MEHMET KARABURÇ
BUGÜN KENDİN İÇİN NE YAPTIN?
Ö N S Ö Z
Gelişmek ve değişmek isteyen her insan, “Bugün kendim için ne yaptım?” diye kendini her günün sonunda sorgulamalıdır. Çünkü insan kendini sorguladıkça başarısı artar, her yönüyle güçlenip mükemmelleşir, bilgisi ve becerisiyle örnek bir birey olur.
Kendini düşünmeyen insan başkasını düşünebilir mi? Kendine bir hayrı olmayan bir insanın bir başkasına hayır yapması beklenebilir mi? İşte insan “Bugün kendim için ne yaptım?” diye sorarak önce kendini düşünmeli, hatalarından sıyrılarak yüceltmelidir. Her yönüyle alçakta kalmış bir kişinin kimseye bir hayrı olmaz. Yüksekte olan bir kişi alçakta olanın elinden tutup onun yükselmesine katkıda bulunabilir.
Bedenimiz bizim için emanettir. Emanete sahip çıkmak gerekir. Emaneti doğru yerlerde, doğru işlerde kullanmak gerekir. Zira emaneti korumak Allah’ın emir ve yasaklarına uymak demektir. Yoksa Yüce Allah’ın bizlerin yapacağı ne iyiliklere ne de ibadetlere ihtiyacı vardır. Ne yapıyorsak, ne yapacaksak kendimiz içindir. İşte bu yüzdendir ki “Bugün kendim için ne yaptım?” diyerek insanın kendini sorgulaması, kişinin hem dünyayı, hem de ahreti kazanmak istemesinin bir ispatıdır.
“Bugün kendim için ne yaptım?” diyerek kendini sorgulayan kişi, özgüven kazanır, kendiyle yüzleşir, böylelikle kusurlarından arınır. Kişinin kendisiyle yüzleşmesi, kendine hesap vermesi için cesaretli olması gerekir. Zaten bu kitabı alıp okumaya başlamanız sizin cesaretinizin ispatıdır. Sizden beklenilen cesaretinizi kırmadan her gün kendinizi sorgulayarak mükemmelleşmenizdir.
Kitabımızda değişik hikâyeler ve olaylar aracılığıyla kendimizi sorgulamanın, düzeltmenin faydalarına, nedenlerine, sonuçlarına değinmeye çalıştık. İnşallah her okurumuzun kendini sorgulayarak kendi ruhunun derinliklerine inerek kusur ve hatalarını yok ederek kendine daha duyarlılık kazanmasına vesile oluruz.
Selam ve dua ile…
Mehmet KARABURÇ
Osmaniye - 2015
KAZANMAK YA DA KAYBETMEK
“Adamın biri, kırlarda dolaşırken farkında olmadan bir yılanın kuyruğuna basmış. Yılan da adamın ayaklarına dolanmış tam adamı ısıracakken adam, yılana canını bağışlaması için yalvarmış yakarmış, özür dilemiş, yanlışlıkla kuyruğuna bastığını söylemiş. Kısa süren konuşmaların ardından yılan, adama şöyle bir teklifte bulunmuş: “Seninle şöyle bir gezintiye çıkalım. Karşımıza çıkan üç varlığa durumumuzu anlatalım. Eğer üç varlıktan en az biri affetmemi isterse affederim, istemezse seni sokar öldürürüm.” demiş. Adamcağızın başka çaresi kalmadığından yılanın teklifini kabul etmiş ve başlamışlar birlikte yürümeye. Bir süre yürüdükten sonra yılanla adamın karşısına bir orman çıkmış. Yılan, ağaçlara şöyle demiş: “Ben, otların arasında uyuyordum. Birden kuyruğumda bir acı hissettim. Baktım ki bu adam kuyruğuma basmış. Ben de hemen ayaklarına dolandım, ısıracaktım ki bana yalvarıp yakardı, özür diledi, canını bağışlamamı istedi. Sizce bu insanoğlunu affedeyim mi, yoksa zehrimle öldüreyim mi?”
Ormandaki ağaçlar hep birlikte dile gelip yılana adamı bağışlamamasını söylerler. Adam şaşkınlıkla ağaçlara sorar: “Ey ağaçlar, ben size ne yaptım? Daha önce buralara hiç gelmemiştim. Sizleri ilk kez görüyorum, lütfen canımı kurtarın!”
Ağaçlardan biri adama cevap verir: “Sen insansın, insanlar doğduklarında beşikleri ağaçtan, öldüklerinde tabutları ağaçtan yapılır. Meyvelerimizden, gölgemizden, odunumuzdan, yaprağımızdan, dalımızdan her şeyimizden yararlanırlar. Onlar için oksijen veririz, piknik alanı oluruz, ama insanlar bizim kıymetimizi bilmezler. Dalımızı kırarlar, bizleri baltayla acımasızca keserler, dikkatsiz davranışlarıyla orman yangını çıkarıp bizi toplu olarak yok ederler. O yüzden ölmeni istedik!”
Adam, karşılarına çıkan ilk varlıktan umduğunu bulamaz. İçinden dua ederek yola devam eder. Çok geçmeden bu kez karşılarına bir göl çıkar. Yılan, yine aynı şekilde durumu özetler ve sulara sorar: “Sizce bu adamı affedeyim mi, yoksa zehirleyim mi?” Göldeki sular hep birlikte “Öldür gitsin!” derler. Adam daha da şaşırarak çaresizce suya sorar: “Nolursunuz, yalvarırım size canımı kurtarın! Ben size ne yaptım?” Sular adama şöyle cevap verir: “Sen insansın, biz insanlar için hayat kaynağıyız. Her gün su içerler, öyle ki birkaç hafta su içmeseniz ölürsünüz. Temizliğinizi bizimle yaparsınız. Yemeğinizi, çayınızı, ayranınızı bizimle yaparsınız. Bulaşığınızı bizimle yıkarsınız. Biz sizlerin tüm pisliklerinizi temizleriz. Çiçeklerinizi, bahçelerinizi her şeyinizi bizimle sularsınız. Suyun insana katkısı saymakla bitmez, ama insanların da suya yaptığı kötülükler saymakla bitmez. Suyu boşa akıtırsınız, israf edersiniz. Böylelikle kaynaklarımızı kurutursunuz. Bu nedenle seni affetmiyoruz. “
Adam, suyun sözlerine bir cevap veremez. Çaresizce yola devam eder. Karşılarına çıkacak üçüncü ve son varlıktan medet ummaya başlar. Bir süre sonra karşılarına yaşlı bir adam çıkar. Adam çok sevinir. Bu kez karşısına bir insan çıkmıştır. İnsan, insana acır diye düşünür ve bu kez adama başından geçenleri şöyle özetler: “Dede, dede! Elini, ayağını öpeyim. Kurtar beni şu yılandan! Son umudum sensin, yoksa acımasızca zehirleyerek beni öldürecek. Ben bu yılanın yanlışlıkla kuyruğuna bastım. Özür diledim, yalvardım yakardım ama yine de beni öldürmek istedi. Sonunda birlikte yürümeye, karşımıza çıkan üç varlığa durumumuzu anlatmaya ve içlerinden en az biri bağışlanmamı isterse canımı kurtarabileceğim yönünde anlaşmaya varıp yürümeye başladık. Sen sonuncu varlıksın. Daha önce karşımıza orman çıktı, göl çıktı. Tüm ağaçlar ve sular benim ölmemi istediler. Meğer biz insanlardan yana çok dertlilermiş. Umudumu boşa çıkarma dede!.. Canımı kurtar!..”
