30 Temmuz - Dün gece. İngiltere'ye yaklaştığımız için sevindik. Hava güzel ve bütün yelkenler açık. Bitkin bir şekilde yattım; deliksiz uyudum; ikinci kaptan beni uyandırıp iki nöbetçi ve dümencinin kayıp olduğunu söyledi. Gemiyi götürmek için yalnız ben, ikinci kaptan ve iki tayfa kaldık.
-177-
1 Ağustos - İki gündür sis var ve tek bir gemi bile görmedik. Manş Denizi'ne geldiğimizde yardım işareti vermeyi ya da bir yerlere sığınmayı umuyordum. Yelkenleri idare gücümüz olmadığı için rüzgârın keyfince gitmek zorunda kalıyoruz. Bir daha kaldıramayız korkusuyla, yelkenleri indirmeye cesaret edemiyorum. Korkunç bir sona doğru sürükleniyor gibiyiz. Artık ikinci kaptanın morali herkesten daha bozuk. Daha kuvvetli olan karakteri şimdi kendini yıpratıyor gibi. Adamlar korkuyu unuttular, kendilerini en kötüsüne hazırlayıp ruhsuz bir şekilde ve sabırla çalışıyorlar. Adamlar Rus, ikinci kaptan Romen.
2 Ağustos, gece yansı - Görünüşe göre benim penceremin dışından gelen bir çığlık sesiyle birkaç dakikalık uykumdan uyandım. Sis yüzünden hiçbir şey gör emiyordum. Güverteye koştum, ikinci kaptan da bana doğru koşuyordu. Bir çığlık duyup koştuğunu, ama nöbetçiyi bulamadığını söyledi. Biri daha gitti. Tanrım, bize yardım et! İkinci Kaptan Dover Boğazı'nı geçmiş olmamız gerektiğini, çünkü tam adamın bağırdığını duyduğu sırada sisin bir anlığına kalktığını ve Kuzey Fore-land'i gördüğünü söylüyor. Eğer öyleyse, şimdi Kuzey Denizi açıklanndayız ve bizimle beraber geliyor gibi görünen bu sisin içinde bize ancak Tanrı yol gösterebilir ve Tanrı da bizi terk etmiş gibi.
3 Ağustos - Gece yarısı, dümendeki adamdan nöbeti devralmaya gittim, ama oraya vardığımda kimseyi bulamadım. Rüzgâr
-178-
yön değiştirmiyor ve önünde ilerlerken rotamızdan sapmadık. Dümeni bırakmaya cesaret edemediğim için ikinci kaptana seslendim. Birkaç saniye sonra don gömlek güverteye fırladı. Gözü dönmüş gibiydi ve benzi atmıştı; aklını kaybetmiş olmasından korktum. Bana yaklaştı ve sanki duyulmaktan korkuyormuş gibi ağzını kulağıma yaklaştırarak boğuk bir sesle fısıldadı: "O burada, şimdi anladım. Dün gece nöbette onu gördüm, insan gibi; uzun boylu, zayıf ve hayalet gibi solgun. Pruvadaydı ve dışarı bakıyordu. Arkasına süzüldüm ve bıçağımı sapladım, ama bıçak onun içinden geçti, hava gibi bomboştu." Konuşurken bıçağını çıkardı ve çılgın gibi havaya sapladı. Sonra devam etti: "Ama o burada ve ben onu bulacağım. Belki de ambardadır, o kutulardan birinin içinde. Teker teker hepsini açıp bakacağım. Sen dümenin başında dur." Sonra uyaran bir bakış atıp parmaklarını dudaklarına götürerek aşağıya indi. Dönek bir rüzgâr çıkmıştı ve dümenin başından ayrılamazdım. Elinde bir alet kutusu ve fenerle tekrar güverteye çıktığını ve sonra ön taraftaki ambar kapağından içeri girdiğini gördüm. Delirdi, tam anlamıyla sayıklayan bir deli haline geldi ve onu durdurmaya çalışmamın bir faydası olmadı. O büyük kutulara zarar veremez; faturada "kil" oldukları yazıyor ve onları hırpalamakla eline hiçbir şey geçmeyecek. Bu yüzden burada kalıyorum, dümeni idare edip bu notlan yazıyorum. Yalnız Tanrı'ya güvenmek ve sisin açılmasını beklemekten başka çarem yok.
