-79- Ezgi BAŞKIR
MEKANİK KUMPANYA (UYANIŞ)
Mevsimlerin birbirine karıştığı, gökyüzünün kızılımsı rengini hiç değiştirmeye niyetinin olmadığı bir zamanın kim bilir bilmem kaçıncı cumasıydı. Etrafta kocaman binalar ve onların insan kusmuğuyla harmanlanmış çöp yığınları... Bu yığınların altında kalan yeryüzü, omuzlarına taşıyamayacağı kadar yük binmiş bir baba gibi öfkeliydi. Deli fişek, ne zaman patlayacağı bilinmeyen. Denize karşı en efkarlısından bir sigara yakmış, ellerini göğsüne düğümlemiş ağlamaya hazırdı. Kimse duyamayacakken hem de. Her bir toprak parçası daha fazla taşıyamayacağı acılara gebeydi ki yeryüzünün şimdi yaşadığı anne şefkati yadırgamasın yerini. İnsanlarsa görüp geçirdiği her şeyi yeniden görmeye mahkum ölümsüz, hükmetmekten büyük keyif alan acımasız bir tanrıya dönüşüyordu. ve çocuklar, o masum yaratıklar bir böcek bile tanıyamadan, bir nehirden avuç avuç su içemeden, bir papatyanın yapraklarını daha sonra hiç hatırlayamayacakları aşklarının uğruna ölüme terk edemeden anlamsız ve manasız yaşıyorlardı. Hiç tanımadıkları doğayı bir rüyanın içinde yabancılayacak kadar. Dünya kendini bu olumsuzluklar içine hapsetmişken topraklarının üstünde terk edilmeye mahkum, ıssız bir köşede sadece sabah güneşinin yarım saati üzerine vurabilen bir teneke parçası sır olmak üzereydi.
Gök gürültüsüyle uyanan Ali Cengiz, uykulu ama öfke dolu gözlerle etrafına bakıp; “yine mi çamur yağmuru” diye küfretti. Adamın küfürsüz geçen bir dakikası yoktu ki. Öfkelendi; çünkü yağmurlu her akşam olduğu gibi bu akşam da müşteri toplayamayacaktı. Onun için bundan daha acı bir durum olamazdı; para için her şeyi yapabilecek bir adamdı. Ruhumu karadır, nedir bilinmez işleri de pek rast gitmezdi. Kapkara bir adamdı işte, vücuduyla orantısız kocaman kafasıyla sanki uzaylılar tarafından cami önüne terk edilmiş bir ırkın, ilk çocuğu gibi duruyordu. Kafasının aksine o küçük ve çelimsiz bedenine hep kocaman elbiseler giyinirdi, ellerini görmek neredeyse imkansızdı. Ayağındaki çizmeler olmasa ayakları görünmediği için havada uçtuğunu düşünebilirdiniz.
Yatağının içinde oturmaya devam edip kafasını yana doğru eğdi ve kulağını yağmurun sesine odakladı. Yeri delercesine büyük damlalar… “Ahmak ıslatan derler bizim oralarda” diye bağıran büyük dayısının sesi çınladı kulaklarında. “Iyyyy..!” diye bir ses çıkararak çadırdan dışarı çıktı. Ufak tefek ellerini kocaman kafasına kapatmaya çalışarak diğer karavana doğru koştu. Yerde, her zamanki yerinde duran hatta hayatının kalanında da orda durma olasılığı büyük olan o, yalnız kaldığı için şikayetçi olduğu yana doğru yatmış halinden belli taşa, takılmayı da ihmal etmedi koşarken.
“Şerefsizin taşı, seni buraya koyanın anasını avradını…” derken, yaşar her zamanki gibi taşa toprağa küfreden babasının sesine uyanmıştı ki kara kara çizmeleriyle gelişine bir tekme yemesin mi.
“Lan şerefsiz, uyansana yağmur yağıyor yine görmüyor musun?” dedi, hırlaya hırlaya babası.
Ah baba, vah baba demeye kalmadan bir tekme daha. Ne yapacağını şaşıran çocuk babasından aldığı o kocaman kara gözlerini ovuşturdu ama babada tık yoktu.
“Çamur yağıyor yine hiçbir müşteri bulamayacağız. Şu lanet olasıca havaların da bu dengesizliği beni mahvediyor. Yarın kar yağsa ne yaparız?” diye hayıflanırken araya girdi, biraz çekingen ama kararlı bir halde Yaşar; “Baba ben de seni uyandırmaya gelecektim.” Sesindeki korkuyu birazdan karavandan içeri girecek olan Dike bile fark etmişti. Kafasını yavaşça uzatıp o masum yüzünü gösterdi önce. Çamur olmuş çizmeleri ve hazırlıksız yakalanmış sırılsıklam uzun sarı saçlarıyla yağmurun onun üstündeki bütün tahribatı görülebiliyordu. Dike, birçoklarının hayranlık duyacağı kadar güzel ve o hiç sevmediği siyah jartiyeri giyindiğinde seksiydi de. Uzun sarı saçları, pek çok kaba adamı kendine bağlayıp kumpanyaya daimi müşteri kazandırmıştı. Patronun onu burada tutmasının tek nedeni de buydu aslında; yoksa Ali Cengiz, onun saçma sapan olduğunu düşündüğü icatlarına katlanamıyordu. Dike, İçerde neler döndüğünü tahmin ederek hem Yaşar’ı kurtarmak hem de hiç değişmeyen muhabbetin içine edilesi haline karşı koymamak için araya girerek; “patron, daha çok müşteri daha çok para, bunun yolunu biliyorum” dedi. “Yine o uyduruk icatlarından biri olmasın da Dike, biliyorsun sabrımı zorluyor onlar.” Ali Cengiz bunu söylerken Dike, bu cevabın geleceğini zaten biliyordu. O masum suratını biraz buruşturarak; “ hayır patron daha güzel, daha kalıcı, hem neden hep benim icatlarıma pislik atıyorsun. Herkes çok beğeniyor. Ayrıca, işimizi de kolaylaştırıyor. Hem senin hayalin değil miydi o kocaman şehirlere gitmek, benim orda robot üretme olasılığımın ne kadar yüksek olduğunu biliyor olman lazım.
Bu senin de hayatını değiştirmeyecek mi? Ali Cengiz konu icada gelince son anda yanmaktan kurtardığı ekmek teknesini hatırlayıp sinirlenerek; “ aaa, çok konuşma tamam, neymiş o daha güzel olan, söyle bakalım ?” dedi. “Karagöz Oyunu, patron.” dedi Dike. “Nasıl yani, şu dedelerimizin hatta onların da dedelerinin oynattığı saçma sapan perde oyunu mu?” diyerek alaycı bir gülümseme salladı yukarı doğru Ali Cengiz. Dike ise onun bu haline pek aldırış etmeden, “Öyle deme patron, bak kendin söyledin, dedelerimiz, onların da dedeleri oynattığına göre tutulmuş sevilmiş bir oyun.” dedi. Ali Cengiz, olabilir mi acaba diye düşünürken koca kafasını da kaşımayı ihmal etmedi. Düşünme moduna girmese kafası çalışmazdı çünkü. Dike, Ali Cengiz’ in kafasını kaşımasından hemen anladı acaba mı diye düşündüğünü ve o daha dile getirmeden cevapladı onun aklından geçenleri. “Olur, neden olmasın patron. Çocukları toplayacağız buraya. Bilirsin çocuklar büyüklerden daha iyidir, anaları kıyamaz onlara.” Nasıl olacak peki dercesine gözlerini Dike’ nin gözlerine dikti Ali Cengiz ve; “Bana masraf çıkarma Dike, beş kuruş koklatmam haberin olsun” dedi ve arkasını dönüp yürümeye başladı. Dike de o giderken arkasından gönlünü etmek için ona onay verircesine “Tamam, patron merak etme.” Dedi ve gülümsedi. Onlar, bu konuşmayı yaparken yanlarında duran Yaşar ise bu işe en çok sevinen oldu. Malum, o daha bir çocuktu. Ama Dike’ye, onun şefkatine karşı hissettikleri boyundan biraz büyükçeydi. Kara kara gözlerini diker o küçücük boyuyla Dike’nin göğüslerine bakmaya çalışırdı. On dört yaşın getirisi olsa gerek, belki de dünyanın sonu da gelse değişmeyen ve eskimeyen tek şey ergenlikti.
Bu zamanda aslında birçok insan, insansı duygularını kaybetmeye yüz tutmuştu. Çok derinlerde bir yerlerde saklanan kıvılcımlardan, ateş yakmayı bilen birileri yararlanabilirdi sadece. Sonun başlangıcı da olabilirdi, bir son olduysa ondan sonraki başlangıç da… Dünyanın başka bir yerinde kocaman binalar ve insan düşüncesinin yaratamayacağı kadar güzel olduğunu düşüneceğiniz caddeler, sokaklar, evler ve insanların elinden çıkan insansı varlıklar vardı, bir başka yerindeyse çamur sularının bataklığa dönüştürdüğü çamur yığınları, harabeyi andıran evler ve onların içinde yaşayan birileri tarafından yönetilmeye alışmış insanlar vardı. Belki de insan kalmayı başarabilmiş bir avuç zavallı. Bu insanlar da ellerine geçen üç beş kuruşu eğlenceye harcamak istemiyordu tabii; ama Ali Cengiz’in başka bildiği daha doğrusu becerebildiği meslek yoktu. Nasıl para kazanacaktı? Bu sefil hayatın içinde hep o muhteşem güzelliklerle dolu şehirlere gidip çok çok para kazanmayı hayal ediyordu. Bundan dolayı, bu fikre ihtiyacı vardı. Yapacağı şovlarla patlama yaratıp yeni araba ve elbiselerle tabii çokça da parayla buradan çıkış vizesini alabileceğini düşünüyordu.
