Mit’te 5 gün kaldık. Beşinci günün sabahında hücremden çıkarılıp bir odaya alındım. Odanın köşesinde bir masanın üstünde TKDP’nin evraklarını fark ettim. Masanın her iki yanında iki tane sandalye duruyordu. Beni yukarı çıkaran adam ön sandalyede oturmamı istedi ve çıktı. Partinin tüm evrakları masanın üzerinde yığılıydı.
Partinin yazışması tarafımdan yapıldığı ve bu evraklar benim sorumluluğumda olduğu için hepsini biliyordum. Şu arada bile bu evraklar içinde parti programı ve mührü, İsmet Şerif Vanlıya yolladığımız temsilcilik belgesi ve Büyük Barzaniye yazılan mektubun süretleri, parti bildirileri vb. belgeler olduğunu hatırlıyorum.
Fakat nedense bu evrak tomarına hiç bakmak istemedim ve ilk gördüğümde sanki içimden bir şey koptu ve üzerime büyük bir hüzün dalgası peyda oldu. Bu manzara çok sevdiğin çocuklarının ve kardeşlerinın cenazelerini görür gibi insana garip bir acı veriyordu. Kıyametim kopmuş ve artık yaşamamın hiçbir değeri kalmamıştı. Ama her şeye rağmen irademi ve umudumu yitirmeden inadına sandalyemi masaya ters çevirerek oturdum.
Beş dakika sonra bir MİT uzmanı içeri girdi, selam verdi ve yerine geçip oturduktan sonra ona taraf dönmemi istedi. Bende böyle oturmak istediğimi söyleyince köpürdü: “Bana bak sen artık Diyarbakır Postahanesinde İdare Amiri değilsin. Sen bundan sonra bir suçlu ve sanıktan başkası değilsin; şimdi yüzünü bu tarafa çevir ve sana ait olduğunu bildiğim bu evraklarla ilgili bilgi ver.” dedi. Evraklarla hiçbir ilgimin olmadığını söyleyince, daha hiddetli ve daha yüksek bir sesle “Bana bak” dedi. “Hem arkadaşın Ömer Turhan kurmuş olduğunuz parti hakkında bütün bilgileri verdi ve hem de Şefik Issı bu evrakların senin tarafından kendisine verilmiş olduğunu söyledi. Üstelik bu evraklar senin otelin olan Muş otelinde yakalandı deyince ben de “Muş Oteline günde 100 kişi girer çıkar, kimin oraya bu evrakları bıraktığını ne Şefik bilebilir ne de beni ilgilendirir” dedim.
Bu sözlerim karşısında sinirlenen yetkili hızla yerinden kalkıp önüme geldi ve bana küfrederek bir tokat yapıştırdı. İkinci tokatını atmak üzere iken elini tuttum ve gözlerinin içine bakarak “Anayasadan Utanın” dedim. Adamcağızın hemen elleri düştü, gerginliği yumuşadı, bir of çekti ve “ Anayasanın ırzına geçiyorsunuz, dara düşünce yine ona sarılıyorsunuz” dedi.
Ben de : “Hayır” diyerek şunları söyledim : “Anayasaya gerçekten inanıyorum.” Adam hiçbir şey demeden odadan çıktı ve 5 dakika sonra Şefik Issı ile birlikte içeri girdi. Şefik Amca beni görünce sevindiğini hissettim. Merhabalaştık, kürtçe olarak beni sordu, iyi olduğumu söylerken MİT elemanı konuşmayı kesti ve Şefik Amcaya hitaben “Bak amca Bey, arkadaşın Şakir diyor ki evraklar bana ait değildir. Bunlar beni ilgilendirmiyor bu evraklar Şefik’e aittir diyor. Ne dersin?” der demez hemen Şefik Issı şöyle bir cevap verdi. “Olsun kabul ediyorum, millet sağ olsun” dedi. Ben kürtçe “Berbayi nekeve mamê Şefik ew mexsuz bi ser te va dığrê” yani onu dinleme Şefik Amca doğru değil bu söyledikleri” dedim. Ama Şefik amca sözlerini bitirmişti, soruşturma uzmanı O’nu aldı götürdü kapıya doğru giderken sağ elini pantolonun cebine sokarak bana döndü Şefik amca ve “Baban sana para göndermişti vereyim mi?” diye sordu. Bende “hayır ihtiyacım yok, parayı ne yapacağım” dedim.
Biraz sonra MİT uzmanı geldi ve yine beni etkilemek için Şefik’ten söz etti. “Adamcağız o yaşıyla başıyla hem suçu üzerine alıyor ve hem de senin harçlığını soruyor, sende hiç mi acıma yok” dedi. Ben onu cevaplamadım.”Bak arkadaş senin cebinden çıkan mektup bile seni tevkif ettirecek niteliktedir. Senin konuşmamana bir mâna veremiyorum?Ben de “siz yargıç değilsiniz. Anayasanın dediğin yapıyorum” dedim. O da “tamam” dedi. Ve odadan çıktıktan birkaç dakika sonra yazılı bir kağıtla içeri girdi. Yarım sayfalık bir ifade tutanağı idi bu ifade “Reşidê Hemo”nun iltica etmek için Türkiye’ye geldiğini, iltica işlemlerini gerçekleştirmek için Ankara ile ve Dışişleri Bakanlığı ile temas kurmak isteğini, bunun için 40 gün benim evimde beklediğini, bu yüzden onu Ankara’ya götürecek ve Dışişleri Bakanı ile görüşüp sorunu çözecek bir politikacı aradık ve sonunda tek başına Ankara’ya gitmek mecburiyetinde kaldı demiştim.
MİT uzmanı bunları yazdıktan sonra son satırda şöyle bir kayıt koymuştu: “Muş Otelinde yakalanan evraklar Şefik Issı ye aittir. İfademi mahkemede vereceğim.” Ben ifade taslağını okuduktan sonra adama baktım ve “şu (Şefik Issı’yı) siler misin” dedim.O nedenini sordu, bende “Hele Şefik Issı’nın adını çiz, o zaman ne yapacağımı söyleyeyim” dedim. O çizgiyi çekti ve “Evet” dedi. Ben de “Bana aittir” ibaresini koy dedim. Adamcağız dediğimi yaptı ve kalktı biraz sonra tekrar ifade tutanağı ile geldi. Ben ifadeyi okudum ve imzalayarak “işte demin üzüldüğün ihtiyar amcanın artık hiçbir günahı kalmadı. Evrakları ben üzerime aldım. Şimdi sıra sende gel bir iyilik yap ve bu yaşlı amcayı mahkemeye göndermeden evine gönder. Onu çoluk çocuklarına kavuştur” dedim. Adam boynunu eğdi ve “Mahkemeye göndermek zorundayım. Bırakılması benim elimde olsaydı bırakırdım” dedi ve geldi, tam karşımdaki koltuğa oturup parmaklarını ovuşturarak “Bizim de bir ailemiz var, çalışmak ve çocuklarımızın geçimlerini temin etmek mecburiyetindeyiz. Kusura bakma” dedi. Ben de “Siz de kusura bakmayın. Sizleri yorduk ama kaderimiz böyle Kürt doğduk ve özgür bir yaşam için mücadele etmek zorundayız. İnanın biz de çoluk çocuklarımız için bu mücadeleyi veriyoruz” dedim.
