27 Mayıs’ın Son Görevi
Bu işlerde herkesten daha sınangılı olan İnönü, hemen kulağı delik Damat beye sinyali çekti: Şu yazının altında kim yatıyordu?
Metin Toker açıklıyor:
“İsmet Paşa’nın çok dikkatini çekti. Benden bunun kimin, kaleminden çıktığını öğrenmemi istedi.” “Peyami Safa’nın, dediler. Fakat başka bir söylenti: Türkeş... Havadis’i ele almış bulunan “beg”ler grubuyla, Gökhan Evliyaoğlu ve arkadaşları ile temas kurmuştu... Türkeş’in bu ilgisi, Babıâli’de, bu çevre tarafından açık açık söylenip duruyordu.”265
Ve Finans-Kapitalin gizli servisleri her yanda zincirlerinden boşandırıldı.
Ne imiş o “açık açık söylenti”? Hiç Finans-Kapitalin millet önünde alnı açık hesaplaşma namusu bulunur muydu?
Toy Türkeş, görünürde bir zavallı yemdi. Maksat onun altında örtülü, “gizli” duran çelik olta iğnesini gereken balığın gırtlağına geçirtmekti. Damat, ilk tehlike zili çalar çalmaz, hangi mekanizmaların nasıl işlediklerini güzel güzel anlatıyor:
“Yaz (1960) içinde önce bir iki gün dergiye gelip benimle görüşen, sonra benim ve Nüvit Yetkin’in aracılığı ile İsmet Paşa’yı gören bir Kurmay Subay, Gürsel’le İnönü arasındaki ilk GİZLİ TEMASI teşkil etti. Kurmay Subay’ın Gürsel’den getirdiği haber şuydu: Albay Türkeş sanıldığı kadar kuvvetli değildi. Ve Gürsel kendisini Başbakanlık Müsteşarlığından alacaktı.”
Hapı yutmuştu “Kuvvetli Albay”. Kötü bir soğulcan gibi, oltanın ucunda kullanılmadan atılıverecekti. Görevi, şu kombinezona bir teyel olmaktan ibaretti. Damat’ın matbaasına “Roman tarzı eserler” bastırma bahanesiyle gide gele yol eden:
“Binbaşı Elevli... 27 Mayıs günü Gürsel’i İzmir’den alıp Ankara’ya getiren uçakta bulunanlardan biriydi... İsmet Paşa, Binbaşıyla görüştü. Elevli ona; Gürsel’den naklen, Komite (MBK) içindeki gelişmeleri anlatmış.”266
“6 Ağustos 1960 akşamı saat 21:00 civarında Heybeliada’da İsmet Paşa’nın evinin merdivenlerinde… Gürsel ile İsmet Paşa’nın ikinci defa karşı karşıya gelişleri”267 fotoğraflanır.
Finans-Kapital 27 Mayıs’a iki şey için razıydı:
1- Kişi nedeni: Amerika’nın “artık” istemediği Menderes’ten kurtulmak;
2- Teknik neden: Yıkılacak kadar tersine dönmüş Ordu üst kademe enflasyonunu gidermek...
Eskiyen iskambil kâğıdı kişi 27 Mayıs gecesi değişmişti. Ordu ehramında [piramidinde] dengesizlik yaratan durum da, tam o sıra giderilmişti. Öyleyse, görevi biten 27 Mayıs çekilmeliydi. Gürsel ile İnönü Paşa’nın buluşması o “eşref saat”e rastlıyordu. 27 Mayıs Halkı da, Üniversiteyi de, Orduyu da karşısına almıştı. Finans-Kapital rahatça 27 Mayıs’tan kurtulma ortamını 27 Mayıs’a hazırlatmıştı:
“Cemal Gürsel Heybeliada’da İsmet Paşa’ya geldiğinde MBK meşhur “Ordudaki tensikatı” da yapmış ve kendisini bir desteğe muhtaç hissediyordu.”268
27 Mayıs’ın Başının Bağlanması
İ. İ. Paşa “Tensikat”a karşıydı.
Aralarında ne konuşulabilirdi?
Cumhuriyet Tarihinin iki “Tükenmez” içkisi yürekler acısı bir yüzeylikle ortaya kondu:
1- Din.
