MİT SORUŞTURMASINDAN BİR KESİT
Gece saat 21:00 sularında Diyarbakır Merkez Postanesi’nin muhabere salonundan alındım. MİT Başkanlığı, vilayetten ofise giderken solda 4-5 katlı ve ağaçlar arasından adeta kendini saklamış bir binada idi. Bu binada MİT’in oturduğunu bilmeyen yoktu. Gözümü bağlamadan, beni en üst kata çıkarttılar. Geniş bir salonda beni bekleyen 3 kişi vardı. Birinin Ankara’dan geldiğini ve bu kimsenin Mahir Kaynak olduğunu tahmin ediyorum.
Bu Ankara’dan gelen kişi yetkili ve etkili bir adamdı. Başta nasihatler, benim konumumla ilgili şişirmeler, çok önemli bir mevkîde olduğum... Kardeşimin Ziya Gökalp Lisesi’nde öğretmen olduğunu, ailenin konumunu ve çocukların okuduğunu anlattılar. Sonra, Türkiye’nin birlik ve beraberliğine bunca ihtiyaç duyulurken ve hele Kıbrıs sorununun bu kritik merhâlede iken nasıl olur da yanlış yaptığımızdan dem vurdular. Sonra da sorular sormaya başladılar: ‘şunu tanıyor musun, bunu biliyor musun?’. Ben, ‘Kürdüm’ diye söze başladım. ‘Kürt milletinin tutsak olduğuna inanan ve bu haksızlığı kabullenmeyen namuslu ve yurtsever kim varsa hepsini tanıyorum’ dedim.
Bundan sonra; Ankara’dan geldiğini, 45 yaşlarında olduğunu düşündüğüm o olgun insanla Kürt Milleti’ni tartışmaya başladım. İlk olarak; “sen şimdi Kürtler’in bir millet olduğunu, ayrı bir halk olduğunu ve milletin tutsak olduğunu söylüyorsun değil mi?”dedi. Ben de “evet” dedim ve o günlerdeki bilgi birikimimle, bu zât’ı muhterem ile “Kürt Sorunu”nu münakaşa ettim.
En çok münakaşamız, “ulus” ve “azınlık” üzerinde yoğunlaştı. Ben Kürtler’in en az Türkler kadar bir millet olduklarını, azınlık olmadıklarını, daha Türkler Anadolu’ya gelmeden binlerce yıl önceden devlet kurduklarını, Cumhuriyet’in nîmetlerinden mahrum bırakıldıklarını çok rahat bir edâ ile anlatıyordum.
Bana en sonunda “Bravo arkadaş! Sen benden daha soğukkanlısın. Bende heyecan var, ama sende zerre kadar heyecan yok” diyerek münakaşayı noktaladı.
Bana göre, sorgulama ve münakaşa safhasında bizleri camdan gören ve ses cihazlarıyla bizi işiten başka birimler de vardı. Çünkü bu 3-4 saatlik münakaşalar biter bitmez kapı açıldı. Kelli-felli bir adam içeri girdi. Yorulan üç kişi çıktı ve bu adam karşıma geçti:
-Nerelisin?
-Baykan’lıyım.
-Hangi köyden?
-Minar’dan.
-Kimin oğlusun?
-Siz Naif Zülfikâr’sınız değil mi? diye cevapladım.
-Beni nereden tanıyorsun?
-Seni tanımak için özel bir çaba göstermiş değilim. Kardeşiniz Nail ile aynı birlikte askerlik yaptık. Siz o zaman Kore’de yedek subay idiniz. Mektuplarınızı ve resimlerinizi defalarca gördüm ve daha sonra senin MİT’te olduğunun haberini, senin yanında asker olan Baykan’ın Müdüs Köyü’nden olan Resul’den öğrendim, dedim. Ve Müdüs’lü Resul’ün de hikayesini anlattım.
Naif Bey ikna oldu. Benim, Hacı Mamed Ağa’nın damadı olduğumu bildiğini ve kirveleri olan Ağa’nın, ailelerinin en değerli dostu olduğunu söyledi. Bana akıl vermeye başladı. Ama diğer odada bu tatlı sohbeti görmüş olacaklar ki hemen zebellah gibi üç kişi içeri daldı ve benim başıma bir torba geçirerek merdivenlerden en alt kata indirdiler. Ayaklarımı bir iple bağladılar. Tam bu sırada merdivenden hızlı bir şekilde inen adam onlara seslendi; bu ses,
Naif Bey’in sesi idi.
-Ne yapıyorsunuz?
-Bize gerçeği söylemiyor.
-Bırakın, ben O’na söyletirim.
-‘Üç Taş’a yemin ettirelim O’nu.
-Sorun bakayım, ‘Üç Taş’a inanıyor mu?
Bu arada ayaklarımı çözüp ayağa kaldırmışlardı. Torba hâlâ kafamda idi. Biri ‘Üç Taş’a inanıp inanmadığımı sordu. Ben de “üç taşa beş taşa değil, ben sadece Allah’a inanıyorum” deyince beni yukarıya çıkardılar. Tek masası olan bir oda idi bu. Galiba Naif Bey’in odası idi. Odaya girer girmez torbayı başımdan çıkarttılar ve beni bırakıp gittiler.