Sabah erkenden uyanan Dike patronun yanında soluğunu aldı. “Patron, kabul ettin değil mi? Karagöz ve Hacivat kuklalarının olduğu bir yer biliyorum, oraya gideceğim” dedi. Küçücük ellerini masanın üzerinde bağlamış işaret parmağıyla burnunu kaşıyıp buradan nasıl kurtulacağını düşünen Ali Cengiz, Dike’ ye baktı ve “hadi git bakalım; ama unutma para falan vermem, Yaşar’ ı da al yanına eşyaları taşısın. Haaa, bir de müşteri bulmadan gelmesin şerefsiz” dedi.
Dike, Yaşar’a seslenirken o depodan bahseden müşterisini bulabileceği yerleri düşünüyordu.
Yaşar’ la birlikte çıkıp havasına toz ve duman kokusu bulanmış dış dünyaya adım attılar. Çamur yığınlarının üstünden atlayarak yürüyorlardı. O, sarı saçlarını savurdukça Yaşar iç çekiyordu. Dike ise odaklandığı boşlukta bir su damlası gibi süzülüyordu. Beynine oynattığı bu oyunlar sayesinde kaybolmaktan kurtulacağını düşünüyordu. İçindeki isyan insan olmasından gelen bir dürtüydü. Robotları tasarlamak falan değildi hayali, o robotları yok etmek istiyordu. Adaleti sağlayacak tek şey bu olmalıydı. Koşmaya başladı bir anda. Yaşar, arkasından bakakaldı. Yorulunca bir taşın üstünde oturdu, etrafına baktı “kocaman bir karanlık olacağız” dedi kendi kendine ve herkesin üstünde kocaman bir ağırlık var, kimsenin konuşmadığı, görmediği, duymadığı ve sesini çıkarmadığı bir ağırlık var üstünde diye düşündü, “ben insan olmaktan hiç vazgeçmeyeceğim” diye bir cümle çıktı dudaklarının arasından ve havaya karıştı, sonra bir su damlası oldu, sonra bir çocuğun gözyaşı ve toprağa düşerken bir ayna…
Oracıkta öylece otururken arkadaşı onu görmüştü bile; “Dike, seni burada görmek ne güzel oldu.” Tatlı tatlı gülümseyerek, “özledik seni; ama paramız yok ki gelip görelim, seninle konuşmaya bile para alıyor açgözlü patronun” dedi. Dike’ nin uyanması birkaç saniye sürdü. Uyanır uyanmaz da sanki arkadaşının söylediklerinin hepsini duymuş gibi cevap verdi. “Biliyorum, ne yapalım bizim patronun da hayvansal içgüdüleri paraya karşı. Benim sana ihtiyacım var geçen gün anlattığın depoya götürür müsün beni?” Bunu söylediği anda bir an duraladı karşılığında ne ister acaba diye düşünmeden edemedi. Neyse ki, adam kötü niyetli olmadığından, olmadık bir şey istememişti, sadece “bu akşam oyuna bedava girerim ” demekle yetindi. Dike’nin parlayan gözlerini görmemek imkansızdı. Hiç düşünmeden evet, dedi ve yola koyuldular.
Yolları uzak olduğundan 1900’lü yıllardan kalma nerdeyse hurda olmak üzere olan bir Ferrari’ye inip çamurlara bata çıka gittiler. Deponun önüne geldiklerinde Dike’yi garip bir duygu sardı. Burada çok seveceği bir şeyler bulacağını hissediyordu. Eski bir fabrika görüntüsü olan binadan içeri girdiklerinde küf ve rutubet kokusu burunlarını kapatma ihtiyacı duymalarına neden olacak kadar çoktu. Dike, etrafına bakıp enteresan bir şeyler bulmaya çalışırken arkadaşı, elinde Karagöz, Hacivat, perde ve tef olan kocaman bir çuvalla yanında bitti. İşte bunlar, buldum bak, dedi. Dike neden sevinmediğini anlamadı; ama arkadaşının elinden çuvalı alıp bir köşeye oturdu. Çuvalın içindekileri tek tek çıkarıp baktı, sevdi onları, okşadı biraz da, sonra ayağı kalkarken güneşin çarptığı bir metal yığını gördü bir bez parçasının altında. Koşarak gitti ve örtüyü açıp altındakine baktı. Bu bir robot dedi, sessizce. Göğsündeki yazıyı fark etti ve üstündeki tozları temizleyerek okumaya çalıştı. Şems, şemst derken Yaşar geldi yanına ve Şemsettin dedi. Evet, ŞEMSETTİN diyerek gülümsedi Dike. Ama biz ona Şems diyelim, Eski Türkçe bilgisine dayanarak, güneş gibi aydınlatsın bizi, dedi. Arkadaşı, bunların dışında bir şey veremem Dike diye sesleniyordu, uzaktan. Dike ayağı kalktı ve onun yanına giderek, “bir hafta boyunca bedava oyun bunu da almama izin verirsen” dedi. Bu cazip teklif karşısında ne yapacağını bilemeyen arkadaşı, önce yere baktı, sonra Dike’ye daha sonra robota ve kafasının üstünde bir hafta boyunca Dike’yi seyredeceği anların hayali belirdi. Sanırım bu durumda kabul etmek kaçınılmaz sondu. Evet, dedi konuşmayı yeni öğrenmiş bir uzaylı gibi.
Ama eklemeyi de unutmadı, “ben burayı bildiğimi kimseye söylemedim, bu aramızda sır kalmalı bu da benim şartım olsun” dedi.
İşte şimdi bir başka heyecan kaplamıştı gözlerini Dike’nin bir süre manasızca etrafta yürümeye başladı, bir şeyler düşündüğü her halinden belliydi. Kimse gelmeden gidelim diyen arkadaşının sesiyle uyandı bir anda.
Arabaya bindiklerinde Dike, ŞEMS’i yanı başına oturttu ve kurcalamaya başladı bile. O sırada bu seyahatten Dike kadar mutlu ayrılan biri daha vardı arabada ki onun kahkahaları da etrafı şenlendiriyordu. Bu düğme ne, şu kabloyu buraya bağlasam ne olur diye uğraşırken bir kabloyu diğerine iliştirdiği sırada ŞEMS’den bir hareket belirtisi aldı. Üstündeki şarj olduğunu gösteren gösterge orta kademeye kadar geldi. Ne yaptığını anlayamayan Dike, bir an göstergenin tekrar sıfırı gösterdiğini gördü. Yaşar, o sırada Dike’nin arkadaşının anlattığı geçen akşam köpeklerle yaşadığı macerasına gülmeye devam ediyordu. Neden sonra Dike fark etti ki Yaşar güldükçe gösterge artıyordu.
Kumpanyanın önüne geldiklerinde ALİ Cengiz karavanının önünde onları bekliyordu. Biraz heyecanlıydı sanki. “Ne yaptınız bakalım” dedi, kısık bir sesle onlar arabadan inerken. Dike ‘nin parlayan gözlerini bazı oyunlarında ona eşlik eden maymundan başka kimse fark etmemişti. Hiç konuşmadan arabadan indi. Kendi kırık dökük karavanına doğru yöneldi. O sırada, Ali Cengiz arkasından bıdı bıdı bir şeyler söylemeye devam ediyordu; ama Dike bunların hiçbirini duymuyordu. Karavanının önünde durdu ve etrafına bakıp iç çekti. Büyük bir öfke vardı içinde, bu sefer kendine. Neden bu kadar heyecanlanmıştı? Neden yok etmek istediği bir yaratığa bir anda aşık olmuştu. Onu okşuyordu durmadan. Aklından binlerce kelime geçiyordu bulamıyordu bu şefkate bir isim. Sonra göğsüne yarım yamalak yazılarla yazılmış ve Şemst diye okuyabildikleri, Yaşar’ın Şemsettin adını koyduğu onun da dünyalarını aydınlatsın diye Şems, dediği robotu yere koydu. “Büyük bir acı var sende” dedi, sessizce kulağına. Bacaklarını yeniden yapacağım üzülme dercesine yüzüne baktı. Evet, Şems’ in bacakları yoktu, dizinden aşağısı kopmuş bir vaziyette öylece ona bakıyordu. İyice incelemeye başladı makineyi Dike. Arkasında bir düğme buldu. Düğmenin üstünde daha önce gördüğü ama nece olduğunu hatırlamadığı birçok sembol, yazı vardı. Ne olduğunu anlamak için iyice inceledi. Yazının sağdan başladığını düşündü başlangıç ve bitişi andıran işaretler gördü. İki tane dişlisi ve üstünde üç noktası olan bir sembolle başlıyordu ve en sonunda bir çukuru andıran üstünde de bir noktası olan bir sembolle bitiyordu. Tam düğmeye basacakken Ali Cengiz’in sinir bozucu sesini duydu. “Kime diyorum kaç dakikadır. Duymuyor musun sen beni?” dedi. Sesindeki insanı yoran tınıları duymamak imkansızdı. “Duydum” diye iki kez tekrarladı, Dike. “Benden ne dememi bekliyorsun patron her şey göründüğü gibi değil mi? Bu bir robot ayakları olmayan ve benim üstünde düşünmem gereken birçok zor durumu olan bir robot.” demesi ve robotu da alıp oradan uzaklaşması bir oldu. Oracıkta kimsesizliği ilk defa hisseden bir çocuk gibi yalnız kalmıştı Ali Cengiz. Dike’ nin tavrını küstahça bulmasına rağmen hiç sesini çıkarmamakla kendinin, ne yapmaya çalıştığını anlamayarak oradan uzaklaşmaya karar verdi. Neyse ki etrafta kimse yoktu, onu böyle görmeye alışkın olmayan birine kendini kanıtlamak zorunda kalmayacaktı.
