Serhat DURAN
SABAHYILDIZI
" Allah, Allaaaah !" diye gürlemişti Yeniçeri ağası ve merdivenlisinden silahlısına yüzlerce Çeri, Frenk Kalâ 'sına hücuma kalkmıştı. Uç beyliğinin de en ucunda Garp 'ın kalbine giden son nifak yuvasıydı, Eflak.
" Allah, allah !" nidaları gâvur kadar sert duvarlardan yankılanarak sekiyor; kafasına kızgın yağ dökülenlerin çığlıklarına karışıyordu. Fakat koca devlet-i Ali'nin ordusu içinde hiçbir ses Sıvatalı Mehmet Efendi' nin telaşlı mırıltısı kadar harap edemezdi, Yeniçeri Ağasını.
"Settar Ağa Hazretleri, Sadrazam Efendi’miz sizleri çağırıyor!" demişti; ardından da Settar Ağa’ nın ölü balıkgözleri donuk bir ışıkla dolmuştu.
Settar, çok uzaklarda sancağı dalgalanan büyük çadıra doğru dönmüş, sarı bıyığını şüpheyle burmuştu.
Top sesleri ve binlerce adamın uğultusu arkalarında kaldığında Çadır-ı hümayun' a giriş yapmışlardı. Karşılarındaki Divan'a kurulmuş olan Sadrazam Efendi, sorguçlu sarığının içlerine kadar uzanan kaşlarını şöyle bir çatmış; ikiye bölecekmiş gibi baktığı haberciyi el hareketiyle def etmişti.
" De bakalım, Bektaş; Eflak ne vakit düşer ?"
" Allah’ın da izniyle Ramazan' ı orada ederiz, haşmetlim"
" Sen aklını mı yitirdin, Çeribaşı ?" Sadrazamın gözleri yuvalarından fırlamış; sorgucu sarığından uğramıştı. “Üç aylar önümüzdeki hafta başlayacak, kalmaya mı geldik buraya ?"
Ağa, ne diyeceğini şaşırmıştı. Sayısız sefere katılmış olan Sadrazam'ın tepkisine anlam verememişti. Devletli, sabah ezanıyla şehre gireceklerini düşünüyor olamazdı herhalde.
" Estağfurullah Haşmetlimiz, yalnız Eflak korunaklı mesken, tepelik yer, Voyvoda'nın emrindeki on bin adamından bahsetmiyorum bile"
" Demek beceremem diyorsun öyle mi? Emrinde o kadar asker ve imkan varken bana verebildiğin tarih en az dört ay sonrası. Bu mudur demek istediğin?"
" Bundan iyisini kimsenin yapamayacağını söylüyorum sadece"
" Peki, ben sana bu melunun kalesini bir bilemedin iki günde alabileceğimi söylesem? O zaman yanıtın ne olurdu ?" Sadrazam'ın öfkesi yerini küçümseyici bir sırıtışa bırakmıştı.
" Öyle şey olamaz derdim, haşmetlimiz"
" Basbayağı olur !" diye gürlemişti kaşlarını tekrar çatarken. Sonra, ellerini çırpmıştı ve iki kapıkulu askeri çadırın girişinde belirmişti. " Tez Cebecibaşı’ nı çağırın!"
Çadır, bir anda hareketlenmişti; püsküllü tolgasıyla Cebecibaşı huzura çıktığında Settar Efendi, rahatsızlığını belirtmek istercesine öksürüvermişti. Mehveş Ağa'yı şakirtlik yıllarından tanırdı. Settar, gerçek bir asker ve komutan olma yolunda ilerlerken ona da zırh ve tüfek bekçiliği görevi uygun görülmüş; aralarındaki çekişme ne savaş alanında ne de İstanbul'da yıllardır eksik kalmamıştı.
" Beni görmek istemişsiniz Haşmetlimiz." Tolgasını çıkartan Mehveş, kel kafasını saygı içerisinde eğmişti. Settar, konunun ne olduğunu gayet iyi bilen o hain gülümsemeyi gözden kaçırmamıştı.
" Çeribaşına kaleyi ne zaman zapt ederiz diye sorduğumda bana dört ay mühlet verdi. Ben de kendisine iki günde alırız dedim. Sen ne dersin bu işe ?"
" Yarın yatsıdan evvel Devlet-i Aliye'nin sancağını düşman burçlarına çekeriz derim, Haşmetlimiz !"
Settar, bir dolabın döndüğünün farkındaydı; koskoca Sadrazam'ın Cebecibaşı’ yla birlik olup dalga geçiyor olması mümkün değildi. Zira kalenin değil yarın; beş ay içerisinde düşeceği bile şüpheliydi. Saygısını bozmadan öksürmüş ve tekrar söze girmişti.
" Mehveş Ağa bu işi nasıl başaracağını da açıklayabilir mi acaba ?"
" Şemsettin'le" demişti, eksik dişini göstererek sırıtan Cebeci;
" Şemsettin mi, o da kim?"
" Kim değil, ne ?" diye tamamlamıştı Mehveş, yılların ezikliğinin keyfini çıkarırcasına bıyıklarını oynatırken. " Şemsettin bir alet, bir alamet"
" Nelere kadirmiş peki, bu alamet? Kılıç mı sallar? Ata mı biner? Nasıl eder de koca kafir' in kalesini bir günde alaşağı eder ?"
" Senin binlerce hatta on binlerce adamına bedeldir o! Kanı akmaz, ah etmez; pes nedir bilmez ve her şeyden önemlisi her canı sıkıldığında ulufe istemez. Allah' u Teala' nın bir nimetidir"
Settar, istem dışı pistoluna giden elini son anda zapt etmişti. "Eee, görelim ya madem şu Şemsettin'i" demişti. "Neye benzer? Kaç Ölçer? Ne tartar?"
" Yarın sabah görürsün" diye yanıtlamıştı, Cebeci. "Seher Vakti talim meydanından lağımcılarla yola çıkacağız."
" Lağımcılar mı ?" Settar'ın mavi gözleri çakmak taşı gibi parlamıştı;
"Onlar tüm gece kafir' in altını deşecekler; ne seherinden bahsedersin bre gafil? Sen aklını mı oynattın ?"
"Gece çalışma olmayacak !" diye kükremişti, Sadrazam. "Yarın sabah askerlerini alacak ve tüm orduyla Şemsettin'in peşinden gideceksiniz, anlaşıldı mı ?"
Settar, tam itirazda bulunacaktı ki Sadrazam eliyle susmasını işaret etmişti.
"O sarı kellenin yarın akşam Eflak'ın burçlarından dil çıkarmasını istemiyorsan dediğimi yapacaksın. Ne benim ne de Devlet-i Aliye'nin ayak takımına serecek postu kalmadı artık! Bıktık bre, her seferinde mızmızlanmanızdan! Cenk'e mi gidiyoruz, hamal bayramına mı belli değil. Şimdi, çekil huzurumdan! "
Tartışma daha başlamadan sonlanmıştı. Settar'ın kafası, bu işe fena bozulmuştu. "Herif Alamet 'ini överken kendinden ne kadar da emin görünüyordu" diye düşünmüştü uzaktaki düşman kalesini seyrederken. Peki, ya bir de haklı idiyse. Mehveş zevzeğinin anlattıklarına göre Şemsettin dedikleri şu alamet Zülkarneyn gibi bir şey olmalıydı. Kafasında hemen heyula gibi bir canavar canlandırmış; derisi taştan, ateş kusan boynuzlu bir devin kalenin üzerine basarak her şeyi yok ettiğini görür gibi olmuştu.