2- Kürt.
Her iki konunun temeli: Toprak ve Demokrasi iken, 40 yıldır ne yapılmıştı?
Eşek arısının yuvasına hiç dokunmaksızın, deliği önünde değnek gösterilerine girişilmişti. Din duygularıyla oynamak da, tepede ağalıkla elense etmek de yığınlarda yalnız Din ve Ağalığa dört elle sarılmayı kışkırtırdı. Çünkü hiç yoktan din adamıyla ağa “mazlum” durumuna sokulup, ezilen yoksul halk önünde ezilen Kahramanlar rolüne itiliyordu.
Ne çare ki 27 Mayısçılar, kırk yıldır Devrimcilik deyince bu iki işlemden başkasını öğrenmemişlerdi. O gün de kırk yıllık sınangılı İ. İ. Paşa’dan ders almaya gelmişlerdi:
1- Din Problemi:
Rahmetli Cemal Gürsel:
“Dinde bir reform düşündüklerini, dini irticai teşekküllerin elinden kurtarmak arzusunda olduklarını, bir Din Şurasını içtimaa [toplanmaya] çağıracaklarını söylemiş.”
Bu ütopyaya karşı eski Paşa:
“İbadetin Türkçeleşmesini gözünüz tutuyor mu? diye sormuş.
“Gürsel, tutmadığını bildirmiş. Tepkiden korktuklarını anlatmış. İsmet Paşa: “Yazık” demiş.”269
“Yazık”: o ibadeti Türkçeleştirmek, 27 Mayıs’ı daha kestirmeden temizleme yolunu açabilirdi.
2- Kürt Problemi:
Antika sömürü sistemi genellikle tüm Türkiye’de nasıl “Din” meselesi ile karıştırılıyorsa, tıpkı öyle özellikle Doğuda “Kürtçülük” meselesi ile maskeleniyordu. Ne var ki, bizim “General” olduktan sonra, kanunla yasak edilmiş bulunan “Paşa” titriyle çağrılmaktan hoşlanan ve doğrusu da bu olan Paşalarımız, yerli-yabancı (Antika+Ultramodern) sömürüyü değil, ona giydirilen kaftanı önemsiyorlardı. O alışkanlıkla, Cemal Gürsel:
“Kendisini tedirgin eden... Doğudaki Kürtçülük hareketine geçmiş. Bunun Ağalar tarafından geliştirildiğini söylemiş ve ağalara karşı tedbir düşündüklerini açıklamış.”270
Ne tedbiri?
Doğudaki Toprak ilişkilerinin kılına dokunmaksızın, İ. İ. Paşa’nın vaktiyle yaptığı gibi, birkaç ağayı Batı’ya sürgün edip “modernleştirmek”... “Sivas’a 15 yıl sürgün”... Eski Paşa yenisine içinden kim bilir nasıl gülerek:
“Bunun çıkar yol olmadığını, vaktiyle denendiğini. Halk’ın Ağa’sına o zaman daha fazla bağlandığını söylemiş. Kürtçülük cereyanına karşı en iyi mücadele usulünün Kürt asıllı kimseler arasındaki LİDERLERİN Türklüğe ısındırılması, Memleket ve Millet hizmetinde onlara rol verilmesi, Topluma kazandırılması olduğu fikrini savunmuş, öteki yoldan kaçınılması tavsiyesinde bulunmuş.”271
İ. İ. Paşa, bunu söylerken, besbelli Gürsel Paşa’yı göz önünde tutuyordu. Ordu’da ona da “Ağa”, yahut “Kürt” denmemiş miydi?
27 Mayıs Kaptanı gemisini burada karaya oturturken: “Deniz burada biter” demişti. “İzzet ü ikram ile Bab-ı Hükümetten” çekilmenin adına “Seçim” deniyordu. İ. İ. Paşa açıkça, boyunlar kırılmadan, “Seçim tarihini” soruyordu.
“Gürsel, bunların ancak I961 Ekiminde yapılabileceğini kesinlikle ifade etmiş.”
İ. İ. Paşa: “Bu tarihi kesinlikle derhal ilan ediniz” demiş.
