"Bu konuda haklısınız," dedim. "Onları nerede arayacağımla ilgili olarak ölülerden fazla bir şey bilmiyorum." Sonra başka konulardan konuşmaya başladık.
* Kendi yarattıkları çığlar denilerek Macar kralının ordusunun Kasım 1330'da Romanya'yı istilası sırasında yaşanılan savaşa gönderme yapılıyor. Bu savaşta, Prens Basarab'ın liderliğindeki Wallach'lar dar bir geçit olan Posada'da Macar ordusuna pusu kurmuş ve üzerlerine büyük kayalar yuvarlamıştır.
-70-
"Gelin," dedi en sonunda, "bana Londra'dan ve benim için bulduğunuz evden bahsedin." İhmalkârlığım için özür dileyerek çantamdan evrakları almak için odama gittim. Bunları düzenlerken yan odadan porselen ve gümüş şıngırtıları geldiğini duydum ve oraya geçtiğimde masanın temizlendiğini, lambanın yakıldığını gördüm, çünkü o zamana kadar hava epeyce kararmıştı. Çalışma odası ya da kütüphane olan yerde de lambalar yakılmıştı ve Kont'u divana uzanmış, dünyada okunacak bir sürü başka şey varken İngilizce yazılmış olan Bradshaw'un Rehberini* okurken buldum. İçeri girdiğimde masanın üstündeki kitap ve gazeteleri kaldırdı ve birlikte her türden plan, tapu senedi ve rakamlarla ilgili bir konuşmaya giriştik. Her şeyle ilgileniyor, bana mekân ile çevresi hakkında çok sayıda soru soruyordu. Yöreyle ilgili olarak önceden, elinden gelen her türlü araştırmayı yaptığı açıktı, çünkü sonunda kesinlikle benden daha çok şey bildiği ortaya çıktı. Bunu belirttiğimde şöyle yanıt verdi:
"Ama dostum, bu zaten gerekli değil mi? Oraya gittiğimde yalnız olacağım ve dostum Harker Jonathan -hayır, beni bağışlayın, ülkemdeki soyadını önce söyleme alışkanlığından dolayı hata ettim- ve dostum Jonathan Harker yanlışlarımı düzeltmek ve bana yardım etmek üzere yanımda olmayacak. Exeter'de, millerce uzakta, muhtemelen
Bradshaw's Guide: 1839-1961 yıllan arasında, yılda bir kez yayımlanan, İngiliz demiryolları tarifelerini gösteren bir kitap.
-71-
öbür arkadaşım Peter Hawkins'le birlikte hukuk evrakları üzerinde çalışıyor olacak. Bu yüzden!"
Purfleet'teki* malikânenin satın alma işine daldık tamamıyla. Ona ayrıntıları anlatıp gerekli evrakları imzalattıktan ve bunlarla birlikte Bay Hawkins'e postalanmak üzere bir mektup yazdıktan sonra bana bu kadar uygun bir yeri nasıl bulduğumu sormaya başladı. Ona o zaman aldığım ve buraya da yazdığım notlan okudum:
"Purfleet'te, tali bir yol üzerinde istenilen özelliklere tam olarak uyuyor gibi görünen bir yere rastladım ve yerin satılık olduğuna dair kırık dökük bir tabela asılı olduğunu gördüm. Ağır taşlarla yapılmış, uzun yıllardır onarılmamış, eski tarzda yüksek bir duvarla çevrili. Bahçenin kapalı giriş kapıları, ağır meşe ve her tarafı pas tutmuş demirlerden yapılmış.