Naif içeri girdi. “Seni dövdüler mi?” diye sordu.
-Yere yatırıp ayaklarımı havaya kaldırdıklarına göre dövmüşler veya dövmemişler ne fark eder, diye cevapladım.
-Bak Şakir, bizim Hacı Mamed Ağa ile bir hukukumuz var; biz kadimden dostuz ve kirveyiz. Senin burada eziyet çekmeni istemiyorum. Yarın Hacı Bey’in babama herhangi bir serzenişte bulunmasını istemiyorum, dedi.
-Bak Naif Bey, ben Baykanlıyım. Baykan’da kimin babasını sorarsanız, “ben babamın oğluyum” diye karşılık verirler. Ben burada işkence görürsem ve parça parça edilirsem Hacı Mamed Ağa’nın haberi olmaz. Acındırarak ve duygusallıkla benden bir laf alacağınızı düşünüyorsanız nâfile vakit kaybedersiniz, dedim.
Naif Bey olumlu bir cevap verdi. Seni işkence ettirmeyeceğim, dedi ve Muş Oteli’ne operasyon yapmaya gideceğini, babama bir mesajımın olup olmadığını sordu. Ben de “babam çocuklarıma sahip çıksın ve onları Diyarbakır’dan köye alsın götürsün” dedim. Cebimdeki, çocuklarıma ait verem dispanseri evraklarını kendisine verdim ve “mutlaka çocukları muayene ettirsinler” ricasında bulundum. Bu tembihimi yerine getirdiğini, babam daha sonra bana anlattı. Babam Naif’e “Şakir’den başka, bizim aileden kimler var?” diye sormuş. “Yalnız O’nu alacağız ama Şevket ve Ali Amca’sı da gözleniyorlar” demiş. Rahmetli Şevket’in evini de aradılar. Ama O’nu almadılar. Belki de Reşidê Hemoyu arıyorlardı burada.
Beni sabahın köründe bir ekip alıp evime getirdi. Kapıyı çaldım, Medine Hanım açtı; “hiç korkma ve endişeye kapılma” diyerek aramayı yapan ekibi içeri aldık. Birkaç kitap alarak ve zabıt tutarak beni alıp geri götürdüler. Medine’de sadece 20 lira para vardı. Bana parayı vermek istedi. Ben O’ndan para almadım. Cebimde hiç param yoktu. Rehber 8, Şiyar 6, Zozan 4, Lokman 1 yaşında idi. Kardeşim Nametullah, ilkokula gidiyordu ve bizde kalıyordu. Şiyar polislere bağırdı, “babamı götürmeyin” dedi. Ben de “hiç merak etmeyin, adalet tecelli edecek, tekrar size kavuşacağım” diyerek çocukları kucakladım. Ekip âmiri “sahiden adâlete inanıyor musun?” diye sordu. “Benim verdiğim mücadele, hukuk mücadelesidir”, dedim. Bir polis “Şakir sen misin?” diye sordu. “Evet” deyince beni tebrik etti. “Bir aydır senin evinin önünde nöbet tutuyorum, ama seni görünce sevindim. Çünkü çok genç yaşta siyasete atılmışsın” dedi.
Ben buradan, doğrudan doğruya bir hücreye alındım. Pis su borularının geçtiği, dışarıya havalandırmasının olmadığı ufacık bir hücre. Cebimdeki her şeyi; sigaramı, çakmak ve kemerimi bile aldılar. Neden aldıklarını sordum. “Güvenliğin için” dediler ve hiç unutmam, MİT’in üst düzey elemanına “bizim programımız, hayat programıdır;ölüm programı değildir” demiştim. Arasıra; Karadeniz’li ve albay rütbesinde olan bu adam beni hücreden alır, bana bir sigara içirir, tekrar hücreye kapatırdı. Tahminime göre Naif Bey’den ötürü idi bu özel muamele. Beş gün sonra bir gece Emniyet Müdürlüğü’nde hepimizi bir araya getirildikten sonra mahkemeye götürüldük.
Aradan yıllar geçti. 1971 Eylül sonudur. Doktor Şıvan ve Said Elçi olayından sonra ben Tatvan’a döndüm. Babam beni görmeye geldi. Bu sırada kayınbiraderim Hacı Hayrettin Ağa bana geçmiş olsuna geldi. Bir-iki gün onları misafir ettim ve Tatvan’dan Bitlis’e kadar onlara refâkat ettim.
Bitlis arasasında Naif Zülfikar ile rastlaştık; Hacı Hayrettin ile kucaklaştı. Babamın elini sıktı ve beni görüp tanıdı: “Vay Şakir Bey! Ben gözüme inanamıyorum. Bu gördüğüm kişi gerçekten sensin” diyerek beni şevkle kucakladı. Bizi aldı, karşıda Nâfiz Âbisi’nin manifatura dükkanına buyur etti, çay söyledi ve gözünü gözümden ayırmadan belki on defa “sen gerçekten şanslısın; seni şu anda karşımda sağ-sâlim gördüğüme inanamıyorum” diyerek sevincini belirtti. Ben de O’na geçmişte beni işkenceden kurtardığından dolayı teşekkür ettim. Ve beni bıraktıktan sonra bir daha yanıma dönmemesinin sebebini sordum.