Küçükken Ocaktaki babalardan birinin kitabında görmüştü, böylesi bir heyula' nın resmini. Yine de gerçek savaşların mucizeler ile kazanılmadıklarını erken yaşlarda öğrenmişti, Çeribaşı.
Karşısında kafir kalesi tüm ihtişamıyla dikiliyor; gövdesine isabet eden Bursa işi gülleler bağrında kar taneleri gibi eriyip gidiyordu. " Yok, yahu" demişti, kendi kendine tekrar gülerken. " Hiç olur mu yahu öyle şey? "
Ertesi sabah, gün doğmadan Settar ve iki bölük askeri doğruca talim alanının yolunu tutmuşlardı. Kalabalık toplanmıştı bile. Külahlarla dolan alanda kafalar, heyecanla birbirlerine dönüyor; hararetli tartışmalar sürüyordu. Settar'ın gelişiyle sessizlik hakim olmuştu.
"Hani lan?" diye bağırmıştı, etrafındakileri kenara iten iriyarı ağa. "Neredeymiş, Frenk'i titretecek alamet?"
Fakat gördükleri karşısında şaşkınlıktan çenesi düşmüş; kalın bıyıkları iki sicim gibi dudaklarının iki yanından sarkmıştı. Aşağı yukarı kendisi boylarında olan bir fıçıyı çelik plakalarla çevrelemiş, altına ise bir dingil sistemiyle arkaya doğru uzanan ve birbirine bağlı iki iri ağaç gövdesinin dört yanına tekerlekler takılmıştı. Fıçının arkasında, iki adam boyunca uzanan gövdenin etrafı bir kutu gibi tamamen ahşapla kapatılmıştı. Oval ön gövdesinin iki yanından ise iki kol çıkmış; her birine kazmayı andıran üçer tane kol geçirilmişti. Alet' in yüzlerce zincir ve plakayla kaplanmış olan ön gövdesi, tıpkı bir askerin miğferi gibi öne doğru sivriliyordu. Önüne ise kırmızı ve yeşil boyayla cebeciler Ocağının Hilalli ve kılıçlı arması, büyük bir dikkatle çizilmişti.
"Bu ne lan?" diye gürlemişti Settar. "Askere yemek mi dağıtacaksınız bununla ha? Ayıptır be! Bir de Şemsettin koymuş adını biçare" Onunla birlikte tüm yeniçeri kahkahaya gark olurken günün ilk ışıkları Eflak dağlarının tepesinden bulundukları meydana dökülmüştü.
" Heyhat !" diye bağırmıştı, halen gülüşenlerin içinden bir çeri. " Alamet' ten bir sesler geliyor!" Herkes titremeye başlayan alete doğru dönmüştü. Şemsettin'in kolları önce kıpırdamış; gittikçe artan bir uğultu eşliğinde bir anda delirmişçesine dönmeye başlamıştı. Kazma uçlu uzun kollarının hızları gözle seçilemeyecekleri kadar artmış, bir sineğin kanadını çırptığı gibi havayı biçerken önünde duranlar son anda kurtulmayı başarmışlardı.
"Töğbe Estağfurullah !" diye hönkürmüştü, Settar." Bu nasıl bir şeytanlık!"
" Dikkat et de bıyığını kesmesin" diye bağırmıştı arkasından bir manga lağımcıyla kalabalığa katılan Mehveş Ağa. "Ağız tadıyla bir sabah namazı kıldırmadınız şu Müslüman’a"
Sonra, şaşkın bakışların arasında fıçının arkasına geçmiş ve askerlere cihazı ittirmelerini emretmişti.
" Haydi; aslanlarım, Ya Allah!" diye bağırmıştı, henüz uyanmakta olan kaleyi işaret ederken. Alamet' in arkasından açılan bir kapaktan üç Cebeciyle birlikte Mehveş içeriye girmiş; diğer sekiz asker ise gövdeden uzanan sekiz kolu tutarak aracı dışarıdan ittirmeye başlamışlardı.
" Hazreti Yezdan, Ya Allah!" diye bağırmıştı aracının içinden ve alamet kutusu pervane gibi kollarını çevirerek Kaleye doğru yola çıkmıştı bile. Bayırdan aşağıya son süratle inen mübarek alet, karşısına çıkan her engeli kolaylıkla bertaraf ediyor; ağaç, taş demeden her nesneyi un ufak ediyordu. Olanı biteni surların üzerinden izleyen düşman okçuları telaş içerisinde koşturuyor; surlarına doğru ilerleyen alameti, ok yağmuruna tutuyorlardı.
Fakat ne içeridekiler ne de tahta korunaklarının ardında kalan iticiler, herhangi bir hasar almıyorlardı. Devlet-i Aliye'nin mucizesi, kafir duvarlarına dayanmış, delice dönen kolları devasa taşları "güm, güm, güm" diye sürekli bir ritimde dövmeye başlamıştı. Alamet’ in tepesinden dökülen kızgın yağın, atılan taşların ve okların haddi hesabı yoktu. Fakat hiçbir güç onu durduramıyordu; tıpkı peyniri kemiren bir fare gibi dadanmıştı surlara Alamet ve aldığı darbelere daha fazla dayanamayan Eflak, duvarı delindiğinde arkadan destekleyen top ateşi zayıflanan surların geri kalanını yerle bir etmişti. Pazar yerine zincirlerinden boşalan vahşi bir hayvan gibi dalmıştı Şemsettin. Kendini ileriye çeken demir kolları kulübelere, taşlara ve binalara saplanıyor; ardında kanlı bir enkaz bırakarak yıldırım hızıyla kentin daha da üstlerine doğru tırmanıyordu. Voyvodalarını korumak isteyen Romen süvarileri taşlık yoldan aşağıya koşturuyor; demir canavarın iç surlarına ulaşamaması için bir ön savunma hattı kurmaya çalışıyorlardı. Fakat setlerin üzerinden bir mevzi kurma çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştı; zira demir canavar kayalara kancalarını geçirerek tırmanışa geçmiş; üç, en çok dört kulaçta alçak burçları parçalayarak duvarı kendisiyle birlikte iç avluya devirmişti. Piştol ve arkebüsler, ardı ardına patlarken tozu dumana katan mekanizma yüzlerce askeri bertaraf etmiş; peşinden giren Settar Ağa'nın yediyüz külahlı askeri sayesinde şehir kolaylıkla boyunduruk altına alınmıştı. Zafer, gerçekten de kolay olmuştu; Yeniçeri Ağa’ sı Eflak'ta kendi yenilgisini görmüştü. Onun ve kendisi gibi binlercesinin yerini alacak vicdansız, imansız, ulufesiz ve amansız alametleri, canlandırıyordu gözünde.
Muzaffer makine, şehrin Arnavut kaldırımı yollarında kahramanca ilerliyor; korku içindeki ahali delirmiş gibi vızıldamaya devam eden pervanelerin önünden güç bela kaçabiliyordu. Şemsettin'in tepesinde dikilen Mehveş Ağa, tolgasını koltuğunun altına almış bıyıklarını hoplata hoplata zafer kahkahaları atıyordu. "Ya Settar, Ya Gaffar!" diye inliyordu Kafir' in son kalesi; zurnalara ve davullara üşüşen halk, ocaklara ait bayrakların geçişini merak ve dehşet içerisinde izliyorlardı. "Kılıcına, bileğine, yüreğine kuvvet" diye bağırıyordu Çeriler, kendilerine has şiveleriyle. Ta ki, nereden geldiği belli olmayan bir barut bombası, aracın yanındaki hava boşluğundan kutunun içine düşene kadar.