"Malikânenin adı Carfax; ev, pusulanın başlıca noktalarına uyumlu olarak dört cepheli yapıldığı için bu ismin eski Quatre Fa-ce'den türetildiğine şüphe yok. Yukarıda bahsedilen sert taştan bir duvarla çevrelenmiş, toplam yirmi dönümlük bir arazisi var. Bazı yerleri karanlıklaştıran bir sürü ağaç ve derin, karanlık görünümlü bir havuz ya da küçük bir göl var; suyu temiz olduğu ve orta hızda bir akıntısı olduğu için belli ki, birkaç kaynaktan besleniyor. Ev çok büyük, ortaçağa kadar uzanan bir geçmişi olduğunu söyleyebilirim;
çünkü evin bir kısmı son derece kalın taşlardan yapılmış ve üst kısımlarda sadece birkaç pencere var ve bunlar da sık demir parmaklıklarla örtülmüş. Bir iç kaleye benziyor ve eski bir şapel* ya da kiliseye yakın. Kiliseye giremedim çünkü evden buraya açılan kapının anahtarı bende yoktu ama Kodak** makinemle çeşitli açılardan resimlerini çektim. Evin bu kiliseyle bağlantısı var, ama çok dolambaçlı bir yoldan. Ben yalnızca kapladığı alanın büyüklüğünü tahmin edebildim ki, çok büyük olmalı. Yakınlarda sadece birkaç ev var; birisi son zamanlarda eklenmiş ve özel bir akıl hastanesine dönüştürülmüş çok büyük bir ev. Bununla birlikte, malikâneden görünmüyor."
Bitirdiğimde şunları söyledi:
"Evin eski ve büyük olmasına sevindim. Ben köklü bir aileden geliyorum ve yeni bir evde yaşamak beni öldürür herhalde. Bir ev bir günde oturmaya elverişli hale getirilemez ve her şey bir yana, bir yüzyılda ne kadar az gün var. Ayrıca eski zamanlara ait bir şapel olmasına da sevindim. Biz Transilvanya soyluları, kemiklerimizin sıradan ölüler arasında yatacağını düşünmekten hoşlanmayız. Neşe, sevinç ya da genç ve şen insanları memnun edecek bol güneş ışığı ve pırıl pırıl suların getireceği canlı tenselliği aramıyorum. Artık genç değilim. Ve ölülerin yaşıyla geçen yorgun yıl-
Essex vilayetinde, Londra'dan aşağı yukan yirmi mil uzaktaki bir şehir.
-72-
* Hıristiyanlıkta küçük kilise yapısı ya da büyük bir kilisenin içinde bir azize adanmış ibadet yeri.
** Kodak, 1888'de George Eastman tarafından icat edilen, taşınabilir bir fotoğraf makinesi markası; içinde birbiri ardına negatiflerin sıralandığı hassaslaştınlmış bir film rulosu bulunur.
-73-
lar yüzünden kalbim neşeye ayak uyduramaz. Üstelik, şatomun duvarları yıkık; bir sürü gölge var ve kırık panjurlardan ve pencerelerden soğuk rüzgârlar esiyor. Karanlığı ve gölgeleri severim ve olabildiğince düşüncelerimle baş başa kalmayı tercih ederim."
Her nedense, sözleri ve bakışları uyum içinde değil gibiydi ya da yüzünün yapısı, gülümsemesini kötücül ve asık suratlı gösteriyordu.
Biraz sonra bir bahaneyle beni yalnız bıraktı ve benden bütün evraklarımı bir araya toplamamı rica etti. Bir süre gelmedi ve ben de çevremdeki kitaplann bazılarına bakmaya başladım. Bir tane de atlas vardı ve sanki o haritanın üzerinde çok çalışılmış gibi, kendiliğinden İngiltere haritasının bulunduğu sayfa açıldı. Haritaya baktığımda belli yerlerin küçük halkalar içine alındığını gördüm; bunları incelediğimde bu halkalardan birinin Londra yakınlannda, doğu yakasında, kesinlikle Kont'un yeni malikânesinin bulunduğu yer olduğunu gördüm; diğer ikisi de Exeter ve Yorkshire kıyısındaki Whitby üzerindeydi.