“Cemal Gürsel bunu yaptı.”272
İhtilale Baş Nasıl Seçildi?
27 Mayıs’ın Başı neden o kadar kolay ve çabuk bağlandı?
Devrimcilerin parçalılığından.
Niçin o denli “Birlik” etiketi altında “Bölümlülük” ve çatışkanlık patladı?
Elbet bunun temeli, Devrimcilerin “sosyal yapı”larına dayanıyordu. Modern toplumda, modern bir devrim, ancak modern üretimde dolaysızca ilişkili modern sınıflara dayanırsa Ömürlü İktidar’dan söz edilebilirdi. Küçükburjuvazi Antika Toplum armağanı bir tabaka, kat kat tabaklaşmış bir yığındı.
27 Mayıs devrimcileri o tabakalardan biriydiler. Kendi başlarına iktidarda sonuna dek kalamazlardı. İçyapıları gibi, toplum ilişki-çelişkileri buna elvermezdi. İktidarı iki rahmetten birinin temeline oturtmak zorundaydılar. Modern iki sosyal özgüç vardı:
1- Finans-Kapital (En kodaman Sermayeci+Ağa ortaklığı),
2- İşçi Sınıfı...
Bu tartışılmaz gerçeklik açısından, 27 Mayıs bölünüş ve çözülüşleri, daha kuruluşundan belliydi. Vurucu Güç’ün Öncü Örgüt tekniğine en kritik anda bakmak yeter. Durumu en açık ve edebi kesinliği ile özetleyen Sayın General Cemal Madanoğlu’ndan örnek almaktan daha öğretici hiçbir şey olamaz.
İhtilale seçilen Lider için iki versiyon var. Biri Sayın Koçaş’ınkidir:
Batıda NATO manevraları oluyor. Oto içinde B. Koçaş Gürsel Paşa’yla yalnız kalınca, meseleyi çıtlatıyor. Gürsel’in ilk sorusu şu oluyor:
“- Kuvvetli misiniz?”
Tam o sıra, Devrimci genç subaylar, baskın ve panik geçirmektedirler.
Ama “kuvvet” nerede?
Kara Kuvvetleri Komutanı C. Gürsel’de.
O katıldı mı, daha başka “Kuvvet” aranır mı?
Anlaşılan bunu bilen B. Koçaş, sözü bastırıyor:
“- Demir gibiyiz, Paşa’m!”
Ve Cemal Gürsel 27 Mayıs İhtilali’ne baş oluyor.
Sayın Madanoğlu Paşa’nın anlattığı daha da kısa ve ilginç oluyor. Diyor ki:
“Biz buna (ihtilale – H. Kıvılcımlı) karar verdiğimiz zaman, fazla kalabalık değil, 4-5 kişi idik. Kararımızı Gürsel Paşa’ya açalım dedik. Yanına gidip meseleyi açtığımızda:
“- Tamam! dedi, kabul ederim. Tek şartla. İhtilali yaptığımız tarihten itibaren, üç ay zarfında seçime gidilecek. Kabul mü?”
“Derhal kabul ettik ve ilk kararımız bu oldu.”273
Demek askerler de, sosyal temele oturtulmamış bir Devrimin yaşayacağına inanmıyorlar ve demokrattırlar. Yalnız, Finans-Kapitalden göbekbağı kopunca, Türkiye oylarının Tefeci-Bezirgân Hacıağa ağlarından kurtulabileceğini, “Hür” olacağını umuyorlar.
“Aradan zaman geçti. Biz, Gürsel Paşa’nın da iştiraki ile lazım gelen planları hazırlıyorduk. Bir gün Gürsel bizi çağırdı:
“- Beni buradan alıyorlar, dedi. Fakat gitmek istemiyorum. Ne yapacaksak hemen yapalım. Sonra fırsat kalmayacak.
“Düşündük. Hemen yapamazdık. Zira çok kan dökülmesi ihtimali vardı. Planlarımız, ince teferruatına kadar hazırlanmıştı. Bu itibarla:
“- Paşa’m, dedik. Siz hiç endişe etmeyin ve gidin. Biz planın geri kısmını, gene sizinle irtibatı devam ettirerek tamamlarız. Harekete geçtiğimiz gün gelirsiniz.”