AV. FAİK BUCAK
Sayın Faik Bucak, Partiye girdiği gün, Onu Turistik Otelde tanıdım. Başkanımı daha önce gıyaben tanıyordum. 1960 Askeri Darbesinde sürgün edilen Kürt ağa ve nüfuslu aydınlarla birlikte idi. Bu esnada medyanın ilgi alanına girdi. Sıvas’ta gözlem altına alınan 55 kişiden birisi olan Faik Bey, ağa olmamakla beraber, soy isminden dolayı bir aşiretsel yapıyı çağrıştırıyordu.
Aydın, entellektüel, aristokrat, akıllı, cesur ve kişilikli bir yapıya sahipti. Çevresinden saygı gören, oturaklı ve ağırlığı olan bir siyasetçi idi. Kemalist medya ile pençeleşen, Türk solunun şaşı bakışını çürüten, Türkiye’deki basının dikkatlerini Doğunun sorunlarına çekebilen etkili bir aydın ve siyasetçi idi.
Gıyaben tanıyor, basında takip ediyor ve yakın arkadaşlarımdan onun cesaret ve iyi niteliklerini öğreniyordum.
O’nu görüğüm günkü izlenimim çok müspet idi. Gerçekten kendisinden söz ettirdiği kadar vardı. Bir centilmen, bir ağa, bir aristokrat ve bir liderdi Faik..
Turistik Otel’de Partiye girdiği gün Parti Giriş Yemini’ni ona tekrarlattım. Yemini ben şiirsel olarak hazırlamıştım. Biraz uzunca ve kafiyeli idi. Sayın Başkanımında şair olduğunu bilmeyen yoktu. Yeminde geçen şehitlerin ve kutsal değerlerin kafiyeli kelimelerini okurken heyecanlıydım. Yemin bittikten sonra hepimizi kucakladı. Sayın Elçi ile kucaklaşırken, ona beni şikayet ederek “Şakir seni yordu değilmi kekê” diye espri yaptı. Hepimiz gülüştük.
Yemin merasiminden sonra görev taksimi yapıldı. O Başkanlığa getirildi, yerini o’na veren Said Elçi de genel Sekreterliğe getirildi, banada Genel Muhasipliği tekrar verdiler. Oylama açık yapılıyor ve konuşularak uygun şekilde sonuçlandırılıyordu. Görev taksiminden sonra birkaç konu vardı gündemde, bu konularda konuşuldu, karara bağlandı ve Faik Beyi bekleyen önemli misafirlerini karşılamak için otelin bir özel salonuna gittik. Burada Behice Boran, Dr. Tarık Ziya Ekinci, Canip Yıldırım ve Behice hanımla Ankara’dan gelen tanımadığım bir iki arkadaş vardı.
Behice Hanım Faik Beyi TİP’e davet etti. “Senin yerin bizim yanımızdadır” dedi. Faik Bey; “- Hay hay ama bir şartla, siz programınıza Kürt sorununa çözüm önerilerini koyun, Kürtlerin varlığını kabul ederek programda dile getirin; elbetteki hepimizin yeri o zaman TİP’te olacak” dedi. Behice Hanımın yüzü sarardı, bembeyaz kesildi ve “Faik Bey, biz Kürt sorununu programa almasına alırız ama ertesi gün partiyi kapatırlar?”dedi. Sohpet biraz daha devam etti. Çaylar, kahveler içildi ve ayrıldık.
Bu görüşmeden sonra hep beraber Ali Emiri Caddesinde güzel bir lokantada yemeğimizi yedik ve Başkanımızı Urfa’ya yolcu ederek çalışmalarımıza başladık. Faik Beyin Başkanlığında daha sonra yanılmıyorsam iki toplantı daha yaptık.
Rahmetli Faik’in ölüm haberini 05.07.1966 günü saat 09.00 civarında aldık. Ben, Said Elçi, Ömer Turhan, Şemsi Usta ve Dr. Enver Atmanoğlu bir pikapla Urfa’ya gittik. Cenazeyi Urfa’dan alıp Siverek’e getirdik. Çok kalabalık bir konvoyla Siverek’e girdik. Biz Diyarbakır’dan Urfa’ya varıncaya kadar Dr. Enver Atmanoğlu^nun ağlaması kesilmedi ve sürekli “Faik’imi öldürdüler, onu hastanede öldürdüler, o bir iki kurşunla ölecek bir adam değildi, üstelik yarası bacağındaydı, mahsus yaptılar. Kanama oldu ve mahsus durdurmadılar. Bu ne biçim arkadaşlık? Neden bana kimse haber vermedi..” diyerek kahroluyordu...
1967’de Şeyh said Efendinin Katibi Fehmi Bilal’in başucunda nöbet tutarken bir kitap okuyordum. Fehmi amca “-Nedir okuduğun?” diye sorunca, bende Mahatma Gandi’yi okuduğumu söyleyerek cevapladım. Apê Fehmi biraz durdu ve birden hıçkırıkla ağlayarak “-Benimde Gandh’êm vardı, benimde Gandh’êm vardı, benimkini öldürdüler” demeye başladı. Bende Fehmi Bilal’in, oğlunu hatırladığını düşündüm. O nun Av. Sırrı Fırat adında bir oğlu Bitlis’te Failê Malum gitmişti. Bir trafik kazası süsü ile onu katletmişti ‘Fail-i Malum’lar. Bunun için sordum: “Apo, sizin Gandhêniz kimdir? Dedim. O mübarek insan “-Sen benim Gandhêmi tanımıyorsun? Benim Gandhêm Faik Bucak’tı.” deyip Sayın Faik Bucak’ın ismini birkaç defa tekrarladı...
Faik Bucak’ın lider kişiliğine itiraz eden kimseye rastlamadım. O rakipsiz bir Lider ve herkesin Kekê Faiq’i idi. Kişiliği, bilgi birikimi, inanç ve kararlılığı ve en önemlisi yurtseverlik tutkusu inanılmaz derecede samimi ve dürüsttü. Yazar, şair, siyasetmedar ve başarılı bir Hukukçu idi. Nur içinde yatsın...