Kont geri döndüğünde neredeyse bir saat geçmişti. "Aha!" dedi, "hâlâ kitaplarınızın basındasınız? Güzel! Ama her zaman da çalış-mamalısınız. Gelin; akşam yemeğinizin hazır olduğu bildirildi." Kolumu tuttu ve masanın üzerinde mükemmel bir akşam yemeğinin hazır olduğunu gördüğüm yan odaya geçtik. Kont, dışandayken yediğini söyleyerek yine bana katılmadığı için onu mazur görmemi istedi. Ama önceki gece olduğu gibi benimle bir-
-74-
likte oturdu ve ben yemeğimi yerken sohbet ettik. Yemekten sonra yine önceki akşam olduğu gibi ben sigara içtim ve Kont da benimle kaldı, saatlerce sohbet ettik, bana akla gelebilecek her türlü konuyla ilgili bir sürü soru sordu. Saatin gerçekten de geç olduğunu hissediyordum, ama hiçbir şey söylemedim, çünkü kendimi, ev sahibimin her isteğini yerine getirmek zorunda hissediyordum. Önceki gün çektiğim uzun uyku bana kuvvet verdiği için uykum yoktu, ama şafağın yaklaşmasıyla gelen soğuğu hissetmekten kendimi alamıyordum ki, bu soğuk gelgitin dönüşüne benziyordu. Ölümün eşiğindeki insanlann genellikle şafak vakti ya da gelgitin dönüş zamanında öldüğü söylenir; görevi başında olmak zorunda olan ve boş atmosferdeki bu değişimi hisseden her insan bu söylentiye kolaylıkla inanabilir. Birdenbire, temiz sabah havası içinden, horozun, doğaüstü bir tizlikle yükselen ötüşünü duyduk; Kont Drakula ayağa fırlayarak, "Tuhaf şey, yine sabah oldu! Sizi bu kadar uzun süre ayakta tutmakla ne kadar ihmalkâr davrandım. Zamanın nasıl geçip gittiğini unutmayayım diye, sevgili yeni ülkem İngiltere'yle ilgili konuşmalarınızı daha az ilgi çekici hale getirmelisiniz," dedi ve nazik bir şekilde başını eğerek beni yalnız bıraktı.
Kendi odama gittim ve perdeleri açtım, ama görecek pek bir şey yoktu; pencerem avluya bakıyordu, tek görebildiğim aydınlanmaya başlayan gökyüzünün ılık griliğiydi. Bu yüzden perdeleri tekrar çektim ve bugünü yazdım.
-75-
8 Mayıs - Bu defteri yazarken konuyu fazla dağıttığımdan korkmaya başlamıştım; ama şimdi baştan beri ayrıntılara girdiğime memnunum, çünkü burada çok tuhaf şeyler oluyor ve bir huzursuzluk hissetmekten kendimi alamıyorum. Buradan sağ salim kurtulabilmeyi ya da hiç gelmemiş olmayı dilerdim. Bu tuhaf gece hayatının bana söylediği bir şey olabilir bu; ama keşke bu kadarla kalsaydı! Laflayacak biri olsaydı, buna katlanabilirdim, ama kimse yok. Konuşabileceğim tek kişi Kont ve o!.. Korkarım buradaki yaşayan tek canlı benim. Gerçekler ne kadar düz oluyorsa ben de o kadar düz olayım; bu tahammül etmeme yardımcı olacaktır ve hayal gücüm de benden bağımsız hareket etmemeli. Başka türlü mahvolurum. Hemen durumumu -ya da nasıl göründüğümü- anlatayım.
Yatağa gittiğimde yalnızca birkaç saat uyuyabildim ve daha fazla uyuyamayacağı-mı hissederek kalktım. Tıraş aynamı pencerenin kenarına asmış, tıraş olmaya başlamıştım. Birdenbire omzumda bir el hissettim ve Kont'un sesini duydum; "Günaydın," dedi. İrkildim, onu aynada göremeyişime şaşırmıştım, çünkü aynadaki görüntü arkamdaki bütün odayı yansıtıyordu. İrkildiğim sırada hafifçe yüzümü kesmişim, ama o an bunu fark etmemiştim. Kont'un selamına karşılık verdikten sonra nasıl yanıldığımı görmek için tekrar aynaya döndüm. Bu sefer yanılıyor olamazdım, çünkü adam yakınımda duruyordu ve omzumun üzerinden onu görmem gerekiyordu. Ama aynada yan-
-76-
sıması yoktu! Arkamdaki oda tamamıyla görünüyordu; ama aynada benden başka kimse yoktu. Bu ürkütücüydü ve bir sürü garip şeyin üstüne gelmesi, Kont'un yakınımda olduğu zamanlar hissettiğim o belli belirsiz huzursuzluğu artırmaya başlamıştı. Ama o sırada kesiğin hafifçe kanamış olduğunu ve kanın çeneme süzüldüğünü gördüm. Usturayı bıraktım ve yara bandı aramak için yarı yarıya arkamı döndüm. Kont yüzümü gördüğünde gözleri şeytani bir öfkeyle parladı ve ansızın boğazımı kavradı. Geri çekildim ve eli boynumdaki haçı tutan boncuk dizisine değdi. Bu onu hemen değiştirdi çünkü gözlerindeki öfke öyle çabuk geçip gitti ki, orada olduğuna zor inanabiliyordum.