Ali Cengiz bunları yaşarken Dike robotun üzerinde çalışmaya başlamıştı bile. Kurcaladıkça yeni yeni şeyler keşfediyordu. Seni nasıl böyle bıraktılar diye düşünüp üstüne bir de söyleniyordu. Kendi çıkmazına ortak bir arkadaş bulmuşçasına biraz mağrur ama dik başlı işini yapıyordu. Çürümüş kabloları onarırken aklına bir şey takıldı. Robota bir iş bulmalıydı, çünkü Ali Cengiz boş işlerle uğraşıyor diye onu kapı dışarı atabilirdi. “herkes ait olduğu yere gitmeye çalışıyor, sen ve ben kaldığımız yeri güzelleştirmeliyiz ki oraya ait olabilelim” diye fısıldadı Şems’in göğsüne. Şems, gözleri donuk bakan bir robot olmaktan çıkmıştı. Çok şey yaşadığını düşünmesi de ondandı Dike’nin. Evet, yaptım diye bir ses çıkardı farkında olmadan. Yaptı, kollarını hareket ettirmeyi başardı. Bunu başara bileceğini biliyordum. diyip büyük bir gürültüyle kendini yatağa attı. Bacaklarını kaldırıp duvara dayadı ve yine kendi varlığını hissetmek için su damlası olmak istercesine gözlerini kapadı. Hatta o kadar sıktı ki kulaklarında bir sürü kelebeğin dışarı çıkmak için büyük bir pencerenin camını delip geçecekmiş gibi kendilerini özgür hissettikleri kanat çırpışlarını duydu. Ama olmamıştı bu sefer burada kalmakta ısrarlı olan beynine yenik düştü. Belki de Şems’ in durumu onu o kadar çok endişelendirmişti ki sorumluluk bilinciyle burada kalmayı tercih ediyordu beyni. Bunları düşünürken kafasını çevirdi ve yerde duran çuvaldan dışarı fırlamış anlamsız bir yüz ifadesiyle ona bakan Karagöz’ü gördü. Yerinden fırladı ve Şems’e dönüp “şu anda çalışabilen tek uzuvların kolların olduğuna göre bence sen bu işi çok iyi yaparsın, değil mi? En kısa zamanda da sana bacak da yapacağım bundan kuşkun olmasın”diyip tatlı bir gülümsemeyle havayı güzelleştirdi.
Odadan çıktığında akşam olmak üzereydi. Hemen bir şeyler atıştırıp oyun için hazırlık yapmaya başladı. Bu akşam ki gösterisinde Şems’ten önce vaktinin çoğunluğunu alan ve adını inadından almış Maymun Keçi olacaktı.
Üç kişilik bir kumpanya ne kadar iş yapabilirdi. Dike, Yaşar ve Keçi. ALİ Cengiz’in işene gelen kadro sadece bu üçüydü; çünkü karın tokluğuna çalışmayı kabul eden sadece onlar vardı. Tabii bir de Şems eklenmişti kadroya canlı sayılabilecek varlık olarak. Yine üç beş kişiye oynadıkları oyunu tamamlayıp derme çatma sahneden indiler. İzmir’i özlediğini fark etti Dike, köy köy dolaştıkları babasının kumpanyasını hatırladı. Sahneye çıktığında gözleri parlayan insanları ve kumpanyasını Ali Cengiz’e satıp insanların yok oluşuna dayanamayacağını anlayan babasını. Bir an duraksadı, saçlarını toplarken babasının söylediği söz aklına geldi. “Bir gün insanlığımızı yok eden bu robotlardan biri kurtaracak bizi.”
Sabaha kadar Şems’i kurcalamaya devam etti Dike. Kurcaladıkça yeni şeyler keşfediyordu. Bu kadar eski; ama sağlam ve kapsamlısın diye geçirdi içinden. Gülümseyerek gözlerinin içine baktı “sen o musun? Bana evet dercesine bakıyorsun, biliyorum bir kurtuluş varsa bu da bizim içimizde; ama içimizde barındırdığımız duygular büyük bir değişime uğradı yemyeşil ovalar çorak bir düzlük oldu. Çoğu zaman ağlamak bile yetmiyor yeşertmeye biliyor musun? Kafanı delen çamur yığınları var artık o yaz yağmurlarının yerinde. Yakında insanı bile üreteceklermiş diye duydum. Aslında yapılabilir, eski filmleri bilmem hatırlar mısın?” dedi ve güldü. “Neyse işte, konuşmaya başlayınca hızımı alamıyorum beni anlıyormuş gibi bakma bana anlatasım geliyor.
Eski filmler diyordum, robotların insanları ele geçirdiği filmler vay be ne güzel film derdik babamla seyrederken, ben daha çocuktum ama tahmin bile edemezsin ne kadar mutluyduk. Ben genelde ormanda dolaşmayı severdim. Gizemli gelirdi bana. Birkaç da arkadaşım vardı senin gibi pek konuşmayı sevmeyen.” dedi. En son cümlesi bu oldu. Konuşmaya devam ederken öylece oturduğu yerde uyuya kaldı.
Sabahın ilk ışıkları yüzüne içten bir öpücük gibi dokundu Dike’nin. Gözlerini açtığında yerde yatağının yanında oturur vaziyette uyumuş olduğunu gördü. “ahhh, her yerim tutulmuş sanırım.” Sözleriyle ayağı kalktı. Bugün ne yapacağının çok iyi bilir kendinden emin bir şekilde kalktı ve dışarı fırladı. Ali Cengiz’in karavanda olmamasını dileyerek koşar adım onun karavanının önünde aldı soluğu. Kapıyı yavaşça açtı, Ali Cengiz yatağında yoktu buna gerçekten çok sevinmişti. Hemen Yaşar’ ı yatağından çıkardı. Hala uyuyan ve neye uğradığını daha idrak edememiş olan Yaşar, gözlerini Dike’nin karavanında açtı. Hadi gül, hadi gül, diye bir ses başının üstünden ona bir çığ gibi akıyordu. “Dike, ne yapıyorsun, benim burada ne işim var. Kendim mi geldim?” birçok soru savurdu havaya Yaşar. “Ben getirdim seni buraya, diyerek güldü Dike. Merak etme. Sen de haklısın küçüğüm, daha uyanmamışken seni kolundan tutup buraya attım. Şimdi de anlamsızca bir şeyler söylüyorum sana. Şöyle anlaşalım istersen. Ben bu düğmeye bastığımda senden gülmeni istiyorum.” Yaşar şaşkın bir halde Dike’nin yüzüne bakmaya devam ediyordu. “ Nasıl güleyim?” dedi. “içinden geldiği gibi, sadece gelmesine izin vermen yeterli." dedi Dike.
Yaşar, çok mutlu olduğu bir günü hatırladı, ama olmadı. Onu yaptı olmadı bunu yaptı olmadı.
Sonunda Dike, çareyi onu gıdıklamakta buldu. Yaşar, hayatının hiçbir anı bu kadar çok gülmemişti sanki. O güldükçe Şems’de gülüyordu Dike’nin gözlerinin içinde. Ve Dike yanına gittiğinde enerji bölümü tam doluyu gösteriyordu. Artık çalışmaya hazırdı.
Çalıştırma düğmesine bastığında kollarını hareket ettiriyordu. Hemen çuvalın içinden perdeyi çıkardı, telaşlı aynı zamanda heyecanlıydı. Küflenmeye yüz tutmuş bir gerçeği ortaya çıkarmanın gururuyla gözlerinin içi parlıyordu. Yaşar, hala kendine gelememişti ne yapacağını bilmez yönlendirilmeyi bekler bir vaziyette ayağı kalktı; ama Dike onun varlığını unuttuğu için ondan ses çıkmayınca ilk defa kendi iradesiyle hareket ederek çuvaldaki diğer malzemeleri çıkarmaya başladı. Dike, perdeyi kurdu arkasına bir sandalye koyup Şems’i üstüne oturttu. Ardından Karagöz ve Hacivat’ ı ellerine iliştirdi. Yaşar’ın da eline tefi verip Şems’in düğmesine bastı ve bir yönetmen edasıyla karşılarına geçip oyun, dedi.
O, burada bu güzel anı yaşarken çok uzaklarda neler yaşandığından ve olacaklardan habersiz Yaşar’ın kahkahalarıyla onu hayata döndürmüştü.
Dışarıda yine patır patır çamur yağıyordu. Ali Cengiz, koca kafasını kaşıyarak dünkü hasılatı hesaplıyordu. Bugün yine iş yok diye düşünürken Dike, heyecanla kapıyı bile çalmadan içeriye girdi. “Patron, akşama Karagöz oyununun ilk perdesi açılıyor” dedi. Ali Cengiz paldır küldür içeriye girmesine tam laf edecekken bunu duyunca bir anda yüzünün şeklini gülümseyen oyuncak bir ayıya dönüştürdü. Hemen çalışmalara başlayın şehre inip reklam yapın insanları harika bir gelenekle yeniden tanıştıracağımızı, falan gibi şeyler söyleyin etkileyin onları. Akşama burayı dolu görmek istiyorum. Ben yağmuru durdurma duasına gidiyorum dedi ve odadan çıktı.
Dike, gülümseyerek çamur yığınlarının arasından Yaşar’ı da yanına alıp şehre indi. İnsanlar meraklı gözlerle onları izliyordu, anlattıkları çok ilginç gelmişti. Birçoğu, Karagöz ve Hacivat sözcüklerinin anlamını dahi bilmiyor, birçoğu da annelerinin ve babalarının anılarından anımsıyordu. Bu sözcükler onlarda bir heyecan yarattı. Herkes, ilgiyle dinledikleri Dike’ den akşama bilet almak için sıraya girmişti bile.