Yaşlı dede, uzun uzun düşünüp elleriyle ak sakalını sıvazladıktan sonra: “Maalesef evlat, ben de artık ormandaki ağaçlar gibi, göldeki sular gibi düşünüyorum. Ben tam senin gibi üç evlat yetiştirdim. Onlar için yapmadığım fedakarlık kalmadı, ancak hiçbiri yaşlılığımda bana sahip çıkmadı. Ben onlara ne bağlar bağışladım. Onlardan bir salkım üzüm bile istemedim. Sadece bayramdan bayrama da olsa bir ziyaret etmelerini istedim. Yılda bir kez bile ziyaretime gelmiyorlar. Şimdi anladım ki mal mülk, çoluk çocuk her şey boşmuş. Gerçek olan kendi bedenin, kendi canınmış.” der.
Hikaye burada bitiyor. Anlaşılan adamın son umudu da boşa çıkmış. Yılan, adamı zehriyle öldürmüş müdür, yoksa son anda öldürmekten vazgeçmiş midir; bilinmez.
Biz kendimize dönelim. Şimdi sizlere soruyorum. Bir birey olarak bizleri bu dünyaya gelmemizde vesile olan, bizleri yediren içiren, her türlü ihtiyacımızı karşılayan anne ve babamıza karşı borcumuz var mı? Bu dünya, bu toprak, bu vatan hepimizin. Bu vatanı, toprağı, doğayı gelecek kuşaklara da aktarmamız lazım. Bu anlayıştan hareketle toprağa, suya, havaya karşı sorumluluğumuz var mı? Çevremizdeki arkadaşlarımıza, akrabalarımıza komşularımıza karşı görevlerimiz var mı? Bizi yoktan var eden Allah’a karşı kulluk vazifelerimiz var mı? Bu soruları daha da çoğaltabiliriz. Peki cevaplarınız ne? Sanki tüm sorulara “Evet!” cevabını vermişsiniz gibi sesler geliyor kulağıma. Gerçektende başta yüce Allah’a, annemize, babamıza, çevremize, doğaya, vatana, millete karşı sorumluluklarımız var. Hepsinin üzerimizde hakları var. İtirazı olan var mı?
Bazı aksi sesler duyar gibiyim. Tamam, şimdi onların düşünce yapısıyla düşünelim. Allah’a karşı kulluk görevlerimizi yok sayalım. (Tövbe estağfurullah). Anne ve babamızda bizi dünyaya getirmek için bize sormadılar. Dünyaya getirmeselerdi, diyelim ve onları ve emeklerini de yok sayalım. Çevremizi, arkadaşlarımızı, akrabalarımızı da boşver diyelim. Vatan, millet, bayrak gibi duyguları da hiç bilmediğimizi kabul edelim. Kısacası aklımıza gelen soyut ya da somut her şeyi yok saysak, boş versek, umursamasak bile yok sayamayacağımız, boş vereceğimiz, umursayamayacağımız bir varlık var: Kendimiz. Düşünün şimdi, elimize bir topluiğne batsa canımız yanmıyor mu, kanımız akmıyor mu? Hemen yara bandı arayışına çıkmıyor muyuz? Bir toplu iğne yarasına katlanamayan biz kullar nasıl olur da kendimizi yok sayabiliriz. Zaten bu can, bu beden varsa bu dünya var. Bu can, bu ruh varsa çevremizdeki her şey anlam kazanır. O halde dünyadaki hiçbir şeyi düşünmesek bile kendimizi düşünmeliyiz. Kendi beden ve ruh sağlığımızı korumalıyız. Kendimizi her anlamda geliştirmeliyiz.
“Bugün kendin için ne yaptın?”
Sen bu soruya ne cevap verdin bilmiyorum ama aklından geçenler benim içime doğuyor. İnsanların yarısı gibi sen de bugün “KAZANMAK” eylemini gerçekleştirmek için uğraşmışsındır.
Bence tüm insanlar günlerini tek eylem için geçiriyorlar: Kazanmak… Belki bugün para kazanmak için ter döküp uğraşmışsındır. Belki sınav kazanmak için bol bol soru çözmüşsündür. Belki bir genç kızın gönlünü kazanmak için etrafında pervane olmuşsundur. Belki sevap kazanmak için hayır hasenat, ibadetle geçirmişsindir gününü. Belki günah kazanmak(!) için uğraşmışsındır gün boyu.