-179-
Rüzgârla herhangi bir limana girebilirsem, yelkenleri keseceğim ve orada durup yardım işareti göndereceğim...
Şimdi neredeyse her şey bitti gibi. Tam ikinci kaptanın dışarı daha yatışmış bir şekilde çıkacağını umduğum sırada -çünkü onun ambarda bir şeylere vurduğunu duydum ve çalışmanın ona iyi geleceğini düşündüm- aniden ambar kapağı açıldı, kanımı donduran bir çığlık koptu ve tabancadan çıkmış bir kurşun gibi yukarı fırladı -gözleri dönen ve korkudan yüzü kasılan kudurmuş bir deli. "Kurtar beni! Kurtar beni!" diye haykırdı ve sonra sis perdesi içinde çevresine bakındı. Korkusu umutsuzluğa dönüştü ve tekdüze bir sesle şöyle dedi: "Çok geç olmadan sen de gelsen iyi olur, kaptan. O burada. Artık sırrı biliyorum. Deniz beni ondan kurtaracak ve geriye kalan tek şey bu!" Ben daha bir şey söylemeye ya da onu tutmak için ileri atılmaya fırsat bulamadan küpeştenin üzerine sıçradı ve bile isteye kendini denize attı. Sanırım, artık sırrı ben de biliyorum. Adamları teker teker öldüren bu deli adamdı ve şimdi kendisi de onların peşinden gitti. Tanrım, bana yardım et! Limana vardığım zaman bütün bu korkunç şeylerin hesabını nasıl vereceğim? Limana vardığım zaman! Bunu başarabilecek miyim acaba?
4 Ağustos - Hâlâ sis var, gündoğumu bile onu delip geçemiyor. Güneşin doğduğunu biliyorum, çünkü ben bir denizciyim. Aşağı inmeye cesaret edemiyorum. Dümeni bırakmaya cesaret edemedim, bu yüzden bütün gece burada kaldım ve gecenin karanlığında onu
-180-
-O adamı- gördüm! Tanrım beni bağışla, ama ikinci kaptan gemiden atlamakta haklıymış. Bir insan olarak ölmek daha iyi; denizde ölmek isteyen bir denizciye kimse itiraz edemez. Ne var ki ben kaptanım ve gemimi terk etmemem gerekiyor. Ama bu iblisi ya da canavarı şaşırtacağım, çünkü gücüm tükendiğinde ellerimi dümene bağlayacağım ve ellerimle beraber o adamın dokunmaya cesaret edemeyeceği o şeyi de bağlayacağım; sonra rüzgâr ister iyi olsun, ister kötü, ruhumu ve bir kaptan olarak onurumu kurtaracağım. Gittikçe gücümü kaybediyorum ve gece yaklaşıyor. Eğer bir kez daha yüzüme bakarsa, harekete geçecek zamanım olmayabilir... Eğer kaza geçirirsek, belki bu şişe bulunur ve onu bulanlar anlayabilir; yoksa... eh, işte o zaman herkes sorumluluğuma sadık olduğumu öğrenir. Tanrım, Kutsal Bakire ve azizler, görevini yapmaya çalışan bu zavallı, cahil adama yardım edin...
Elbette, konu tartışmaya açık. Cinayetleri bu adamın işleyip işlemediğini gösterecek hiçbir kanıt yok. Buradaki neredeyse bütün halk kaptanın bir kahraman olduğuna inanıyor ve onun için halka açık bir cenaze töreni düzenlenecek. Naaşının bir dizi tekneyle Esk'in yukarısına ve oradan tekrar Tate Hill İskelesi'ne getirilmesine ve sonra da Manas-tır'ın merdivenlerinden yukarı çıkarılmasına karar verildi bile; yamaçtaki kilise avlusuna defnedilecek. Yüzden fazla teknenin sahibi, ona mezara kadar eşlik etmek istediklerini belirterek isimlerini yazdırdılar bile.