Etraf kararmaya başlamıştı. İnsanlar geçmişini hatırlama fırsatının onları beklediğini biliyordu. Hepsi unuttukları duyguların canlandığını fark ediyorlardı yavaş yavaş. Geçmiş onlara insan olduklarını gösterme fırsatıydı aslında. Dike’ nin kendi bile fark etmemişti hep yapmak istediği şeye bir adım yaklaştığını.
Bu sırada…
Yüksek binaların aralarından geçerek düzenli ve itinayla dizilmiş taşları sayıyordu, Anten. Üreticisinin en belirgin özelliğini almıştı, kaldırım taşlarını saymadan geçemiyordu. Sonunda hepsinden de büyük ve yüksek olan duvarlarından ihtişam damlaları yerlere akarcasına süzülen bazı insanların kitaplarda okuduğu ve filmlerde gördüğü ve onlar için orada kalmaya devam edecek dev “AGUM” dan evrenin en büyük robot üretim şirketinden içeri girdi. Anten, 2000’li yılların ortalarında kurtarıcı robotun yerini tespit etmek için zeki ve gözlüklü bir insan tarafından üretilmiş; ama ilerleyen zamanlarda kullanım amacı değiştirilerek insanlar tarafından kaçırılan robotları bulmak için kullanılmaya başlanmıştı. Hala devrelerinin içinde dolaşan üreticisinin akıl nefesini de taşımaya devam ediyordu. Her sabah işine itinayla gelip düzenli bir şekilde çalışır ve evine geri dönerdi. Diğer arkadaşlarının aksine dışarda takılmayı sevmezdi. Ona Anten adını veren kafasındaki çubuktu. İlerleyen teknolojide hiçbir işlevi kalmamasına rağmen o, bu çubuğu aksesuar olarak taşımaktan hoşlanıyordu. Her zamanki gibi sabahın yedisinde odasına doğru yavaş yavaş ilerlerken bütün kulakları, robotlarınki de dahil, yerinden çıkaracak gibi büyük bir vızırtı çıkarmaya başladı. Kimse neler olduğunu anlamamıştı. Kapılar bir bir açılmaya başladı. Herkes odasından dışarı fırlayıp bu gürültünün nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu. Anten’ se adımlarını hızlandırıp koşarak odasına gitmek için uğraşıyordu; çünkü o, bu sesi neden çıkardığını çok iyi biliyordu. Üreticisinin akıl nefesinin verdiği güçle ne yapacağı ona programlanmıştı. Kurtarıcı robotun sinyaliydi bu. Hemen odasına gidip sinyalin nereden geldiği tespit etmeliydi. Herkes koridorlara dökülmüştü. Bütün robotlar pürdikkat Antenin arkasından bakıyordu. Odasına vardığında çok geçti. İki tane koruyucu robot onu içeride bekliyordu. Anten ‘in üzerine gönderdikleri bir ışınla bütün sinyalleri kendi hafızalarına almayı çalıştılar; ama üreticinin koyduğu bir şifreyi çözmekte zorluk çekiyorlardı, hatta şifreyi çözmeyi başaramadılar. Bunun üzerine Anteni başka bir ışınla dondurarak hareketlerine hakim oldular ve onu büyük üreticinin odasına götürdüler.
Büyük üretici; iyi giyimli, bakımlı ve hep otuzlu yaşlarda kalmayı başarmış güçlü ve yakışıklı bir insandı. Beynine ve kalbinin bir parçasına yerleştirtmeyi başardığı bir mekanizmayla hiç yaşlanmayan hatta olumsuz bir durum olmaması dahilinde ölemeyecek olan bir insandı. Bu muhteşem ve ihtişamlı yaşamını kaybetmek istemediği insanlığından vaz geçmesinden de belliydi. Bu görkemli hayatını, elinden hiçbir şeyin almasına da izin vermeyecekti. Anten’ in üretilme amacını bildiği için her zaman tetikte ve hazırlıklıydı.
Kurtarıcı robotu, insanlardan önce bulmalıydı. Çevresinde onun bu hayatını yok etmeye çalışan ve insanlığın geri gelmesi için kurtarıcı robotun varlığından haberdar olup onu bulmak için her şeyi yapabilecek “Büyük İnsanlık Örgütü” varken temkinli olması gerektiğini hep biliyordu. Büyük üretici, Anten’ e baktı ve; “sabahları senden önce uyanıyordum ve geceleri senden sonra uyuyordum ve uykum seninkinden daha hafifti. Seni görmediğimi mi sanıyordun? Her saniye seni izliyordum. Bu günün geleceğini biliyordum ve geldi. Hiçbir varlık benim hakimiyetimi yok edemeyecekken sen bunu yapabileceğini mi sanıyordum ucuz çubuklu varlık. Seni burada bu kafandaki için mi tutuyorum sanıyordun? Şimdi bana sinyalinin yerini göstermenin zamanı geldi, bunu çok rahat öğreneceğimi biliyorsun. “ dedi. Anten kaygı nedir bilmeyen gözleriyle etrafı süzdü. Sadece içinde dolaşan akıl nefesi onu yönlendiriyordu. Tehlikelere karşı programlanmış şifreleme sistemi çoktan devreye girmişti; ama bu çağda hiçbir şifre kırılmaz olmadığından koruyucu robotların Anten’ den olumlu bir tepki gelmeyince yaptıkları ilk şey Beyinsel Işın Sistemini harekete geçirmek oldu. Büyük üretici, Anten’ in kafasını boynundan kavradı ve bakışlarını onun gözlerine dikerek sistemi devreye soktu. Anten’ in gözlerinden onun gözlerine doğru geçen ışık kümesi Anten’ in, Büyük Üretici tarafından ruhunun emildiği süsünü veriyordu.
Bu sistemle Anten’ in beynindeki bütün bilgiler onun beynindeki mekanizmaya geçti, bu sayede tek gözüyle dünyaya onun gözünden bakabiliyordu. Sol gözünde çamur yığınına dönmüş, toz ve dumandan neredeyse varlığı görünmeyen unutulmuş bir şehir gördü ve her tarafını pas kaplamış bir karavanın içinde onu, yanındaysa onu hayata döndürmeyi başaran o kızı. Hiç vakit kaybetmeden koruyucu robotları oraya gönderdi. “Onu ve yanındaki kızı istiyorum.” dedi.
Herkes, akşamki gösteri için hazırlanmıştı bile. En güzel giysilerini giyinmişti insanlık ve en güzel maskeleri yüzlerindeydi. Kimse, yağan çamura aldırmadan kumpanyanın çadırı altında yerlerini almaya başlamıştı. Dike, heyecandan ne yapacağını bilmeyen bir halde etrafta dolaşıyordu. Ali Cengiz ise kalabalığı görünce çamurdan çok para kokusu alıyordu. İnsanlar yerlerine oturduklarında perde kurulmuştu ve Şems, elinde Hacivat ve Karagöz’le perdenin arkasında oturuyordu. Yaşar, elinde tefle bir şeyler yapacak olmanın keyfini sürüyordu. Dike de perdenin arkasına geçti ve Karagöz’le Hacivat’ı seslendirmek için elinde teksti hazırda bekliyordu. Herkes yerine oturup tam sessizlik olduğunda Ali Cengiz, sahneye çıktı ve sunumunu yaptı. İnsanlık, varlığını hatırlama yolunda ilerlemeye başlıyordu. Oyun başladı ve çocuklardan hatta büyüklerden çıkan kahkahalar, Karagöz’ün, Hacivat’ ın kafasına vurduğu seslere karışmaya başladı.
Çocukların kahkahasını emmeye başlayan Şems’ in güç kaynağı dolup taştı. Dike, kendini diyaloglara öyle kaptırmıştı ki Şems’in aldığı güçle bacaklarının yeniden yapılanmaya başladığını fark etmedi. Ne zaman ki soluklanmak için kafasını kaldırdı ki o zaman Şems’in oluşan bacaklarını görmeye başladı. Şems’ i özel kılan da buydu işte.
Gerekli enerjiyi bulduğunda kendi kendini onarabilme yeteneğine sahipti. Gözlerini koca koca açan Dike, kekelemeye başladı ve bir anda sustu.
Şems’ in bacakları oluşum sürecini tamamlamıştı. Şems, birdenbire ayağı kalktı ve o sırada Dike oyuna son noktayı koyup bitirdi.
İnsanlar, birbirlerine bakıp varlığını keşfetmiş bir hayvan misali kendilerini süzmeye başladılar. İnsanlıklarını hatırlamaları için gerekli olan gücü Şems onlara oynattığı oyunla vermişti. Çadırın içinde bunlar yaşanırken etrafı koruyucu robotlar sarmıştı bile.
İnsanlar robotları gördüğünde şaşkınlıklarını gizleyemediler, unutulmuş bir yerde robotların ne işi olabilirdi ki. İnsanlık geri dönüşünü kutluyordu ve bu teneke parçalarına hiç pabuç bırakmayı düşünmüyorlardı. Herkes Şems’in verdiği ışıkla ayaklanmaya başladı. Her biri robotların üstüne yürüyordu. Robotlar hedefe kilitlenmiş halde önlerine çıkan bütün engelleri yok ederek Şems ve Dike ‘ye doğru yöneliyordu. Dike, neler olduğunu anlamaz halde Şems’ e bakmaya başladı. Şems, Dike’ ye doğru yürüdü ve onun elinden tuttu. Şems, artık çok güçlüydü, etrafında olup biten ne varsa onları hafızası aracılığıyla dünyadaki her ekrana yansıtmayı başardı. O, büyük şehirlerin caddelerinde ve evlerindeki ekranlarda şu an orada olup bitenler yayınlanmaya başladı. İnsanlığın uyanışı başlamak üzereydi. Büyük İnsanlık Örgütü, onun yani Kurtarıcı Robotun uyandığını işte o zaman anladı. Harekete geçmeye başlayan insanlık Şems’ in aydınlığının gücünü kilometrelerce uzaktan üstlerinde hissedebiliyordu. Geç kaldığını düşünmeye başlayan Büyük Üretici ise elindeki son kozu kullanmak için yine de biraz beklemeye karar verdi.