Muhtemelen bu şıklardan biri seni anlatıyordur. Hiçbiri seni anlatmıyor mu? O zaman sen diğer yarım küredesin. İnsanların yarısı “kazanmak” için günlük mücadele verirken diğer yarısı da “kaybetmek” eylemini gerçekleştirirler. Birinci gruptakiler sana göre ya da bana göre doğru ya da yanlış ama kendilerine göre doğru olan bir hedef belirlemişler ve bu hedef için mücadele ediyorlar her gün. “Bugün kendin için ne yaptın?” diye sorduğumuzda da gönül rahatlığıyla çocuklarının rızkı için güneşin altında çalıştıklarını, geleceklerini kurtarabilmek için sabahtan akşama kadar ders çalıştıklarını dile getiriyorlar. Ancak ikinci grupta yer alanlar yani “kaybetmek” eylemi için günlerini geçirenler ise kendileri bir şeyleri kazanmak için hiç uğraşmazlar. “Kazanmak” eylemini gerçekleştirenleri seyrederler, onlara alkış tutarlar. Onların başarısına sevinirler, onların başarısızlıklarına üzülürler. Televizyon kanallarının hepsi birileri tarafından para kazanmak için kurulmuş ticari işletmelerdir. Televizyon ekranında görülen haber spikerinden reklam oyuncularına, film, dizi, sinema oyuncularının tamamı yaptıkları işi para kazanmak için yapıyorlar. Acun Ilıcalı’nın nerden nereye geldiğini herhalde bilmeyen yoktur. Acun’un tek isteği, geniş izleyici kitlesine ulaşmak, reyting rekorları kırmak ve bir o kadar da reklam geliri elde etmek. Ama Acun’un programlarını saatlerce televizyon başında izleyenlere ne demeli? Acun, servetine servet eklerken, birileri de tembelliğine tembellik ekliyor. Bütün spor takımları, futbolcular, mankenler, şarkıcılar, film artistleri hepsi para kazanmak, ün kazanmak için verilen uğraşan kişilerdir. Siyasetçiler ise para, mevki, makam, ün, vizyon kazanmak için uğraşıyorlar. İşte ikinci grupta yer alanlar gün boyu bir şey kazanmak için uğraşmayıp gün boyu televizyon, internet başında oturanlar, siyaset ya da spor sonuçlarını takip eden kişiler oluşturuyorlar.
Kazanmak ve kaybetmek üzerine örnekler daha da arttırılabilir. Sen, sen ol bir şeyler kazanmak için uğraş. Başkalarının başarısını takip edip alkışlayacağına kendi başarını ortaya koy, başkaları seni takip etsin, alkışlasın!.. Unutma ki kahraman olmak daha güzel bir duygudur ve alkışlanmak, alkışlamaktan daha zevklidir.
“Kadının biri, dünyanın en zengin işadamına bir mektup yazar. Mektubu şöyledir:
“Beyefendi, internetten öğrendiğim bilgilere göre dünyanın en zengin kişisiymişsiniz. Ben de 25 yaşında, dünya güzeli, bekar bir bayanım. Dünya güzellerinden bile daha üstün olan bir güzelliğim var. Size açık olmak istiyorum. Ben bu güzelliğimi kullanmak istiyorum. Sizlerden bunun için yardım almak için bu satırları yazıyorum. Sizin gibi çok zengin bir beyle evlenmek istiyorum. Sizden özellikle sizin gibi çok zengin olan beylerle nerede, nasıl tanışabileceğimi ve bu beylerin kalplerine girmenin yolunun ne olduğunu öğrenmekistiyorum. Bana bu konuda yardımcı olursanız sevinirim.”
Dünya zengini olan işadamı, kadına mektupla cevap verir ve şöyle yazar:
“Hanımefendi, bana olan güveniniz için teşekkür ederim. Siz bana mektubunuzda açık olmuşsunuz. Ben de size aynı samimiyetle cevap yazacağım. Sizlere iki tavsiyem var. Birincisi 25 yaşında olduğunuzu ve dünya güzeli olabilecek derece bir fiziki güzelliğinizin olduğunu yazmışsınızdır. Söz konusu olan güzelliğiniz bence 10-15 yıl gider. 35 ya da 40 yaşından sonra aynı güzelliğinizden söz edemeyiz herhalde. Biz zengin kişiler 10-15 yıl kullanabileceğimiz bir varlığı satın almayız, onu kiralarız. İkincisi ise kendi güzelliğinize değil de kendi aklınıza güvenmenizdir. Zira çalışıp zengin olmak, zengin bir adamı elde etmekten daha kolaydır.”
Evet, kendi aklımızla hareket edip kendi başarı basamaklarımızı inşa etmek, başkalarının emri altında çalışmaktan daha kolay ve daha çok kazançlıdır. Kazanmak istiyorsan kendi yeteneklerini kullanmaya, kaybetmek istiyorsan kendi yeteneklerini köreltmeye devam et. Tercih tamamen senin.İstersen şimdi bir daha kendi kendine sor:
“Bugün kendin için ne yaptın?”
GÜNLÜK MUHASEBE YAP
Hani ticaret yapan insanlar vardır. Her günün sonunda ya da belirli aralıklarla karlarını zararlarını hesaplarlar. Mallarını sayarlar, mizanlarını çıkarırlar. Hatta büyük firmaların bu konuyla ilgili ayrı bir birimleri vardır. Kalem kalem muhasebeleri tutarlar. Amaç daha fazla kar etmek, zarar etmemek… Tabii en önemlisi de işletmeyi değerlendirmek.
Aslında her insan da bir ticarethanedir. Çünkü insanın bir bu dünyası var. Bir de öbür dünyası var. Her birey başını yastığa koyup uykuya dalmadan önce hem bu dünya için hem de öbür dünya için muhasebesini yapmalıdır. Kendi kendine sormalıdır: Bugün kendim için ne yaptım? Öbür dünya için ne kadar sevap kazandım, ne kadar günah kazandım(!) Bu dünya için ne yaptım, ne kazandım, ne kaybettim? Öğrenciysen hangi dersten ne kadar başarı aldığını, ne kadar başarısız olduğunu tek tek düşünmelisin. İnsan ilişkilerinde bugün neler kazandın, neler kaybettin? Tüm artılarını, eksilerini ortaya koymalısın. Eksilerini nasıl artıya çevirebileceğinin hesabını yapmalısın. Artılarını nasıl daha fazlaya çıkarabileceğini düşünmelisin.
Her gece uyumadan önce kendini nesnel olarak değerlendirmelisin. Kişi, kendisi hakkında ne düşünürse onu yaşar. Hani bir insana kırk gün deli demişler de o insan deli olmuş ya! İşte sen de kendini değerlendirip iç sesini olumluya çevirip kendini olumlu anlamda motive etmelisin. İnsanı her zaman duyguları yönetir, duygularımızı da düşüncelerimiz yönetir. Eğer düşüncelerimizde olumsuzluk hakimse duygularımızda olumsuz olur. Eğer düşüncelerimiz olumlu olursa düşüncelerimizde olumlu olur. Unutmayalım ki içimizden ne geçirirsek dışımıza da o yansır. Dış dünyamız aslında bir aynadır. İçimizdeki düşüncelerimizi dışa yansıtır. Kendimizi yorgun, tembel, mutsuz, cesaretsiz, hasta olarak düşünürsek inanın bu duygu anında dışımıza yansır ve çevremize böyle bir elektrik veririz. Önemli olan çevremize söylediğimiz sözler değildir, çevremize bıraktığımız algıdır.