Nâif Zülfikar’ın o gün bana verdiği cevabı aynen aktarıyorum: “Benim, senden ayrıldıktan sonra nereye gittiğimi merak ediyorsan sana söyleyeyim. Sen beni Ankara’ya o kışta ve kıyamette Reşidê Hemo’nun hayaleti peşine yolladın. O kadar inandırıcı söylüyordun ki; ben, Gavur Dağı’nın eteğindeki Kömürlü’de tam iki gün mahsur kaldım. Yollar kapandı. Ankara’da müthiş bir kış hüküm sürüyordu ve ben Reşidê Hemo’yu arıyordum.
Senin işkence konusuna gelince; bak hemşehrim bunu sen önledin. Onlar anladılar ki seni doğrasalar, senden laf alamayacaklar. Bunun için sana boşuna eziyet çektirmediler. Bu hüner senindir, benim değil” dedi. Ben tekrar O’na teşekkür ettim. Bana büyük bir moral ve güven verdi. Nafiz Abisinin “Şâkir Bey akıllanmış, artık ticaretle meşgul” demesi üzerine Nâif: “Abi, sen ne biçim konuşuyorsun? Yani sana göre, siyaset yapanlar deli mi?” diye Nâfiz’i uyardı. MİT de olsa; hemşehri, hemşehri idi. İnsan olan ve biraz asâleti olandan zarar gelmez, diye düşünüyorum.
Bu kesitte ufak bir anımı daha eklemek istiyorum. Buda, Naif Beyin babası Abdullah Efendiyê Mala Zılfo (Zülfikar) ile ilgilidir.
‘Efendi’ lâkabı, okumuş insan için kullanılıyordu. Eskiden mektep okuyanların hepsine ‘efendi’ denirdi. Abdullah Efendi; hem Bitlis’in ileri gelenlerinden biri idi hem de Zülfikâr Ailesi’nin reisi idi. Ayrıca Naif Zülfikâr’ın da babası idi bu güzel insan.
Ben 1969’da Tatvan’a yerleşip ticarete başlayınca birçok meraklı gibi bu muhterem insan da bir gün yanıma geldi. Kendisini tanıtınca, O’nunla çok ilgilendim; oturttum ve sıcak bir alaka gösterdim. Abdullah Efendi, foterli, kravatlı bir aristokrattı. Bajarî ve eşraftan biri idi. Hoşbeşten sonra şunları söyledi:
-Bizim çocuklar senden çok sözettiler. Merak ettim “Şakir’i ben de göreyim” dedim.
-Evet Amca Bey, işte karşındayım. Beni gördün; söyledikleri kadar mıyım, dedim. Güldü.
-Aklın keser mi? Kürt Hükûmet’i kurulur mu? diye sorunca,
-Evet, dedim. Yine sordu:
-Nasıl? dedi. Ben de: “Bak Abdullah Efendi; Kürtler hükümetlerini, sizin çocuklarınız sayesinde kuracaklar. Nasıl mı? Bak ben en az Cevdet Sunay kadar Türkiye’yi seviyorum. Ama senin çocuklar, beni fişliyor. Ben fişlendikten sonra, hâinlerin hânesine yazılıyorum. Benim gibi ‘hâin’lerin sayısı binleri, hatta milyonları bulacak ve işte bu ‘fişliler’, senin dediğin devleti kuracaklar” deyince, Abdullah Efendi: “Şâkir kardeşim, vallahi ben bin kere söyledim: ‘oğul yapmayın, etmeyin, eylemeyin, böylesi işler bize yakışmaz’ dedim, dinlemediler beni” dedi.
Abdullah Efendi çayını içti ve vedalaşarak ayrıldı.
GERİCİ - İLERİCİ ÖLÇÜLERİ
Biz parti olarak taşrada örgütleniyorduk. Diyarbekir de Piriççizadeleri, Cizrelioğullarını, Cemilpaşazadeleri, Nakipoğullarını veya Hamzaoğulları gibi bajari ve eşrafı KÜRT’lerin kurtuluşu için örgütleyecek değildik ya. Zaten bu eşraf tabakası Kürtlüğü kabul etse ve Kürtlere sahip çıksa Kürtlerin böyle bir sorunları olamazdı. Yine de İskan Azizoğlu'’nu partimize alarak, Silvanlı da olsa bir tane “Oğullardan” alarak bu örgüte katmıştık. Ayrıca Şemsi Usta da bajari sayılırdı. Said Elçi bir centilmen ve bir asilzade gibiydi, Said hiç köylülere benzemiyordu. Ömer Turhan Siirt’te “Mala Ağê”lerden ve birinci sınıf bajari sayılırdı. Derwêşê Sado, Bışarê Çeto’nun torunu olup, bajari olabilecek nitelikte idi. İçlerinde köylü kılıklı olsa olsa ben ve Feqi Hüseyin Sağnıç’tık. Yinede şehirliler bizi beğenmez ve beğenemezdi. Kürtler adına bir parti kurduğumuza göre, köylü olmalıydık. Çünkü şehirlilere göre köylüler Kürttür. Canip Yıldırım Kürtçü de olsa “bizim canip” olarak adlandırılır ve “bizim Canip’in Kürtçülükte ne işi var?..” diye sorgulanırdı. Bajarilere göre hala Canip Abê iyi bir çocuktur ama yaptığı akıl işi değildir.