" Bomba !" diye bağırmıştı, kutudaki lağımcılardan biri; fakat bu uyarıyı içeriye düşen bomba için mi yoksa üstüne zincirlenmiş diğer üçü için mi gerçekleştirdiğini kimse asla öğrenememişti. Kızıl kıyamete boyanan gökyüzünden bir kaç saniye boyunca tahta parçaları, metal plakaları ve yeniçeri yağmıştı. Nihayet, gerçek bir savaş görmüştü Eflak; barut, kan ve yanmış kumaş kokan. Patlamanın uğultusu, kısa bir sonsuzluk kadar sürmüştü. Sarayın uzak koridorlarından Rumence haykırışlar yükseliyor; kuşatma alanının çok dışında kösler, zaferin heyecanıyla gümbürdemeyi sürdürüyordu.
"Şemsettin!" diye haykırmıştı bir ses. "Şemsettin’im, vızıldayan arım, neredesin?"
Ceset yığınlarının içinden sürünerek çıkmıştı Mehveş Ağa. Bacakları olmamasına rağmen alametine can veren pervanenin vızıltı sesine doğru bir tırtıl gibi ilerliyordu. Vızıltı artık duyulmaz olmuştu. Son bir kez " Şemsettin’im" demişti Cebecibaşı, ellerini isli göğe doğru uzatırken. “Sabahyıldızım."
-37- Serhat DURAN
KIRMIZI ATLAS’LI KIZ
Akşam güneşi, konağı bir rüya gibi yalayıp geçmişti. Sekiz kişilik masada üç kişi oturuyor; Zeliha, kütüklük gibi sarılmış zeytinyağlı dolmasını cerrahi bir işlemden geçiriyor ve Tabağın kenarına biriktirdiği pirinç tepesine yeni bir tomar ekliyordu.
" Yemekle oynanmaz kızım, günah" demişti, Sait Paşa. İhtiyar adam, üst damağına yapışan yemek artıklarını yutabilmek için damağını şaklatıyor; diz mendiliyle sakalını temizliyordu." Sayriye Hanım, onları sarabilmek için bugün ne kadar uğraştı Allah bilir."
" Yapraklar acı" diye, savunmuştu kendini tombul kız. Ölü bir balığınkileri andıran bakışlarını hemen yanında oturan Hekim Bey'e bıkkınlıkla dikerek kendine ortak arayışına girişmişti. " Yapraklarını yemek zorunda mıyım Hekim Amca ?"
" Faydalıdır." Diye, yanıtlamıştı kafasını tabağından kaldırmaya tenezzül etmeyen Mustafa Bey. "Bin bir türlü vitamin var yaprağında" ve tezini doğrulamak istercesine bütün bir dolmayı bıyıklarının altındaki görünmez boşlukta yok etmişti. "Fakat pirinçte iyidir, elbette. Hazmı kolaylaştırır, güç verir."
"Onu da yemiyor ki!" demişti, Sait Paşa sükunetle; fakat patlamamak için dişlerini sıkarak sol kaşının üzerindeki asker damarı bir anda ayşefasulye gibi kabarmıştı. " Yemeğini yemezsen iyileşemezsin güzel kızım."
" Ben hasta değilim!" diye, bağırmıştı Zeliha ve neredeyse masayı devirerek ayağa fırlamıştı. Dolgun yüzü, pancar gibi kızarmış; o anda sanki üç katı büyümüştü. "Yememi mi istiyorsunuz? Yiyorum işte, buyurun." Tombul parmaklarını pilava batırmış; avuçlayarak ağzına tıkıştırmaya başlamıştı. Gömleğinin fırfırlı yenlerinden yemek artıkları dökülüyor; öfke içinde hırıldamaya devam ediyordu." Mesut oldunuz mu, dede ?" diye, bağırıyordu gözyaşları ay gibi yanaklarından boşalırken. Mutfaktan koşan Sayriye, onu omuzlarından yakalamış; ne yapacağını bilemeyen hekim şaşkınlık içerisinde ayaklanmıştı. Çok geçmeden Zeliha teslim olmuştu; kamburunu çıkartarak ağlayan kız nedimesinin eşliğinde salondan ayrıldığında Paşa yıkılmıştı.
" Bilmiyorum ki nerede hata ediyoruz." Demişti, pencereye doğru yürürken. " Ona en güzel yemekleri sunuyoruz; Frenk diyarlarından en pahalı kumaştan kıyafetler diktiriyoruz, daha ne yapmamız gerekiyor Allah aşkına?"
" Biraz sabır ve sevgi…" demişti, ceketini giyen Hekim. " Size daha önce de söylemiştim Paşam; Zeliha'nın rahatsızlığı sadece ilaçla iyileştirilebilecek türden değil. Günde tek kur Kunnab diyeti onun kimyasal dengesini ayakta tutmaya yarıyor; gerisi sevgi ve ilgi…"
" Torunumu sevmediğimi mi düşünüyorsun efendi? Onun mutluluğu için canımı bile vermeye hazırım ben!"
" Sadece sizin sevginiz değil paşam. Zeliha’nın yaşıtlarıyla kaynaşması; insan içine karışması gerekiyor. Bunu size daha önce de söylemiştim. Zavallı yavrucak, bir kafesin içinde yaşıyor; bu da gelişimini olumsuz yönde etkiliyor. Sizden ve benden başka kimseyi görmediği sürece durumu daha da kötüleşecek.
Bırakın onu İstanbul'a götüreyim. Asabiye konusunda yetkin hekim dostlarım var; belki…"
" O burada, ait olduğu yerde, dedesinin yanında kalacak efendi!" diye gürlemişti Paşa hekime dönerek. "Benim torunum entel mösyölerin ve çokbilmişlerin kobayı olmayacak, anlıyor musun? O hatayı bir kere yaptım zaten. Zavallı yavrucağımın kafasına çivi sokmaya çalıştıkları tedavi seanslarından bihaber olduğumu mu zannediyorsunuz? Konu kapanmıştır."
" Öyleyse, bırakın yaşıtlarıyla kaynaşsın. Onu çarşıya pazara götürün. Belki biraz yenilik dimağının nefes almasına ve zihninin üzerine çöken karanlık yalnızlığı bertaraf etmesine yardımcı olabilir."
" Yaşıtları çoluk çocuğa karıştılar, Mustafa Bey" diye, yanıtlamıştı tekrar arkasını dönerken. Sesine emirlerinin sorgulanmasından hoşlanmayan bir komutan tınısı oturmuştu. " Komşular, onu Deli Fikret'in kızı diye çağırıyorlar. Oğlumun meczupluğunu her defasında yüzüne vurmalarından sıkıldım, anlıyor musun? Devlet-i Aliye’de bir makamımız olmasaydı bizi burada yaşatırlar mıydı, sanıyorsun?"
"Hekiminiz olarak size önereceklerim bunlar." Çantasını toparlayan adam kapıya yönelmişti. "Geçmişinizle barışabilmeniz onunla yüzleşmenize bağlı Paşam. Bunu kendiniz için istemiyorsanız bile en azından Zeliha'nın sağlığı için yapmalısınız. Yarınki kürde görüşürüz. İyi akşamlar."
" Geçmişle yüzleşmek" diye, mırıldanmıştı penceresinden hekimin uzaklaşmasını izlerken. Bundan on beş yıl önce oğlunu kelepçeleyip götürdükleri yoldan aşağıya yöneliyordu şimdi. Fikret’ i, biricik oğlu başmühendisi aynı günbatımına teslim etmiş; penceresinden gidişini izlemişti. Sonbahar yapraklarını döken rüzgar bedbaht saçlarını dalgalandırırken son bir kez konağa bakmış; bir daha dönmemek üzere bilinmez uzaklara götürülmüştü.