Yarınını iyi yaşamak istiyorsan bugün iyi hesaplar yapmalı ve bunu eyleme dönüştürmelisin. Çünkü yarınlar, bugünlere attığımız temeller üzerinde yükselen binalardır. Her gün biraz daha ileriye adım atmalı, her gün biraz daha kendini geliştirmeli ve değiştirmelisin. Şimdi şu hikayeye bir okuyalım:
“Bir zamanlar ülkenin birinde kambur bir prens yaşarmış. Bu kambur prens görüntüsü hakkında çok duyarlı olduğu için halkının önüne pek çıkmıyormuş. Bir gün sarayın heykeltraşını çağırıp sanki kamburu yokmuş gibi mermerden güzel bir heykelini yapmasını istemiş. Heykeltraş tabii hemen çalışmaya başlamış. Zamanı geldiğinde prense tam görünmek istediği gibi bir heykel sunmuş. Prens çok mutlu olmuş. Heykeli bahçede gizli bir köşeye koymuş ve her gün oraya gidip sahip olmak istediği görüntüyü uzun uzun seyretmiş. Aradan aylar geçmiş, ve heykeli her ziyaretinden sonra biraz daha dik durabilmeyi başarmış. Aradan bir kaç yıl geçmiş. Sonunda bir gün prens tüm halkını çağırmış.İnsanlar her yerden prenslerini görmeye gelmişler. Bu sefer prensleri çok mutlu bir yüzle onların karşısına çıkmış. Halk onu gördüğünde gözlerine inanamamış. Prens artık kambur değilmiş. Gözünün önünde sürekli kusursuz bir sırtın hayalini yaratmış ve bu ideal görüntü sonunda gerçekleşmiş.”
İşte bizde hikayedeki prens gibi günlük muhasebemizi tutarak kendi eksikliklerimizi tespit etmeli ve kendi gücümüze inanarak her gün kendimizi değiştirmek ve geliştirmek için azimle, inatla mücadele etmeliyiz. Unutmayalım ki bizi bizden daha yakinen tanıyan biri yoktur. Bizi bizden daha çok düşünecek biri yoktur. Bize bizden daha çok zarar verecek birisi de yoktur. Hayal dünyamızın derinliklerine inelim. Ne kadar çok derinliklere inersek o kadar orijinal fikirler bulabilir, kendi özgünlüğümüzü yarabiliriz. Bırak bazıları seyir alanlarına çıkarak aşağıdaki manzaraları seyretsin. Sen yukarıları düşün. Daha büyük başarıları düşün. Gözünü gökyüzüne dik ve sonsuzluğa bak. Aşağılara bakma, zira aşağılarda gördüğün her şey keşfedilmiş, yaşanmış, eskimiş duygu ve düşüncelerdir.
KENDİ REKLAMINI KENDİN YAP
Biliyor musun çoğu kez koyun gibiyiz. Sürü nereye giderse biz de oraya gideriz. Sürüden ayrılanı kurt kapar sözünü o kadar kanıksamışsızdır ki gerçekten de farklı istikamete gittiğimizde kurt kapacak diye ödümüz kopar. Oysa ne kadar da yanlış bir anlayış. Özgürlüğünü kısıtlayan birey özgünleşemez. Sen farklı düşünmeye bak. Ne kadar farklı düşünürsen o kadar başarılı olursun. Şimdi bir düşünün ve etrafınıza şöyle bir bakın. Herkeste bir bilgisayar, internet, cep telefonu ve sanal oyun merakı var. Herkes televizyon dizilerini bayıla bayıla takip ediyor. Televizyon karşısında ömür takvimlerinde kaç yaprak boş gidiyor, farkında değiller. Herkesin gittiği yoldan gidersen herkesin gördüğü manzarayı görür ve herkesin duygu ve düşüncelerine ortak olursun. Oysa birazcık farklı yönlerden olayları yorumlarsan, farklı pencerelerden bakarsan kimsenin göremediğini görür ve farklılaşırsın.
Farklı olmak, başarılı olmak yetmez. En küçük başarını bile anlatman lazım, çevreye duyurman lazım. Adını olumlu anlamda dokuz köye duyurman lazım. Yani reklam şart!.. Kendi reklamını kendin yapmalısın. Başarı ve reklam en iyi örtüdür. Dershanecilik yaptığım yıllarda çok veli tanırım. Dönem içinde veliler çocuklarından çok yakınırlar: “Şöyle ders çalışmıyor, böyle ders çalışmıyor! Şöyle kusuru var, böyle değişik huyları var!” Sınavda çocukları başarılı olup da şöyle orta dereceli bir bölümü kazandığı zaman aynı veli öve öve bitiremiyor çocuğunu. Azıcık başarı bin kusur örtüyor. Her yerde çocuklarının reklamını yapıyor. Annelerin, babaların en sevdiği çocukları hep başarılı olan çocuklarıdır. Bakmayın siz onların “Hepsi bir!” dediklerine.
Tavuk gibi olmak lazım bu hayatta. Tavuk bir yumurta yumurtladığı zaman hemen gıdıklamaya başlarmış. Aslında tavukcağızlar “Başardım, başardım!” dermiş. O yüzden reklamı ihmal etme. Sen kendi başarını etrafa duyurmazsan başkaları senin başarına sahip çıkar. Kendi başarını daha yükseklere çıkmak için merdiven yap. Yükseklere çıkmak için ne birilerinin sırtına bas, ne de sırtına basılmasına izin ver. Tamamen kişisel çaban ve yeteneğinle bir yerlere gelmeye çalış. Başkalarının gücüyle hareket etme. Zira başkasının desteğiyle bir yerlere gelenler günün birinde o desteğin yok olmasıyla tepe taklak alaşağı olurlar. Kendini işine ve başarına ver. Bazı horozlar, güneşin kendileri sayesinde doğduğunu sanırlarmış. Kendi başarından kimseyi nemalandırma, emeğine sahip çık. Zira etrafımızda bir başkasının başarısını kendi başarısı gibi gösterip bulundukları makamları basamak olarak kullanan, devletin imkanıyla kendi reklamını yapan o kadar çok insan var ki!.. Şimdi kendi kendine sor bakalım: “Bugün kendin için ne yaptın? Nerede hangi işi başardın? Nerede nasıl reklamını yaptın?”