SAİD ELÇİ :
Said Elçi büyük bir insandı. Kendine güvenen, başkasına güven veren bir yapıdaydı.Bilinçli, zeki, şahsiyetli,güzel konuşan, dikkat celbeden, natık ve mantıklı idi. Bir önder, bir siyasetçi, kararlı, gururlu ve uyumlu bir kişilik; medeni, centilmen, şarıstani ve modern bir beyefendi idi. Uzun boylu, çok yakışıklı, tatlı sözlü, hoşsohpetli bir asil, ilgilenen, müşfik ve cana yakın bir yoldaştı. O dostunun dostu, ailesinin reisi ve en ideal bir baba, bir eş ve bir insandı.
Said Elçi’nin insani vasıflarını saymakla bitiremem. Onu tanımak için kendisiyle yaşamak, yolculuk yapmak, siyaset yapmak ve hapis yatmak gerekirdi. Said, kurşun yağmuruna tutulduğu anda bile inandığı amacı için marşlar haykırıyordu ve “Ben bu yolda öleceğimi biliyordum ama dost kurşunuyla öleceğimi hiç tahmin etmemiştim” demişti.
Bingöl’ün bir köyünde doğan ve burada büyüyen, Said Elçi 1950’li yıllarda politikaya atılıyor. Osman Bölükbaşı’nın Bingöl İl Başkanlığında görevinde bulunuyor. Demokrat Parti’ye yakınlık duyuyor. Celal Bayar ile Adnan Menderes’lerle aynı sofrada oturuyor ve siyasi münakaşalara iştirak ediyor. Sonunda Kürt’lerin en popüler ve aristokratı Ziya Şerefhanoğlu ile can ciğer olup, arkadaşlık bağları diğer Kürt yurtseverleri ile de pekişiyor ve 49’larla Harbiye hücrelerine konulup, askeri hakimlerin önünde “Kürt ve Kürt milliyetçisi” olduğunu haykırıyor. O bir Lumumba, bir Martin Luter ve bir Mıhemmed Ali Cınnah idi.
İşte böylesine güzel bir insan büyüklük kompleksine teslim olmadan, hiçbir ihtirasa, kaprise ve kıskançlığa teslim olmadan bir hareketin önünde giderken, bir yönetici kadroya ve bu kadroyu yönlendirecek başarılı bir lidere ihtiyaç duyuyordu. Faik’e yerini verdi. Faik’ten sonra, Mehmet Ali Aslan’a bu görevi verme çabasına girdi. Edip Altınakar ve belki de Dr. Tarık Bey gibi kişilerle temasa geçti ve sonunda Dr. Şıvan’ın Güneye götüreceği kadronun yetişip gelmeleriyle bu parti kadosunun zenginleşeceği umuduyla kendini ve partiyi maalasef bir komplocuya teslim etti. Eğer Said Elçi, liderliği sadece kendisi için isteseydi ve Antalya Cezaevinden dışarıya partinin ayakta kalması için mesajlar gönderip, çıktıktan sonra yoğun teşkilatlanmaya başlasaydı, hiç şüphesiz, parti tabanında onbinlerce insan toplanır ve bu parti öncülüğünü hiç kimseye kaptırmazdı.
O hiçbir zaman birinciliğe oynamadı. Dr. Şıvan Antalya Hapishanesinde ona “-sen bizim büyüğümüzsün, önderimizsin, bu yapı sayenizde inşa olmuştur, sen bizi Güneye gönder, orada kadroları eğitip sizin yönetiminizde bu yüce hareketi büyütelim, geliştirelim ve halkımızı kurtuluşa götürelim..” demiştir. Belki daha nice nice diller dökmüştür, ama Said’in tek gayesi vardı, oda Kürtlerin siyaseten Türkiye de ağırlıklarının ortaya koyması ve Türkiye çerçevesi içinde, demokratik bir düzende bu halkın ulusal haklarına kavuşması idi. Eğer Said liderlik peşinde olsaydı, akşama kadar bazı liderlerin yaptıklarını yapar ve Kürt aydınlarını kötülerdi. Said Elçi, Kürt aydınlarının büyüklü küçüklü hepsine sempati duyuyor ve hepsini yüceltiyordu.
Said hep ikinciliğe ve önder kadroya oynadı. Faik Bey’e yerini verdi. 1970’te Büyük Önder Mela Mıstefa’yı tebrik giderken, Dr. Şıvan’la Düşêş’te görüştü, oradan Gılala’ya uğradı ve dönüşte Zaxo’da tekrar Şıvan’la beraber olan (Reşo Zilan’dan duyumum): Said Elçi, Dr. Şıvan’a demiş ki bana Politbüroyu ve iki üyesini ver, bütün TKDP senin olsun, sen örgütü yeniden tanzim et ve beraber çalışalım. Demekki, liderliği Doktora veriyordu. Dr. Şıvan Said’in teklifini redetmiş ve Düşêş’teki arkadaşlarına Zaho dönüşünde bu olayı anlatarak bir de çalım satmış. Bu olayın canlı tanığı Reşo Zilan’dır.
Eğer o gün, Dr. Şıvan o dinamik yapısıyla Said’e tahammül etse idi, kariyerini iyi yönde kullansaydı, Reşo Zilan, Dr. Şiyar, Nazmi Balkaş, Hikmet Buluttekin ve birkaç ılımlı insanla örgütlenmeye gitseydi, Kürtler de, Türkiye de 30 yılını bu ızdıraplarla ve felaketlerle heba etmeyeceklerdi. Ama Şıvan’a kim kefil olabilirdi. O aceleci tavrı, Stalinist yapısı ve komplocu zihniyetini kim değiştirecekti?. O çirkin ve acı olaydan sonra da, her iki tarafın kadroları birleşerek TKDP’yi güçlendirebilirdi. Bu çirkin olay yüzünden büyük bir başıboşluk meydana geldi ve getirildi. Türkiye bütününden de serseri mayınlar ortalığı cehenneme çevirdi. Kim kar etti, kim zarar gördü, hepimiz gördük. Bana göre Türkiye kaybetti, Türkiyeliler kaybettiler ve Kürtlerin başına gelen felaket, Hulagolar zamanında da gelmemişti....
FEQİ HÜSEYİN ( MUSA SAĞNIÇ)
Feqi, partinin Serhat sorumlusu idi. Muş, Van ve Ağrı illerini kapsayan geniş bir bölgede çalışmalar yapmak üzere kendisine yetki verilmişti. 1967 sonunda, yanılmıyorsam TKDP operasyonundan birkaç gün önce Feqi’nin “Koma Navkom”a alınmasına karar verdik. Ancak bu kararımızı o’na tebliğ edilmeden tutuklandık. Feqi’de tutuksuz yargılanan arkadaşlarımızdan biriydi. Biz cezaevinde kararımızı kendisine tabliğ ettik ve 5 kişilik Merkez Komitesi (Koma Navkom) üyelerinden dördü tutuklu, biride askerde olduğundan, bütün merkez Feqi’nin sırtında kaldı.