O anda bile yüzleşmeye cesaret edememiş; olup biteni buğulu bir pencerenin ardından izlemişti. " Hangi yüzle?" diye iç çekmişti.
Mevsim Nevbahar’ ın ortası olmasına rağmen kahvaltıda karakış hakimdi. Zeliha, o sabah daha da somurtmuş; yemeğiyle oynamaya bile tenezzül etmemişti. Farklı bir çocuktu, sevgi ve bağlılık geliştirmek konusunda zayıf olan zekası, nefret ve tutku beslediği hiçbir şeyi unutmuyordu. Komşunun köpeği her havladığında ; " İt oğlu it, beni öldürmek istiyor!" diye bağırıyor, kapalı pencereleri yumrukluyordu. Tahta askerini paylaşmak istemeyen Nedmine’ nin oğlu Saffet’ in lakabı ise "Piç" kalmıştı ve hiçbir tehdit ya da azar onu bu ismi tekrarlamaktan alıkoymuyordu.
" Mademki yemiyorsun..." Paşa dede sahte bir iç çekişle ayaklanmış, elini nezaketle torununa uzatmıştı. "Sürprizi daha fazla geciktirmeye gerek yok. Gel üst kata çıkıyoruz" Kızın asık suratı bir anda dönüşmüştü; önce kötü bir haber almışçasına dehşete kapılmış, " Sürpriz" kelimesini birkaç saniye sonra algılamıştı. Zavallı dede, kendini bir anda üst kata tırmanırken, hatta sürüklenirken bulmuştu.
" Kedi mi dede, kedi mi? "Yüksek basamakları ezerek hatta merdiveni yıkmaya çalışırcasına çıkıyordu. Bir eline kızın fırfırlı uzun eteğini toplamış; diğeriyle de tırabzanlara tutunmaya çalışan adamcağızı oyuncak bebek gibi sürüklüyordu. " Yok " diye, yanıtlamıştı güçlükle soluyan adam. Anıları onu, önce verandada boynu kırılmış "uyuyan" yavru Minnoş'a oradan da kaçmamaları için kanatları kopartılan zavallı muhabbet kuşlarına götürmüştü. " Bu seferki kedi değil." dedi, yaşlı adam.
Korkunç mücadele sonunda üst kata ulaştıklarında dede, anın tadını çıkarmak istercesine anahtarını aramaya koyulmuştu. O sabah odayı kendisi açmamıştı sanki ve kapı "klik" sesiyle aralandığında sahte bir heyecanla; "açıldı" diye fısıldamıştı,
tırnaklarını neredeyse parmaklarıyla birlikte yemek üzere olan Zeliha'ya dönerek; " İçeriye giriyoruz" dedi.
Oda karanlık ve tozluydu; yıllardır dokunulmamış mobilyalar beyaz çarşafların altında geçmişin hayaletleri gibi dikiliyorlardı.
" Burası yasak oda" diye, kekelemişti kız.
" Artık değil" demişti Paşa ve sabahtan oluşturduğu yolu takip ederek odanın ortasında duran ahşap masanın önünde durmuştu. Tam karşısında bir sandalyede üstü örtülmüş yüksekçe bir şey duruyordu.
" Hazır mısın ?" diye sormuştu örtünün ucundan tutarken. Zeliha sadece dehşet içerisinde soluyor; evet anlamında kafasını sallıyordu. Yaşlı adam, sihirbaz edasıyla örtüyü kaldırdığında odada artık üç kişiydiler. Şişman kız, sandalyesinde eğri oturan ve sırıtan fesli adamı gördüğünde dehşete kapılmıştı. Önce idrak edememiş; sonra, birkaç adım yaklaşarak dedesinin arkasına saklanmıştı. " Adam mı o ?" diye sormuştu paşanın omzunun üzerinden ürkekçe bakarken. " Dede söylesene, odada neden bir adam var?"
"Burada oturmayı seviyor." Torununun normal bir insan gibi tepki vermesi onu keyiflendirmişti. "Hem onun bir adı var" Fesli adam tanışmadan memnunmuşçasına sırıtıyordu. Yüksek yakalı gömleğinin altındaki kravatı tıpkı kendisi gibi gevşek ve eğri duruyordu. " Şemsettin'e merhaba de kızım." dedi.
" M-Merhaba Şemsettin Bey" demişti artık masaya kendisi de yaklaşırken. Gerçekleştirdikleri keşifle kalbi artık daha hızlı atıyordu. "Adım Zeliha"
Beyefendi cevaben sırıtmayı sürdürmeyi yeterli görmüştü.
" Neden konuşmuyor, dede? Yoksa o da benim gibi hasta mı? O yüzden mi odada yaşıyor?"
" Şey, yok kızım" diye kıvırmıştı nasıl bir yanıt vermesini bilemeyen adam." Sadece biraz utangaç birazdan açılır, merak etme."
İhtiyar adam, halen gergin bir şekilde elini tutmayı sürdüren torunuyla birlikte pencereye yürümüş; uzun süredir kapalı kalan perdeleri açmıştı. Oda, bir anda aydınlanmıştı; içinde saman yolu gibi toz parçalarının yüzdüğü gün ışığı, sessiz misafir Şemsettin’e ulaştı ve o da kafasını onlara doğru çevirmiş; " Mer-ha-ba !" diye hecelemişti. Cızırdayan sesi bir tapu memurununki gibi tok ve duygusuzdu. "Be-nim a-dım Şem-set-tin, se-nin-ki ne a-ca-ba – a-ca-ba-a-ca-ba a-ca-ba-a-ca-ba--a-ca-baa--a-ca-ba?" Makinenin k onuşması kızı önce sevindirmiş; fakat " Zeliha !" diye, seslenmesine karşın takılarak "Acaba" vurgusunu ısrarla sürdürmesi rahatsız edici olmaya başlamıştı.
" Bir saniye kızım" diye atılmıştı dedesi ve hemen robotun arkasına geçmişti. Robot şimdi " A-ca-ba ?" diye bağırmayı sürdürüyor; kız, her defasında "Zeliha" diye ısrar ediyordu. Zavallı ihtiyar ise gömleğini sıyırdığı makinenin arkasındaki bir kapağı açarak bir şeyleri düzeltmeye çalışıyordu. Şemsettin biraz sonra susmuştu. Kafasını birkaç kere sağa sola döndürmüş; sonra tekrar kıza dönerek " Mer-ha-ba Zeeee--Zeeee----Zeeeeee--"demişti. Artık, terlemeye başlayan dede birkaç kurcalamadan sonra Şemsettin'e "Zee---liii-----haaaa---"dedirtmeyi başarmıştı. "Mer-ha-ba Ze-li-ha, ta-nış-tı-ğı-mı-za mem-mem-mem-nun ol-dum" Sonra kafasını üç yüz altmış derece döndürmüş ve;
"Sa-na bir hi-ka-ye an-la-ta-yım mı?" diye sormuştu.
" E-vet !" diye kekelemişti heyecanla sanki makineyi taklit edercesine Zeliha. " Anlatın lütfen Şemsettin Bey!"
" Pekala!" Sesi şimdi daha oturmuş ve insancıl geliyordu kulağa. Artık doğaçlamayan cihaz belli ki daha önceden kaydedilmiş olan bir sesle, şimdi çok daha özgüvenle konuşuyor; tıpkı tonton bir amca gibi çeşitli seçenekler sunuyordu.