“Güce boyun eğmiş ve onun varlığına bağımlı olmuş bir yarı insanın yapamayacağı hiçbir şey yoktur.” diyordu, bilge bir ses uzaktan.
İçine akıl nefesi üflenmiş birçok robot da harekete geçmek için hazır bekliyordu. Bir insanlık uyanışını yaşıyordu.
Meydanlarda toplanan insanlık, robotlara karşı savaşmaya başlamıştı. Büyük bir kaos yaşanıyordu o ihtişamlı şehirlerde. Büyük gürültüyle patlayan mekanizmalar ve onların yaratıcıları acı içindeki insanlığın ilk kurbanlarıydı. Daha önceden kurulmuş düzenekler için düğmeye basıldı. Önce küçük şirketler yok edilmeye başlandı. Her yer ver her şey karanlığa gömülmüştü kara bir dumanın altında; ama daha güçlü olan tarafın bu sessizliği ve boyun eğmiş hali hiç hayra alamet değildi. İnsanlar, erken sevinç çığlıklarını havaya üflüyorlardı. Çoğunun gözleri kan çanağı, elleri mercan, kalpleri buz, ama ruhları hala insandı. Bazı, kendini robotların hizmetine adamış, ölümsüzlüğün ucundan yakalarım umuduyla dolaşan alkışçılar ise hangi tarafı seçeceğini bilemez bir halde inlerine çekilmişlerdi. Her şey insanlığın lehine olurken bütün bunların en çok zarar vereceği kişi, daha harekete geçmemişti. Doğru zamanı beklediği bu uzun soluklu suskunluğundan belli olmalıydı. Ama insanlık, insansı duygularına yine yenik düşüp gafletlerinin içinde boğulabileceklerini fark edememişlerdi.
Çamurlu, çorak topraklarda, Şems’ in varlığıyla aydınlattığı o topraklarda ise zorluklar elle tutulur cinstendi. Şems, Dike’ nin gözlerinin içine baktığında içindeki fırtınalı denizleri görebiliyordu ve Dike’ nin dalgaları yarıp geçtiğini, sonra bir su damlası olarak bir ormanı yeniden yeşerttiğini. Evet, içinde engel olamadığı bir coşku vardı Dike’ nin. İstediği oluyordu. İnsanlık robotlara karşı gelmeyi başarmıştı ve insan olduklarını hatırlamakta onlara yardım etmişti.
İstediği gibi bir geleceğin kapılarını açmıştı, aralamak ve sonuna kadar açmak da onlara kalıyordu.
Yaptıklarının gururu gözlerinin içinde damla damla olmuştu ve onları akıtarak Şems’ e baktı ; “senin olduğunu biliyordum. Gücünü gökler ve yerler hissediyorken benim yanı başında hissetmemem imkansız olmalıydı.
Kırılacak bir dalın üstünde oturuyorduk hepimiz; kırılmayacakmış gibi davranmak onu kırılmasına engel olmayacaktı. Yani biz kırılmayacakmış gibi yaşıyorduk, sen geldin ve kırılabileceğini hatırlattın ve sonra kırdın.” dedi. Bunları söylerken yere değen gurur damlaları bir ağacı yeşertecek kadar verimliydi. Tam da o sırada Şems, çocukların kahkahalarıyla kazandığı enerjisini Dike’ nin gözyaşlarıyla birlikte kaybetmeye başlıyordu. Yavaş yavaş ekranlar kapanmaya başladı. İnsanların üzerindeki aydınlık etkisini kaybediyordu. Gökyüzünde büyük bir gürültü koptu. Büyük Üretici, harekete geçmişti.
İlk yaptığı şeyse Şems’in gücünü veren sevinç kahkahalarını yok etmek oldu. Şems’in gücünün azalması bundandı. Artık, hiçbir gülüşü duymamaya başlamıştı. Gökyüzündeki gürültüyle beraber bir ışık, yağmur gibi yere yağmaya başladı ve insanlar bu ışığın etkisiyle mekanikleşiyordu.
Büyük Üretici, en iyi kozunu sona saklamıştı ve suskunluğunu bozmuştu. Şehirlerin en ücra köşesine kadar ulaşan bu ışıkla insanları ele geçirmeyi başardı; ancak barınaklardaki insanlar kurtulabildi bu mekanizmadan. Beyinlerine nüfuz eden bu enerji onları robotlaştırmaya başlıyordu. Şems, kalan son enerjisiyle Dike’ nin üzerinde bir kalkan oluşturdu ve onu bu ışıktan korumayı başardı. Dike, o sırada dünyadaki bütün çocukların şarkılarını duydu. Kulakları çınlayarak etrafına baktı ve mekanikleşen insanları gördü. Çocuklar şarkılarını söylemeye devam ediyordu.
Ardından Ilık bir rüzgar gibi aktı sesleri avuçlarının arasından ve havada kayboluşunu seyretti sonra. Yeniden insanların varlıkları sonlandırılmıştı. Işık yağmuru bittiğinde Şems’ in de gücü bitmişti. Kalkan kayboldu, Şems yere düştü. Dike, hareketsiz elleri ve ayakları kilitlenmiş halde oracıkta kalakaldı.
İşte bitiyordu, uyanış kendi kendini yok etmişti. Yeniden düzene yenik düşen kitleler sessiz direnişe başlamak üzereydi. Çocukların şarkıları artık duyulmuyordu. Gözyaşı, kahkaha, hüzün, sevinç, acı, kin varlığını kaybetmişti. Dike, kafasını çevirip Şems’ in gözlerine bakamadı. Aslında, baksa hiçbir şey kaybetmediğini görecekti ve daha bitmemiş olan direnişin sonunun bugün olmadığını. Sadece gözlerini kapattı ve zekasını kullanmak için onu götüren robotlara direnmedi.
Ellerinden yere doğru akmaya başladı o sırada. Damla damla dökülüyordu. Gözlerini açsa döküldüğü yeri yeşerttiğini görecekti; ama hiç açmadı. Ve bir adam hikayesini anlatmaya başladı içtenlikle, kafası ve elleri yere doğru sırtı aralanmayı bekleyen kapılara dönük. Gökyüzünden güzel bir kadın sesi işitildi, bir anlık ve bilge bir insan gözlerini kapatıp el salladı.
-101- Suat BAŞKIR
“KÖK"
ULUSLARARASI TEKTONİK-TEKNOLOJİK ARAŞTIRMALAR A.Ş.
PROJE: KAYNAK
2197 yılında dünya, yüzyıllar öncesinin zenginlik - fakirlik çekişmesindeki adaletsizlik dolu günlerini çoktan geride bırakmıştı. Artık, herkes yüzyıllar öncesinden kat be kat varlıklıydı. Ne bir kimse diğerinin ekmeğine göz dikiyordu ne de bir ulus diğerinin toprağına... Karmaşa, politika, savaş, kavga neredeyse yok gibiydi. Zaten, aslında tüm bu insan egosundan kaynaklanan kaosların yaşanması için bir sebep gerçekten de yoktu. Çünkü, insan nüfusunun sahip olduğu muhteşem zenginliğe rağmen yaşamını devam ettirebilecek tüm kaynaklar neredeyse tükenmişti.
Pilot, kabine doğru ilerlerken bir fanusu andıran "Toz kızağı 2" 'nin midye şeklindeki çok hafif bir metal alaşımdan yapılmış; fakat çoğunlukla saydam olan kapılarına yaklaştı. Kapılar, üste doğru açılmaya başladığında çevresinde toplanan protokol ve onları çevreleyen kalabalığın başlıklarındaki ekranda önce, "Kök..." şirketinin logosu ve hemen ardından da "Toz kızağı 2"nin tanıtımı belirdi. Hologram olarak beliren afet bir kızıl, anlatmaya başladı:“200 bin kilometre tarama kapasitesine ve infrarotgöze sahip tek cihaz olan "Toz kızağı 2" tükenmekte olan yeni yaşam kaynaklarına ulaşılması açısından dünyanın devamı için tasarlanmış kusursuz bir makinedir.
“ Toz kızağı 1” in yaşadığı talihsiz kazanın ardından 7000 kilometre daha fazla sertliğe ve sürtünme dayanıklılığına sahip olarak üretilmiştir. (20 saniyeden geriye saymaya başlayan numaratörün tanıtıma eklenmesiyle sesine açıkça hissedilebilir bir heyecan yükleyen hologram anlatısına devam etti). Şirketimizin son projesi "kaynak" yerkürenin 20000 kilometre altına pompalayacağı suyla ısınan suyu yüzeye doğru iterek tükenmiş olan petrol ve gaz rezervlerini yeniden canlandırmayı amaçlıyor, bu planın başarısız olması halinde ise kaynaktan alacağı suyun devinimiyle yeni bir enerji kaynağı yaratmayı, hedeflemektedir.”
Konuşmanın tamamlanmasıyla birlikte duyulan yapay bir alkışın ardından, alanın ortasındaki numaratör geri sayımının sonuna doğru gelmişti. Son kontrollerinin ardından verdiği komutla altındaki kızağın titrediğini hissetti, genç adam. Hareket etmeye başlayan araç, adını toz dumana bırakacak bir şekilde büyük bir süratle ilerlemeye başladı. Alanın çevresinde kısa bir tur attıktan sonra, hedeflenen noktaya ulaşarak yerkürenin derinliklerine doğru ilerlemeye başladı.