“Paşa bunu makul karşıladı. Katiyen kan dökülmesini istemiyordu. Çaresiz, ayrılıp İzmir’e gitti.”274
İhtilalin Başı böyle oldu.
“Yar Bana Bir Eğlence
“Çabuk Bize bir Anayasa!”
İhtilalin “iktidar” problemi daha az ilginç olmadı.
“Planlarımıza orada (Askeri Şura’da – H. Kıvılcımlı) devam ederken vakit nasıl geçiyordu? Anlayamıyorduk. Bir de baktık ki akşam olmuş. Yani 26 Mayıs akşamı.”
Komando başları, kimi: “Önce benim emrimi verin” der, kimi: “Dört tank ister”. “Bu arada, radyoda okunacak mesajlar da hazırlanmaktaydı.”
“Mesela tebliğin birinde:
“- İKTİDAR devralınmıştır.
“Sözü geçiyor, hemen atılıyorum:
“- Yok yahu... Öyle değil, İDAREYİ devralmıştır... deyin, şeklinde müdahale ediyorum.”
İhtilal yapılıyor. “Köşe başları” tutulmuş. “İKTİDAR” mı değişiyor, “İDARE” mi?
“İktidar” ağır bulunuyor. “İDARE” daha yeğnik geliyor. Ve bu yeğniklik nasıl bir “idare” kurulacağı problem olunca, biraz daha eterleşiyor. C. Madanoğlu Paşa anlatıyor:
“O tarihten (İhtilal gecesinden H. Kıvılcımlı) 15-20 gün kadar evvel Bahçelievler’de bir ahbabın evinde yemeğe davetliyim. Yemekte yaşlı bir misafirleri daha vardı. Profesörmüş. Biliniyor ki, hemen her gün iktidarın suistimallerinden bahsedilirdi. Gene o mevzu açılmıştı. Üst katta oturan bir komşuları da aşağı indi. Genç bir adamdı:
“- Birader, dedi. 4 milyon lira falanca çalmış. Ne olacak bunun sonu? Benim burama gelmişti:
“Ne bağırıyorsun be adam! diye çıkıştım. Ne olacaksa olacak elbet...
“İşte o gece, o evden çıkarken şoförüme:
“- Bana bak, dedim. Şu boz ev var ya, burayı iyi belle.”
“Komandolar ve Halk Harbokulunu vurguncuyla doldurmuşlar. “Ortalık ana baba günü.” “Radyoda tebliğler yayınlanmaya baslamıştı. Birden aklıma geldi. Şoförü çağırttım.
“- Hani, dedim. Sana Bahçelievler’de bir ev göstermiştim. Boz bir ev. Hatırladın mı? Git o evdeki ihtiyar adamla, üst katta oturan genci al, bana getir.
“Ben, işe dalmıştım. Bir ara odada bir iki sivil vardı. Onlara işaret ederek:
“- Ne bekliyor bunlar? dedim. Alın götürün Harbiye’ye...
“Meğer çağırttığım ihtiyar profesörle, üst katta oturan adammış. Derhal farkettim. Profesöre hitaben:
“- Rica ederim, baba, birkaç profesör adı yazın, dedim.
“Bir liste yaptı. Meğer hepsi İstanbul’danmış. Neyse bunları çağırttım. Uçakla getirilmelerini söyledim. Niyetimiz, birkaç profesörün yanına Askeri Temyiz azalarını, Danıştay azalarını katıp Meclise sokmak. Güvendiğimiz adamları Meclisin kapısına dikip, gelen mebuslardan temiz olanları içeri almak, olmayanlara:
“- Senin adın şu hadiseye karışmış...
“- Sen falan meseleye rey vermişsin... diyerek, onları sokmamak, içerdekilerin üzerine kapıyı kapatıp:
“Çabuk bize bir Anayasa yapın, derhal seçimlere gideceğiz... demekti.”
Seyfiye (Kılıççıllar: Silahlı Kuvvetler) ihtilalde “İlmiye” (Bilimciller) ile böyle buluştular. “İdare” denilen “İktidar”ın prensipleri o denli tesadüfe ve aceleye geldi.