"Dikkat et," dedi. "Kendini nasıl kestiğine dikkat et. Bu ülkede sandığından daha tehlikeli bir şey bu." Sonra tıraş aynasını kavrayarak devam etti: "Ve bu kötülüğü yapan da bu lanet şey. İnsanoğlunun kibrinin pis süsü. Kurtul bundan!" Korkunç elinin tek bir hareketiyle ağır pencereyi açarak aynayı dışarı fırlattı ve ayna, aşağıdaki avlunun taşlan üzerinde paramparça oldu. Sonra tek kelime etmeden gitti. Bu çok sinir bozucu; çünkü saatimin çerçevesi ya da neyse ki metal olan tıraş kâsesinin dibi de olmasaydı, nasıl tıraş olurdum, bilmiyorum.
Yemek odasına gittiğimde kahvaltı hazırdı; ama Kont'u hiçbir yerde bulamadım. Bu yüzden yalnız başıma kahvaltı ettim. Şu ana kadar Kont'u bir şey yer ya da içerken görmemiş olmam da garip. Çok tuhaf bir adam!
-77-
Kahvaltıdan sonra şatoda biraz keşfe çıktım. Merdivenleri tırmandım ve güneye bakan bir oda buldum. Manzarası muhteşemdi, durduğum yerden her yer görünüyordu. Şato korkunç bir uçurumun hemen uçundaydı. Pencereden düşen bir taş hiçbir şeye değmeden üç yüz metre aşağı uçardı! Gözün görebildiği kadarıyla aşağıda yeşil ağaç tepelerinden oluşan bir deniz ve uçurumların bulunduğu yerlerde derin yarıklar vardı. Birkaç yerde, ormanların arasındaki derin boğazlardan kıvn-la kıvnla akan ırmakların oluşturduğu gümüş iplikler görünüyordu.
Ama güzellikleri anlatacak kadar keyifli değilim, çünkü manzarayı seyrettikten sonra daha başka şeyler de keşfettim; kapılar, kapılar, her yerde kapılar var ve hepsi de kilitli ve sürgülü. Şato duvarlarındaki pencereler dışında hiçbir yerden çıkış yok.
Bu şato gerçek bir hapishane ve ben de tutsağım!