Daha önce Feqi bana bağlıydı, ancak kendisi merkeze alınınca, artık o doğrudan doğruya Said Elçi ile temasa geçer ve Elçi ile o’nun görüşme şansı olduğu için dışarıda olan bitenleri Said’e rapor ederdi.
Feqi bütün duruşmalara katıldı. Bütün zabit tutanaklarını aldı. Günü gününe bizim ne yaptığımızı öğrendi. Avukatımızla sürekli diyalog halinde idi. Tahliyeden sonra da Tatvan’da beraber olduğumuzdan, benden haberdardı. Bir gün Diyarbakır’dan dönerken, Said rahmetli, Feqi’den benim savunmamı kontrol etmesini istemiş, güya ben aşırı imişim, çok sert bir savunma davaya zarar verebilirmiş. Bende hiç itiraz etmeden daktiloya aldığım 30 sayfalık siyasi savunmamı aldım, Feqi’nin evine götürdüm ve oturup baştan sonuna kadar ona okudum.
Feqi Hüseyin, sadece Kürt Milliyetçiliğini vurgulamamın biraz abartılı olduğunu söyleyince, bende Kürtlerin bilinçlendiğinin farkında olup olmadığını sordum. Bana “Üzerimize gelirler” dedi. Bende “gelirlerse gelsinler, bizde çoğalırız” diyerek onu ikna ettim. Feqi’ye “-Ben Kürdistan’ın sömürge olduğunu iddia ediyorum. Hindistan’a, Pakistan’a, Cezayir ve Kongo’ya baktığımızda, Kürdistan bu sömürge ülkelerden beter bir baskının altındadır, ama sömürge statümüz olmadığı için belki yanlış bir tabir kullandım diye düşünüyorum” dedim. Feqi, bu konuda bana hak verdi ve doğru yazmışsın dedi.
Aradan zaman geçti. Feqi Rızgarici oldu. Bir gün Rızgari hareketi ile Azadi hareketinin arasında ne fark var, neden bu sert muhalefet ve düşmanlık diye sorunca, rahmetli şu cevabı vermişti: “-Özgürlükçüler, sömürgeciliği kabullenemiyorlar. Rızgariciler bu doğruyu bulmuş” derken. Ben de “-peki Feqi dedim. Ben Antalya Savunmasında Kürdistan’ın sömürge olduğunu söylemiştim. Bir hatırla, ben söylemiş olduğuma göre patent hakkı benimmi oluyor? Kaldıki Özgürlük Yolu Dergisi Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesiyle ilgili bilimsel veriler sunuyor.” Feqi bu cevabımdan hiç hoşlanmadı bende o’nun muhalefetinden hiçbir şey anlamadım.
İsmail Beşikçi Hoca “Uluslar arası Sömürge Kürdistan” isimli yapıtında bir sürü ‘ilk’lerden sözetti. Bu ilklerin birisi de “Siyasi Savunma” ilki idi. Bu payeyi de DDKO’ya veriyordu. Galiba değerli hocamız bu kitaptan dolayı tutuklandı ve İstanbul DGM’de yargılanmaya başlandı. Onunla buluşmaya giden sayın İbrahim Aksoy ile kendi savunmamdan bir fotokopiyi Hoca’ya gönderdim ve bir pusulada “Sayın Hocam, savunma olup olmadığını bilemiyorum ama ben de 1969’da Antalya’da şu savunmayı yapmıştım. Affınıza sığınarak gözden geçirmenizi istirham edeceğim”diye yazmıştım.
Hocayı serbest bıraktılar, bir gün çıktı ofisimi şereflendirdi “-ben bu sefer Şeref’e (Ş.Elçi) değil sana geldim, nezaketinde bulundu ve odama teşrif ederek oturdu.. Elinde yuvarlak,sarılmış bir şey vardı, demekki benim savunmam imiş. Savunmamı bana uzatırken “-Feqi Hüseyinin bu savunmandan haberi varmıydı?” diye bir soru sordu. Ben de yukarıda izah ettiğimden daha fazla izahat verdim. Hoca resmen mahçup olmuştu. Tek bir cümle ile şunları söyledi:
“Feqi bana bundan hiç söz etmedi “dedi. Hocaya olan saygımdan ötürü ben onunla hiç münakaşa etmeden başka bir konuya geçtik.
Feqi’nin PORTRELER diye bir kitabı var. Bu kitapta Ömer Turhan’dan söz ederken, iki maddi hatada bulunmuş. Biri savunmadır. Savunmayı ben yapmışım. İkincisi de Partide Genel Muhasip benim. Ayrıca Ömer Turhan Hakimlerle bir tek defa muhattap olmuş, oda Ağır cezanın ilk duruşmasında ki ifadelerimizle ilgilidir ve Antalya kararında kim ne demiş ise orada yazılıdır. Aynı gün ve aynı celsede Feqi’nin de savunması vardır. Ömer Turhan’ın da vardır. Bu evraklar da Feqi’nin arşivinde mevcuttur. Bu yazı serisi gazetede yayınlanırken ben Feqi arkadaşa telefon açtım. Yanlışın düzeltilmesini rica ettim ama maalesef Feqi oralı olmadı. Şimdi benim kitabımla Feqi’ninki çelişiyor. Evvela İsmail Hoca’ya malümat vermiyor ve sonra da beni başkasına veya başkasını bana benzetiyor. Ben buna bir mana veremedim. Parti Nizamnamesi, Mahkeme Tutanakları ve elinizdeki Savunmam da beni doğruluyor..
APÊ MUSA (MUSA ANTER)
1959’da Diyarbakır’da askerim. Haftada 3 gece kendi otelimde (Muş Oteli) kalıyorum. Faruk ve Mahfuz adında, amcazade ve lise mezunu iki genç, üniversite sınavlarına hazırlık için otelin müdavimleridirler ve çok samimiyiz. Hele sonradan avukat olan ve genç yaşında ölen Faruk Tekin ile abi kardeş gibiyiz. Bir Pazar günü Faruk bana “-Kürt toplantısına katılmak istermisin?” diye sorunca heyecanla “evet” dediğimi ve üçümüzün Canip Yıldırım’ın Aliemiri’ye yakın evine gittiğimizi ve de Apê Musa ile karşılaştığımı nasıl unuturum?.