" Küçük Eşeğin Hikayesi için bir, Atlas Giymiş Kız’ın Serüvenleri için iki, Küçük Sultan'ın Maceraları için üç, Genç Osman için dört!" diye seçenekleri sıralamış ve kafasını tekrar kıza döndürmüş, bir cevap beklercesine bakakalmıştı.
" Atlas Giyen Kız " diye atılmıştı kız heyecanla. Makineden ise karşılık olarak sadece bir "çık-çık-çık" sesi duyulmuş hemen akabinde; " Komut anlaşılamadı" diye yanıtlamıştı.
" Sayı söylemen lazım" diye uyarmıştı dedesi ve kopya verir bir edayla eliyle iki işareti yapmıştı.
" İki !" diye bağırmıştı öfke ve heyecan karışık bir sesle. " İki, Atlas Giyen Kız !"
Makineden bir makara sarma sesi yükselmiş; kafasını küçük açılarla oynattıktan sonra fındıkkıranı andıran mekanik dudakları gülümsüyormuşçasına, kalemle çizilmiş kaytan bıyıklarına doğru yükselmişti.
" E-veeeeet" diye bağırmıştı tonton dede edasıyla. " Atlas giyen kız" sonra, sağ dizini vızıldayarak masanın dışına doğru uzatmış, sağ eliyle mekanik bir şekilde dizine vurarak sanki oraya oturmasını işaret etmişti. Zeliha, tam hevesle makineye doğru yönelmişti ki dedesi kolundan tutarak engellemişti. "Hayır" diye köpürmüştü ihtiyar. "Oraya oturmayacaksın"
" Fakat Dede, bana hikaye anlatacak, kucağına oturmak istiyorum. İstiyorum işte, istiyorum!" Yeni bir krizin yaklaşmakta olduğunu anlayan Paşa, derin bir nefes vermiş kızı bırakmıştı. Sonuçta bu sürprizi hazırlayan kendisiydi ve sonuçlarına katlanmak zorundaydı. Neşesi bir anda geri gelen Zeliha böylece makinenin dizine oturmuş; hareketi algılayan Şemsettin ise daha da genişleyen bir gülümsemeyle kafasını kızın abiyesinin içine güçlükle sığan iri göğüslerine doğru döndürmüştü. Paşa öfkeyle onlara doğru birkaç adım atmış; fakat oğlunun robotunun yirmi iki yaşındaki bir kız için değil, beş yaşındaki bir çocukla yüz yüze konuşmak üzere tasarladığını hatırlamış ve kendine hakim olmaya çalışmıştı. O zaman da bu fikirden hoşlanmamıştı zaten; fakat gecesini gündüzüne katarak makineyi inşa eden biricik evladına karışmamanın daha doğru olacağını düşünerek sessiz kalmayı tercih etmişti.
" Bir varmıııış, bir yokmuuuş" diye hemen söze girmişti masalcı makine; çenesi çıkan sesle uyumsuz ve belirli bir ritmi takip ederek aşağıya ve yukarıya doğru hareket ediyordu. " Evel zaman içinde, kalbur saman içinde -"
" Kalbur" diye tıslamıştı dişlerini gıcırdatan dede; fakat ne kızın ne de Şemsettin'in umurunda değildi. Kız, şimdi bir rüyaya dalmışçasına kollarını robotun boynuna dolamış; sarı lüleli saçları fesin püsküllerine karışmıştı.
" Bir zamanlar kırmızı Atlas' tan bir etek giyen bir kız varmış" diye anlatıyordu hummalı bir şekilde; kafası Zeliha'nın memelerine dayanmış, ağzının her hareketiyle elbisesinin düğmeleriyle oynuyordu. Sait Paşa, o anda bir kabusun ortasına düştüğünü anlamıştı; gözünden sakındığı biricik emaneti, yavrusu Zeliha’sı, kafasını göğsüne daldırmış bir cihazın kucağında oturuyor; bilinçsiz kahkahalar atıyordu. İşin en korkunç tarafı makinenin rahmetli oğlunun sesiyle konuşuyor olmasıydı.
" Okyanusun üzerinden geçerken kırmızı eteğinden yıldızılar dökülen kız bir de ne görsün ." diye şaşkınlıkla sesini yükselti, mekanik kayıt.
" Ne görsün?" diye haykırıyordu, Zeliha çocuksuluğun çok ötesindeki cilveli bir edayla gülücükler saçarken.
" Adada yaşayan tüm ademoğulları yukarıya baktıklarında "aman" demişler; ne de güzel kıyafeti var kızımızın"
Sait Paşa, için anlatılanlar masal değil; mahalle kahvesinde anlatılan müstehcen bir erkek hikayesi oluvermişti bir anda.
" Yeter!" diye atılmıştı, makinenin arkasına geçip can hıraş kapağını açarken; "Bu masal bitti!" ve bir anda Şemsettin'in kafası olduğu yerde dönerek tekrar kapıya çevrilmiş ve mekanik tınısını takınmıştı, "Mer-Ha-ba"demişti; " Be-nim a-dım Şem-set-tin, se-nin-ki ne a-ca-ba ?"
Paşa, Zeliha'yı makinenin kucağından güçlükle uzaklaştırmıştı. Artık, ne kızın hastalığı ne de ona karşı hissettiği şefkati umursuyordu. Bağrışmaları duyan Sayriye Hanım, paşanın komutuyla Fikret Bey’in odasına yetişmişti ve kızı, yaka paça odadan uzaklaştırırken evde korkunç bir kriz daha patlak vermişti. Konak, sanki temelinden sarsılıyor; kızın çığlıklarıyla pencereler çerçevelerinden çıkacak gibi oluyordu. Sait Paşa'nın paşa damarı kabarmıştı. Sayriye' nin de yardımıyla esir alınan bir düşman askeri gibi bağlamışlardı onu yatağına. Kız, yumuşak şilteli döşeğinde çırpınıyor; serbest kalmaya çalışan bir gergedan gibi böğürüyordu. Hekim, günlük kürünü uygulamak üzere konağa akşamüstü ayak bastığında gördükleri karşısında dehşete kapılmıştı. Zavallı kız, ancak Kunnab diyetini damardan aldığında bir nebze sakinleşebilmişti.
Hekim, kürden sonra Paşa'yı koridorda kıstırmıştı. " Yaptığınız şey ilkelce" demişti, uykuya dalan kızı uyandırmamak için odanın kapısını usulca kapatırken. " Beş yıldır kat ettiğimiz mesafeyi bir kaç saat içerisinde yok ettiniz. Zeliha'nın durumu eskisinden de kötü. Zavallı yavrucağı, kendi zihninde sonsuza kadar hapsetmek niyetinde misiniz paşam?" dedi.
" Masal !" diye bağırıyordu duvarın arkasında, yeniden uyanan Zeliha." Kırmızı Atlaslı kızım beeeen !"
" Bir Hekim olarak tavsiyelerime kulak asmadığınızı biliyorum. En azından benim gözetimim dışında onun özel hayatına müdahil olmamanız gerektiği konusunda daha kaç kere konuşacağız."
" Şemsettin" diye mırıldanmıştı Paşa cevaben ve yorgun bir şekilde duvara yaslanarak dağılan üç tel saçını düzeltmişti." Ona bir sürpriz yapmak istedim. Belki oğlumun sesini duyarsa kendini daha iyi hisseder diye düşünmüştüm." Sonra, o gün başından geçen her şeyi, özellikle de kafasında kurduğu müstehcen kısımları atlayarak üstün körü anlatmıştı.
" Karışık bir durum" diye belirtmişti Hekim. İki adam, şimdi merdivenlerden aşağıya yürüyor; halden düşen ihtiyar, onun koluna dayanıyordu.