Reklam yapmak için önce mükemmel bir şey yapmak, üretmek gerekir. Öyle kötü malın reklamı yapılmaz. Yapılsa da üç günde kokusu çıkar. Eski bir Mısır özdeyişi var: “Her gün kendi ellerinle inşa etmiş olduğun yoldan yürürsen olman gereken yere varacaksın.” Mükemmeli üretmek için, reklamlık bir çalışma ortaya koyabilmek için her gün mücadele vermen lazım.
“Bir gün, bir çiftçinin eşeği kuyuya düşer. Adam ne yapacağını düşünürken, hayvan saatlerce anırır. En sonunda çiftçi, hayvanın yaşlı olduğunu ve kuyunun dazaten kapanması gerektiğini düşünür ve eşeği çıkartmaya değmeyeceğine karar verir. Bütün komşularını yardıma çağırır. Her biri birer kürek alarak kuyuya toprak atmaya başlarlar. Eşek ne olduğunu fark edince, önce daha beter bağırmaya başlar. Sonra, herkesin şaşkınlığına, sesini keser. Birkaç kürek toprak daha attıktan sonra, çiftçi kuyuya bakar. Gözlerine inanamaz. Eşek, sırtına düşen her kürek toprakla müthiş bir şey yapmakta, toprağı aşağıya silkeleyerek yukarı çıkmasına basamak hazırlamaktadır. Bir süre sonra, komşular toprak atmaya devam edince, herkesin şaşkınlığı altında eşek, kuyunun kenarından dışarı bir adım atıp, koşarak uzaklaşır!“
Hayatta bizi istemeyenler, başarımızı kıskananlar, bizi bir kaşık suda boğmak isteyenler mutlaka olacaktır. Hayat her zaman üstümüze üstümüze gelecektir. Hikayedekigibi birileri üstümüze sürekli toprak atacaktır, hatta pislik atacaktır. İftiralar atacaktır. Bizi ezmeye, yok etmeye çalışacaktır. Kendi üç kuruşluk menfaati için seni yok edebilecek nice insan var etrafımızda. Ama biz yenilmeyeceğiz, mücadele edeceğiz. Her düşüşümüzde bir şeyleri tecrübe edinip yolumuza devam etmeliyiz. Hayat ne kadar üstümüze üstümüz gelse de bizler her defasında silkelenip üstümüze atılanlardan sıyrılıp yukarılara çıkmayı bileceğiz. Aslına bakarsan “Aşağısı neyse yukarısı da aynısıdır.” derler. Mutlaka doğruluk payı vardır bu sözün. Çünkü insan her yerde aynıdır. Fakat yürüdüğü yol farklıdır. Herhalde taşlarla dolu bir patikadan yürümek yerine asfalt bir yolda yürümeyi tercih edersin. İşte benim demek istediğim bu: Kendi başarı yolunu kendin inşa et!.. Başkalarının yaptığı yoldan yürüyeceğine, başkalarının başarılarını seyredip alkışlayacağına sen kendi yolunu yap elalem seni seni alkışlasın. Sadece alkışlayan olma, alkışlanan da ol!.. Omuzlarında birilerini taşıyan olma, omuzlarda taşınan ol!.. İnşaat işçileri isimlerini yaşatmak için ördükleri duvarların sıvalarına yazarlar. Oysa müteahhitler binanın üstüne koca koca harflerle yazarlar isimlerini. İşte sen de koca koca harflerle yazdır adını hayat yoluna. Adın öyle küçük harflerle yazılacak kadar değersiz değerdir. Adını başarı destanlarınla her yana duyur, yücelt!..
Reklamı yapılacak büyük başarılara bir anda imza atılmaz. Tecrübe uzun zamanla kazanılır. Tarihe geçmek bir ömür vermekle olur. Sabır sınavını başarmak da gerekir. Ulaşmak istediğimiz başarının hayalini aklımızdan çıkarmadan günbegün içimizdeki coşkuyu daha da ateşleyerek sabırla mücadelemizi sürdürmeliyiz. Her gün azıcık da olsa zaman ayırmalıyız yüreğimizdeki sevdaya. Büyük taşlar kafa yarmaz, kimsenin önemsemediği küçük taşlar kafa yarar. İşte sen büyük kayaları yerinden oynayıp kötülüğü ezemiyorsan da küçük mücadelelerinle seni tembelliğe sevk eden içindeki şeytanın kafasını yar. Yeter ki bilincini yitirme!.. Yüreğinde yakacağın küçük ateşlerin günün birindeki büyük yangının habercisi olduğunu unutma!.. Bir apartmanda kaç tane tuğla parçası olduğunu bilemeyiz ama apartmanı meydana getiren her bir tuğla parçası tek tek özenle yerleştirilerek bu büyük bina meydana getirildiğini adımız gibi biliyoruz. Şimdi bugünü değerlendir bakalım, kendi reklamın adına neler yaptın?
“Bugün kendin için ne yaptın?”
BARDAĞI KIRMADAN, TAŞIRMADAN KULLANABİLMEK…
Hepimizin günlük hayatında bardak vardır. Ya çayımızı, ya suyumuzu, ya da herhangi içeceğimizi gün içerisinde bardaklarla içiyoruz. Bazen bardaktaki çayın sıcaklığı günün tüm yorgunluğunu üzerimizden atmamıza vesile oluyor bazen de bardaktaki ayranın soğukluğu bizi kendimize getiriyor. Sıcaklıkta da soğuklukta da şöyle bir derinden oh çektiğimiz olmuştur.