-181-
fr
Büyük köpeğin izine hiçbir yerde rastlanılmadı; insanlar köpeğe çok üzülüyorlar ve halkın şu anki düşüncelerine bakılacak olursa, inanıyorum ki bu köpek kasaba tarafından sahiplenilirdi. Yarın cenaze olacak ve böylece bir "deniz gizemi" daha burada son bulacak.
MINA MURRAY'İN GÜNLÜĞÜ
8 Ağustos - Lucy bütün gece boyunca çok huzursuzdu ve ben de uyuyamadım. Fırtına korkunçtu ve baca külahlarında korkunç bir şekilde gümbürdedikçe, korkudan tir tir titredim. Keskin bir esinti çıktığında uzakta bir silah patlamış gibi oluyordu. İşin tuhafı, Lucy uyanmadı; ama iki kez kalkıp giyindi. Neyse ki, her seferinde zamanında uyandım ve onu uyandırmadan üstünü çıkarmayı ve tekrar yatağa yatırmayı başardım. Çok garip bir şey bu uyurgezerlik; çünkü fiziksel bir şekilde iradesinin önüne geçilir geçilmez, isteği -eğer varsa, tabii- hemen kayboluyor ve kendisini yaşamın akışına bırakıyor.
İkimiz de sabah erkenden kalktık ve gece bir şey olup olmadığına bakmak için limana indik. Etrafta çok az insan vardı ve güneş pırıl pırıl parlıyordu. Hava temiz ve açık olmasına rağmen, tepelerindeki köpükler kar gibi beyaz olduğundan insanın gözüne kapkara görünen büyük korkunç dalgalar -bir kalabalığın arasından zorla geçmeye çalışan bir kabadayı gibi- limanın dar ağzından zorla içeri giriyordu. Bir şekilde Jonathan'ın
-182-
dün gece denizde değil de karada olmasına seviniyorum. Ama ah, karada mı, yoksa denizde mi? Nerelerde ve nasıl? Onun için gittikçe daha çok endişelenip korkuyorum. Keşke ne yapacağımı bilseydim ve bir şeyler yapabilseydim!
10 Ağustos - Zavallı kaptanın cenazesi çok dokunaklıydı. Sanki limandaki bütün tekneler oradaydı ve Tate Hill İskelesi'nden kilise avlusuna kadar olan bütün yol boyunca tabutu kaptanlar taşıdı. Lucy de benimle geldi ve teknelerden oluşan kortej, ırmaktan köprüye çıkıp tekrar aşağı gelirken erkenden eski sıramıza gidip oturduk. Harika bir manzaramız vardı ve kortejin neredeyse tüm yolculuğunu görebildik. Zavallı adam bizim sıramızın oldukça yakınına defnedildi ve vakit geldiğinde biz de oturup her şeyi gördük. Zavallı Lucy çok üzgün görünüyordu. Bütün bu süre boyunca huzursuz ve rahatsızdı ve ben onun hâlâ gece gördüğü rüyaların etkisinde olduğunu düşünüyordum. Bir konuda çok tuhaf davranıyor; bana bu huzursuzluğun sebeplerini anlatmayacak. Belki de tüm bunların farkında bile değil. Fazladan bir sebep daha var; zavallı yaşlı Bay Swales bu sabah sıramızda ölü bulundu; boynu kırılmış. Doktorun söylediğine göre bir çeşit korkuya kapılarak sıranın üzerinde arkası üstü düşmüş, çünkü yüzünde adamların gördüklerinde ürperdiklerini söyledikleri korku ve dehşet dolu bir ifade varmış. Zavallı yaşlı adam! Belki de ölürken Ölüm Meleği'ni görmüştür! Lucy o kadar tatlı ve duyarlı ki, di-
-183-
ğer insanlara göre her şeyden çok daha fazla etkileniyor. Hayvanları ben de çok severim; ama onlarla ilgili benim pek önemsemediğim küçük şeyler bile onu çok üzüyor. Teknelere bakmak için sık sık buraya çıkan adamlardan biri köpeğiyle beraber gelirdi. Köpeği hep yanında olurdu. İkisi de sessiz varlıklar, ne adamın bir kez olsun öfkelendiğini ne de köpeğin havladığını görmüştüm. Cenaze töreni boyunca köpek yanımızda oturan sahibinin yanma gelmedi, birkaç metre ötede durup havlayıp uludu. Sahibi onunla önce tatlı tatlı, sonra sertçe, en sonunda da öfkeyle konuştu, ama köpek ne yanımıza geldi ne de gürültü yapmayı kesti. Bir tür öfke içindeydi, gözleri çılgın gibiydi ve bütün tüyleri, kavgaya