MBK-Kabine-İyi Saatte Olsunlar
İlk İhtilal Meclisi’nin kuruluşu büsbütün iğreti görünüyor. Eğer “İlmiyye” hocaları bizim Kılıççıllara: “Siz mebusları serbest bırakırsanız, kendiniz de gayrı meşru olursunuz” demeseler İhtilalciler Menderes Hükümeti’ni devirmekle yetinip, eski Meclis’le Anayasa ve Kanun çıkaracaklardı. “Fazla düşünmeye vaktimiz yoktu.”275
Profesörlere: “Siz, hukuken ne yapılması gerekiyorsa yapın.” diyorlar.
“Biraz sonra, iki genç subay geldi. Kurmay Subaylar. Muzaffer ile Numan imişler. Ben “Çifte Kerametler” derim onlara... Selam verdiler:
“- Biz de hukuk tahsil ettik. Müsaade ederseniz onlarla birlikte çalışalım Paşa’m...
“Dediler. Ben de:
“- Hayhay, daha iyi olur...
“Dedim. Bunlar da bu şekilde aramıza girdiler. Esasen, önüne gelen giriyordu. İsteyen içeride kalıyor, isteyen çıkıyordu. O arada, başkaları da kapı aralığından sızsa, onlar da girip bizimle çalışabileceklerdi. Neticede, içerde bitişik odada çalışan İLİM heyeti, bir Komite kurmuşlar ve karar vermiş, biraz da, bizim Çifte Kerametlerin gayretiyle adedi arttırılmış, fakat asıl alınması gerekenler değil, rastgele ve bu arada, Çifte Kerametler de dâhil, bir Komite üyeleri listesi yapılmış. Bu Komite’nin fazla bir iş görmeyeceğini düşünerek, üzerinde durmadık. Peki, teşkil etsinler de, kimden isterlerse etsinler, şeklinde düşündük. Zira bu Komite’nin geniş bir selahiyeti [yetkisi], o zaman mevzubahis [sözkonusu] değildi.
“Eğer, Komite’nin, geniş selahiyetler alacağını düşünseydik, bize o gece elinde harita ile yol gösteren, sokakların nasıl tutulacaklarını, kaç tankın kâfi geleceğini söyleyen ve planı muvaffakiyetle tatbik eden Albayları, Yarbayları, diğer subayları alırdık. Asıl hizmeti onlar gördü.”276
“Komite resmen faaliyete geçmişti... Komite’yi teşkil edenlerin ilan edilmesi lazımmış. Mademki öyleydi:
“- Peki, ilan edin.
“Dedik. Tutup ilan ettiler. 38 kişi olarak, yani o anda orada bulunan subaylar olarak ilan edildi.”
“Kanunlar çıkarılmaya başlanmıştı. Şu halde Komite’yi teşkil edenler, Teşrii vazife [Yasama görevi] görmektedir. Açık bir oturumda yemin etmeleri gerekir.
“- Öyle olsun, dedik. Artık icab ne ise yapalım.”
Görüyoruz. Sanki gizli bir el her şeyi belirli yönde, tesadüfmüşçe kaydırıyordu. Hükümet de aynı elin işi oldu:
“İçerdeki Komite, bir Kabine kurulmasını kararlaştırmış, kimlerin kabineye alınacağını aşağı yukarı tespit etmişti. Haber verdiler. Gürsel Paşa ile görüşüp halletmelerini söyledik. Tayinler yapıldı. Alpaslan Türkeş’i de Başbakanlık Müsteşarlığına tayin etmişler. Doğrusunu isterseniz, ben o zaman Müsteşarlığı mühimsemedim. Bir nevi memuriyettir, dedim. Ama sonraları baktım ki, bu memuriyet değilmiş, bayağı Başbakanlık gibi bir şeymiş.
“Bununla beraber üzerinde fazla durmadık.”277
Asker Siyasetle Uğraşmaz
Burada, ezeli, “Askerin Siyasetle Uğraşmaması” denilen “cilve” ve “alınyazısı” ile Sınıflı Toplumun en önemli altüstlüğü yapılıyor. İktidar gibi hayati konuda Devrimciler en saf çocuksu gönül cömertliği içinde, herkese güveniyorlar, ne denirse yapıyorlar. Hele öneri “İlmiyye”den geliyorsa, en ufak tartışma düşünülmüyor. Meclise “isteyen” giriyor. Hükümet, “aşağı yukarı tespit” ediliyor.