Köylerde ve taşralarda örgütlendiğimize göre, köylerde Bey, paşa bulamazdık. Bize Ağalar, İmamlar, Feqiler, Öğretmenler, tacir ve şeyhler gelirdi. Özellikle İmamlar ulus meselesinde duyarlı ve bilinçli idiler. Biz de bu fedakar ve cefakar insanları hem partiye alıyor ve hem de onlarla onur duyuyorduk. Bu İmamların hiç birisinin bir güne bir gün gericilik tasladıklarını veya parti çizgisinin gerisinde kaldıklarını görmedik. Zaman zaman aşırıya giden, Şeyhlerin ve dini hurefanın aleyhinde olanları uyarıyor ve “sizin göreviniz, 1400 yıllık yanlışları düzeltmek değildir Sizlerin görevi; Kürtlüğü öne çıkarmak ve Kürt halkını derin uykudan uyandırmaktır “ der ve din aleyhinde olmamalarını önerirdik.
Partimize katılmadan önce Türkiye İşçi Partisine giren imamlar, ilerici, saygıdeğer, aydın, namuslu ve kahraman sayılırlardı. Solcu olunca ilerici, Kürtçü olunca , dinci ve gerici ‘ne tuhaf değil mi?’ Hz. Lenin’e selavat getirmeyenler bu Marksist Papazlara göre ilkel ve gerici oluveriyorlardı.
Oysa TİP’te köylülük içinde örgütleniyor, şehir kesiminde de partiye giren kimseler köy kökenli kimselerdi. Kimi hemşehrilik adına, kimi hatır için Sosyalist oluyordu. İnsan sosyalist olunca bilsin veya bilmesin ilerici, bilgin ve kahraman oluveriyordu. Mazlum bir halkın doğal haklarını savunmak milliyetçilik, ilkellik, gericilik ve ırkçılık sayılıyordu. Sayılıyordu da laf mı. Hala daha sayılıyor. Bir ulusa ulus dediğimiz için bu Marksist ve özellikle Stanilistler tarafından türlü yakıştırmalarla, hakaretlere maruz kalıyorduk. Ne diyelim? Allah bu tip insanları ıslah edemez .
Sağ –Sol üzerine bir test veya tespit:
Şeyh Said Efendi’nin kardeşi Şeyh Abdurrahim’in oğlu Zülküf Bilgin’i 58 ve 68 kuşağı tanır. Şêx Zılkif soyismine göre bir bilgin olmakla beraber, bir beyefendi ve bilinçli bir vatanperver idi. Zülküf rahmetli’nin Kürtlerin okumaları konusunda müthiş bir çabası vardı. Diyarbakır’da 1958/68 döneminde hemen hemen her gün karşılaşıyor ve özellikle Ulu Cami’nin çayhanelerinde sohbetlere dalıyorduk. Rahmetli’nin dostları ve çevresi zengindi, bu yüzden genelde Zaza kesimle irtibatlıydı ve her dostuna, çocuklarının okutulması için tavsiyelerde bulunurdu. Kendiside çocuklarını kız-erkek tefriki yapmadan hepsine üniversite okutturdu. Şu anda Said Elçi’nin gelini olan Dr. Nûşîn, Behram, Rêzan ve Abddırrehim, babalarının bir dostunu dost ve amca olarak algılıyorlar beni. Bu yüzden benimle ailece görüşüyorlar. Şêx Zülküf’ün 7 çocuğunun yedisi de Üniversite mezunudurlar.
Şeyh Zülküf Efendi Diyarbakır DSİ’den emekli olup, çocuklarının Ankara’ya Üniversite tahsili yapmaları için yerleşmişti ve Ankara da 1989 yılında maalesef 67 yaşında vefat etti.
Zülküf Rahmetli’nin taziyesine birkaç arkadaş ile gittiğimizde, meşhur eski Meteoroloji Bakanlarından Şeyh Ali Rıza septioğlu ile Bingöl Milletvekili Said Göker Ağa da taziyede idiler. Her ikisi ile de tanışıyor olmama rağmen Abdurrahim Bilgin (Şêx Zılkif’in büyük oğlu, İnşaat Mühendisidir.) Beni eski Bakana ve Milletvekiline tanıştırdı. Tam o sırada sayın İsmail Beşikçi Hocamız içeri girdi. Hoca Rahmetli’nin çok yakın dostu idi. Şeyh Zülküf’de Hoca’yı çok seviyordu. Biz hocamıza ilgi gösterince yanında oturduğum Ali Rıza Septioğlu bana sordu: “Kimdir bu adam?” Ben de “-Şeyhim, bu İsmail Beşikçi Hocamız dır. Bu insan bir pehlivan,bir kahraman dır.Siz bu güzel insanı tanımıyormusunuz?” Şeyh biraz sıkıştı, ne diyeceğini bilemedi ve “nerelidir?” diye sordu. Bende Çorumlu olduğunu söyleyince “vallahi Çorumlu bir pehlivanın ara sıra Şeyh Selahaddin Efendi’yi ziyaret ettiğini duymuştum , ama onu yeni görüyorum.” dedi.