Canip Abi’nin oğlu Şahhap yeni dünyaya gelmişti. Bebeği kundakta getirip bize tanıştırdılar. Galiba yıl 1959 olacak. 58’e emin değilim. En doğrusunu Şahhap ve Canip Abi biliyor. Toplantı pek de Kürt Toplantısı değildi. Bizim sayımız 5 veya 6 kişiydi. Musa Anter hep konuştu. Canip Abi bazen onu onaylıyordu, bizde dinliyorduk. Apê Musa Kürtlerin CHP saflarında mücadele etmelerinin gerekliliği üzerinde durdu. Köylülere güvenilmemesini vurguladı ve hiçbir zaman köylerden Peygamberler çıkmamıştır dedi. Köylü olduğum için şahsen moralim bozulmadı dersem yalan olur.
Daha sonra Musa Antar’i TİP seçimlerinde veya herhangi bir yerde görsem bile, onunla hiç diyalog kurmadım. İsteseydim de kuramazdım çünkü “bir köylü parçasıydım”.
Apê Musa’yı yazıları ile sevmeye başladım ve Kozakçıoğlu’na yazdığı makale ile, onun hayranlarından biri oldum. Espiri alanında, hava atmada ve vurgu yapmada onun üzerine yoktur. Severim her iki Musa’yı da.
Paris Kürt Konferansından sonra Kürtler bir parti kurma çalışmaları içine girdiler. İstanbul’dan gelen heyetlerin içinde Musa Anter de bazen oluyordu. Nazif Kaleli, Dr. Tarık Ziya Ekinci, Yaşar Kaya, Mehmet Ali Eren ve Ümit Fırat gibi entellerden müteşekil 15 – 20 kişilik gruplar gelir, bir de Ankara’dakilerde bunlara katılır ve Şerafettin Elçi ile ortak olduğum Dicle İnşaatın ofisinde sohpetlere dalarlardı. Bu arada sigara dumanından Apê Musa benim odama kaçardı. Artık bana köylü gözü ile bakmıyordu ve o eski Şakiri unutmuştu.
Apê Musa bir gün bana “hatıratını” okuyup okumadığımı sordu. Bende kendisine “-Anılarınızda yazdıklarınızın doğru veya yanlışlarını bilemiyorum. Sizinle değildim ve sizinle büyümedim. Ama müsaade ederseniz size bir soru sorayım ; Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi hakkında bu kadar yanlış yazmayı nasıl başardınız?” dedim. Apê Musa aynen şu cevabı verdi:
“-Wılleh Şakirê mın, hışê mın ne ma ye û mın hertışti jıbir kıri ye. Xarziki mın heye ‘ELİ’, ew dınivsinê jı mın ra dxwinê û ez ji dıbêjım temam û wılo çêdı be..” Türkçesi: Şakir kardeş artık tamamen unutkan olmuşum. Benim Ali isminde bir yeğenim var, o yazıyor, bana getirip okuyor, ben de tamam diyorum.
İşte Mamê Musa ve Apê Musa veya Musa Anter ve Feqi Hüseyin’in hatıralarının gerekçeleri. Feqi birkaç yıl önce “DEFTER” denen bir yayında “-beni de Antalya’daki davada, onlara eklediler.” demişti. Ben bir gün Feqiye sordum; “Feqi, sen Partinin Merkez Komitesinde görevliydin, seni nasıl bu partinin kuyruğuna eklerler?” Feqi Hüseyin’in verdiği cevap ;”-Şakir, ben bir hastalık geçirdim ve o hastalıktan sonra her şeyi unuttum.” Bende: “- Feqi, unuttun ise, o zaman geçmiş ile ilgili bilgileri verme” demiştim.
Düzelteyim derken karıştırdım. Kusura bakmayın. Ben iki değil üç Musa’yıda sever sayarım. Eleştiri ve kontrol olmadıkça gelecek kuşaklar yazar ve çizerlerimizin doğruya dayanmayan iddiaları karşısında artık doğrulara da inanamayacak kadar güven zaafına uğrayacaklardır.
İsmail Beşikçi Hoca :
İsmail Hoca’yı 1969’da , cezaevinden çıktıktan sonra bir röportajı ile tanıdım. Yanılmıyorsam Kürt Sorunu ile ilgili bir soruya ‘Kürt Ulusu ve Kürdistan’ı’ açık bir şekilde ifade etmişti. Ben bu satırlarını okuduğumda dürüstlük ve cesaretine hemen inandım. Daha sonra 1969’un son aylarında Tatvan’a gelip Nazif Kaleli Hoca’nın misafiri olmuştu. Hocayı Nazif beyin evinde ziyaret ettim. Kısa boylu, sempatik ve kararlı bakışları insana güven veriyordu. Solu ve Sosyalizmi bizim Kürt solcu ve Sosyalistlerinden ayrı bir dille anlatıyordu. Bizimkiler itiraz ediyor ama o bilimsel olarak Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin belli kural ve kaidelere bağlı olmadığını, bir ağanın, bir Şeyhin ve bir Aşiretin bile bu harekete öncülük yapabileceğini; belkide Barzaniler ve Mela Mustafa yarınlarda bu işi başarabileceklerini bunun için belli kalıplara bağlı kalmanın gereğinin olmadığını vurguluyordu.
Daha sonra hepimizin bildiği gibi Hocamız Kürt Sorununa büyük katkılar sundu, emek verdi ve bütün Kürtlerin Hocası oldu. Hocanın en büyük zamanı Rızgari kadrosu ile geçti. Feqi Hüseyin, Orhan Kotan ve Mümtaz Kotan’a çok yakın durdu. Maalesef Sayın Hıcamı hiç kimse TKDP hakkında bilgilendirmedi ve sanıyorum Hocamız sonradan benim Antalya Mahkemesine sunduğum Siyasi Savunmamı okuyunca mithiş bir şekilde Feqi’yi tenkit etme ihtiyacını duydu ve Feqi’nin ölümü nedeni ile yazdığı 4 sayfalık bir makalede bu rahatsızlığını (3.sayfanın 4.paragrafında) şöyle dile getirdi:
”Portreleri, anıları bu şekilde incelediğim zaman pek çok arkadaşın adının da anılmadığını fark ettim. Said Elçi’nin, Sait Kırmızıtoprakın ve Hikmet Buluttekin’in portreleri çizilmeye çalışılıyor; Şakir Epözdemir, Şerafettin Elçi, Ali Güneş gibi arkadaşların isimleri anılmadan bunlar yapılabilirmi? Kanımca yapılamaz. Burada büyük bir eksiklik var. (...) Kaldıki örneğin Şakir Epözdemir 1960’lardan beri Feqi Hüseyin’nin en yakınındaki kişilerden biridir. Şakir Epözdemir ve Feqi Hüseyin 1969 – 1970 yıllarında Antalya’da görülen, basına kapalı olan, zaten kendiside gizli olan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi Davasının iki önemli sanığıdır. Bu davada ilk siyasal savunmalardan birinin Şakir Epözdemir tarafından yapıldığı bilinir.” der Hocamız.