" Bu aşamada ona istediği şeyi vermekten başka çaremiz yok" demişti, antrede asılı olan ceketine yönelirken. " Zeliha'ya aşina olmadığı bir ebeveyn sevgisini sakıncalı bir döneminde vermeye çalışmışsınız. Yavrucağın, kafası biraz karışmış. İstediği şey bir masalcı alamet ise verin gitsin üstadım. Neden, bu kadar tereddüt ediyorsunuz ?"
Sait Paşa, hikayenin anlatmadığı kısımlarını açıklamak konusunda anlık bir tereddüt yaşamıştı. Şemsettin'in torununu kucakladığı anı zihninden uzaklaştırmaya çalışırken derin bir nefes almıştı.
" Belki de haklısınız" demişti omuzlarını kaldırırken. " Belki de ben aşırı tepki göstermişimdir."
" Belki de." Hekim, zoraki bir gülümsemeyle fesini takmış ve kapıya yönelmişti. "Ayrıca şu Şemsettin'i gündüz gözüyle görmek isterim, Paşam. " demişti. " Kim ne derse desin, Fikret Bey'in olağanüstü fikirleri vardı."
" Onu ipe götüren fikirler" diye hüzünle eklemişti Paşa, kapıyı arkasından kapatırken.
Paşa, gecenin yarısında Zeliha'nın çığlıklarıyla uyanmıştı. Uyuyakaldığı koltuğunda mahmur bir şekilde dikilmiş; olup biteni hatırladığında yüzü acı içinde çarpılmıştı. İlk işi Fikret'in odasına yönelmek olmuştu. Odaya girdiğinde Şemsettin dizini sağa doğru uzatmış dünkü gibi oturuyor; perdesi aralık duran pencereden süzülen soluk ay ışığı, cilalanmış yüzünden yansıyordu. Bir an ürpermişti; makine tıpkı oğlunu götürmeye geldiklerindeki gibi sırıtıyordu. Eğer o günde hafiyeler gün ışığında gelmiş olsalardı, onu da imha edecek ya da hilkat garibesi oğluyla birlikte götüreceklerdi. O zaman bunların hiçbirini yaşamasına gerek kalmayacaktı.
Belinden yakaladığı oyuncağı bir ceset gibi odadan sürüklerken kararını çoktan vermişti; bu manken parçasını odunluğa götürecek sabaha kadar paramparça edecekti; fakat tam basamaklara ulaşmıştı ki koridorun diğer ucundan Zeliha'nın bağrışları yeniden yükselmeye başlamıştı. Acı dolu haykırışları emekli Miralay'ın göğsüne bir sancı gibi saplanmış, ne yapacağını şaşıran adam,
Şemsettin'i cansız bir kukla gibi yere bırakmıştı. Sayriye Hanım da uyanmış; şimdi apar topar merdivenlerden yukarıya koşturuyordu.
" İlaç, Sayriye ilaç !" diye emretmişti, kadının peşinden odaya giren adam. Çok geçmeden şişman kızın feryatları küçülmüş; hafif iniltilere dönüşmüştü. Gecenin sancısı az da olsa dinmiş gibiydi.
Zeliha, ertesi gün derin uyumuştu. Normal şartlarda bir fili bile uyutmaya yetecek kadar kür uygulanmış; Hekimin uyarıları göz ardı edilmişti. Belli belirsiz baygınlık durumunda bulunmasına rağmen kızın bilinci sanki odada geziniyor; kaybettiği çok değerli olan bir şeyi arıyor gibiydi. Önce perde hışırdayarak açılmış ve gözyaşlarından sertleşmiş yanaklarına sıcak bir gıdıklama yayılmıştı. Sonra, bir makaranın sarma sesi yükselmişti odada.
" Mer-Ha-Ba, Ze-Li-Ha, sa-na bir hi-ka-ye an-la-ta-yım mı ?"
Zeliha bir rüyada gibiydi; yüzüne yapışan saçlarını ayıkladığında mahmur gören gözleri odanın diğer ucundaki fesli silüeti fark ederek olduğu yerde sıçramıştı.
" Şemsettiiin" diye bağırmıştı; artık küçük bir kız gibi döşeğinde zıplıyor; Çift kişilik yatak adeta onunla birlikte haykırıyordu. O kadar heyecanlanmıştı ki kapının eşiğinde onu uykusuz gözlerle izleyen dedesini fark etmemişti bile.
" Küçük Eşeğin Hikayesi için "Bir"" diye önermişti sevimli sesiyle makine,
" Atlas Giyen Kız" diye bağırıyordu hınçla baldırlarını yumruklayıp sıçramayı sürdürürken; sonra yapılması gerekeni hatırlayıp " iki, iki, iki !" diye haykırmıştı.
" Kızım, istersen bu sefer de başka bir Hikaye anlatsın. Duyduğuma göre “Genç Osman” çok daha güzel bir hikayeymiş."
" İçinde küçük kızlar, fırfırlı etekler var mı peki ?" diye sormuştu alt dudağını büzerek, bakışlarından dünden kalan küskünlüğü okunabiliyordu.
" Vardır Elbet" diye yalanını atıvermişti dedesi.
" Peki, yakışıklı prensler ve uçan atlar da var mı?"
" Prens olabilir, evet..." bir an tereddüt etmişti sakalını sıvazlarken "Fakat atların olduğuna eminim!" Bundan çok emin gibiydi; her ne kadar uçabilmeleri için top güllesi isabet etmesi gereken atlar olsalar da, diye düşünmüştü ister istemez.
Kız zar zor onaylamış; dedesi " Dört" demişti; " Genç Osman"
Makara sesi yeniden devreye girmiş; sırıtan kelle fesinin püsküllerini savurarak yeniden dizini uzatmıştı;
" E-veeeet" diye başlamıştı elini dizine vururken; " Kahraman cengaver Genç Osman!"
Sait Paşa, yeni bir öfke krizini güçlükle bastırmıştı; makinenin farklı bir hikaye için başka bir anlatım şekline bürünebileceğini; binlerce kişinin kelle koltuğunda canını verdiği Bağdat kuşatmasını “Kırmızı Şapkalı Kız’ı” anlatır gibi dile getirmeyeceğini ummuştu. Yanılmıştı.
Kız şimdi yeniden kucağında oturuyor; hikayenin içeriğini çokça önemsemiyor gibiydi. Dedesinin yapabildiği tek şey ise kızının her defasında kendinden geçip kafasını robotun fesine yasladığında; "Bozulur kızım, dur!" diyerek ikisini ayırmak olmuştu. Oğlunun bu kan ve barut kokan öyküde gerçekleştirdiği bir takım değişiklikler de dikkatinden kaçmamıştı. Mesela Genç Osman, bu hikayede kopan kellesini koltuğunun altına alarak savaşmak yerine savaş alanından kaçıyor; bir ormana giriyor ve üç boynuzlu bir geyiği takip ediyordu. Hayvanların krallığına giderek tavşanlar ve tosbağalarla el ele vererek raks ediyorlardı. Oğlu efsaneyi öyle bir yumuşatmıştı ki La Fontaine' ın masalları bile yanında seferberlik emri gibi kalırdı.
" Sonra da küçük Osman ne duysun!" Heyecanlı ses tonuna tezat bir şekilde gıcırdayan kafasını sağa sola döndürmüştü; " Meğer perili ormanda yaşayan cümle mahlukat düşman kalâsına giden gizli bir yol biliyormuş. Savaşın bir an önce bitmesi için Genç Osman'a yol göstermişler" Böylece düşmanın cümlesini, önünden kaçırıp Bağdat'ın kapısını topla tüfekle açan kahramanın hikayesi, Fikret'in versiyonuna göre iki tavşanın ve bir tavus kuşunun sağladığı barışla sonlanıyordu.