Aslında bardak çok narin bir eşyadır. Öyle ki elinizde şöyle bir kaysın, artık geri dönüşü yoktur. O bardak için hayatın sonu gelmiştir. Kaç parça olacağını Allah bilir. Bardakların ömrü ne kadardır bilmem fakat hiçbir bardak –süs eşyası olarak kullanılanlar hariç- sonsuza kadar gitmez. Eninde sonunda her bardak kırılmaya mahkumdur. Bazıları daha ilk kullanımda mevta olur, bazısı da yüzüncü, bininci kullanımda mevta olur. Bardak kırıldıktan sonra artık değersiz bir varlık olur ve elimize batmasından sakındığımızdan onun parçalarını tutmak bile istemeyiz. Bir süpürge yardımıyla parçalarını topladığımız gibi, ilk fırsatta çöplük mezarlığına atarız. Oysa bardak, kendisi aracılığıyla içtiğimiz sıvı ile kaç defa gönlümüze ferahlık doldurmuştur. Bunları unuturuz bir anda ve bardağın parçalarından bir an önce kurtulmak isteriz. Sırf çocuğumuz bir şeyler içsin diye dudaklarına ısrarla dayadığımız bardakcağızın parçalarının çocuğumuza zarar vermesinden korkarız.
İşte insanlarda tıpkı bir bardak gibidirler. Narin ve kırılgan… İnsan aynı bardak misali bir anda kırılabilir. Nasıl ki bardaklar hiç beklenmedik bir anda kırılıyorsa insanlarda hiç umulmadık zamanlarda kırılabiliyorlar, gerek gerçek anlamda gerekse mecaz anlamda ölebiliyorlar. Gerçek anlamda ölen insanı da tıpkı bardaklar gibi hiç bekletmiyorlar. Hemen cenaze hazırlıklarına başlıyorlar. Belki aynı gün, belki ertesi gün mezarlığa uğurlanıyorlar.
Bardağın kırılmamış halini “fani dünya”ya, kırıldıktan sonraki halini de “sonsuz hayat”a benzetirsek nasıl ki bardağın gerçek anlamda kırılmaması son derece dikkatli kullanıyorsak kırıldıktan sonra gerçek bardak çöpe gitmeyeceği için o hayat için yapılması gerekenleri aklımızdan çıkarmamalıyız. Hiçbirimiz bardaklar gibi sonsuza kadar yaşamayacağız, ama bizi mezarlıkta “sonsuz bir hayat” bekliyor. Bu “sonsuz hayat”a kendimizi hazırlamalıyız.. Bu dünyada para, mevki, mal, mülk insanı rahat ettiriyordu. “Sonsuz hayat”ta nelerin rahat ettireceğini zaten hepimiz biliyoruzdur. İsterseniz kendimizi şimdi bir sorguya çekelim ve nefsimize soralım: Bugün kendin için ne yaptın? Bugün hiç “sonsuz hayat” için çalıştık mı?
Günlük hayatın sıkıntılarından, işten güçten aklımıza mı gelmedi, yoksa fırsat mı bulamadık? Her iki sebep de olabilir hatta başka sebeplerimiz de olabilir. Saygı duyarım. Çünkü aynı sebepler veya benzer sebepleri zaman zaman hepimiz yaşıyoruzdur. Ama unutmayalım ki bardağın içi, çaydanlıktan küçüktür. Bardaklar bir gün olur kırılırlar ama çaydanlıklara hiçbir şey olmaz. Çünkü onlar çelikgibi dayanıklı malzemeden üretilir. İnsan da gelir geçer, sen dünyaya aldanma. Çünkü insan etten, kemikten yaratılır ki bu malzemeler gün gelir çürür, toprak olur. Oysa dünya topraktan, sudan, ateşten, taştan yaratılmıştır.
Bugün “Şehit Bünyamin Korkmaz Sokağı”ndan geçtim. Allah rahmet eylesin. İyi çocuktu doğrusu. Hem ortaokul, hem de lise arkadaşımdı. Aynı mahallede oturuyorduk. Okula beraber gidip geliyorduk. Bazen evlerimize misafir olup çaylarımızı beraber yudumluyorduk. Çaylarımızı yudumlarken beraber hayaller kuruyorduk. Peki noldu? Anasının babasının “Bünyamin” bardağı ansızın askerlik görevini ifa ederken kırıldı. Belki yirmi yıl oldu. Benim anamın babamın “Mehmet” bardağı halen kırılmadı. Kim karda acaba? “Bünyamin” bardağı erken yaşta kırıldı ancak en azından şehitlik mertebesine ulaştı. Ya bu fani ne yapsın? Yirmi yıldır kırılmadım diye övüneyim mi, ağlayayım mı?
Ya sen şu an bu satırları okuduğuna göre sen de kırılmayan bardaklardansındır. Kaç yaşındasın, nerede şu an beni okuyorsun, ne gibi hayallerin var, ne gibi dertlerin var, bilmiyorum. Ama istersen şöyle bir düşün: Arkadaşlarından, akrabalarından ya da etrafından hiç ölen oldu mu? Mutlaka olmuştur. En azından bir cenaze namazı kılmışsındır. Şimdi o ölen kişiyi düşünmeni istiyorum. O rahmetlinin de senin gibi, benim gibi hayalleri var, kızgınlıkları vardı, alacakları-verecekleri vardı. Tüm bunların hepsini terk edip gittiler değil mi bu dünyadan “sonsuz hayat”a. Hiçbir şeyde götüremediler. Artılarını, eksilerini bütün her şeylerini bırakarak gittiler. Kiminin bankada çekemediği parası, kiminin hiç giymediği kıyafetleri, kiminin gece gündüz çalıştıkları sınavın notları,kiminin belki de gelinliği- damatlığı hep geride kaldı. Heyecanları, hırsları, öçleri, aşkları hepsi bitti. Bardak kırıldı. Kırılan bardağa bir şey konmaz. Ölen insanın da duygusu, düşüncesi, nefesi olmaz. Hayat tekerrürden ibarettir. Bu zamana kadar ölenler, tıpkı bizim gibi hırsla bu dünya için çalıştılar, istersen gel, bugünden itibaren hayatımızda bir değişiklik yapalım ve “sonsuz hayat” için çalışalım. Bir daha soruyorum: “Bugün kendin için ne yaptın?”