“Bunları hep ilim adamları ileri sürüyordu.”
Askerler, eski alışkanlıklarıyla, iyi dilekli saydıkları her “otorite”ye kuzu kuzu itaat ediyorlar.
Aslında, “ilim adamı” dedikleri kimler?
En az kendileri (askerler) kadar politikadan yasak edilmiş kapıkulları. Osmanlı İmparatorluğu’nda, “İlmiye” denilen Bilgin Hocalarla, Seyfiye (Kılıççıl)lar arasında gerçekten büyük ayırt olabilirdi. Asker, baltacılıktan Paşalığa, Sadrazamlığa çıkabilirdi. O onun bilgi eksiğini İlmiye hakkıyla bütünleyebilirdi. O gelenek güdülüyor.
Bugün ise, bir Kurmay Subay, pek çok profesörden çok daha gerçekçi bir politika kültürü edinebilir. Devrim yapmaya dek ilerlemiş askerler, profesörünkinden çok daha bol olan aylak saatlerinde biraz kendilerini bilime vermişlerse, Devrim Stratejisinde ve Taktiğinde fazla bilgin olmasa da, yapılanları ana çizgilerinde denetleyebilirler. Mustafa Kemal bunun en parlak örneğidir. Ama gene de Tarihçil Gelenek ve Görenekler, Kılıççıllarımızı Bilimciller önüne tam teslimiyet iyi dileğine büründürüveriyor. En ufak kuşku, içlerine doğmuyor.
Bu iyi dileğe, çabuk ve kolay gelen başarının iyimserliği de katılınca, işi yapanların, öyle gelişigüzel kurulmuş bir Komite’den çekinecek şeyleri kalmamış gibi gelebilir. “Hava” bu. Şeylerin kendiliğinden akışı ile iş sarpa sarınca ne olacaktı?
“Komite’den fazla iş beklemediğimiz için -ki nasılsa derhal seçimlere gidecektik- Komite’yi kimlerin teşkil ettiği üzerinde durmamıştık. Fakat Komite müzakereleri arttıkça durum değişmeye başladı. Hemen her gün, Komite’ye yeni bir yetki tanınıyordu. Öyle hale geldi ki, Komite tam manası ile bir Kurucu Meclis havasına girdi.”278
Ve “İktidar” gibi sınıflı toplum politikasının en önemli Şahdamarı, şakacıktanmışça, kimse farkına varmadan, bütün ağlarını yurt içine ve yurt dışına germiş Finans-Kapital şebekesinin pençesine düştü.
Türkiye’de, askerden başka siyaset altüstlüğü sağlayan hiç kimse bulunmadığı halde, gene de, evelallah, askerin siyasetle “asla ve kat’a iştigal etmemesi” prensibi bundan daha güzel bir ucube yumurtlayabilir miydi?
Devletçilik Yükü ve Halkın Kırılışı
27 Mayıs, “Memleketi” öyle bir iflas durumunda teslim almıştı. Şimdi ne yapacaktı?
İhtilale katılan subaylardan Talat Turhan mektubunda yazıyor:
“27 Mayıs, umutsuz insanlara umut, zulmette bulunanlara ışık, idealistlere şevk ve heyecan getirmişti.”279
Konu: Türk milleti için taşınmaz bir yük haline gelen Finans-Kapital sömürüsüyle Devletçiliğimizin baskısıydı. Finans-Kapital: Devletçiliği suçlamakla kendisini haklı çıkarmaya ve hoşnutsuzluğu Devletçiler aleyhine çevirmeye çalışmıştı. Memleketi saran Tefeci-Hacıağa ağları sayesinde başarı da kazanmıştı: DP’nin üstüste aldığı oylar bunu gösteriyordu. Finans-Kapital ile Devletçiliğimiz, bir ipte iki cambaza dönmüştüler.