Hocamın daha sonra dört kere ismimi tekrarlama lütfunda bulunmasının nedeni; bana duyduğu hayranlıktan değildir. Zaten kendimi böyle bir ilgi alanına laik bir kimse olarak görmüyorum. Ben kendimi her zaman bir nefer olarak gördüm ve de öyle göreceğim. Ama maalesef Faik Bucak’tan sonra lidersiz bir neferim. Bu lidersizlik Kürtlerin en talihsiz kaderleridir. Bir tarafta nefersiz liderler, diğer yanda lidersiz neferler… Benim ile İsmail Hocam arasındaki yaklaşım bir hayranlık sorunu değildir. Hoca Feqi’ye kızgındır. Ona kırılmıştır. Feqi Hüseyin, Musa Sağnıç bilerek ve düşünerek bu partiyi unutturmak istemiştir. Hocamız bunun farkındadır.
Büyük Barzani’nin Özgürlük Hareketi ile İlgili
BİR DEĞERLENDİRME :
Benim TKDP ile ilişkim 11 Temmuz 1965’te başladı, 11 Eylül 1971’de bitti. 6 yıl 2 aylık bir dönemi 2 kısma ayırmam gerekir. Birinci dönem; 1965 – 1968 çalışma, örgütlenme ve inşa dönemidir. İkinci dönem; operasyon, tutukluluk, Dr. Şıvan ile ilişkiler ve Said Elçi’nin katledilişi. Bu dönemlerdeki anılarımı toplamaya, bir araya getirmeye çalışıyorum. Kaleme aldığım bazı anılarımın amacı budur.
Dr. Şıvan olayı bu dönemin bir parçasıdır. WAR Dergisinin 5 – 6 ve 7. sayılarında hem Türkçe ve hemde Kürtçe olarak bu konu açıkça işlenmiştir. Said Elçi’nin peşinde Suriye ve Irak’a gittiğim 1971 yılında bir çok olaya şahit oldum, ilginç insanlarla tanıştım ve Kürdistan Otonom Hükümetinin duruş ve işleyişine şahit oldum. Evliya Çelebi gibi birkaç konuya dikkatinizi çekmek istiyorum.
Bu dönemde beni en çok düşündüren ve etkileyen olay; sayıları 100 binleri bulan Peşmerge ve ailelerinin devrim ( Şoreş) yönetimi tarafından finanse edilmesi idi. Parti çalışanları ve yöneticileri, misafir ağırlamaları, eğitim, sağlık ve sosyal hizmet harcamaları ve halkın müspet morali.
KDP Otonom Hükümet Merkezi Gılala, Navpırdan ve Haciumran birimlerine dağılmıştı. Navpırdan’da Mektebi Siyasi, Haciumran’da Büyük Barzani’nin Karargahı, Gılala’da Mülki İdare ve Savunma birimleri bulunuyordu. Dünya da Gerilla tarihinde Kürdistan Gerillaları şeklinde örgütlenen başka bir örnek olamaz. Çiftçisi çiftinde, Köylüsü köyünde, Şehirlisi Şehrinde hem Peşmergedir, hem rençberdir ve hemde tarlasında çalışıyordur. Bu Peşmergeler sürekli olarak üretime de katkı yaptı ve Büyük Önder hiçbir zaman Peşmergelerini maaşsız, ailelerini iaşesiz bırakmadı. Şehit ailelerine yardım hiç kesilmedi. Büyük Barzani Peşmergelerine her zaman güvendi. Peşmergeler de Kürdistan halkına kesintisiz güvendiler.
KDP Yönetim Merkezi olarak Gılala, Hacıumran ve Navpırdan’ı gösterdim ama iki merkez daha vardı, biri Çoman Kaymakamlığı, diğeri Hacıumran altındaki derin vadi. Aslında bütün sorunlar bu derin vadide çözülüyordu. Bu derin çukurda 2 önemli çadır kurulmuştu. İdris Barzani ve Mesut Barzani’nin ayrı ayrı çadırlarından biri sivil halka, diğeri Peşmergeye bakıyordu. Barzani Biraderler Otonom Devletin bütün siyasi ve sosyal işlerini bu çadırlarda yürütüyorlardı. Bütün sorunları tek başına çözüyor, misafirleri ağırlıyor, şehit aileleri ile ilgileniyor ve Merkezi Hükümet ile temas kuruyorlardı. Saddam Hüseyin helikopterle gelip bu derin vadide kek İdris Rahmetlinin ve sayın Mesud Barzani’nin çadırlarının yakınlarına konduğunu, en az iki saat bir görüşme yapıp tekrar uçağına binip gittiğini gözümle gördüm. İdris ve Mesud Barzani’nin Özel Kalem Çadırlarından başka çadırlarda vardı ve o vadide günde yüzlerce kişiye etli güveç ve pirinç pilavı yedirilirdi bu çadırlarda. Kıl çadırların (KON) altında misafirlerin önüne büyük leğen ve lengeriler dizilirdi. Yemek zamanı biri çıkıp şöyle bağırırdı ; ”- Werne xwardınê! Werne xwardınê!” yada haydin yemeğe, haydin yemeğe!.
1961’den 1971 yılına dek tam 10 yıl Irak Ordusuna, kimi zaman Irak, Suriye ve Mısır Ordularına karşı savaşan, cehşler ve hainlerle uğraşan KDP, nasıl olurda bir güne bir gün kimseye baskı yapmadan, halktan vergi almadan, milletini sıkmadan, tüccar ve zengin şehirlileri haraca bağlamadan, gayri meşrû kazanç yollarına sapmadan ve bütün dünya önünde başlarını eğmeden, gururları ile şeref ve onurları ile ayakta kaldılar ve hala da ayaktalar. 43 yıldır KDP yüzbinleri, milyonları besliyor, maaşlarını ve iaşelerini veriyor ve Güney Kürdistan halkına moral, güven ve en büyük umut kaynağı olarak, güven veriyordu.
Bu konu 1971’de Hacıumran’da kaldığım günlerde kafamı meşgul eden en büyük soru işareti idi. Her gün Devrim Çadırına yüzlerce Peşmerge aileleri ve muhtaç olan kimseler uğrar ve hiç birisi memnun olmadan dönmezdi. Şefkatin, merhametin, vefanın ve asaletin hakim olduğu bir Ulusal Kurtuluş Hareketi idi bu devrim. Şeyh Ebdusselam ve Büyük Barzani Mela Mustafa’nın samimiyetleri ve iyi niyetleri yanında Kürt halkının asaleti, özgürlüğe olan özlemi ve Barzani’lere olan inançları sayesinde bu Şorış, bu Devrim yaşamaya devam ediyordu.