-78-
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
JONATHAN HARKERIN GÜNLÜĞÜ
(Devam)
Tutsak olduğumu anladığımda içimi çılgınca bir duygu kapladı. Her kapıyı deneyerek ve bulabildiğim her pencereden dışarı bakarak merdivenlerden bir aşağı bir yukarı koşturup durdum; ama kısa bir süre sonra çaresiz olduğum inancı her şeyi bastırdı. Birkaç saat öncesine dönüp baktığımda, o sırada çıldırmış olduğumu düşünüyorum. Çünkü tıpkı kapana kısılmış bir fare gibi davranı-yordum. Bununla birlikte çaresiz olduğumu anladığım zaman sakince oturdum -hayatımda hiç yapmadığım kadar sakince- ve yapılacak en iyi şeyin ne olduğunu düşünmeye başladım. Hâlâ düşünüyorum ve henüz belli bir sonuca varmış değilim. Yalnızca bir şeyden eminim: Düşüncelerimi Kont'a belli etmemem gerek. Benim tutsak olduğumu çok iyi biliyor ve bunu bizzat kendisi yaptı ve hiç kuşkusuz bunun için kendince sebepleri var. Beni bir tek, ona tümüyle güvenirsem kandırabilir. Düşünebildiğim tek çıkış yolu, bildiklerimi ve korkularımı kendime saklamak ve gözümü dört açmak. Şunu anladım ki, ya korkularım yüzünden bir bebek gibi aldanı-yorum ya da gerçekten çaresiz bir durumda-
-79-
yım ve ikinci durum doğruysa, bundan kurtulmak için tüm aklımı kullanmam gerekiyor ve gerekecek. Tam bu sonuca varmıştım ki, aşağıdaki büyük kapının kapandığını duydum ve Kont'un geri döndüğünü anladım. Hemen kütüphaneye gelmedi; bu yüzden ben de sessizce kendi odama gittim ve onu yatağımı düzeltirken buldum. Bu garip bir durumdu, ama yalnızca daha önce düşündüklerimi -yani evde hizmetkâr bulunmadığını-doğrulamaya yarıyordu. Daha sonra kapının menteşelerinin aralığından yemek odasındaki masayı hazırladığını görünce bundan emin oldum; tüm bu ayak işlerini kendisi yapıyorsa, bunları yapacak kimsenin olmadığı kesin-leşiyordu. Bu beni korkuttu, çünkü şatoda başka kimse yoksa, beni buraya getiren arabanın sürücüsü de bizzat Kont olmalıydı. Bu korkunç bir düşünce; çünkü eğer böyleyse, elinin tek bir hareketiyle kurtlan denetim altına alabilmesi ne anlama gelir? Bistritz ve arabadaki herkesin benim için son derece endişelenmesinin nedeni bu muydu? Bana haçı, sarmısak, yaban gülü ve dişbudak vermeleri ne anlama geliyordu? Boynuma o haçı asan iyi yürekli kadına şükürler olsun! Çünkü ne zaman ona dokunsam, bana huzur ve güç veriyor. Yalnız ve sıkıntılı bir zamanda, hoşnutsuzlukla karşılamam ve putperestlik olarak görmem öğretilen bir şeyin yardımının dokunması garip. Gerçekten bu şeyin özünde bir şeyler mi var, yoksa anlayış ve rahatlık dolu hatıraları iletmede somut bir yardımı dokunan bir araç olduğu için mi bana huzur
-80-
veriyor? Mümkün olursa bir ara bu konuyu düşünmeli ve bir karar vermeye çalışmalıyım. Bu arada Kont Drakula'yla ilgili olarak bulabildiğim her şeyi öğrenmeliyim, çünkü bu bazı şeyleri anlamama yardımcı olabilir. Bu gece, eğer sohbeti o yöne çevirebilirsem, kendinden bahsedebilir. Ama onu şüphelendirmemek için çok dikkatli olmak zorundayım.