Bu şekilde tüm gün devam etmişlerdi. Bir masal bitince diğeri başlıyor; her birinin saçma sapan kurgusunu defalarca dinlemek Paşa'ya artık ruhsal bir acı veriyordu. Hekim, Zeliha'yı ve Şemsettin'i görebilmek için öğleden sonra, erken gelmişti. Kucağındaki kıza masal anlatan devasa cihazı gördüğünde suratı öyle bir çarpılmıştı ki monoklü göz yuvasından düşmüş; koca bıyıkları çenesinin altına kadar kapanarak suratının yarısını örtmüştü.
"Oğlunuz gerçek bir dehaymış." diyebilmişti güçlükle "Ordu için çalışan bir mühendis olduğunu söylemişlerdi. Çocuklar için bir masal makinesi icat edeceği aklımın ucundan geçmezdi "
" Benim de" demişti dede ve gururla karışık bir acı hissetmişti. " Deli oğlan, yapmış işte."
Zeliha'nın odası, bir anda evin cazibe merkezi oluvermişti; İlaç tüpleri ve kapağı açılmamış onlarca kitabın önündeki sandalyede Şemsettin oturuyor; durmaksızın konuşuyordu. Sayriye ve oğlu da Hekime katılmışlar ve hayret içinde Alamet' e kulak kesilmişlerdi. Hiçbir şey Zeliha'nın dikkatini dağıtmaya yetmiyordu; ta ki Atlaslı Kızı sekizinci dinlemesinde Saffet lafa karışıp "Ana, bende dinleyebilir miyim ?" diye sorana kadar.
"Dinleyemezsin Piç !" diye bağırıyordu Robotun boynuna koparacakmışçasına sarılan kız. Gözleri öyle bir yuvalarından uğramıştı ki o güne kadar yüzlerce kadavra incelemiş olan Hekim bile olduğu yerde sıçramıştı. "O, benim anladın mı, masalları sadece bana anlatacak, tamam mı ?"
"Oğlum dinliyorsun ya işte." Nedime içgüdüsel olarak çocuğunu vahşi bir yaratıktan korumak istercesine onu kolunun altına saklamıştı. " Buradan da duyuyoruz ya işte Şemsettin Bey'i. " Nitekim ağlayan çocukla odayı terk ettiklerinde gün ışığı da çekilmiş; ortam bir anda sessizliğe gömülmüştü. O gün de akşamı etmişlerdi ve dedesinin nice telkinine karşın Zeliha, makinenin susmasını kabullenememişti.
"Anlatmaktan yoruldu kızım." diye kandırmıştı onu yemek odasına indiren dedesi. "Haydi, bırakalım da biraz dinlensin. Yarın güneş açtığında masal anlatmaya devam eder, merak etme." " O zaman bende hemen yatayım değil mi dede? Hemen yatayım ki onunla daha çok vakit geçirebileyim; öyle değil mi dede?"
" Elbette kızım!" diye gülümsemişti Hekim'e göz kırparken. " Fakat önce bir şeyler ye; ondan sonra da cuppaa yatağa, anlaştık mı?"
" Anlaştık."
Paşa, doğru yolda olduğuna kanaat getirmişti. Öyle ya da böyle Şemsettin, kimsenin başaramadığı bir şey gerçekleştirmiş; konağın tarihinde ilk defa adam gibi bir akşam yemeği yenmesini sağlamıştı. O akşam, Hekim ilaç vurmaya gerek duymamıştı; yatağına kıvrılan kız halinden memnun bir şekilde masalcısını izliyor; yeni arkadaşı ise gaz lambasının ışığında sanki ona göz kırpıyordu.
Ertesi gün, güneş açmamış tüm gün yağmur yağmıştı. Şemsettin öylece sandalyesinde oturuyor; pencereden yağan yağmuru izliyordu. Dedesinin durumu Zeliha'ya izahı zor olmuştu. " Çok yorulmuş demek ki kızım" gibisinden yalanlarla onu avutmaya çalışıyor; fakat saatler geçtikçe onu sakinleştirmesi zorlaşıyordu.
" Şemsettin bize darıldı" Homurdanan kız yemeğini karıştırıyor; koridorun diğer ucunda olaydan habersiz bir şekilde pabuçlarını bağlayan Saffet'i, hain bir ifadeyle izliyordu.
"...Çünkü ona hikayesini anlatmak istemediği için kızdı. Odaya gelmeseydi Şemsettin darılmayacaktı. Piç o!"
" Doğru konuş kızım" diye çıkışmıştı dedesi, zavallı çocuktan ne istiyorsun? Bir daha o kelimeyi duymayacağım ağzından, yoksa..."
" Piç işte, piç, Piç kurusu!" Tombul dudaklarının üzerinde patlayan bir tokat sessizliği tekrar hakim kılmıştı. Ağlayarak koşturmuştu merdivenlerden yukarı. Odanın kapısı öyle bir gürültüyle kapanmıştı ki Paşa, çatının çöküp çökmediğinden emin olabilmek için merdivenin başına kadar yürümek zorunda kalmıştı.
Zeliha gök gürlemesine uyanmıştı. Çakıl taneleri gibi pencereyi tıklatan yağmur damlalarının ardında orman koyu bir yeşille örtünmüştü. Ne dedesi ne de nedimesi onu inadından vazgeçirememişlerdi. Kahvaltıya inmemiş; tüm öğleden sonrasını pencerenin önünde yağmuru izleyerek geçirmişti.
Düşüncelerine öylesine dalmıştı ki odasına gizlice süzülen Saffet'i ancak yansıması pencereye düştükten sonra fark edebilmişti. Ufak çocuk, Şemsettin'in dizine tırmanmaya çalışıyor; suçunun bilincindeki afacan bakışlarını Zeliha'dan ayırmıyordu.
" Çabuk in aşağıya, canını acıtacaksın!"
" Hayır" Çocuk bir anda cihazın ensesine kadar tırmanmış omzuna oturmuştu
" Hem o insan değil ki bir oyuncak işte. Canı niye acısın ki ?" diyordu burnunu karıştırırken.
" Yalan söylüyorsun." Çocuğun üzerine atılmıştı. Kendini geriye doğru yaslayan Saffet, kendiyle beraber Şemsettin'i de yatırmıştı. Kız, robotun üzerinden uzanarak onu yakalamaya çalışıyor; belinden kopacakmış gibi esneyen makinadan çatırtılar yükseliyordu.
" Bırak onu, bırak. Onu öldüreceksin!" Üzerine vahşi bir hayvan gibi atılmıştı. Büyük bir gürültüyle çöken sandalyenin altında kalan çocuk, can havliyle feryat ediyor, Zeliha ise Şemsettin' in cansız sol kolunu kavramış; enkazın altından çıkmaya çalışırken bağıran çocuğun kafasına indiriyordu.
Sayriye ve Paşa, gürültüye yetiştiklerinde Saffet'i kanlar içinde ağlarken bulmuşlardı. Zeliha ise bir köşeye sinmiş; kucağına çektiği dizlerinin ardından olup biteni anlamsız bir dehşet ile izliyordu. Derhal yatağa bağlanmıştı; fakat bu seferki öfke nöbeti farklıydı. Etrafı yıkmak yerine olduğu yerde titriyor; kontrol edilemez bir şekilde sarsılıyordu. Tek Kunnab Kür'ü fayda etmemişti, Zeliha yarı baygın bir vaziyette gözlerini açtığında odaya gece çökmüştü. Gaz lambasının ışığında üstüne eğilen Hekimi losyonundan ve monoklunda oynaşan ışıktan tanımıştı. İlk defa bu kadar endişeli görünüyordu;
"Bir Kür daha uygulayacağız Paşam" demişti, sıkıntılı bir ifadeyle başını sallarken.