Alanı terk ettiğinde, çok ciddi bir direnç kaydetmeden makinenin almış olduğu koordinatlara göre ilerlediğini raporladı, merkeze. Bir yandan büyük bir süratle ilerliyor, bir yandan da tanklarındaki suyun ısınma derecesini kontrol ediyordu. 3000 kilometre uyarısını aldığında pilot, infrarotgözü çalıştırdı. Cihaz merkeze bulundukları katmanda ki alaşım verilerini gönderiyor ve enerji rezervlerini bildiriyordu. Merkez, daha önceki testlerdeki verilerle karşılaştırarak sonuçları pilota gönderiyordu.
4500 kilometre uyarısını da geçmişlerdi henüz, ama projenin hedefine uygun büyüklükte bir su rezervine ulaşamamışlardı.
10000 kilometre uyarısının ardından pilot, merkezin 2. zırha geç uyarısıyla hızını düşürerek ağırlığını arttırdı. Tedirgin edici mesafeye gelmeye başlamıştı ve hala veriler uygun kaynağa ulaşamadıklarını gösteriyordu. Nihayet, daha önce görev olarak ulaşılamamış 16500 kilometrede gözün aktardığına göre ciddi miktarda bir gaz rezervi bildirilmişti. Pilot, gelecek olan talimatı beklemeye başladı. Kısa bir sessizliğin ardından ekrana, su bulunana kadar devam et talimatı, geldi. pilot devri yükselterek belirlenen koordinatta ilerlemeye devam etti; ancak makinenin yarattığı sürtünme çok yakınlarındaki gazı çoktan harekete geçirmişti bile. Mesafe ölçer 19700 kilometreyi gösterirken göz, yaklaşık 120 kilometre ötedeki ortalama boyutta bir deniz büyüklüğünde olan su kaynağını göstermeye başladı. Pilot, önce ek delicisi olan ön kapsülü rotasını girdikten sonra bıraktı. Ardından, rotasını dikeyden yataya hızı ise düştükten yükseğe, sonra da geldiği istikamete doğru çevirdi. Ve beklemeden tankındaki suyun sıcaklığını kontrol ederek son devir yüzeye doğru hareketlenmeye başladı, tankındaki onmilyon ton suyu açmış olduğu kanaldan kaynağa doğru ulaşması için serbest bırakırken.
Kök şirketinin merkezinde adeta bir şenlik havası yaşanıyordu. Projenin ilk adımı gerçekleşmiş dünyanın merkezindeki kaynayan su hareket ettirilerek yepyeni bir enerji kaynağına kavuşmanın ilk adımı atılmıştı. Şimdi merkezin ilgisi, toz kızağı haberleşme merkezinden hareketlenen suyun taşacağı belirlenmiş koordinatlardaki hidro depoların ve santrallerin haberleşme merkezlerine kaymıştı.
Çok geçmeden pek çok yerden bu harika başarının haberleri gelmeye başladı. Su, kimi yerde yeni kaynaklar atarak yüzeye ulaşıyor kimi yerde petrol ve doğalgaz olarak kendini gösteriyordu. Sayılı medya organları ve bu büyük müjdeyi mutlulukla, izleyenleriyle paylaşıyor; zenginliği gelişmiş medeniyeti ve mükemmel teknolojisiyle insanoğlu bir kere daha dünyada kalabileceği yeni bir kaynak yaratmış oluyordu. Toz kızağı 2’ nin yaratıcıları ve pilot, heykelleri dikilecek kadar ünlenmiş ve zenginliklerine yenilerini katmışlardı. Hatta Ay'a gitmenin ne kadar büyük bir gereksizlik, boşa bir çalışma olduğunu asıl adımın bugün atılmış olduğuna dair beyanatlarıyla bu şanslarını büyük bir egoyla kutluyorlardı. 1 ay gibi kısa bir süre içinde, bu yeni kaynak daha önceden belirlenmiş bir şekilde insanlığın tüketimine sunuldu. Uygun araçlar ve sanayi, süratle geliştirildi. Toz kızağı 3 ve Toz kızağı 4 daha büyük tanklarla rezervlere ulaşmak için dünyanın çeşitli yerlerinde yeni görevlere çıktılar. Gerçekten de bu yeni kaynak ölümsüzlüğün bulunmasından bile çok daha önemliydi.
Bir gün...
İlk çalışmanın yapıldığı alan ve 30000 kilometre civarında yerden ateş topları fışkırmaya başladı. Depremin şiddetiyle denize yakın yerlerdeki dev dalgalar tüm yerleşim birimlerini yuttu. Neyse ki, habersiz olarak etkilenen ilk bir kaç şehir hariç diğerleri yeni yapı sisteminin kusursuz tahliyesiyle kurtulmuştu. Projenin tekrar edildiği diğer bölgelerde, yapılan uyarılar sonucunda önlem alındığı için oradaki insanlar etkilenmediler; fakat 1 yıl içinde Kök şirketi açılan davalara dayanamayarak iflasını vermek zorunda kaldı.
Çok ünlenen ve bu konuda sayısız seminer vermiş olan pilotun kendilerine "eski tür" adını veren bir grup tarafından öldürülmesiyle beraber "kaynak" projesi bütün kurtarıcılığına rağmen iptal edildi.
Türünün ilk örneği olan " Toz kızağı 2 "hariç diğer tüm makineler yok edildi.
Toz kızağı 2 ise yaklaşık 100 yıllık müze geçmişinin ardından yeniden programlanarak yok olmaya yüz tutmuş insanlığın kendisi için yeni bir kurtulma projesi olan “İnsan Üretme Çiftliği" nde görevlendirildi.
-106- Suat BAŞKIR
İNSAN ÜRETME ÇİFTLİĞİ... Dölyatağı...
"Her şeyi bilen, kolay affeder.."
Genç kız, penceresinden artık tükenmekte olan puslu, gri, siyah-kızıl arası gökyüzüne dalmıştı. 300 sene önce nasıl bir gökyüzü vardı acaba, diye hayal ediyordu. Kütüphanesindeki eski kitaplara göz attı. Yatağına uzandı, projeksiyon cihazından tavana yansıtmış olduğu 2000’lerden kalma masmavi gökyüzünün altında “Dünya Dışında Yaşam Var Mı” kitaplarından birini aldı eline. Bu sırada, tavana vermiş olduğu gökyüzü arka planının bir ucundan ilerlemekte olan kuyruklu yıldız gibi sarı bir ışık yanıp sönmeye başladı. Kızın vermiş olduğu aç komutuyla insanımsı çok güzel bir yaratık belirdi, ekranda. Kız, gülümseyerek kitabı yanına koydu.
- Görüyorum ki yine bizleri merak edenlerin dünyasını düşünüyorsunuz profesör dedi, güzel yaratık.
- Evet, ama onları değil sizleri düşünüyordum, üstad. Neden, şu masmavi gökyüzünün yemyeşil dünyasını yok etmemize izin verdiniz? Niye, bizlere öğrettiklerinizi onlara öğretmediniz, diye.
- Ah profesör, melez olduğunuzu unutuyorsunuz yine. Aslında yanıtı verdiğinizi de göremiyorsunuz, böylece.
-Nasıl ?
- Nasıl mı, siz melez ırkı yaratmadan biz bütünüyle insan olan türe yanlış yaptıklarını anlatamadık, nasıl ki bir tarafı insan olan ve doğarken bizlerin bildiği sonsuz bilginin ışığıyla doğmuş olan size, aslında tüm şansımızı denediğimizi anlatamadığımız gibi.
Uzaydan değil, öte alemden geldiğini bildiren aydınlıklar dünyadaki melek tanımına uyan varlıklardı. “Şemsettin” yani ruhun ışığının aydınlattığı, olarak anılmayı seçmişlerdi. Kutsal anlatılarında “İlk Büyük Hayalci” diye bildirdikleri üzere 2012 yılında Türk topraklarında ruhun manevi gücüne itaat eden insan, aslında sonsuz bilginin şifresine ulaşarak onları çağırmış ve böylece iki dünyanın birleşimini sağlamıştı. Fakat aynı günlerde, on yıllardır milyarlarca insana doyum vadederek kendi semirmesine bakan bencil sistemin insanlarının yaşadığı eski kıta diye bilinen geniş yüzölçümlerinde, milyarlarca farklı tipte insanın yaşadığı kadim topraklarda, başlayan kanlı savaş yüzünden bu birleşimin fark edilmesi on yıllara mal olmuştu. Eski kıtanın ilk sahiplerinin, yüz yıllar önce topraklarından sürülmesinin ve hunharca, zalimce, kutsal değerlerin ardına sığınarak sindirilmesinin intikamını almaya başlaması; iblis yıldızının muhafızlarının koruduğu ak sırça köşkünde yaşayan milyonlarca yüzü olan kralın her haneye ayrı bakan gözlerinin tek tek oyulması, her kulağa ayrı konuşan dilinin liğme liğme doğranmasıyla başladı, dünyanın en büyük yaşam devrimi. Yazık ki, atalarının yaşadıkları acıyı unutan torunları İns’ in cehaletinden hiç ders almamış gibi yaşamları alarak yaşattılar bu devrimi.
Ne acı bir kısırdöngüydü bu, diye anlatıldı kuşaktan kuşağa birleşimin tamamlanmasını bekleyen aydınlık ırkın atadığı melekten insanların metinlerinde.
Maalesef, eski kıtadan başlayan bu var olma katliamı, tüm dünyaya kısa sürede yayılmış ve huzurlu mavi yeşil dünyanın sakinlerinin kaynattığı kızıl kazanın ateşi, intikamcıların tohumlarından gelenlerin kanlarının dinginleşmesine kadar sürmüştü, yaşam boyu kendi kurdukları adaletsiz ve tatminsiz sisteme itaat eden insanların bu yıkıcı hayal kırıklığı. Ta ki, koşulsuz itaatlerini artık ruhlarındaki bilgeliğin ışığına adayana kadar. Bu süre boyunca “Aydınlıklar” yine kutsal anlatılarında bildirdikleri gibi her dönem insanın bu bilgiye ulaşmasını beklemişler; fakat insanlık yıkım ve doyum da dahil olmak üzere tüm maddesel tatmine ulaştıktan sonra, ancak gerçekleşebilmişti bu.
