniz, siz münafık insanlarsınız vb. laflar etti. İmam bu adamın yüzüne baktı ve onun gaflete düşürülmüş birisi olduğunu yüzünden anladı. Adamın sözleri bitince imam şöyle dedi: "Acaba sen, Şamlı mısın? Adam "evet" dedi. İmam: "Biliyorum, Şamlılar hep böyledir. Fakat yine de siz bizim şehrimizde yabancı birisiniz, misafirimizsin, gel bizim eve gidelim de misafirimiz ol. Sana ikramda bulunalım, eğer yol azığın azsa sana yol azığı verelim..." dedi. Adam şöyle diyor: "O an beni bir hal aldı, bir an yer yarılsın da içine girip yok olayım istedim."
Zamanın birinde Şamlı bir adamla Kufe’li bir adam bir kahvede oturmuş namaz konusundaki bir mesele üzerinde konuşuyorlardı. Kûfeli, "benim söylediğim doğrudur" dernek için şöyle dedi: Ben Ali'nin şöyle şöyle namaz kıldığını gördüm." Şamlı şaşkınlıkla şöyle dedi: Allah Allah! Yoksa Ali namaz da mı kılıyor?!" Bu bedbahtlar, bu Şamlılar işte bu kadar iğfal edilmişlerdi.
MEKARİMU'L AHLAK DUASININ BAŞKA BİR KISMI
Sahife-i Seccadiyye'den size okuduğum bu kısımların çok yüce ahlaki değerlere sahip olduğunu görmekteyiz. Şimdi de Sahife-i Seccadiyye'nin başka bir kısmını sizlere okuyayım.
İmam Peygamber'e ve O'nun ehline salât ve selam söylediği bölümden sonra yüce Allah'a şöyle yalvarır:
"Allah'ım! Beni salihlerin sahip oldukları süslerle süsle, takva sahiplerinin elbisesini üstüme ser."
Bu cümleler, Salihlerin süsünün ne olduğunu ve hangi şeylerin salih kimseler için süs olduğunu, hangi şeylerin muttakiler için güzel elbise olduğunu açıklamıyor. Zira bizim tanıdığımız salih ve muttaki kimselerle İmam Seccad'ın burada açıkladıkları çok büyük bir farklılık arz eder.
"Allah'ım beni salihlerin, süsüyle süsle ve takva sahiplerinin güzel elbisesini üstüme ser."(kendisinin, salihlerin süsü ve muttakilerin elbisesinden ne anladığını halkın bilmesi için de şöyle buyurmaktadır) "Adaletin yayılmasında." işte salihlerin süsü ve muttakilerin güzel elbisesi adaleti yaymalarıdır.
"Gazaplandığım zaman önünü tutayım", Yani kızgınlık anında bu kızgınlığıma galip gelebileyim ve kızgınlığımı dindireyim. Nasıl bir "dindirme"? Öyle bir dindirme ki insanın herhangi bir şeyden gazaplanmasını dindirmekten öteye kalbinde dahi taşıdığı kin ve nefreti yok etmektir. Tıpkı hararet altında eriyen buz parçası gibi bu kin ve nefretin erimesidir. Muttakilerin elbisesi ve salihlerin süsü, işte bu kin ve kızgınlığı içlerinde yok etmeleridir.
"Aralarındaki ateşi söndürebileyim."
Yani iki mü'min arasında var olan savaş, kargaşa, ihtilaf ve fitne ateşini söndüreyim. Bizler ne yapıyoruz? Aralarındaki ateşin daha da fazlalaşması için odun getirip ateşi daha da canlandırıyoruz? İmam'ın yaptığı bu değil. Nerede iki kardeş arasında bir kızgınlık ateşi görse hemen onu söndürmeğe çalışıyor.
"Müminler ve Müslümanlar arasında barış ve sevgiyi sağlayayım. Halkın kötülüklerini, insanların ayıp ve hatalarını örteyim."
(Bunların tümü ahlaki konuların içinde yer alır, içinde herkesin hakkının var olduğu toplumsal konuları kapsamaz. Bu yaptırımlar mekarimu'l ahlak duasında da var olan yaptırımlardır.) insan şu konumda durabilmelidir: İnsanları daha güzel tanıtan, birbirlerinin yanında Müslümanlara hüsnü zan (iyi niyet) beslesin, insanların iyiliklerini orada burada anlatsın, kötülüklerini ise -hatta gerçekleşmiş olan kötülüklerini dahi- örtüp saklasın, gizli yönlerini açığa vurmasın. İşte bu, İslami bir vazifedir: Halkın iyiliklerini açıklamak, kötülüklerini ise saklamak... Eğer bir insanın ufacık bir iyiliği varsa ve bu insan halkın kendisini bu iyiliği ile tanıdığını görüyorsa, işte bu, onun benliğinde var olan kötülüklerin azalmasına ve yok olmasına bir sebeptir. Bunun tersine, eğer bir insanın hem iyilikleri hem de kötülükleri varsa ve halkın onu sadece kötü-lükleriyle tanıdığını görürse, onun iyi olan şahsiyeti ve yaptığı iyilikler kesilir, yani yavaş yavaş kötü adam olmağa doğru gider.