Abdurrahim yüksek sesle, “Amca Bey” dedi. “Şakir abi’nin ‘Pehlivan’ dediği bildiğiniz güreş pehlivanı değildir. İsmail Hoca ömrünü Kürtlerin demokratik sorununa vakfetmiş, yürekli, yiğit ve samimi bir insandır. Türktür, Çorumludur ama rahmetli babamın yakın dostudur.” Deyince, Rahmetli Septioğlu sustu. Büyük bir gol yemişti. Ben de Said Ağa’ya döndüm, “Said Ağabey, sizde İsmail Hocayı tanımıyormusunuz?” Said Göker, gerçekten centilmen, mert ve zararsız bir Ağa idi. Dürüstçe tanımadığını ve de hiç duymadığını söyleyince, ben de sayın Hocama dönerek “Hocam, bağışlayın ama bu bir testti. Bakınız bu iki zatı muhterem de hem milletvekili ve hem de ömürleri politikada geçmiş siyasetçi ve de Kürt Şeyh ve ağa’larındandırlar. Ve Sayın Hocam, demekki sağda hiç ama hiç tanınmıyorsunuz” dedim. Hoca başını salladı ve o güzel gülücükleriyle beni onayladı.
Kürtlerin yakın tarihini yazan, 1950’li yıllardan sonra Türkiye Kürtlerini dile getiren Kürt Yazar ve araştırmacıların hemen hemen hepsinin tespitlerini okuyorum ve genellikle 1965’te Diyarbakır da kurulan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi hakkındaki tespitlerine bir göz atmak istediğimde, hiç birisinin doğru bir tespitini görememenin üzüntüsünü yaşıyorum. Ve Ali Rıza Amca’yı hatırlayarak “acaba” diyorum? Bu solcu yazarlar da, TKDP’yi sağda gördükleri için, bu örgütü tanımak istemiyorlar mı?
Biz kürdüz, sağımız solumuz belli olmaz, ya şaşı bakarız veya hiç bakmayız. İnat, inattır. Kimseyi tanımak mecburiyetinde değiliz. Nasıl duyduysak öyle yazarız. Belki de sağcılar sağa, solcular da sola bakarlar. Bir de Kürtler de bu sağ/solun arası da yoktur. İnsan milliyetçi olur, Liberal olur, Çevreci olur, programı ve çizgisi olur... El insaf diyorum, Faik Bucak, sağcı bir parti kurarmıydı? Eğer Rahmetli Faik böyle bir karakterde ise, Mehmet Ali Aybar, Behice Boran ve Diyarbakır’daki şüreka ağaları neden aylarca Faik Bey’in peşine düştüler?...
Beylikten – Cahşliğe tenzil Eden Bir Asilzademiz
1971 Haziran’ında Said Elçi’nin kayıp olduğunu Suriye de duyduk. Dervişê Sado ve Mela Yunus kaya ile beraber Suriye’ye geçmiştik. Bu kötü haberi duyunca Durnas arkadaşımızı da çağırarak evvela Mela Yunus’u Zaxo’ya gönderip, Said hakkında bilgi almak istedik. Mela Yunus’un dönüşünden sonra Üçümüz Irak’a geçtik ve Musul’da Derviş arkadaşımız Gılala’ya, bende Mela Yunus ile Dr. Şıvan’ın Meqeri denen Düşiş Kampı’na giderek Dr. Şıvan’ın bu konuda bize yardımcı olması için görüştük. Doktor 15 – 20 günlük bir zaman istedi. Ben de kampa mecburen misafir oldum. (Doktor Şıvan’ın kampına Suriye’in Mezre Köyünden Durnas arkadaşımızla aldığımız karar sonucunda gittim. Biz Derviş ile Musul da ayrılırken daha önce alınmış bir kararı tatbik ettik.) Bu Kampta birkaç ay önce, bir gece yatmış ve ertesi gün Çeko ile beraber Hakkari yoluyla Tatvan’a dönmüştüm. Dr. Şıvan – Said Elçi Dosyasında bu konu da geniş açıklamamı okuyabilirsiniz.
Düşêş’te sağlık ocağı gibi bir mekan inşa edilmişti. Tek katlı, idare ve yatak odaları ayrı ayrı, düz bir tarlada ve hemen köyün çeşmesi başında inşa edilmiş bir baregah idi. Mesken ile birlikte bu mekana yakın bir de sebze ve meyvelerini karşılayacak tarlaları vardı. Düşêş Berwarya Beyliğinin başkenti olması dolayısı ile, Şorış, Beylerin ve cahşliği seçen Muhsin Beyin mallarını kamulaştırmış ve Doktor Şıvan gillere güzel bir bostan tahsis edilmişti.
Verilen bostanın çok güzel ve verimli bir tarlası vardı. Tarla söz konusu olan köy çeşmesinin suyuyla sulanırdı. Bu büyük su kaynağı bir köyün bütün tarlalarını sulayacak kadar bol idi.