hazırlanan bir kedinin kuyruğu gibi diken diken olmuştu. En sonunda adam da sinirlendi ve yerinden fırlayıp köpeğe bir tekme attı ve sonra ensesinden tutup yarı sürükleyerek köpeği getirdi ve sıramızın üzerine sabitlendiği mezartaşı-mn üzerine fırlattı. Zavallı şey taşa değer değmez sustu ve baştan aşağı titremeye başladı. Kaçmaya çalışmadı, titreyerek yere çöktü ve büzüldü, öyle acıklı bir korku halindeydi ki, onu rahatlatmaya çalıştım, ama faydasızdı. Lucy de köpeğe çok acımıştı; ama ona dokunmaya kalkışmadı, acı dolu bir ifadeyle baktı. O kadar hassas bir yapısı var ki, korkarım, yaşamı boyunca epey acı çekecek. Eminim, bu gece rüyasında bunları görecek. Üst üste gelen bütün her şey -dümende ölü bir adam tarafından limana
-184-
sokulan gemi, bir haç ve tespihle dümene bağlanmış olan kaptanın tavrı, dokunaklı cenaze, bir öfke, bir dehşet içindeki köpek-onun rüyasına girecek.
Sanırım, fiziksel açıdan çok yorulup yatağa öyle girmek onun için en iyisi olacak, bu yüzden onu Robin Hood Koyu'na giden kayalıklara doğru uzun bir yürüyüşe çıkarıp geri getireceğim. O zaman uykuda yürümek için pek hali kalmasa gerek.
-185-
SEKİZİNCİ BÖLÜM
MINA MURRAY'İN GÜNLÜĞÜ
Aynı gün, gece 11 - Ah, ne kadar yorgunum! Günlük yazmayı bir görev olarak kabul etmeseydim, bu gece kapağını bile açmazdım. Harika bir yürüyüş yaptık. Bir süre sonra Lucy'nin neşesi yerine geldi, bunun sebebi, sanırım, fenerin yakınlarındaki bir tarlada burunlarını uzata uzata bize doğru gelen birkaç sevimli ineğin ödümüzü patlat-masıydı. Sanırım, her şeyi unuttuk, tabii ki kişisel korkumuz dışında ve bu, yaşanan tatsızlıkları unutup taze bir başlangıç yapmamızı sağladı. Robin Hood Koyu'nda, sahildeki yosunla kaplı kayaların hemen üzerinde kemerli bir penceresi olan küçük, eski model, sevimli bir handa fevkalade bir "acı çay" içtik. Sanırım, "Yeni Kadın" iştahımız karşısında şok geçirirdi. Erkekler daha hoşgörülü oluyor, Tanrı onları kutsasın! Sonra eve dönerken arada bir, daha doğrusu sık sık dinlenme molaları verdik, bu arada vahşi boğalarla karşılaşacağız diye sürekli yüreğimiz ağzımızdaydı. Lucy gerçekten çok yoruldu ve geri döner dönmez elimizden geldiğince çabucak yataklarımıza girmek istiyorduk. Ama genç papaz yardımcısı geldi ve Bayan Wes-tenra ondan akşam yemeğine kalmasını iste-
-187-
di. Lucy de ben de uyanık kalmak için büyük mücadele verdik; özellikle ben, büyük bir kahramanlık gösterdim. Bence piskoposlar bir gün bir araya gelmeli ve yeni bir papaz yardımcısı sınıfı yetiştirmeliler. Bunlar ne kadar ısrar edilirse edilsin akşam yemeğine kalmayarak kızların ne zaman yorulduğunu anlayacak kişiler olmalıdır. Lucy uyuyor ve tatlı tatlı soluyor. Yanakları her zamankinden daha renkli ve ah, çok şirin görünüyor. Bay Holmwood onu oturma odasında görerek bile âşık olduysa, şimdi görse, ne düşünürdü acaba? "Yeni Kadın" yazarlardan bazıları bir gün erkeklerle kadınların evlenme teklifi etmeden ya da bu teklifi kabul etmeden önce birbirlerini uyurken görmelerine izin verilmesi fikrini savunmaya başlayacaklar. Ama sanırım yeni kadın gelecekte evlenme tekliflerini sadece kabul etmekle yetinmeyecek, teklifi bizzat kendisi edecektir. Ve çok da iyi bir iş yapacaktır! Bununla biraz teselli buluyorum. Bu gece çok mutluyum çünkü sevgili Lucy daha iyi görünüyor. Gerçekten de onun tehlikeyi atlattığına ve uykuda yürüme sorununu aştığımıza inanıyorum. Şunu da bilseydim çok mutlu olacaktım. Jonathan... Tanrı onu kutsasm ve korusun.