Kürtler’in, Büyük Barzani den ve IKDP mücadele sürecinden çok ama çok dersler almaları gerekir diye düşünüyorum.
Mela Abdullayê Tımoqi Veya Nereden Nereye :
Bu Hocamıza Xerzanlı veya Tomoqlı Mela Abdılla derlerdi. Bütün medreselilerce saygı ile anılan ve yutsever aydın kesim tarafından tanınan bu muhterem zat TKDP’nin Sason Bölgesi Sorumlusu idi. Bölge Komitesinde (Koma Heremi) idi. Bu komite 3 kişiden ibaretti. Ve kendisi ile birlikte Amcam Ali Epözdemir ile Medeniyê Mala Eliyê Ûnıs bu Bölge Komitesini temsil ediyorlardı. Bu bölge Baykan,Kozluk ve Sason’dan ibaret idi.
Biz 1968’de Diyarbakır’da tutuklu iken Mela Abdıllah bizi ziyarete geldi. Onu görünce hepimiz sevinmiş ve onur duymuştuk. Yaşlı başlı ve iriyarı olan bu dev adam hiç çekinmeden gür ve yüksek bir ses tonu ile bize moral veriyor, espriler yapıyor ve güldürüyordu. Aramızda iki önemli din adamı vardı biri Mela Abdırahman Uçaman, Diğeri de Mela Nezir Aydın idi. Sanıyorum Mela Amadeddin de Seyda ile birlikte gelmişti. Ayrıca bizim genç bir Mollamız da vardı. Buda Medrese ilmini okumuş Mela Mehmet Sıddık Gül idi.
Mela Abdıllah, Said Elçi ile sohpet ederken birden bire ses tonu düştü kendisine bir çeki düzen verdi ve “ben sizden izin istemeye geldim. Hacca gideceğim eğer müsaade ederseniz Pasaportumu alacağım” dedi.
Said Elçi yarı şaka yarı ciddi “Hocam o paraları bize ver cezaevinde yiyelim ve size bol bol dua edelim” dedi. Bu konuşmalar ve gülüşmeler birkaç dakika sürdü ve herkes hocaya takıldı. En sonunda hocaya şu soruyu sordum:
“Seyda, bize dua edecekmisiniz dedim.” Seyda gülerek, “ya ben ne için gidiyorum? Dua etmek için. Hazreti Resulullahın huzurlarında dilek ve şikayetlerimi arzetmek ve Kürtlere yardımcı olmasını sağlamak için gidiyorum” dedi.
Said Elçi “ o zaman sana izin verilmiştir. Yolun açık olsun, bizlerden de Yüce Peygambere selam götür ve bizimde onun yaptığının aynısını yaptığımızı kendisine söyle “dedi.
Yıllar geçti. TKDP eski rolünü ve prestijini kaybetti Mela Abdıllah Filistin çöllerine ve dağlarına uzandı, vadilere indi , bir gün bir video kaseti ile onunla karşılaştım.
Siirt DEP Millet Vekili Zübeyir Aydar’ın Millet Vekili Lojmanında idim, Zübeyir arkadaş bir kaseti video ya taktı. Video Bekaa’da çekilmişti Mela Abdıllah büyük bir topluluğa hitap ediyordu. O mikrofonun arkasında , onun arkasında da Sn.Abdullah Öcalan duruyordu. İkisi de ayakta idiler. Seyda önce gür bir ses ile Barzanileri, Barzani Ailesini ve Mela Mustafa’yı eleştiri topuna tuttu; Onların Kürt olmadıklarını ve tarih boyunca Kürtlük aleyhinde casusluk yaptıklarını,Said Elçi’yi öldürdüklerini, Dr. Şıvan ve arkadaşlarının da zındana attıklarını ve bu bu zındanın bin metre derinliğinde, yer altında olduğunu söylüyordu.... Zübeyir Aydar ile göz göze geldik ve Kürtçe olarak “Seyda zındanê gelek bı bınê erdê wa bır haa!” Yani Hocamız zındanı çok derinleştirdi ve yerin çok derinliğine götürdü deyince Zübeyir Beyde güldü ve “olsun hoca serbesttir” dedi.
Daha önce okuduğum Rusların çok önemli bir eseri olan “Bir devin düşüşü” romanı aklıma geldi... Stalin büyük bir yazarın sonunu getirmişti bu roman da. Seyda dan endişelenmeye başladım ve kısa bir müddet sonra yüce Allahın Rahmetine kavuştuğunu öğrenerek, Welat adlı dergi de sevgili hocam için bir makale yazdım. Welat Dergisi Hocanın mikrofondaki resmini basarak makalemi verdi.
TKDP ve Amed :
“Antalya Anıları dedim ama TKDP ile ilgili daha geniş bir alanda dolaştım. TKDP deyince Diyarbakır’ı, Diyarbakır da Muş Oteli’ni, Said Elçi’nin çalıştığı İşmenler Hanını, Fis Kayasını, Gazi Köşkünü ve 1967 mitinglerini hatırlamadan geçemeyiz. Turistik Otel, Bal Palas, Doğu Palas, Mela Müdür, Şêx Mehmet Emin Çiçek, Mela Beşir, Mela Hakkı, Hacı Zeki, Hacı Süleyman, Mehmed Emin Bozarslan ve Şemsi Ustayı kim unutabilir?
Ben Şeyh Zülküf Bilgin’i, Hacı Veli’yi, Ramanlı Hacı Şükrü’yü, Hacı Abdulhalim Türk’ü, Şevket Binbaşıyı, Fehmi Bilal’i, Kemal Badıllı’yı, Enver Atmanoğlu’nu, Canip Yıldırım’ı, Dr. Tarık Ziya, Tahsin ve Yusuf Ekinci kardeşleri, Mela Xalıdı, Edip Altınakar’ı, Mehmet ve Ahmet Yıldız arkadaşları, Hamit Karakoç, İbrahim Meylani, Halil Bozarslan’ı ve Abdullatif Savaş’ları nasıl unutabilirim.
Partili olsunlar veya olmasınlar Abdulkerim Ceyhan, Mehdi Zana, Mahmut Okutucu, Mehmet Gemici, Mela Mıhemmedê Sêvê ve Mela Aliyê Goyi’leri nasıl unutayım.
Analarımız , Babalarımız ve bizi sessizce izleyen binlerce dostumuz ve bütün Kürtlerin hatırasına bu satırları yazıyorum.
Kürt Kadınları :
Bizleri doğuran, besleyen, büyüten ve neslimizin devamını sağlayan kadınlarımız, annelerimiz, bacılarımız ve kızlarımız. Govendlerimizi şenlendiren , yaşamımızı renklendiren, kavga ve mücadelemize katkı sunan, bize onur ve gurur bahşeden kadınlarımız, eşlerimiz, yoldaşlarımız, arkadaşlarımız, ve eşsiz varlıklarımız.