Benim orada olduğum Haziran ayında, daha önce Dr. Şıvan’ın arkadaşları tarafından ekilen ve yetiştirilen sebzeler çiçek açmış, dalbudak salmıştı. Biraz stres dağıtmak içinde olsa bu sebzelerle ilgilenmekten zevk duyuyordum.
Bir gün domateslerin içinden yabancı otları topluyordum, baktım tarlanın asıl sahibi olan Muhsin beyin kardeşi Tahsin bey selam vererek yanımda belirdi. Ben selamını aldım, tarlasından tasarruf ettiğimden dolayı mahçup oldum. Ama hiç bir şey belli etmeden, onunla ilgilenip, bir köşede ve ağaçların gölgesinde oturup ona sigara ikramında bulunup sohbete başladık..
Tahsin bey Irak ordusunda Astsubay Başçavuş iken emekli olan bir asker idi. Emekli olduktan sonra köyüne dönmüştü. Abisi Muhsin bey Bağdat’ta Saddam’ın yanında cahşliğini sürdürüyordu. Rahmetli Mela Mıstefa tarafından af çıkarılmış olmasına rağmen galiba bazı büyük Şeyh, Ağa ve Bey’ler bu aftan yararlandırılmamışlardı.. Veya affa rağmen büyük günahkarlar cesaret edip dönmemişlerdi. Belki de yüzleri tutmuyordu. Allah kimseyi cahş etmesin.
İşte o gün ben Tahsin beye; “Tahsin bey, size bir soru soracağım. Acı da olsa gerçeği sormak zorundayım. Zira bu soru kaç zamandır kafamda gidip geliyor ve bu soruya bir cevap arıyorum.
Biliyorsun dört parçada Kürtler tutsaktırlar. Kendi hakları hukukları Türkler, Araplar ve Acemler tarafından çiğnenmiş, Kürtler mazlum ve çaresizdirler ve Büyük Barzani’nin özgürlük hareketi meşru bir harekettir. Burada kafamı kurcalayan, köylü, işçi, fakir ve fukara, kısacası tüm Kürtler bu davanın arkasında iken, siz Kürt beyleri, siz ki Kürtleri asırlarca yönetmiş ve bu yönetimi kaybetmişsiniz. Kürtleri yönetiyordunuz. Kürtlerin kaybettiği kendi yönetimleri, ama siz hem iktidarınızı kaybetmişsiniz ve hemde özgürlüğünüzü başkalarına kaptırmışsınız. Peki bu cahşlik ne kadar tatlıdır ki, siz iktidarınızı, özgürlüğünüzü, halkınızı unutup bu yolu seçiyorsunuz?”
Tahsin Bey uzun boylu, yakışıklı ve gerçekten bir Kürt Prensinin taşıdığı güzel niteliklere sahipti. Çok nazik, kibar, centilmen ve mantıklı idi. Bir sigara yaktı, birkaç nefesle sigara dumanını içine çekip, bana döndü ve “hikaye çok uzundur, vaktiniz varmı?” deyince, vaktimin olduğunu söyledim. Tahsin Beyin söyledikleri özet olarak şöyle idi:
“Mela Mıstefa’nın Irak Devletine karşı başkaldırışı bizim bölgemizde başladı. Ben o zaman izinli olarak yine bu köyde idim. Bizim reisimiz Muhsin Beydir. Muhsin Bey, bu bölgedeki bütün ileri gelenleri topladı. Keşişler, Rahipler, Şeyh, Ağa ve İmamlar, bütün ileri gelenlerle bir toplantı yaptı. Toplantıda uzun münakaşalardan sonra şöyle bir karar ortaya çıktı:
Halkımızın ve kendimizin mal ve can güvenliğini garantiye almak için iki kısma ayrılıp, bir grubumuz Mela Mıstefa’ya, bir grubumuz da devlete katılmalıydık. Ben Mela Mıstefa’ya düştüm. Abim Muhsin Bey devlete. Biz yüz kişi kadar dağa çıktık, Mela Mıstefa’ya katılmak üzere O’nun bulunduğu yere vardık. Birden bire karşımıza Ali Askeri çıktı ve bana hücum ederek casusluk yapmak için benim onlara gittiğimi, benim abimin hükümetin yanında olduğunu söyleyince benim ellerimi bağlayıp pêşmergelerin denetiminde olan bir mağaraya götürdüler. Mağara karanlık olduğu için kaç gün ve kaç saat orada kaldığımı hala bilmiyorum. Bir Pêşmerge geldi beni mağaradan çıkardı ve Mela Mıstefa’nın yanına götürdü. Mela Mıstefa dünyanın en iyi ve en şerefli insanıdır. Mela Mıstefa’nın kendi halkına kötülük yapması mümkün değildir ve hiçbir zaman o büyük lidere karşı kalbimize zerre kadar bir kötülük girmemiştir. O bütün Kürtlerin babasıdır.
Mela Mıstefa bana kırıcı bir laf söylemedi. Bana sigara ikram etti. O’nunla bir sigara içtik.. Benim görevimi sordu. Kendi görevimin başına gitmemin daha hayırlı olabileceğini anlattı ve izin verdikten sonra salimen gitmem için bana iki Pêşmerge verdi. Ben Bağdat’a döndüm. Görevim Levazım Amirliğinde idi.