11 Ağustos, sabah 3 - Yine günlük. Gözüme uyku girmiyor, öyleyse yazabilirim. Uyu-yamayacak kadar altüst olmuş bir durumdayım. Öyle bir macera, öyle acı verici bir tecrübe yaşadık ki. Günlüğümü kapar kapamaz, uykuya dalmışım... Birdenbire tamamen uyandım ve içimde çok büyük bir kor-
-188-
kuyla kalkıp oturdum, çevremde bir boşluk hissi vardı. Oda karanlıktı, bu yüzden Lucy'nin yatağını göremiyordum, yatağın yanına gittim ve elimle yokladım. Yatak boştu. Bir kibrit yaktım ve odada olmadığını gördüm. Kapı kapalıydı, ama kilitli değildi, öyle bırakmıştım. Son günlerde her zamankinden daha çok hasta olan annesini uyandırmaya korktum, bu yüzden üstüme bir şeyler geçirip onu aramaya hazırlandım. Tam odadan çıkacakken giydiği elbiselerin, bana rüyasında gitmek istediği yerin neresi olduğuna dair bir ipucu vereceği aklıma geldi. Sabahlık evin içi, elbise ise dışarısı demekti. Sabahlığı da elbisesi de yerindeydi. 'Tanrıya şükür," dedim kendi kendime, "geceliğiyle olduğuna göre fazla uzaklaşmış olamaz". Koşarak merdivenleri indim ve oturma odasına baktım. Orada değildi! Sonra gittikçe büyüyerek yüreğimi donduran bir korkuyla evin açık olan bütün odalarına baktım. En sonunda dış kapıya yöneldim ve kapıyı açık buldum. Ardına dek açık değildi, ama kilidin çengeli de takılmamıştı. Ev halkı her gece kapıyı mutlaka kilitlerdi, dolayısıyla Lucy'nin o kılıkta dışarı çıkmış olmasından korktum. Ne olduğunu düşünmeye bile vaktim yoktu; her şeye hâkim olan belli belirsiz bir korku bütün ayrıntıları karanlıkta bırakmıştı. Büyük, kalın bir şal aldım ve dışarı koştum. Crescent'e vardığımda saat biri vuruyordu ve görünürde tek bir insan bile yoktu. Kuzey Taraçası boyunca koştum, ama umduğum beyaz siluetten tek bir ize rastlayamadım. İskelenin yukansın-
-189-
daki Batı Falezi'nin ucunda, Lucy'yi en sevdiğimiz sırada otururken görmek umuduyla ya da korkusuyla -hangisi bilmiyorum- limanın karşısındaki Doğu Falezi'ne baktım. Parlak bir dolunay vardı ve gökyüzünde salman yoğun, kara bulutlar bütün manzarayı bir anlığına ışık ve gölge oyunlarının yapıldığı bir di-oramaya* çeviriyordu. Birkaç saniye hiçbir şey göremedim; çünkü bir bulutun gölgesi Meryem Ana Kilisesi'ni ve bütün