Gece yarısı - Kont'la uzun uzun konuştuk. Ona Transilvanya tarihi hakkında birkaç soru sordum ve o da konuyu müthiş sevdi. Olaylardan, insanlardan ve özellikle de savaşlardan bahsederken sanki kendisi her birinde bulunmuş gibi konuşuyordu. Bunu sonradan, bir boyar için, ailesinin ve isminin gururunun kendi gururu olduğu, onların zaferinin kendi zaferi ve onların kaderinin kendi kaderi olduğunu söyleyerek açıkladı. Ailesinden söz ederken hep "biz" diyordu ve bir kral gibi sürekli çoğul şahıs zamirleriyle konuşuyordu. Keşke bütün söylediklerini tam olarak ağzından çıktığı şekliyle yazabilsey-dim, çünkü bunlar çok büyüleyiciydi. Sanki bir konuşmanın içinde bütün bir ülkenin tarihi varmış gibiydi. Konuşurken heyecanlanıyor, kocaman, beyaz bıyığını çekiştirerek odanın içinde dolaşıyor ve elleriyle dokunduğu her şeyi ezip parçalayacakmış gibi kavrıyordu. Söylediği bir şeyi elimden geldiğince ağzından çıktığı gibi yazacağım, çünkü bu sözler soyunun hikâyesini kendine özgü bir şekilde anlatıyor:
"Szekely'ler olarak bizim gururlu olmaya hakkımız var, çünkü damarlarımızda, hük-
-81-
metmek için aslanlar gibi dövüşen birçok cesur ulusun kanı dolaşıyor. Ugric kabilesi,* İzlanda'dan buraya, Avrupa uluslarının girdabına, Thor ve Wodin'lerin onlara verdiği savaşçı ruhu getirdiler ve onların vahşi savaşçıları** bunu, Avrupa ve hatta Asya ile Afrika kıyılarında öyle bir sergilediler ki, insanlar kurt adamların geldiğini sandılar. Ama buraya geldiklerinde savaşçı öfkeleri dünyayı canlı bir alev gibi kasıp kavuran, öyle ki, kurbanları damarlarında Skit-ya'dan*** kovulan ve çöllerde iblislerle çiftle-şen eski cadıların kanlarının dolaştığını sandığı Hunlan buldular. Aptallar, aptallar! Hangi iblis ya da hangi cadı, kanı şu damarlarda akan Atilla kadar büyük olmuştur?" Kollarını kaldırdı. "Fatih bir ırk olmamız; gururlu olmamız; Magyar'lar, Lombard'lar, Avarlar, Bulgarlar ya da Türkler binlerce insanını sınırlarımıza akın ettirdiğinde onları geri püskürtmemiz şaşırtıcı mı? Arpad ve birlikleri, Macarlar'in anayurdunu istila edip sınıra vardıklarında, burada bizi bulmaları ve Honofoglalas'ın**** burada tamamlanmış olması tuhaf mı? Ve Macar seli doğuya doğ-
* Sibiryalılar, Magyar'lar ve Finleri içeren bir Ural-Altay halk grubu.
•• Orj. Berserker, cesaretleri ve acımasızlıklanyla bilinen eski İskandinav savaşçıları.
*** Eskiden, Karadeniz ve Hazar Denizi'nin kuzeyinde bir bölge.
**** Atilla'nın halefi seçilen ve dokuzuncu yüzyılda Macaristan'ı fetheden Magyar lideri; bu kelime ayrıca "anayurdun fethi" anlamına gelir. Stoker 1896'da Draku-la'yı yazarken Honofoglalas'ın bininci yıldönümü kutlanıyordu.
-82-
ru ilerlediğinde, Szekely'ler galip gelen Mag-yar'lann soyundan sayıldı ve Türk topraklarının sınırını koruma görevi yüzyıllar boyunca bize emanet edildi; evet, daha da ötesi, bitmek tükenmek bilmeyen bir sınır koruma görevi, çünkü Türklerin dediği gibi "su uyur, düşman uyumaz." Dört ulus içinde kim "kanlı kılıcı" bizden daha büyük bir sevinçle kabul etti ve savaş çağrısı yapıldığında, kralın sancağı altına herkesten önce kim toplandı? Ulusumun büyük utancı, Wallach ve Magyar bayraklarının hilalin altında küçük düştüğü Kosova utancı ne zaman ödettirildi? Voyvoda* unvanı ile Tuna'yı geçip Türkleri kendi topraklarında alt eden benim ırkımdan biri değil miydi! Evet, o bir Drakula'ydı. Yenildiğinde halkını Türklere satan ve onları köleliğin utancıyla yaşamaya mahkûm eden, onun şerefsiz kardeşi** değil miydi? Daha sonraki çağlarda, ırkının güçlerinin tekrar tekrar, büyük ırmaktan geçip Türk topraklarına girmesi için esin kaynağı olan bu Drakula değil miydi; geri püskürtüldü-ğünde, tüm birlikleri katledildiğinde bile kanlı savaş meydanına tek başına çıkmaya yazgılı ve sonunda zaferini tek başına kazanacağını bildiği için durmaksızın saldıran o değil miydi? Onun yalnızca kendini düşündüğünü söylüyorlardı. Peh! Bir liderleri olmayan köylüler ne işe yarar ki? Yönlendirecek bir beyin ve yürek olmaksızın savaş ne-
Romence'de vali ya da prens.