1966’da Ali Askeri bizzat bir ekibin başında levazım, yiyecek, içecek ve giyim eşyasını almaya geldi. Ve onunla karşılaştık. Ben de çok hiddetle ona hücum ettim. Peki ben casustum, ya sen? diye ona soru yönelttim. Ali Askeri; “ne yapalım, mecbur kaldık.” Deyince, ben ona ağzıma geleni söyledim. Peki Ali askeri’yi kim mecbur etmişti? Aralarında fikir ayrılığı çıktı diye düşman safına mı gitmeliydiler? Bizim seçimimiz başka idi. Bizim kararımız köylerimizin yıkılmaması, çoluk çocuklarımızın telef olmaması için bir tedbir idi. Yanlış da olsa bir taktikti. Sanki biz Kürt değildik. Bizim de şerefli ve haysiyetli yaşamaya ihtiyacımız vardır. İnsan niçin yaşıyor? Şerefi ve haysiyeti için. Hele senin de dediğin gibi, “Osmanlılar bizim yönetimlerimizi yerle bir ettiler, biz iki defa özgürlüğümüzü ve iktidarımızı kaybetmişiz ve biliyoruz ki Kürtlere namus borcumuz vardır.”
Muhsin Beyin kardeşi Tahsin Bey bunları söylemişti.
Bütün Liderlere, Beylere, Şeyhlere, Ağalara ve Politikacılara ders olsun dileklerimle!..
34 – KÜRT ÇAYI
Antalya Cezaevinin havalandırma avlusunun köşesine bir çayhanenin küçücük camekanı açılıyordu. Buradan çay-kahve, meşrubatlar, sigara ve meyve-sebze gibi bazı zaruri ihtiyaçlar karşılanıyordu. Ayrıca avluda bir cami ve bir de hamam vardı. Hamam sürekli açıktı ve sıcak suyu hiç kesilmezdi. Kesecileri de mahkümlar arasından buluyor ve çoğu kez keseleniyorduk. Cami de namazımızı arkadaşımız Kızıltepe’li Mela Nezir Aydın’ın arkasında kıldığımız da oluyordu. Caminin imamı Hafız Kuran idi. Aslen Isparta’lı 25 yaşlarında bir gençti. Kuran ve ezan kıraatı çok güzeldi. Namaz kılıyor, kıldırıyor ama yaptığı budalalığına yanıp, tutuşuyordu.
Hoca Efendi bir adam öldürmüş ve 20 yıl hapse mahküm edilmişti. Öldürdüğü kişi dine, imana küfür ettiğinden katli vaciptir diye vurmuş, ama devletin dini, imanı olmadığı için, hocayı suçlu bulmuş ve tecriden 20 yıl hapse mahküm etmişti. Biz durmadan hocayı kınıyor, dinin de , imanın da sahibi vardır ve yüce Allahtır, senin buna müdahale etmen yakışıksızdı diyor ve hocaya her gün binlerce ah oh çektiriyorduk.
Antalya yöresinde ve Akdeniz bölgesinde Çaylar yarım bardak ama ağır/demli. Biz bu geleneği Cezaevinde yıktık. Dolu olarak istediğimizden, dolu bardaklar “Kürt Çayı” olarak adlandırıldı ve bazen Antalya’lı mahkümlarla birlikte birkaç çay istediğimizde, kaçı Kürt ve kaçı normal diye sipariş veriyorduk.
Cezaevinden tahliye olduğumuzda bir Minübüs kiralayarak yola çıktık. Anamur cıvarında bir kahvehanede çay içmek istedik. Yine çaylar yarım gelince garsona “bize Kürt Çayı getir” dedim. Garson anlamayınca “-Bak bu bardakları dolu getir, biz yarım bardak içmeye alışık değiliz, paranı da ona göre al” dedim. Garson çay tabağını geri götürdü, çaylarımızı dolu dolu getirdi, bazı arkadaşlar birkaç bardak içti. Garsonu çağırdık, hesap istedik, ama garson parayı almadı. Sizler misafirsiniz, patron para almamamı söyledi.” dedi.
Biz de patrona teşekkür edip yola revan olduk.
Tutku ( Dıldari ) :
Dr. Mahmut Osman’ın bana “ burada kalmanızın nedeni senin arkadaşlarındır. Onlar Dr. Şıvan’ın sorunu çözülünceye kadar Şakir Arkadaşımız burada kalsın dedikleri için buradasın” dediklerinden itibaren, tek bir saniye geçirmeden siyasetten koptum. Aynı anda IKDP’nin Polit Büro üyesi, Sekreter Yardımcısı ve Büyük Barzani’ye en yakın olan Dr. Mahmud Osman’a şunları söyledim:
“ – Kek Mahmud, benim asıl ismim Şorış değil Şakir’dir. Size ismimi açıklamamdaki gayem beni tanımanız ve unutmamanız için dir. Ben şu andan itibaren siyaseti bırakıyorum. Nedeni de ‘en çok sevdiğim ve inandığım arkadaşlarımın bana karşı güven yitirmeleri ve güvensizliklerini size aktarmalarındandır. Elli sene sonra da olsa belki sizinle herhangi bir yerde rastlaştık. Benim siyaset yapmadığımı elli sene sonrada göreceksiniz.