çevresini karanlıkta bırakmıştı. Sonra bulut ayın önünden çekildikçe manastırın kalıntıları görünmeye başladı ve incecik ışık bandının ucu bir kılıç kesiği kadar net bir şekilde etrafı aydınlatmaya başladığında kilise ve kilise avlusu yavaş yavaş görünür oldu. Beklentim her ne ise, boşa çıkmadı, çünkü ayın gümüşi ışığı, orada, en sevdiğimiz sırada yarı yarıya arkasına yaslanmış, kar gibi bembeyaz bir silueti aydınlattı. Bulut bir şeyler görmemi engelleyecek kadar çabuk geldi, neredeyse hemen ardından, ışığı örtüverdi; ama bana öyle geliyordu ki, beyaz figürün parladığı sıranın arkasında karanlık bir şey durmuş ve ona doğru eğilmişti. Ne olduğunu -insan mı, hayvan mı- anlayamadım; bir kez daha görebilmeyi beklemedim, dik merdivenlerden uçarak iskeleye indim ve balık pazarı boyunca koşarak köprüye gittim; Doğu Falezi'ne ulaşmanın tek yolu buydu. Kasaba ölü gibiydi çünkü tek bir insan görmedim; ama kimsenin zavallı Lucy'nin durumuna şahit olma-
* Görkemli sanatsal ya da doğal gösterilerin yapıldığı geniş, on dokuzuncu yüzyıl tiyatroları. -190-
sını istemediğimden buna seviniyordum. Geçen zaman ve aradaki mesafe bana hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu ve manastıra çıkan sonsuz merdivenleri tırmanırken dizlerim titriyor, nefesim tıkanıyordu. Hızlı gitmiş olmalıyım, ama bana yine de ayaklanma kurşun ağırlıklar bağlanmış ve sanki vücu-dumdaki bütün eklemler paslanmış gibi geliyordu. Tepeye yaklaştığımda sırayı ve beyaz şekli görebiliyordum; çünkü ara sıra oluşan gölgelere rağmen bunu seçebilecek kadar yaklaşmıştım. Kuşkusuz orada bir şey vardı; uzun ve siyah, arkasına hafifçe yaslanmış beyaz şeklin üzerine eğilen bir şey. Korkuyla bağırdım, "Lucy! Lucy!" ve o şey kafasını kaldırdı, olduğum yerden beyaz bir yüz ve kırmızı, kıvılcımlanan gözler gördüm. Lucy cevap vermedi ve ben de kilise avlusunun girişine koştum. İçeri girdiğimde kilise, benimle sıra arasında kalıyordu ve bir dakikalığına Lucy'yi gözden kaybettim. Tekrar görebildiğimde bulut geçmişti ve ay ışığı o kadar parlak vuruyordu ki, başını sıranın arkasına koymuş ve yan yarıya sıraya yaslanmış olan Lucy'yi görebiliyordum. Yalnızdı ve çevrede canlı herhangi bir şeyden eser yoktu.