** Kazıklı Vlad'ın 1462de Wallachia (Eflak-Boğdan) tahtına geçen kardeşi, Radu.
-83-
reye gider? Yine Mohaç Savaşı'ndan* sonra, Macar boyunduruğundan kurtulduğumuzda, Drakula kanından gelen bizler liderler arasındaydık; çünkü ruhlarımız özgür olmazsa yaşamaya tahammül edemezdi. Ah, genç bayım, biz Szekely'ler -ve kalplerinin kanı, beyinleri ve kılıçları olarak Draku-la'lar- Hapsburg'lar ve Romanofflar** gibi türedi soyluların asla ulaşamayacağı bir tarihle övünebiliriz. Şimdi artık o savaş günleri bitti; artık bu onursuz barış günlerinde kan kıymete bindi ve büyük ırkların görkemleri masal oldu."
Bu sefer yatmaya gittiğimde sabah oluyordu. {Not Bu günlük korkunç bir şekilde Bin-bir Gece Masallarina -ya da Hamlet'in babasının hayaletine- benzemeye başladı çünkü her şeye horozlar öttüğünde ara veriliyor.)
12 Mayıs -Gerçeklerle başlayayım- kitaplar ve rakamlarla kanıtlanmış, doğruluğu şüphe götürmeyen, salt, çıplak gerçeklerle. Bunları kendi gözlerime ve belleğime dayandırmak zorunda kalacağım tecrübelerle karıştırmamam gerekiyor. Dün akşam, Kont, odasından geldiğinde bana hukuki konular ve belli işlerin nasıl yapılacağıyla ilgili sorular sormaya başladı. Bütün günü bezgin bezgin kitapları inceleyerek ve sadece zihnimi meş-
* 1526'da Türklerin kazandığı Mohaç Savaşı'ndan sonra Macaristan Türk eyaleti olmuş, Transilvanya yan-özerk bir konum kazanmıştır. Sonradan tekrar Avusturya egemenliğine geçmiştir.
•* Hapsburg'lar: 1282-1918 yıllan arasında Avusturya'yı ve Stoker'ın zamanında Avusturya-Macaristan İmpara-torluğu'nu yöneten hanedan. Romanofflar: 1613-1917 yıllan arasında adlan devam eden Rus kraliyet ailesi.
-84-
gul etmek için Lincoln Hanı'nda* incelediğim konuların üzerinden geçerek doldurmuştum. Kontun sorularında belli bir yöntem vardı, bu yüzden bunları sırasıyla vermeye çalışacağım; bu bilgi bir şekilde ve bir ara benim için yararlı olabilir.
İlk önce, bana İngiltere'de bir kişinin iki ya da daha fazla müşavir avukatı olup olamayacağını sordu. Ona isterse bir düzine olabileceğini, ama bir işle birden fazla avukatın uğraşmasının akıllıca olmayacağını; çünkü aynı anda yalnız bir tanesinin bununla ilgilenebileceğini ve bir işlem sırasında avukat değiştirmenin kesinlikle çıkarlarına ters düşeceğini söyledim. Tamamıyla anlamış gibi görünüyordu ve örneğin bir adamın bankacılık işlemlerine bakmasının ve bir başkasının da nakliyeyle ilgilenmesinin -çünkü banka avukatının memleketinden uzaktaki bir yerde, yerel yardıma ihtiyaç olabilirdi -pratik olarak bir sorun yaratıp yaratmayacağını sordu. Ne olur ne olmaz, onu yanlış yönlendirmeyeyim diye, biraz daha açıklamasını rica edince şöyle dedi:
"Örnek vereyim. Hem sizin hem benim dostum olan, Londra'dan uzaktaki Exeter'de-ki güzel katedralinizin gölgesinde yaşayan Bay Peter Hawkins, zatıaliniz aracılığıyla benim adıma Londra'daki malikâneyi satın alıyor. Güzel! Şimdi, orada yaşayan biri yerine Londra'dan çok uzaktaki birinin hizmetini istememin garip olduğunu düşünmeyesiniz diye açık konuşayım, amacım, benim çıkarım dışında hiçbir yerel çıkara hizmet edilmemesi
Londra'da hukuk eğitimi veren en eski kurumlardan biri. -85-
idi ve Londra'da oturan biri belki de kendisine ya da bir dostuna çıkar sağlamak isteyebilirdi; bu yüzden, yalnızca benim çıkarıma hizmet edecek, uzak şehirlerden bir vekil aradım. Şimdi farz edelim ki, çok fazla işi olan ben, Newcastle'a ya da Durham'a ya da Harwich'e ya da Dover'a mal göndermek istiyorum; bu iş, mal bu limanlara sevk edilerek daha kolay halledilmez mi?" Bunun kesinlikle en kolay yol olacağını, ama biz müşavir avukatların bir vekalet sistemleri olduğunu, bu yüzden yerel bir işin herhangi bir avukattan gelen talimatla orada yapılabileceğini, dolayısıyla müşterinin kendini sadece bir adamın eline teslim ederek, fazla sıkıntıya girmeden her işi bu tek kişiye yaptırabileceğini söyledim.