"Aksi takdirde asabı tümüyle infilak edecek" ve sonra kolunda küçük bir yanma daha takip etmişti;
ağzı kuruyordu; gözleri kapalı olmamasına rağmen rüya görüyor gibiydi. Dışarıda fırtınanın uğultusu beynine kazınıyor; hiçbir lamba ışığının tamamen aydınlatmaya yetemeyeceği yükseklikteki silüetler kendi aralarında konuşuyorlardı. Çok yukarılarda, uzaklarda. "Şemsettin" diye fısıldaşıyorlardı.
"Onun yüzünden..."
Zeliha bir anda kapının açıldığını fark etmişti. Oturma odasında kedileri ile oynuyordu, bir yaz sabahıydı. Sonra güneşle birlikte içeriye sevgilisi, biricik dostu girmişti.
" Zeliha" demişti kollarını iki yana açarken; gülümsemesi her zamanki gibi içten ve sıcaktı. "Seni çok özledim "
Kız öyle bir hiddetle boynuna atılmıştı ki fesi kafasından uçuvermişti. Şimdi Kahkahalar atarak avluda dönüyorlardı. Kırmızı atlastan eteği hafifçe dalgalanıyor; Şemsettin'in saman rengi saçları gün ışığında alev almışçasına parıldıyordu.
" Nerelerdeydin ?" diye sormuştu kollarında dönmeyi sürdürürken. " Bir daha gelmeyeceksin diye çok korktum"
" Bir daha seni asla bırakmayacağım sevgilim"
ve sonra kapkaranlık bir çukurdaydı Zeliha. Dönmeye devam ediyordu; fakat ne güneş vardı tepesinde ne de onu tutan eller. Saatlerce hatta günlerce sürüklenmişti, boşluktan bir nehirde. Sevdiğinin, biricik aşkının adını haykırmak istiyor; fakat hatırlayamıyordu. Gerçek hayattan ayırt edemediği bir kapana kısılmıştı sanki. Sürekli eve geliyor, fakat içeride kimseyi bulamıyordu.
Ta ki merdivenleri tırmanıp odasına çıkıp kendisini yatağında bulana kadar. Ancak o zaman hatırlıyordu, aynı döngüyü tekrarlamakta olduğunu.
Uyandığında perdeler uçuşuyor; parlak gün ışığı içeriye bir şelale gibi dökülüyordu. Ve işte orada dolap ile duvarın arasındaki köşeye yıkılmış duruyordu biricik aşkı. Fesi yanlamış, acıyla gülümsüyordu. Bıyıklarından biri kopmuş, sol vatkası yırtılan takım ceketinden omuzu fırlamıştı.
" Merhaba Zeliha" diye inliyordu ona doğru uzanırken. Zeliha hemen yatağından fırlamıştı; ilk adımı onu biraz sersemletmişti; altın rengine bürünmüş oda etrafında dönüyor; ışık gözlerini acıtıyordu. Sevgilisini omuzundan yakaladığında derin bir ah çekmişti, yığıldığı yerden kaldırması bir müddet sürmüş, çareyi sağlam omzunun altından destek vermekte bulmuştu.
" Dinlenmen gerek sevgilim" diye fısıldamıştı onu yavaşça yatağına oturturken; fakat zavallı adam bunu bile yapamayacak kadar yorgundu. Kendini sırt üstü yatağa bırakmış; " Merhaba Zeliha sana bir hikaye anlatayım mı?" diye sormuştu. Sevgilisinin fedakarlığı karşısında kızın gözleri dolmuştu. "Ne kadar yorgun olursa olsun aklı fikri bana masal anlatmakta" diye düşünmüştü.
" İki" demişti anlamlı bir şekilde gülümserken; yastıkların arasına yığılan kafası kıpırdanmış önce Zeliha'ya, sonra arkalarında açık duran pencereye yönelmişti.
" Eveeet" diye seslenmiş, sonra acı içerisinde inleyerek koluyla gelmesini işaret etmişti. Kırmızı Atlas Giymiş Kız’ ın hikayesi başlamıştı.
Sayriye, bir hışımla girmişti salona; "Beyim, koşun beyim!" diye haykırmıştı. Uyuklayan adam koltuğundan fırlamıştı; " Ne oldu? Zeliha'ya bir şey mi oldu?" diye sesleniyordu Nedime'nin peşinden yukarıya koşarken. Fakat kadının herhangi bir cevap vermesine gerek kalmamıştı. Odadan bağrışlar yükseliyor; zavallı kıza sanki işkence ediliyordu. Nihayet kapıya ulaştıklarında Sait Paşa, önce olduğu yere çakılmış; sonra elleriyle yüzünü kapatarak dizlerinin üzerine yığılmıştı.
" Ah, Şemsettin! Şemsettin’im!" diye bağırıyordu, makinenin suratına oturmuş olan çıplak kız. Yatak adeta pembe etin ihtirasıyla yaylanıyor; devasa göğüslerini avuçlayan kız açılıp kapanan ağzın üzerinde ileri geri hareket ediyordu. Makineden yükselen gıcırtılar hikayesini sürdüren Şemsettin'in boğuk anlatısına karışırken aradan " Kırmızı....eteğini görenler......humnuhmm..." kelimeleri duyuluyor; fakat yatakla etin arasına gömülen kafası görünmüyordu.
Rezalete daha fazla katlanamayan dede, önce yerden kaptığı çarşafı bağıran ikilinin üzerine atmış; sonra aşk ve şehvetten sırılsıklam olan torununu öfkeyle yere fırlatmıştı. Kafası, üç karış yastığa gömülmüş olan robotu kaldırdıklarında boynu neredeyse kopmak üzereydi. Sayriye, kızı sakinleştirmeye çalışıyor; Sait Paşa, bacaklarından yakaladığı makineyi " Irz düşmanı, şerefsiz !" diye bağırarak koridora doğru sürüklüyordu.
" Ze-li-Ha, Ze-li-Ha!" diye sesleniyordu Şems, sürüklenirken ve ters dönen kafası sevgilisini arıyormuşçasına bakışlarını odada gezdirirken bir yandan da hikayesini sürdürmeyi ihmal etmiyordu.
" Adada yaşayan tüm ademoğulları yukarıya baktıklarında "aman" demişler, ne de güzel kıyafeti var kızımızın"
Nedimesinin kollarından kurtulan azgın kız, sevgilisinin ardından koşturmuştu.
Dedesi, Şemsettin'i çoktan avluya çıkarmış; arabacısının da yardımıyla onu odunluğa doğru sürüklüyordu. Sonra ikisi de kulübeye girmiş; çok geçmeden ellerinde birer balta ile geri dönmüşlerdi. İlk darbe kollarından birisini koparmıştı. Sonra kafatası kırılmış; etrafa kıymık parçaları ve yaylar fırlamıştı. Onlardan olmayana duyulan bir öfkeyle indiriyorlardı darbelerini.
Nihayetinde göğüs kafesine de son bir vuruş saplanmış; yarısı kopmuş kafasını kıza çeviren makine son bir kez
"Ze-Li-ha"
demiş ve susmuştu...
-58-
Dostları ilə paylaş: |