Üzerine eğildiğimde hâlâ uyuyor olduğunu gördüm. Dudaklan aralanmıştı ve nefes alıyordu -her zamankinin aksine tatlı tatlı değil de her nefes alışında ciğerlerini doldurmaya çabalıyormuş gibi uzun, derin iç çekişlerle. Yaklaştığımda uykusunda elini kaldırdı ve geceliğinin yakasını boğazına sardı. Bunu yaparken sanki üşümüş gibi ürperdi. Sı-
-191-
cak şalı üzerine örttüm ve uçlarını çekeleye-rek boğazına iyice sardım, üstünde bir şey olmadığından gecenin ayazı yüzünden ölümcül bir soğuk algınlığı kapmasından korkuyordum. Onu hemen uyandırmaya çekindim. Bu yüzden yardım edebilmek için ellerim serbest kalsın diye şalı boğazına büyük bir çengelli iğne ile tutturdum; ama kapıldığım endişe yüzünden sakarlık ederek iğneyi ona batırmış ya da canını acıtmış olmalıyım ki, nefesi biraz düzene girince elini boğazına götürdü ve inledi. Onu özenle sarıp sarmaladıktan sonra ayakkabılarımı ayağına giydirdim ve sonra çok yumuşak bir şekilde onu uyandırmaya çalıştım. Başta tepki vermedi; ama yavaş yavaş uykusunda gittikçe huzur-suzlandı, ara sıra inleyip iç çekiyordu. En sonunda zaman hızla geçtiğinden ve başka bir sürü sebepten ötürü onu bir an önce eve götürmek istedim. Onu biraz daha sert bir şekilde sarstım ve sonunda gözlerini açıp uyandı. Beni gördüğüne şaşırmadı, elbette, nerede olduğunu hemen anlamamıştı. Lucy her zaman güzel bir şekilde uyanır ve böyle bir durumda bile -bedeni soğuktan donuyor olmasına ve geceleyin bir kilise avlusunda uyanmaktan ötürü biraz afallamış olmasına rağmen- zarafetini kaybetmedi. Biraz titredi ve bana tutundu; ona hemen benimle eve gelmesini söylediğimde bir çocuk uysallığıyla tek kelime etmeden ayağa kalktı. Yürürken çakıl taşlan ayağımı incitti ve Lucy irkildiği-mi fark etti. Durdu ve ayakkabılarımı almam konusunda ısrar etti; ama almadım. Bunun-
-192-
la birlikte, kilise avlusunun dışındaki patikaya vardığımızda fırtınadan kalan bir su birikintisinde durup sırayla iki ayağımı da çamura buladım, böylece eve giderken birisiyle karşılaşacak olursak, kimse ayaklarımın çıplak olduğunu fark etmeyecekti.
Şansımız yaver gitti ve kimseyle karşılaşmadan eve döndük. Bir kez, bir adam gördük, pek ayıkmış gibi görünmüyordu. Bir caddede önümüzden geçiyordu; ama o bir yola sapıp da gözden kaybolana kadar bir kapı girişinde saklandık. Bütün bu süre boyunca kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki, zaman zaman bayılacağımı sandım. Lucy için çok endişeleniyordum, üstelik sadece soğuk havada kaldığı için sağlığının bozulacağından değil, bu hikâye yayılırsa itibarının sarsılmasından da korkuyordum. İçeri girip ayaklarımızı yıkadıktan ve şükretmek için birlikte bir dua okuduktan sonra onu yatağına yatırıp sıkıca sarmaladım. Uyumadan önce, bu uyurgezerlik macerasından kimseye, hatta annesine bile bahsetmemem için bana ricada bulundu, hatta yalvardı. İlk başta söz verme konusunda tereddüte düştüm; ama annesinin sağlık durumunu ve böyle bir şeyi bilmenin onu nasıl kaygılandıracağını düşününce ve bu tip bir hikâyenin dile düşmesi halinde nasıl da çarpıtılabileceğini -hatta muhakkak çarpıtılacağım- göz önüne alınca bu konuyu kimseye anlatmamanın daha akıllıca bir hareket olacağına karar verdim. Umarım, doğru yapmışımdır. Kapıyı kilitledim ve anahtarı da bileğime bağladım, belki böylece bir daha kaygılanmama gerek kalmaz.
-193-
Lucy derin derin uyuyor; şafağın yansıması denizin üzerinde görülebiliyor...
Aynı gün, öğlen. - Her şey yolunda gidiyor. Lucy, ben onu uyandırana kadar uyudu ve anlaşılan yatağında dönmemiş bile. Gece yaşadığımız macera onu olumsuz etkilememiş, hatta tam aksine faydalı bile olmuş; çünkü bu sabah, haftalardır göründüğünden daha iyi görünüyor. Çengelli iğneyi beceriksizce kullanıp onu yaralamış olduğumu fark etmek beni üzdü. Gerçekten de ciddi olabilirdi, çünkü boğazının derisi delinmiş. Gevşek deriyi delip geçmiş olmalıyım, çünkü iğne deliğine benzer iki küçük, kırmızı nokta ve geceliğinin yakasında bir damla kan var. Özür dileyip üzüldüğümde güldü ve beni okşayarak hiç hissetmediğini söyledi. Neyse ki, çok küçük olduğu için yara izi kalmaz.