Kız, melek bilgeliğiyle onaylar bir şekilde başını öne eğdi.
-Şimdi, yeni görevinizi bildirme zamanı profesör. Sektör 22 deki üretme çiftliğinde merkez kontrolü kaybedilmek üzere, orada yönetim pozisyonuna sızmış olan biri var ve yüzde yüz insanların kendi belirlemiş oldukları karakterdeki insanları klonlamakta oldukları uyarısını aldık. Ve bu durum dünyada 100 yıldır devam eden dengenin ciddi bir tehlikeye girdiğini gösteriyor. 1 günde 10 insan üretme kapasitesindeki çiftlikte, son 1 haftada 250 eski tür üretilmiş. Bu durumu düzeltmenizi bekliyoruz, profesör...
Ekranda tesisin bilgilerini içeren bir tanıtım belirdi. "Dölyatağı" isimli bu tesis aslen yapay zeka makineler tarafından yönetiliyordu.
Profesör, tesisin can damarını oluşturan ana belleğin özelliklerini incelemeye başladı. Aydınlık ırkın teknolojisinden üretilmiş son sistem melez ırk türevi, harika makine 5H€M5€tt1n ile çalışacaktı.
Ruhun özündeki sonsuz bilginin kod diliyle programlanmış olan 5H€M5€tt1n, yöneticinin beynine kızılötesi bir göz ile bağlanarak tamamen onun kontrolüne bağlanan, fakat kendi yazılımı sayesinde bağımsız olarak görevlerini yerine getirebilen (ki şu ana kadar ilk defa denenen bir teknolojiydi bu) tek kelime ile muhteşem bir icattı. Bu çalışma, dünya genelindeki laboratuvarlarda son zamanlarda raporlanan kaos olasılıklarının risk yüzdesinin yükselmesi nedeniyle, başarıya ulaşması kuşaklara dayanan bu büyük yaşam dengesinin devamı için kurulan üretme çiftliklerine yepyeni bir boyut getirmek ve hata riskini neredeyse sıfıra yakın bir yüzdeye düşürebilmek için tasarlanmıştı. Profesör, bu büyük projeye, 2012 yılında ilk birleşmenin ateşini yakan Büyük Üstad, büyükbabasının yeteneğinden feyz alınarak seçilmişti.
-Dengenin devamı için.
Dedi kız. Ve ardından odanın aşağı köşesindeki kabine giderek tesisin koordinatlarını girdi.
Dünyanın dört bir yanından gelen spermler, dişil yaratıklar olan aydınlıkların teknolojisiyle üretilmiş yapay yumurtalıklarda dölleniyor ve böylece ışıkbilge-insan melezler, dünyadaki yaşamlarına başlıyorlardı. Dünya, şu anda kaynak olarak çok güçsüzleşmiş olsa da bu yeni türün ihtiyaçları doğrultusunda sonsuza kadar yaşanabilecek bir noktadaydı. Çünkü artık dünya sakinleri ateş ve parçalamakla yaşamda kalmıyorlardı.
Bedenin fiziksel ihtiyaçlarını giderecek olan beslenme dışında (bunun içinde gereken teknoloji insana sunulmuş) maddi gereksinimi olmayan bir tür yaratılmıştı. Böylece, eski türe göre tükenmiş durumda olan dünya ışıkbilge-insan’a göre şu anda yaşanabilecek bir durumdaydı. Çünkü yeni türe ruhun biriktirmiş olduğu rezerv bu düzen ve denge içinde sonsuz ömrü sağlıyordu.
Neden birileri bu düzeni bozmak istesin ki diye, düşündü genç kız. Tesisteki mesaisine başladığı ilk dakikalarda… 5H€M5€tt1N’den yürütme raporu ve son 2 hafta içindeki ekipman döküm bilgilerini istedi. Kusursuz itaatiyle makine, istenen bilgileri kısa süre içinde kadına sunuyor ve yeni istenen raporlar için kusursuz bilgileri toplayarak yeni sorumlusuna iletiyordu. Ancak, genç kadın üstadın ona bildirdiği gibi bir durumun olmadığını hayretle gözlemliyordu. İstediği tüm raporlar tamamlandıktan sonra makineye, rutin tesis yönetimine devam etmesi talimatını vererek tesisteki ışıkbilge-insanlar ile bir toplantı tertiplenmesi talimatı verdi.
Toplantı öncesi tüm tesis çalışanlarının DNA’ larını incelemiş ve hepsinin melez olduğunu gördükten sonra da şaşkınlığı bir kat daha artmıştı.
Denetlemelerinde gözlemlediği kadarıyla tesis çalışanları tam bir görev bilinciyle o gelmeden önce tesisin testini tamamlamak için haftalardır çalışmaktaydılar. Ve o geldikten sonra geçmekte olan zaman içinde de aynı ciddiyet ve samimiyet içinde çalışmaya da devam ettiler.
Bir haftadır tesisteydi ve ters giden hiçbir şey yoktu;
Ama ana bellekten gelen raporlara göre tesis hala %100 insan üretmeye devam ediyordu. Genç kadın tüm çalışmalarına karşılık devam eden bu negatif durumun neden kaynaklandığını bulamıyor aynı zamanda da bu sorunun üstadın bildirdiği sızmadan kaynaklanamayacağını düşünüyordu. Fakat sebebini de bir türlü bulamıyordu.
Bu sırada Dölyatağı’ da dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki üretme çiftliklerinde, çok fazla sayıda insan üretilerek yaşama karıştırılmışlardı. İnsan nüfusu arttıkça var edilme amacı denge ve huzur olan melez insanların yaşam sistemi ciddi bir şekilde tehdit edilmeye başlanmıştı. “Yeg”* imzalı bildiriler ile başlayan hareket, sosyal iletişim kanallarının yayınlarının ele geçirilmesine ve bu kanallarda “Yeg” in yaşanmakta olan hantal, monoton düzenli sistemin ve bu sistemin yarattığı insanın varoluşuna, yaşam kalitesine ve en önemlisi yaratılış hediyesi olan iradesine, ihanet eden melezlerin yok edilmesi ve insanın hakim olduğu eski güzel dünyanın geri gelmesi için var güçleriyle çalışacaklarına dair ettiği yeminlerle doluydu. Ayrıca, yıkım kayıtlarının ışıkbilge- insanlara ulaştırılmasına kadar giden bir korku hakimiyeti kurulmasına sebebiyet verdi. Melez ırka nazaran, yaşamı için çok daha fazla fiziksel ihtiyaç duyan insanın tüketmeye başlamasıyla beraber, çok geçmeden saf insan için kaynakları sınırlı olan dünya, üzerinde yaşayan canlılara yetmemeye başlamıştı. Oluşturulması yüzyılı geçkin bir zamana yayılan yeni yaşam sistemi, Yeg’in bir ay içinde bildiri ve konuşmalarıyla kurduğu korku hakimiyetinin de etkisiyle artık yerini yok etmeye ve kıyıma bırakmıştı. Böylece, dünyada büyük bir isyan patlamıştı. İlk kıvılcım eski dünyaya aydınlık bilgileri ulaştırmak için seçilen insanların doğduğu su ile kumun birleştiği sıcak kadim topraklarda parladı. Yüz bir yıl önce ilk kurulan insan üretme çiftliğinin bahçesine dalan öfkeli kalabalık, bir avuç bilim insanından oluşan çiftliğin sakinlerini katletmiş, doğumu için gelişiminin bitmesini bekleyen ceninleri acımasızca parçalayarak ortalığa saçılan kan ve sıvılardan “irade insanın özüdür. Kararı insan verir!” yazılı bir mesaj bırakarak sosyal iletişim ağları üzerinden, liderleri “Yeg” in yeniden var olma hareketi konuşmalarıyla beraber yayınlamışlardı.
Bu başlangıç dünyayı bir mezbahaya çevirmiş, insanların çoğu da neden yaptığını bilmeden ışıkbilge- insan melezleri, büyük bir hızla yok ederek onların kaynaklarını ele geçirmeye başlamışlardı. Ruhlarına yaratılırken yok etme işlenmemiş olan melez ırk, etten kemikten birer objeymişçesine karşı koymak nedir bilmeden çoğu zaman topluca yok ediliyordu. Sonunda, yüzyıllık denge insan ırkının bir kişi fazlalaşmasıyla beraber son buldu. Fakat insanlar, hiçbir teknolojiye sahip olmadıkları gibi bunu tekrar var edecek bilgiden de yoksun bir şekilde üreyip çoğalmışlardı. Sanki yalnızca birer yırtıcı olarak dünyada bulunuyorlardı. Elbette ki, bu onların yaşamını devam ettirmesini sağlamaya yetmeyecekti. Işıkbilge- insanların sayıca geriye düşmesiyle beraber dünyada ki üstat meclislerinin kararıyla çoğalmayı durduramayan çiftlikler, çalışmalarını durdurdu. Saf insanlar “Yeg” önderliğinde dünyanın güneyindeki kıtada kendilerine bir ülke kurmayı ve yıkımı durdurmaları karşılığında yaşam kaynaklarının büyük bir kısmının kendilerine aktarılması taleplerini üstatlara kabul ettirdiler. Işıkbilge-insanlar, yaşam kaynağı üretmeye devam edecek ve çalışma gücü olarak katliamları durdurulacaktı. Tabii makineleri de insanların emirlerine vermek kaydıyla.