Bir de bardağı taşırmak ya da taşırmamak var. Gönül bardağını iyilikte, güzellikte, dostlukta, başarıda taşırmaya bak. Bu duyguları ne kadar çok yaşarsan o kadar mutlu olursun. Hatta bardak olmakla yetinme!.. Gönlünü deniz yap, derya yap… Çağıl çağıl çağlasın gönlün, korkma… Günümüzde dostluk, arkadaşlık kalmadı. Belirli süreli menfaat ilişkileri var artık. Menfaatın, çıkarın bitti mi, arkadaşlığın da, dostluğun da bitiyor. Ama olsun, sen yine de insanları sev, say. Yaratılanı yaradan dolayı hoş gör. Hoşgörü, seni yükseklere taşıyacak en büyük güçtür. Geçmişte yaşadığın tüm sıkıntılarının, problemlerinin üstüne bir bardak su iç!..Her şeyi unut gitsin, beynine format at ve yarın yeni bir güne, yeni bir hayatla başla…
Üstad’a:“Kırılan kalp tekrar sever mi?” diye sormuşlar. Üstat da “Evet” demiş.Adam:“PekiÜstad’ım, siz hiç kırılan bardaktan su içtiniz mi?” diye tekrar sormuş. Üstat da şöyle cevap vermiş: “Peki ya mübarek! Sen hiç bardak kırıldı diye su içmekten vazgeçtin mi?”
Ne güzel, ne anlamlı bir söz değil mi? “Sen hiç bardak kırıldı diye su içmekten vazgeçtin mi?” Hayır, vazgeçmedik. İşte hayat da böyledir. Hayat, acılarıyla, kederleriyle, sıkıntılarıyla bir bütündür. Bugün kendim için ne yaptım? Sorgusuyla her gün bardağın boş tarafını, dolu tarafını iyice değerlendirmeliyiz. Gerekli tedbirleri alarak yolumuza devam etmeliyiz.
Hani bir demlik çay demleriz. Ya o çayı bardak bardak içeriz, ya da soğur, tadı kaçar. Hayatımızı da ya doya doya yaşarız, ya da bir de bakarız ömür bitmiş. Tıpkı çay gibi. Kimisi bir dikişte içer çayını, kimisi ağır ağır yudumlar. Bardağın dibinde tortu, hayatın sonunda ise sevgiler, dostluklar, iyilikler kalır..Hepimiz hayaller kurar, hayallerimizin peşinde koşarız ama gün gelir hepimiz zamanın geçtiği anlarız. Her insan zaman geçirir bu dünyada, bir roman yazar hayatıyla, bir film çeker yaşadıklarıyla. Önemli olan ne kadar zamanın geçtiği değildir, yazdığımız romanın bestseller listesine girebilmesi, çektiğimiz filmin gişe rekorları kırmasıdır. Hayatımız bir bardak su misalidir. Ya içer yüreğimizi serinletir, ya da içmesek de bir süre sonra buharlaşıp yok olur. Unutmayalım ki bizi biz yapan yüreğimizde yanan sevda, ruhumuzun zenginliği ve kişiliğimizin doluluğudur. Peki şimdi kendi kendimize itiraf edelim. Ruhumuzun daha da zenginleşmesi, kişiliğimizin doluluğu için,
“Bugün kendin için ne yaptın?”
“SORUYU SORAN CEVAPTAN KAÇAMAZ”
Robertson: “Uyumadan önce gündüz yaptıklarımızı düşünüp, yarın yaşamaya hakkımız var mı, diye kendimize soralım.” der.
Yarın yaşamaya hakkımız var mı? Elbette vardır. Zira Yüce Allah’ın verdiği canı sadece kendisi almalıdır. Bizler “Bugün kendim için ne yaptım?” sorgusuyla asıl yarınımızı, yarınlarımızı planlamalıyız. Öyle plansız programsız çalışmak verimsizliktir. Plansız programsız yaşamak da verimsiz olur. Yarının planını yapıp haftalık, aylık, yıllık hedefler belirlemeliyiz. Hatta ülkeler gibi beş yıllık, on yıllık, on beş yıllık, yirmi yıllık hedeflerimiz olmalı ki onlar için gerekli çalışmalarının temellerini şimdiden atmalıyız. Zira büyük işler büyük zamanlarda yapılır. Tarih, geniş zamanlarda günümüze kalanlardır. Günlük yaşayışlarımızın hepsi birer magazindir. Tarihe geçecek olan eylemler ya da gelecekte gerek bu dünyada gerekse “sonsuz hayat”ta meyvesini toplayacağımız eylemler, magazin olmayan eylemlerimizdir. Elbette magazinsel yaşayışlara da ihtiyacımız var. Ölçüyü tutturmalıyız. Bir gün içerisinde magazinsel yaşayışımız en fazla günün % 20’si olmalıdır. % 80’i yarınlarımızı zenginleştirecek, güzelleştirecek yaşayışları yaşamalıyız.
“Kadının biri hastalanmış, günlerce hasta yatağından kalkamamış. Artık kadın bu dünyadan umudunu yitirmiş. Öleceğini düşünerek dualar etmeye, ahlara vahlara başlamış. Bu ruh halindeyken kadın bir gün gözlerinin önünde bir melek belirmiş ve kulağına eğilerek:
“Korkma, korkma, ben Azrail’im! Daha ölmeyeceksin, bu hastalıktan kurtulacaksın. Daha senin ölümüne 10 yıl var!” demiş.
Kadın bu sözler üzerine rahatlamış. Gerçektende kısa bir süre sonra da iyileşmiş, ayağa kalkmış.
Kadın hastaneden taburcu olunca doğruca kuaföre gitmiş. Mademki on yıllık ömrüm kaldı, bari doya doya eğlenerek yaşayayım düşüncesiyle saçını boyatmış, süslenmiş, püslenmiş; boyalanmış, cilalanmış. Kuaförden çıkıp sokağa adım atar atmaz bir araba çarpmış ve ölmüş. Öldükten hemen sonra yine o melekle karşılaşmış. Korkuyla sormuş:
“Biz sizinle birkaç gün önce hastanede karşılaşmıştık. Bana ölmeyeceğimi, on yıl daha yaşayacağımı söylemiştiniz. Şimdi neden canımı aldınız?”
Azrail cevap vermiş:
“Kız canın çıkmasın! O sen miydin? Pardon tanıyamadım.”
Biz kendimizi tanıyor muyuz? Elbette tanıyoruzdur. Ama ne kadar tanıyoruz? Beynimizin tüm katmanlarını kullanabiliyor muyuz? Kalbimizin tün derinliklerine inebildik mi? Hayallerimizin sınırlarını zorlayabildik mi? Yeteneklerimizin tamamını ortaya çıkarabildik mi?
İşte kendimizi tanımak için her gün yatmadan önce “Bugün kendim için ne yaptım?” sorusunu kendimize sormalıyız. Kendimizi tanıyarak ve yaptıklarımızı sorgulayarak yarınlarımızı planlamalıyız.