Devletçiliğimiz, Menderes’in Emperyalist ağalarını gocundurması gibi şartlardan yararlanarak, bir anda DP iktidarını devirdi. Ama Tasarruf Bonoları280 vb. davranışlarıyla, sermayedarlara verilecek kredileri halktan Devlet zoruyla koparttı. Bununla ispat etti ki, Finans-Kapital sömürüsünü sınırlandırmak şöyle dursun, katmerlendirmek yolunu tutmuştu.
Kendi Devletçi baskısı da azalmadı. Maaş-Ücret ve Kadro sayıları 1957 yılı 351.293 iken, 1960 yılı 401.179’du: DP çağının son 3 yılında Devletçiliğimizin yükü 50.114 kişi (yüzde 12) artmıştı. DP’yi deviren 27 Mayıs çağındaki 3 yıl sonunda 1963 yılı Devlet hazinesinden geçinenlerin sayısı 478.715’e çıktı. (Bunun içinde asker kadroları yoktu): “Devletlû”lar 77.596 kişi çoğalmışlardı. Devlet parası ile geçinenler Finans-Kapital (DP) devrinde her yıl % 4, Devletçiliğimiz (27 Mayıs) devrinde her yıl % 5,3 oranında artıyordu. 3 yılda yalnız sivil memur yükünü 27 Mayıs % 16’dan fazla arttırmıştı.
Halk 27 Mayıs’ı niçin bir kurtarıcı gibi karşılamıştı?
Bu değişiklik sonunda, Sömürü (Finans-Kapital) ve Baskı (Devletçiliğimiz) yüklerinin hafifleyeceğini umduğu için. Halk, üç yıl sonra açıklanacak istatistik rakamlarını bilmez. Ama sırtındaki yükün eskisinden beter ağırlaştığını duyar. Artık dünyanın en güzel ve kandırıcı sözleri, onun derisi, kemiğiyle duyduklarını yalanlayamaz. Halkımızın bin yıllarca denemeleri de ona şu acı gerçeği öğretmiştir: “Gelen gideni aratır.” 27 Mayıs’la gelen, yukarıki çıplak rakamların belirttiği şey, her gün artan hayat pahalılığıydı. Hele birdenbire, Finans-Kapital sabotajı yüzünden kriz biçiminde bastırmış olan işsizlik, çalışan yığınları aç bırakmıştı. Siz istediğiniz kadar, ekonomimizi baltalayanlar Finans-Kapitalistlerdir, deyin. Patlak veren işsizlik karşısında, Kapitali yağlamak için vergileri arttıran iseniz, halk gideni arayacaktır. Nitekim öyle oldu. Menderes’in tekerlenişinde işkilli bir bayram eden halk, işsizlik başlayınca, Menderes’i Eyüp Camii’nden her gece Ak Ata (Demir Kır Ata: AP kurulmadan önce, AP sembolüne) bindirip dolaştırdı.
Artık, halk oyları çoğunluğunun AP’ye akışı, Finans-Kapitalin sihirbaz kutusundan ejderha çıkar gibi, “sandıktan çıkışı” ve her şey gibi 27 Mayıs’la birlikte Devletçiliğimizi de zafer arabasına AP sembolü Beygir olarak takışı önlenebilir miydi?
Büyük Memur-Küçük Memur
27 Mayısçılar, Türkiye’ye egemen olan iki zümreden DEVLETÇİLİĞİMİZ zümresi yiğitleriydi. Devletçiliğimiz kişilerinden tepede olanlar, Finans-Kapitalle kaynaşmış sayılabilirler. Bu yüksek gelirli kadro 1957 yılı 929 kişiyken, 1960 yılı 1222 kişi oldular: 3 yıllık Finans-Kapital egemenliği altında yüksek memur artışı 293 kişidir. DP’nin Finans-Kapital egemenliği altında 3 yıl geçerken Devlet kapıkullarının toptan sayıları % 12 artmış, bunlar içinde yüksek kapıkullarının sayısı % 31,6 (neredeyse 3 kata yakın) artış göstermiştir. Her yıl enflasyon yüzünden maaşların üçte bire yakın gerçek değerlerinden düştükleri düşünülürse, yüksek maaşlı memur artışı DP çağı için “normal” sayılabilir.