KUR'AN'IN MÜMİNLERİN KÖTÜLÜKLERİNİ YAYMAKTAN ŞİDDETLİ BİR ŞEKİLDE NEHYEDİŞİ
İşte Kur'an'ın fevkalade şiddetli bir şekilde, Müslümanların kötülüklerini (Kur'an'ın tabiriyle: Fuhşiyatlarını) hatta açık bir şekilde işlenmiş kötülüklerini bile yaymaktan nehyedişi bundan dolayıdır:
"İnananlar içinde fuhşiyatın yayılmasını isteyenler için çetin bir azab vardır." (Nur: 19)
Bu ayet hakkında yapılan iki tefsirden birisine göre ifade: "Müslümanlar ve müminler hakkında kötülükleri yaymayı sevenler" anlamındadır. Allah göstermesin bir şahısta bir sürçme meydana geldiği haberi alınsa, ben doğrulan söylerim, yalan ise yazıktır. Bir hadiste şöyle denilmiştir: "Eğer birisi mü'min kardeşi hakkında töhmette bulunursa, tuzun suda eridiği gibi iman da onun ruhunda erir, yok olur; o şahıs için iman diye bir şey kalmaz artık." Eğer doğru olursa bu ona söyler, o bir başkasına söyler, böylece bu (töhmet) her tarafa yayılır. Eğer yalan olursa -ki doğrusunu Allah bilir- İşte Kur'an'ın asla istemediği budur. Gıybet etmek neden haramdır? Elbette kötülüğü icat ettiği için. Gıybet etmek, kötülüklerin açıklanmasının aynısı olduğu içindir, yani gerçekleşmiş kötülükleri açığa vurmaktır.
BAZI KONULARDA GIYBET ETMEK CAİZDİR.
Tekrar belirteyim ki bazı konularda gıybet etmek caizdir -ki bu tip konular toplumu da ilgilendiren konulardır.- Halis bir niyetle yapılan gıybetler bunlardandır: Örneğin, adamın biri bir başkasıyla bir şirket kurmak istiyor. O adam hakkında siz bir bilgiye sahip olduğunuz için size geliyor, onun durumu hakkında sizinle görüşüyor. Acaba bir süre beraber kaldığınız bu adam nasıl birisidir? Ben onunla bir iş yapmayı düşünüyorum veya kızımı ona vermek istiyorum veya kızını oğluma almak istiyorum gibi şeyler söylüyor. Burada ortada olan istişaredir, danışmadır. Burada istişare söz konusu olduğu için sizin gerekli konularda bilgi vermeniz caizdir, hatta şarttır. Bu adam şöyledir veya böyledir diye gerçeği söylemelisiniz. Veya başka birisi tarafından size zulmedilmesi konusunda olsun, yani birisi hakkınızı elinizden almışsa. Burada siz, ya ağzınızı kapatıp hakkım elimden alındı demeyeceksiniz -ki bu durumda hakkınız yok olur- Veya eğer söylemek isterseniz gıybet etmiş olursunuz. Fakat bu gıybet caizdir.
"Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez, ancak zulmedilen hariç. (Zulme uğrayan kimse feryat edip zalimin kötülüğünü söyleyebilir, ona beddua edebilir.)" (Nisa: 148)
Ben bunları, özellikle kendimizi ifrat ve tefritlerden korumamız için söylüyorum. Biz Müslüman toplumun eksiği tarihin de hikâye ettiği hata şudur: Bizler, -özellikle biz İranlılar- ya tamamıyla o tarafa düşüyoruz, ya da bu tarafa, orta yolda duramıyoruz. Ya daima gıybet eden bir halk oluyoruz veya Haccac'ın gıybetini dahi caiz görmeyen bir duruma düşüyoruz.