Siyaset yapmayan biri olarak ve her hangi bir art niyetim olmayarak şunu ifade edeyim ki bu Parti bu kafa ile ve bu duygusal hareket ile bir adım daha ilerlemiyecektir. Siz elli sene sonra beni gördüğünüzde ve temenni etmediğim bu açıklamalarım doğru çıktığında acaba bu Şakir kardeş uzağı görüyordu diyecekmisiniz? Bilemiyorum. Ama doğru bir tesbit yaptığıma ve doğru bir karar verdiğime inanıyorum.
Yine de çok mutluyum ki benim arkadaşlarımın sözü sizin nezdinizde geçiyor ve artık TKDP ile resmen bir diyalog içine girmiş bulunuyorsunuz. Ben sonsuza kadar burada kalsam artık gam değildir. Zira kuruluşundan beri bu parti sizin ile diyalog kurma çabasına girdi. Ama Said Elçi’nin ve Faik Bucak’ın ölümlerinden sonra bu siyasi ilişki gerçekleşti, ben şahsen mutluyum.”
Dr. Mahmut Osman çok derin bir siyasetçi idi. Ne dediğimi anladı ve hemen şunları söyledi:” Hayır senin söylediğin anlamda TKDP ile bir diyalog içinde değiliz. Burada çok önemli bir olay olmuş Said Elçi gibi önemli bir kişi bölgemizde katledilmiş. Bu insan partinizin Genel Sekreteri dir. Bu olay ile ilgili arkadaşlarımızın ufak bir isteği olmuş ve bizce kabul görmüştür. Sen sonsuza kadar burada kalsan bizim için fazla bir önem taşımaz. Ama sana tavsiyem böylesine bir olaydan dolayı siyaseti bırakmamandır. Siyaset nankördür. Benim başıma senin bu olayın gibi nice olaylar gelmiştir.” dedi.
O gün bu gün dür hiçbir siyasi fraksiyon veya partiye girmedim. TKDP liler ardıma düştüler Tatvan’a bir heyet gönderdiler, Rızgari , Ala Rızgari, DDKD ve Azadi gibi örgütlerin üst düzeylerinden teklifler geldi. Benim sadece sayın Kemal Burkay ile yakınlığım vardı. Ama hiçbir zaman örgüte girmedim. 1980’de 12 Eylül öncesi benimle görüştü, 12 Eylül gelmese ve Kemal bey yurtdışına çıkmasa, bir partili değil ama bir dost bir sempatizan olarak Özgürlükçülerin yanında yer alabilirdim. Ama bağımsız kalmayı bu güne kadar başardım. Mahmud Osman’a söylediklerimin üzerinden 33 yıl geçti. 2004 yılının 1 Şubat’ında Hewlêrin 2. Leq’ınde, bir bayramlaşma esnasında, alçakça bir intihar saldırısı sonucu yaralandım. O acı olayda Şewket Şêxyezdin, Sami Abdurrahman, Sad Abdulla, Mahmud Xalo, Ekrem Mantiq, Mehdi Xweşnav, Newzed Recep Botanî, Diyarbakır’dan Şewket Akalın ile beraber 79 değerli devlet adamları, siyasetçi ve bürokrat gözlerimin önünde şehit edildi.
Dr. Mahmud Osman yaralıları ziyaret ederken sağ olsun bana da geçmiş olsun dedi. Ben elini tuttum. Kendimi tanıştırıp, o gün bu gündür siyaset yapmadığımı ancak şu anda siyasetçilerle beraber yattığımı söyledim. Dr. Mahmud beni hatırladı ve Bağdat’a yolum düşerse O’na uğramamı istedi.
Ara sıra bana “siyasetler üstü” yakıştırmaları yapıldığında mahçub oluyor ve sıkılıyorum. Yorulduğumu ve artık hiçbir şey yapamadığımı söyleyen arkadaşların sitemlerine üzülüyorum. Ama gerçeği söylemem gerekirse benim yaram içimdedir ve o yara hiçbir zaman kabuk bağlamayacaktır. Ben TKDP tutkunuyum. Beni bu konuda yaralayan arkadaşlarım da dahil olmak üzere hiçbir KDP li ile ters düşmedim ve düşemem. Bu hareket içinde yapılan menfi şeylere üzülüyor ve doğru şeylere de seviniyorum. Partide faik Bucak ve Said Elçi’den donra Derviş Akgül ve Hemreş gibi saygıdeğer kişiler yer aldığı gibi pişmanlık yasasından istifade edenler , o yana bu yana kıvranan tipler de maalesef bu parti’nin başına geçtiler. Parti Dr. Şıvan’ın komplosuna ve kendi gençliğinin vefasızlığının hışmına uğradı. Partinin gençliği partiyi Marksizme ve 1970 li yılların sol keşmekeşliğine sürüklediler.Çok önemli önderlik kadrosu oluşturacaklarına kurtuluşu ve büyümeyi başka alanlarda aradılar. Herkesin aslına döneceği ümidi ile, kim bilir belki tekrar KDP’liler bir araya gelir ve bu hareketi laik olduğu noktaya yüceltirler. Bu da benim tutkumdan dolayı bir temennimdir.
Dostları ilə paylaş: |