"Ama," dedi, "istediğim gibi hareket etme özgürlüğüne sahibim. Öyle değil mi?"
"Elbette," diye cevap verdim, "ve bu yöntem, işlerinin bir başkası tarafından bilinmesini istemeyen işadamları tarafından sıklıkla uygulanır."
"Güzel!" dedi ve sonra hazırlanması gereken sevkıyat yöntemleri, formlar ve çıkabilecek her türden sorunlarla ve önceden alınabilecek önlemlerle ilgili sorular sormaya devam etti. Bütün bunları ona elimden geldiğince açıkladım ve bende kesinlikle, kendisinden harika bir müşavir avukat olabileceği izlenimini bıraktı, çünkü düşünmediği ya da öngörmediği hiçbir şey yoktu. Ülkede hiç bulunmamış ve iş dünyasında pek bir şey yapmamış gibi görünen birine göre, bilgisi ve kavrayışı harikaydı. Bahsettiğim bu konularda ye-
-86-
terince bilgi alınca ve bunları mevcut kitaplardan mümkün olduğunca ispatladığımda ansızın ayağa kalktı ve şöyle dedi:
"İlk mektubunuzdan sonra, dostumuz Bay Peter Hawkins'e ya da başka birine hiç mektup yazdınız mı?" Yüreğimde bir acı ile henüz kimseye mektup gönderme fırsatım olmadığını düşünerek yazmadığımı söyledim.
"O zaman şimdi yazın, genç dostum," dedi ağır elini omzuma koyarak; "dostumuza ve istediğiniz herhangi başka birine yazın ve siz de arzu ederseniz, benimle bugünden itibaren bir ay daha kalacağınızı söyleyin."
"O kadar uzun mu kalmamı istiyorsunuz?" dedim; çünkü bunu düşünmek kanımı donduruyordu.
"Bunu çok istiyorum; hatta itiraz kabul etmeyeceğim. Efendiniz, patronunuz -siz ne diyorsanız artık- onun adına birisinin gelmesini ayarladığında yalnızca benim ihtiyaçlarımın göz önüne alınacağı konusunda anlaşmıştık. Ben masraftan kaçınmıyorum, değil mi?"
Kabul ederek başımı eğmekten başka ne yapabilirdim ki? Söz konusu olan Bay Haw-kins'in çıkarlarıydı, benim değil ve onu düşünmek zorundaydım, kendimi değil. Ayrıca, Kont Drakula konuşurken gözlerinde ve tavırlarında, bana bir tutsak olduğumu, istesem de başka seçeneğim olmadığını hatırlatan bir şeyler vardı. Kont başımı eğdiğimde zaferini ve yüzümdeki sıkıntıda da üstünlüğünü gördü; çünkü bunları hemen kullanmaya başladı, ama kendi nazik ve karşı konulmaz tarzıyla şunları söyledi:
Dostları ilə paylaş: |