Aynı gün, gece - Mutlu bir gün geçirdik. Hava açık, güneş parlaktı ve serin bir meltem vardı. Öğle yemeğimizi Mulgrave ormanlarına götürdük; Bayan Westenra arabayla gitti, Lucy ve ben de yardaki patikadan yürüyerek kapıda ona yetiştik. Kendimi biraz mutsuz hissediyordum çünkü Jonathan da yanımda olsaydı, mutluluğumun mutlak olacağını hissetmekten kendimi alamıyordum. Ama işte! Sadece sabırlı olmak zorundayım. Akşam Gazino Taraçası'na yürüdük, Spohr ve Macken-zie'den* güzel müzikler dinledik. Erkenden yattık. Lucy bir süredir olduğundan daha huzurlu görünüyor, hemen uykuya daldı. Bu ak-
* Louis Spohr (1784-1859), Alman kemancı. Sir Alexander Mackenzie, İskoç kemancı. -194-
şam herhangi bir sorun olacağını sanmıyorum, ama yine de kapıyı kilitleyeceğim ve anahtarı da önceki gibi sağlama alacağım.
12 Ağustos - Beklentilerim yanlış çıktı, çünkü gece boyunca iki kez Lucy'nin dışarı çıkmaya çalışmasıyla uyandım. Kapının kilitli olmasına uykusunda bile sinirlenmiş görünüyordu ve onu yatağa götürmeme bile karşı çıktı. Şafakla uyandım, dışardan kuş cıvıltıları geliyordu. Lucy de uyandı ve onu bir önceki sabahtan bile daha iyi görmek beni sevindirdi. Bütün neşesi geri gelmiş gibiydi, gelip yanıma sokuldu ve bana Arthur'la ilgili bir sürü şey anlattı. Ben de ona Jonathan için ne kadar endişelendiğimi söyleyince beni rahatlatmaya çalıştı. Eh, biraz başardı da; çünkü insanın duygularının paylaşılması gerçekleri değiştiremese de onları daha katlanılabilir bir hale getirebiliyor.
13 Ağustos - Yine huzurlu bir gün ve yatağa önceki gibi bileğimde anahtarla giriyorum. Gece yine uyandım ve Lucy'yi yatağında otururken buldum, hâlâ uyuyordu, ama eliyle pencereyi işaret ediyordu. Sessizce kalktım ve perdeyi çekip dışan baktım. Parlak bir ay ışığı vardı ve ışığın deniz ile gökyüzündeki yumuşak etkisi -büyük, sessiz bir gizemle birbirlerine karışmışlardı- kelimelerle ifade edilemeyecek kadar güzeldi. Ay ışığıyla aramda, büyük çemberler çizerek gelip giden kocaman bir yarasa vardı. Bir iki kez çok yaklaştı, ama sanırım, beni görünce korktu ve limanın üzerinden manastıra doğru uzaklaştı. Pencereden çekilip yerime döndüğümde Lucy tekrar
-195-
yatmıştı ve huzur içinde uyuyordu. Bütün gece boyunca bir daha kıpırdamadı.
14 Ağustos - Tüm gün Doğu Falezi'nde okuyup yazdım. Anlaşılan, Lucy de bu yere benim kadar âşık oldu; öğle yemeği, çay ya da akşam yemeği için eve dönme vakti geldiğinde onu buradan uzaklaştırmak zor oluyor. Bu öğleden sonra garip bir laf etti. Akşam yemeği için eve dönüyorduk ve Batı İskelesi'nin yukarısındaki basamakların tepesine geldik ve durup her zaman yaptığımız gibi manzaraya baktık. Gökyüzünde alçalmış, batmakta olan güneş, tam olarak Kettleness'in arkasına iniyordu; Doğu Falezi ve eski manastırın üzerine gurubun kızıllığı düşüyordu ve her şey güzel, gül rengi bir ışıkla yıkanıyordu sanki. Bir süre sessiz kaldık ve Lucy aniden kendi kendine mırıldandı:
Dostları ilə paylaş: |