Devletçiliğimizin keskin egemenliği günleri olan 27 Mayıs çağının 3 yılında ne olmuştur?
1, 2, 3 (150 ila 100 lira asli maaşlı) ilk üç barem derecesine giren yüksek memur sayısı 2163 kişi olmuştur. Sayıca DP dönemindeki artışın 3 katından fazla bir artış! 27 Mayıs’la birlikte enflasyonun durdurulduğu iddia edildiğine göre, Devletçiliğimiz sanki bir yüksek memur furyası yapmıştır. Mutlak ve askerler dışı toptan memur sayısı üç 27 Mayıs yılında % 16 oranında arttığı halde, yüksek memur sayısı % 77 oranında çoğalmıştır.
Finans-Kapital egemenliği (DP) sırası, memurlar toplamı içinde yüksek kapıkullarının sayısı 3 kata yakın hızla artmışken, Devletçiliğimizin egemen olduğu 27 Mayıs sıraları yüksek memur sayısı 5 kata yakın artmıştır. DP çağında enflasyon gibi bir özür öne sürülebilirdi; yüksek memur oranının gerçek olmaktan ziyade, para kıymetinin düşmesinden ileri geldiği söylenebilirdi. 27 Mayıs için öyle bir mazeret öne sürülemedi. O zaman Finans-Kapital (DP ve AP ağzıyla): Siz para enflasyonunu durdurduğunuzu söylüyorsunuz, ama memur enflasyonunu 3 kat, yüksek memur enflasyonunu 5 kat fazla arttırdınız, diyebilir. Ve bu suçlama halk önünde yapılırsa, oylar bir yol daha gericilerin kasalarına akar.
Silahlı Kuvvetlerin Sosyal Yapısı
Devletçiliğimizin kapıkulu zümresi (maaşlı, ücretli memur, müstahdemleri) Genel Bütçede 14 barem derecesiyle maaşlı, 16 derecede ücretlidirler. Maaşlıların ilk 3 derecesi (150-125-100) lira asli maaşlarıyla, en yüksek “Devletlûlar” olarak kolayca Finans-Kapital zümrelerine kaynaşabilirler. Onlara Burjuva-Devletlûları diyebiliriz. 4’üncü barem derecesinden aşağıdaki kapıkulları, bütün bitmez tükenmez (ve Personel Kanunuyla daha da içinden çıkılmaz piramit dehlizlerine çevrilmiş) basamaklarına rağmen, hepsi de toptan, KÜÇUKBURJUVA adıyla Batı bilim diline girmiş olan geniş, alacalı tabakaların bir koludurlar. Büyük Burjuva-Devletlûları, maaşlı kapıkulları içinde 1960 yılı binde 7’ydiler. 27 Mayıs’ta biraz çoğaltılarak yüzde 1’e çıkarıldılar. Bu oran tıpkı, Türk milleti içinde burjuvaların sayıca oranını andırır.
Demek, Devletçiliğimizin temel zümreleri, kapıkullarımızın % 99’unu tutan Küçükburjuva durumlu ve çıkarlı kişilerdir. 27 Mayıs’ta, Finans-Kapitali bir vuruşta sırtüstü düşüren ihtilalciler da bu devletlû Küçükburjuvalardır. İstanbul bir binbaşının, Ankara bir yüzbaşının vurucu gücüyle düştü.
MBK içinde bir çeşit Generaller “Taklib-i Hükümeti [Hükümet Değişikliği]” yapılıncaya değin, hatta yapıldıktan iki yıl sonralara dek Albay Cuntaları, Finans-Kapitale akla karayı seçtirtti. İntihar durumu gelişinceye değin Albay Cuntalarıyla Paşalar arasındaki “harb-i dâhili [iç savaş]”, Küçükburjuvaziyle Büyük Burjuvazi arasında geçen tipik davranış ve düşünce ilişkileri çerçevesinde yürüdü.
Silahlı Kuvvetlerin bu sosyal yapısı göz önünde tutulmadıkça, 27 Mayıs’ın ne kendisini, ne sonrasını anlamaya yol bulunamaz.
Dostları ilə paylaş: |