İBN-İ SÎRÎNİN YANLIŞ SÖZÜ VE GAZALÎ'NİN YANILGISI
"İbn-i Sîrîn", Hicri ikinci asırdaki Müslüman İran âlimlerinden biridir. Adamın biri, İslam dünyasında kan dökücü ve zalim olarak tanınan Haccac'ın kötülüklerini İbn-i Sîrîn'in yanına gelip anlatmağa başlamış. İbn-i Şîrîn: "Gıybet etme, şu anda senin yaptığın gıybetin günahı Haccac'ın günahından daha fazladır. Benim, Haccac'ın gıybetini yapan birisini dinlemeğe vaktim yok" diyerek adamı susturur. Bu değersiz bir sözdür. İşin asıl ilginç yanı, Gazalî'nin de, bukadar büyüklük ve azametine rağmen bu hikâyeyi nakletmesi ve onu teyit etmesidir. Bu yanlış bir şeydir. Bizim Gazali'yi büyük bir insan olarak, yani fevkalade mütefekkir bir insan olarak tanımamıza rağmen bu söz yanlıştır. Büyük insanların büyük hataları da olur. Gazali'nin büyük yanlışlarından biri de, İbn-i Cevzî'nin deyimiyle, konuların çoğunda şeriatı tasavvufla karıştırmıştır. Gazali'nin tasavvuftaki bir ifrat noktaları, bazen onun İslam fıkhının dışına çıkmasına sebep olmuştur. Aşağıdaki sözünde şöyle dediği gibi:
"îbn-i Sîrîn doğru söylemiştir, o adamın Haccac'ın gıybetini yapmaya hakkı yoktur, Haccac Müslüman’dı."
Acaba eğer Haccac'ın gıybetini yapmak caiz değilse o halde bu dünyada kimin gıybetini yapmak caiz olur?! Şu halde bizim de gece gündüz minberde Yezid b. Muaviye'nin gıybetini yapmamamız gerekir. Çünkü biz onun zulmünü açıklıyoruz. Allah, bizzat kendisi Firavn'ın gıybetini yapmıştır. Nemrud'un kötülüğünden söz etmiş, Karun'un kötülüğünden söz etmiş, Bel'am Baura'nın kötülüğünden söz etmiş ve buna benzer yüzlerce kişilerin ve kavimlerin kötülüklerinden söz etmiş, İsrailoğulları kavminin tümünün kötülüğünden söz etmiştir. Hayır, bunlar gıybet değildir. Artık o tarafa da düşmeyin.
Hazret'in tabiri şu idi: İyiliklerin açıklanması, ayıpların örtülmesi. Bunların tümünü şunun için açıklıyorum: İnsanın kendi istekleri bu tip istekler olunca büyütülmeğe değerdir. Düşünceleri bu tip düşünceler olunca büyütülmeğe değerdir. Böyle bir amele sahip olan bir kişi büyütülmeğe değerdir. Böyle yatkınlıkları olan bir kimse kahramanca bir yapıya sahiptir, çok değerli, kıymetli ve önemli bir yapıya sahiptir. Bu değerliliğin kökeni nerede yatıyor? Bu düşünce ve davranış nereden ve nasıl değer kazandı? Bu değerliliğin kökünü bizler elde etmeliyiz.
Değişik mekteplerin (ekollerin) ahlaklı olmanın sırrını göstermek için davranışlar ortaya koydukları ve görüşler ileri sürdükleri yer burasıdır. Yarın akşamdan itibaren bu ekollerin görüşlerini ele alacağız. Hangi ekolun, ahlaklı olmanın sırrını nerede aradığını ayrı ayrı inceleyeceğiz. Bunun sonunda da İslam mektebinde ahlaklı olmanın sırrını incelemeği istiyorum. İslam'ın bu yüce değerlerin sırrını nerede ve hangi şeyde gördüğünü anlayacağız. Bundan da öteye, İslam'ın ahlakî davranışları nasıl ele aldığını ve bu davranışların İslam mektebiyle nasıl olgunluğa erdiğini -elbette ki bütün ekollerin içinden bu ekolle olgunluğa sahip olur-, aynı şekilde başka ekollerin, özellikle maddî felsefelerin, ahlaki değerleri nasıl ele alabildiklerini ve teyit edebileceklerini göreceğiz.
Ya Rabb! Gönüllerimizi iman ve Kur'an nuruyla münevver kıl.
Ya Rabb'. Ruhlarımızdan kin, nefret ve kıskançlığı hemen ve lutfunla çıkar.
Ya Rabb! Bizi kendi İslam’ını gerçek anlamıyla tanıyanlar eyle.
"Allah'ım! Hepimizi kendi görevlerimizi tanıyanlar eyle, Müslümanlara bütün cephelerde yardım et. Bütün Müslümanlara, gerek manevi ve ahlakî, gerekse dış cephelerde yardım et. Allah'ım! Lütfunla yardım ve zaferi bizlere bağışla.