Esaretin, yoksulluğun, kıtlığın, savaşların ve kavgaların en çok sıkıntısını çeken kalpleri ve yürekleri bizler için çırpınan annelerimiz. Dünyada eşi benzeri olmayan Kürt Kadını. Bütün serhıldanlarda, Botan, Barzan, Baban ve Soran’da, Hasankale’de, Bitlis’te ve Van’da vede şu anda ızdırap çeken, mahkumu, firarı, sürgünü bekleyen onlardır. Deryalarca göz yaşı döktüler. Şehit çocuklarını Lorilerle büyüttüler. Caymadılar, yılmadılar ve düşmana teslim olmadılar. Asaletin ve dürüstlüğün, onur ve namusun simgesidir onlar. Mutki dağlarının Gülnazı, Dersim ve Koçgiri’nin Zarifesi, Sason’un Rıqiyası, Bağdat’ın Leyla Kasım’ı, Dağlarımızın Berivan ve Mızgin’i, Zındanların Leyla Zana’sıdır onlar.
Onlar bizi doğurdu, onlar bizi yoğurdu, biz onların eseriyiz. Piran’a, Dersim’e, Barzan ve Botan’a canlarından çok sevdikleri evlatlarını verdiler, onları anlatmak çok zor. Minnet duygularımı ifade etmek daha da zordur. Ben Kürt kadınlarını böyle anlıyor ve çok yüce varlıklar olduklarına inanıyorum.
Kavganın, savaşın, yoklukların, yoksulluk ve hastalıkların olmadığı; barışın, demokrasinin, özgürlük ve refahın hakim olduğu günlerin iplerini bunun için çekmek istiyorum. Güzel annelerimiz ve güzel bacılarımız için.
TKDP ve Kadınlar :
İtiraf edeyim ki örgütümüzde o zaman tek bir kadın yoktu. Kadınlara karşı olduğumuzdan değildi bu durum. Ama geleneksel bir yapıda olduğumuz için ve hele böylesine ağır bir mücadelede kadınlarımızı korumak istediğimiz için fedakarlık yapıyorduk.
Faik Bucak’ın ölümünden sonra saygıdeğer eşlerine yazılı olarak bir taziyaname gönderdik. “ siz eşinizi , biz de Partimizin Başkanını kaybettik” şeklinde partinin mühür ve kaşesini taşıyan bir mektup ile arz ettik.
Ailemiz ve eşlerimiz bizim çalışmalarımızdan haberdardı. Kürtlük için, Kürt hakları için ve Özgür bir Kürdistan için çalıştığımızı biliyorlardı. Ama parti üyesi değildiler, parti çalışmalarına da katılmıyorlardı.
Saime Hanım Said Elçi’nin eşi idi , aslen İstanbul’lu idi. 21 Mart’ta cezaevine geldi Newroz’umuzu kutladı ve bize yeşil, kırmızı, sarı dantellere sarılı bir kutu çikolata getirdi. Bu gösteriyor ki biz eşlerimizden destek alıyorduk. Güney Kürdistan da Barzani hareketine katılan Margerıt veya Leyla Kasım olayı bizi büyük çapta etkiliyordu.
Sevgili Eşim Medine :
Medine Hanım ile 1952’den beri evliyim. 6 çocuk, dört gelin, ve sekiz torunumuzla 20 kişilik bir aileyiz. Medine Hanım Atmakan Aşireti reisi Hacı Mamed Ağanın kızıdır. 15 yaşında babalarımız tarafından evlendirildik ve gayet uyumlu beraberliğimiz bu güne kadar sürdü ve bundan sonrada devam edecektir.
TKDP ile ilgili ve Antalya Mahkemeleri sürecinde Medine Hanımında tuzu biberi vardır.
Olay şöyledir: TKDP oprasyonunun en büyük sebebi Reşidê Hemo idi. Bizi onunla mahkeme önüne çıkarmak, Suriye Kürtleri ile temasta olduğumuzu ispatlamak ve dış Kürtler ile ilişkilerimizin olduğunu kanıtlamak istiyorlardı. Reşit’in nerede olduğunu, nereye gittiğini, bir ben bir de Ali Güneş biliyorduk. Ali Güneş o nu Tatvan’a götürmek üzere sabah erkenden almış, biz ise gece baskına uğramış ve misafirimizin izi bu sayede kaybolmuştu.
Ben Reşit’in Ankara’ya gittiğini İçişleri Bakanlığı ile görüşüp iltica etmek istediğini söyleyerek MİT’in dikkatlerini Başkente çevirmiştim. MİT Reşidê Hemoyu Ankara da bulamayınca tekrar evime baskın düzenlendi ve Medine Hanımı Emniyet Müdürlüğüne götürdüler. Medine direnmiş “Ben kadınım, sizler ile tek başıma gelemem, Şevket’i çağırın, benim kaynımdır ve evi bitişiktedir. Şevket gelsin beraberimde olsun” demiş. Ve ağalık otoritesini kullanmıştı. Emniyetteki sorgulamadan sonra Şevket Medine’yi aldı, yanıma geldi, açık görüşme yapıyorduk; Tatvan Şehidi, sevgili kardeşim Şevket o sevecen ve soğukkanlı nükteleri ile meseleyi anlattı Medine’den Reşidê Hemo’yu sormuşlar “Medine bizim geleneğimizde misafirleri sadece erkekleri ilgilendirir, misafir Şakir’in misafiri idi, nereye gitti, ne yaptı, veya nerededir bilmiyorum ve beni hiç ilgilendirmez demiş. Medine’ye para teklif etmişler, Medine Hanım tenezzül etmemiş. Şakir’i serbest bırakırız demişler, biraz yumuşamış ve Şevket ile göz göze gelerek bunuda reddetmiş. Tehdit etmişler ve “seni hapse atacağız demişler Medine Hanım buna çok sevinmiş ve olsun beni de hapse atın demiş.Neticeten sorgusu bitmiş ve şu anda yanımda idiler. Medine’ye sordum: Seni hapse atsalar yanıma mı geleceksin sanıyordun? Ya nereye gidecektim? Diye cevapladı. Bende moralini bozmak istemedim. Zaten ertesi gün Amed’den çocukları ile beraber Minar’a taşındılar. Rahmetli babam onları köye aldı.
Cezaevinden tahliye olduktan ve Tatvan’da iş kurduktan sonra kendimize Tatvan’ı mekan kıldık. 1938 – 1958, 20 yıl Mınar da, 1958 – 68 Diyarbakır’da, 1969 – 83 Tatvan’da ve 1983 sonu itibariyle Ankara’ya taşınarak halen buradayız.
Dostları ilə paylaş: |