Tüm bu kaos ve yıkım içinde genç kadın, evine geri dönmüştü. Son zamanlardaki savaşın ardından daha da beter bir hal almış olan gökyüzü yüzünden artık neredeyse bulundukları bölgede nefes almak imkansızlaşmaya başlamıştı. Üstat meclisinin emriyle her haneye bir ruhüfler konulmuş ve melezler yaşayabilecekleri yeni bir dünya bulana kadar yaşanılabilir seviyede tuttukları hanelerinde yaşamak zorunda kalmışlardı.
Yazık ki, insan nüfusunun artmasıyla son 1 yıl içinde dünya, tüm huzurunu kaybetmişti. Ve yeni sakinler, doğaları gereği var olabilecekleri bir yere ihtiyaç duyuyorlardı.
Tavana yansıyan mavi gökyüzü arka planından yeni bir kuyruklu yıldız kaymaya başladı. Bu sefer gelen mesaj bir kayıttı. Ve şimdilerde insanların ülkesinde, görevine devam eden Dölyatağı’ ndaki idare robotu 5H€M5€tt1N’den geliyordu. Genç kadın, vakit kaybetmeden gelen hologramı açtı. Gördüklerine inanamaz bir vaziyette gözleri açıldı.
5H€M5€tt1N, her gece yarısı onun yanına geliyor ve o da yarı uyanık bir vaziyette kalkarak klonların “DNA” dizilişini değiştirerek insan yumurtalığında döllenme kodlarını giriyordu. Bu işlemin ondan önceki mühendiste hatta ondan da önceki mühendiste de tekrarlandığını gördü. Görüntü pencere pencere çoğalırken kayıt dünyadaki tüm çiftliklerdeki diğer melez yöneticilerin de insani bilinçaltlarına aynı fikir aşılamasının yapıldığını gösteriyordu. Ekranda gülümseyerek “Yeg” belirdi.
"Sakın üzülmeyin şaşırmayın türdeşlerim, bizler insanız! İrade bizim var olma sebebimiz.
Sizlere insan olduğunuzu hatırlatmamız gerekiyordu. Tercih sizin ya gidin bir başka kuşakta yeniden var olmanın şansını deneyin ya da ölümlü olduğunuzu hatırlayın, kalın. Ama her ne olursa olsun bizleri affedin. Biliyoruz ki "her şeyi bilen, kolay affeder.." bizler insanız! İrade bizim var olma sebebimiz.
Mesaj, masmavi gökyüzünün içinde kaybolup giderken, üstat meclisi; Ruhüflerler’ in bu gece yarısı kapatılacağı acil koduyla, geldikleri öte aleme dönüleceğini bildiriyor ve hayatta kalan melezlerin ruhlarını teslim etmesi için son çağrı olduğunu aktaran mesajı yayınlıyordu.
Gece yarısına iki dakika kala, son iki dakika içinde peş peşe aldığı iki son mesajın etkisiyle allak bullak olan genç kadın, üstatlardan gelen mesajı kaparken tavanına yansıttığı masmavi gökyüzü hologramına ve adeta sıkıştırılmış bir hayat yaşadığı küçücük ziphane’ sine son bir kez baktı.
Ruhüfler’ in üzerindeki küçük ışıklar teker teker sönmeye başlarken genç kadın kabine çoktan girmiş ve insanların ülkesinin koordinatlarını girmişti bile...
-115- Suat BAŞKIR
Evrim…
...doğal döngünün dengesinin devamına programlanmış mutlu dünyanın kurucularının kovulmasının yani Yeg'in sözleriyle "esir dünyanın soykırımcı diktatörlüğünden kurtulan özgür insan" ın evrimin ardından yıllar geçmişti. İnsanlar, her ne kadar onları bu dünyayı terk etmeye zorlayacak kadar yıldırmış olsalar da ışık varlıkların teknolojilerini kullanmaya başladıklarından beri kendilerini dünyanın neredeyse tükenmekte olan kaynaklarına adapte edecek bir şekilde tekrar üretmeyi başarmışlardı. İlerlemeleri ve kullanmakta oldukları yüksek teknoloji sayesinde, rahat bir yaşam sürdürüyor olmalarının yanında, kendi türlerinden veya özgürlüğü seçen melezlerin içinden yetiştirdikleri dehalarla yaşamlarına atalarının hayal bile edemeyeceği mucizeler katabilmişlerdi. Örneğin, artık ölmüş bir insanın tek bir düşüncesinden onu yeniden yaratabiliyor, kendilerine yeni hafızalar yükleyerek ölümsüzlük anlamına gelecek şekilde yeni yaşamlar armağan edebiliyorlardı. Hatta son yayınlanan iç bildirilerle bedenin, yeni hafızanın tazeliği ve çiftliklerin teknolojisiyle kendini eski tür insanından kat kat daha hızlı ve pozitif bir şekilde yenileyebildiği kanıtlanmıştı. İnsanlar, bu teknolojiyi doğru işlemeyi öğrenene kadar yaşadıkları dış dünyada nice savaş nice yıkım ve kaosun ardından yeni bir yaşam alanına ihtiyaç duydular. İnsanların kurulmuş olan bu yeni ve görkemli medeniyeti, devasa metal duvarların ve kulelerin çevrelediği katlardan, katmanlardan, odacık ve ana alan merkezlerinden oluşan elips bir ışıklar yumağı, adeta minyatür bir dünya gibi oluşturulmuş olan bir biyosferden ibaretti.
Ve bu biyosferde, yaşamlarını sürdürebilmek adına, tek bir tür yani insan toplumu, oluşturduğu yüce kurtarıcı cesur Yeg'in önderliğinde, ışıkların melez ırk için gelmeden önceki hatalarını tekrarlamayan yıkıcılık ve ahmaklıklardan arındırılmış düzenli, yapıcı; fakat nerdeyse yaşamın her alanına girmiş mekanikliğin gölgesinde yaşayan bir sistem kurmuşlardı. Bu sisteme göre zihnini yenileyebilen insan, ne kadar bu düzen kitabının bilgisine doğuştan vakıf bir zihne ulaşabilirse o kadar yüksek katmanda yaşamını sürdürebiliyordu. Şüphesiz ki bu evrim, milyonlarca yıldır dünyada varlığını sürdürmüş olan insan türünden beklenecek en doğru hareketti. Fakat, üretme çiftliklerinde hem kendini yeni yaşam alanında hayatına devam edecek kadar yetenekli bir şekilde korumuş, yenilemiş hem de gitmiş olan sevdiklerini geri getirebilecek kadar ölümsüzlüğün sırrına eriştirmiş olan insanın, yaşamda kalabilme konusundaki bu becerisine rağmen özündeki bencillik ve doymazlıktan vazgeçememiş olması ve devam eden sürekli çatışma hali ile yok etme arzusu, bu yaşam alanında kendini ne kadar süre yok oluştan kurtarabilirdi ki. İşte, bu yüzden sevgili türdeşlerim hepimizin bilmesi gereken her şeyden önce…
-haydi bakalım, uyku vakti genç adam!
diyerek koridordan odaya doğru gelmekte olan annesinin sesiyle irkilen çocuk, okumakta olduğu cümleyi bitiremeden kitabı beceriksizce katladı ve yastığının altına iliştiriverdi.
O sırada, başucuna kadar gelmiş olan annesi yastığın altından görünmekte olan "Varoluş evrimi” yazan “Üstad Yeg" kitabına doğru uzandı ve;
- bugünlere nasıl geldiğimizi merak ediyorsun değil mi canım
diye fısıldadı, şefkatle uyumakta olan çocuğun kulağına. Bir anda gözleri açılan çocuk;
-evet, anne tekrar anlatır mısın? Lütfen… Lütfen... Lütfen…
Diye, biraz da şımarıkça yalvararak doğrulur gibi oldu. Annesi önce üstündeki yorganı şefkatle düzeltti ve alnına küçük bir öpücük kondurduktan sonra, mekanik bir şekilde başını duvara çevirdi. Android anne, bir yandan gözlerinden parlayan ışıklarla duvara hafızasında kayıtlı olan evrim filmini yansıtıyor, diğer yandan suni derinin altındaki metal elleriyle çocuğunun saçlarını okşamaya devam ediyordu.
Bu, yeni mükemmel insan türünün ilk örneklerinden olan çocuk ise her gece bıkmadan usanmadan
2334. yılın ilk ayının dördüncü gününde…
Diye, başlayan hikayeyi izlemeye devam ediyordu. Elbette ki, annesinin gözlerinden yarattığı evrimin gelişimini takip eden üstadlar tarafından izlendiğini bilmeden……
-118- Okumayı bitirmeden önce…
…İnsan, hangi çağda yaşarsa yaşasın atalarının çizip hayatın merkezine bıraktığı üç ana şablondan birini kullanarak tayin eder kendi karakterinin duruşunu… Öyle ki O; Ya kullanılacak olanı bulandır ihtiyacına dair; şefkatli, dahi, paylaşımcı… Ya bulunanı kullanandır hesabına dair; tatminsiz, kurnaz, bencil… Ya da kullanılandır zavallığına dair; esir, ahmak, pasif… Hangi karakteri edinirse edinsin var ettiği bu sistem tek bir sonuç vermektedir ki bu sonuç da şudur; insan yeni bir çözüm bulamadıkça bu döngünün her macerasında hayalkırıklığı yaşamaya devam edecektir, her zaman. Kahramanı ister robot olsun ister kendisi..!
Suat Başkır
------ShEM5-t1İn..! -----
Çoktan Hikayeler
Ezgi Başkır
Serhat Duran
Boğaç Yener
Suat Başkır
Bir Çoktan Yazarlar Kollektifi Eseridir!
İstanbul 2012
Dostları ilə paylaş: |