Ya Rabb! Ölülerimize mağfiret eyle!
Allah salâvatla birlikte Fatiha’yı okuyana merhamet eder."
İKİNCİ OTURUM
ATIFÎ (ŞEFKAT) TEORİSİ VE İSLAM FELSEFECİLERİNİN TEORİSİ
Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla.
"Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur. Salât ve selam Allah'ın kulu, resulü, habibi, günahlardan arındınlmış, Allah'ın sırrını koruyan, risaletini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz, Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a, sığınırım."
"Affı (kolaylık yolunu) tut, iyiliği emret, cahillere aldırış etme" (A’raf: 199)
Kısaca insan davranışlarının iki tür olduğundan söz etmiştik: Birincisi, övülmeğe değmeyen, kahramanca sayılmanın ve aferin demeği gerektirmeyen tabii, normal ve geleneksel olarak yapılan davranışlar. İkincisi; insanların övmeğe layık gördükleri, o davranışlarda bulunan kimseleri övdükleri ve onları bir çeşit kahraman olarak tanıdıkları davranışlardır. İşte biz bunlara ahlaki davranışlar diyoruz. Şimdi herhangi bir işin, davranışın ahlaki olma sırrının ne olduğu konusuna geldik. Herhangi bir iş, davranış nasıl ve hangi şekilde ahlaki bir renge bürünür ve tabii, normal davranışlardan farklılık arz eder? Başka bir deyişle, ahlaki olmanın ölçüsü nedir? Burada çeşitli görüşler mevcut olup biz ilk önce bu görüşleri nakledeceğiz, sonra bu görüşlerden hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğu veya herhangi bir görüşün bir kısmının doğru, diğer bir kısmının ise yanlış olduğunun mümkün olup olmadığı üzerine konuşup eleştiriler yapacağız.
ATIFÎ (ŞEFKAT TEORİSİ)
Ahlaki olma melekeleri hakkında en eski görüşlerden biri de atıfi görüşüdür. Bazıları ahlaki olma sırrını beşerin şefkatinde görmektedirler. Şöyle demektedirler: Normal ve yapıla gelen işler, insanın kendi isteğiyle oluşan sebep ve tabii isteklerden meydana gelen işlerdir (davranışlardır) ye bu davranışlardan amaç; kişinin kendisine bir faydanın dokunması veya bu kişinin bir lezzet almasıdır. Bu tür istek ve temayüllerden kaynaklanan ve bu tür amaçları taşıyan her davranış normal ve yapıla gelen davranışlardır. Halkın yapmakta olduğu birçok davranış gibi davranışlar ahlaki değildir. Sabah erken kalkıp maaş almak ve bu maaşla geçimini sağlamak, işe giden bir işçinin yaptığı normal ve yapıla gelen bir iştir. Aynı şekilde görevi yöneticilik olan veya bir şirkette çalışan bir memurun işi veya ticaret ve menfaat peşinde koşan bir tüccarın yaptığı iş, kendi şahsi ve hayatıyla ilgili olduğu sürece ve kendişahsına bağlı bir eğilimden dolayı çalıştığı sürece, amacı; kendisine zevk ve sefanın dokunması veya kendisinden kalkmasını istediği bir sıkıntının giderilmesi (bir insanın kendisinde vuku bulan bir hastalığın veya tehlikenin giderilmesi için doktora müracaat etmesi gibi) olduğu sürece tabii ve normal işlerdir. Ahlakî davranış öyle bir iştir ki kişisel eğilimlerden daha üstün atıfelerden, yani, sevgiden de öte atıfelerden kaynaklanmaktadır. İnsanların ahlaki davranışları öyle davranışlardır ki, o insanlar başkalarını da severler, yani sadece kendilerini sevmezler. Başkalarının hayatlarıyla da tıpkı kendi hayatları gibi ilgilenirler, başkasına dokunan birfayda ve lezzetten dolayı sanki bu fayda kendilerine dokunmuş ve kendileri bir lezzet duymuş gibi sevinirler. Elbette bunun bazı dereceleri vardır. Bazen sevginin dışındaki atıfeler bazı insanlarda öyle yükselir ki, başkalarına bir fayda veya lezzet sağladıklarında kendilerine fayda sağlamaktan daha çok sevinirler. Yani başkalarını örtmeye kendilerinin örtünmesinden daha çok sevinirler, başkalarına yedirmekten kendilerinin yemesinden daha çok lezzet alırlar, başkalarını huzura kavuşturmaktan kendilerinin-huzur ve rahata kavuşmasından daha çok hoşlanırlar.
Dostları ilə paylaş: |