Mümin Sekman’ın yazılarında okuduğum bir söz var: “Soruyu soran cevaptan kaçamaz.” Beynimiz neyi düşünürse biz onu yaşarız. Hani çocuğun eline bir bardak su verilir ve “Dökmeden götür” uyarısı yapılır. İşte o an korktuğumuz başımıza gelecektir. Artık kaçınılmazdır. Çünkü çocuğun aklına “dökmek” eylemini düşürmüşüzdür. Çocuk bardağı taşıdığı sürece dökmek eylemine odaklanmaktadır. Hal böyle olunca da çocuk ister istemez dökecektir. “Bugün kendin için ne yaptın?” sorgusu da bizim için böyle olmalı. Soruyu soran cevaptan kaçamaz. İç dünyamız, duyduğu cevaba duyarsız kalamayacaktır. Hemen kendisi için bir şeyler yapma kaygısı duyacak ve harekete geçecektir. Önemli olan kendimizi harekete geçirmek, ruhumuzda bir şeyleri yakmaktır. Çünkü hayatımızın ana kahramanı biziz. Biz kendi kendimizin kahramanı olmazsak kim bizim bir ömür boyu kahramanlığımızı üstlenir. Hiç kimse bizim için bir ömür bir şey yapmaz, yapamaz. Tırnağın varsa başını kaşıyacaksın. Şimdi bir düşünün bakalım. Sizin ekmeğinizi kim getirir? Kim size bir bardak su verir? Bunlar en temel ihtiyaçlarımızdır. Birilerine muhtaç olarak yaşamak zordur. Kimseye muhtaç olmadan kendi yağımızla kavrulmaktır önemli olan. Kendi yağımızla kavrulmanın ötesi içinde gücümüz kuvvetimiz, bilgi birikimimiz varsa neden daha fazlasını istemeyelim, yaşamayalım? Bizi durduran, engelleyen ne? Hiçbir şey! Belki biraz tembellik ama en önemlisi de kendi kendimizi yönlendirmeyişimiz, yönlendiremeyişimizdir.
Hani bazen birisi bir hatamızı hiç olmadık zamanda ve yerde yüzümüze vurur, günlerce o düştüğümüz rezilliği unutamayız ya. Başkalarının bizi uyarmasına fırsat vermeden her gün biz kendimizi değerlendirmeliyiz. Başkaları bizi sınav yapmadan biz kendimizi günlük olarak sınava tabi tutmalıyız.
Hayatta insan ilişkilerinin matematik gibi formülleri yoktur. Hayatı doğaçlama yaşarız çoğu zaman. Bu doğaçlama hayat içerisinde çoğu kez ölçüyü, kafiyeyi tutturamayız. Hayatımızın ahengini bozarız. Çok iyi bir şiir yazdığımızı zannederiz ama unutma ki analar ne şairler doğurmuş. Etrafta kol geziyorlar. İşte bunun için günlük olarak yaşadıklarımızı sorgulamak için tek bir sınav sorusu yeter bize. O da:
“Bugün kendin için ne yaptın?”
SU HER ZAMAN AŞAĞI AKAR
Genellikle ortamız yoktur. Bir şey bizim için ya vardır, ya yoktur. Ya heptir, ya hiçtir. Ya güzeldir, ya çirkindir. Hep ikili düşünür, ikili yaşarız. Bir şeye olumlu ve olumsuz olmak üzere iki farklı bakış açısıyla değerlendiririz. Markete girdiğimizde bir şeyi beğenirsek alırız, beğenmezsek almaz, tekrar geri bırakırız.
Aynı durumu hayatımız için, geleceğimiz için düşünemeyiz. Söz konusu kendimiz ve geleceğimizse pozitif ayrımcılık uygulamalıyız. En güzel ünvanı, en güzel ahlakı, her şeyin en güzeline sahip olabilmek için engelleretakılmadan, kararlılıkla çalışmalıyız.
Dış görünüşümüze ayrı bir önem veririz. Tıraşımızı olur, kıyafetlerimizi ütüler, ayakkabılarımızın boyasını ihmal etmeyiz. Modasına uygun çeşit çeşit kıyafetlerimiz, ayakkabılarımız, çantalarımız, hatta aksesuarlarımız var. Peki ya iç görünüşümüz? İçimiz, dışımızdan daha önemli, daha hayati değil mi? İç dünyamızı ihmal ettiğimizi sanırım hepimiz kabul eder. Dış dünyamız bizi geçici mutluluklar diyarına götürürken, iç dünyamız kalıcı mutluluklar diyarına götürür; ama çoğu kez bu gerçeği unuturuz ya da ihmal ederiz.
“Bugün kendim için ne yaptım? diye sorarak kendi iç dünyamızda şöyle bir gezintiye çıkalım. İçimizdeki “uyuyan güzeli” uyandıralım. O güzelin de peşini bırakmayalım. Zira gerçek saadet o güzeldedir.
İnternette okuduğum yazıların birinde not defterime kopyalamışım. Yabancı bir düşünür şöyle demiş: “Hep geleceğimiz için çalışıp çabalıyoruz, ama geleceğe ne kadar yaklaşırsak ölüme de o kadar yaklaşmış oluruz.”
Her gün bir adım daha ölüme yaklaşıyoruz. Daha kaç adım yolumuzun kaldığını da bilmiyoruz. Hani bazen beş yıldızlı otellerde kalırız da evimizin güzelliğini, rahatlığını, ferahlığını unuturuz ya. Biz insanlar da böyle bir ruh haline bürünmüşüz. Bu dünyanın beş yıldızlı otel konforundaki hayatına alışmışız. Oysa bu dünyada sadece konaklıyoruz. Günün birinde rezervasyonumuz elbet bitecektir. Rezervasyonumuz bitince hiçbir eşyamızı alamadan odamızı boşaltmak zorundayız. Gerçek evimiz, gerçek kalacağımız yer ahrettir. Bildiğiniz gibi orda iki ayrı bölüm var: Cennet ve cehennem. Din âlimi değilim. Şimdi uzun uzun anlatamam ama her Müslüman buna inanır ve cennete gitmek için dua eder. Ama dikkat edin lütfen sadece dua ederiz. İcraat yok ya da yetersiz. Allah’a inanırız ama emirlerine riayette kusurlarımız var. Namazın dinin direği olduğuna hepimiz inanırız; ama hayatımızda direği eksik yaşarız. Güzel dinimizin emirlerine uymak, günahtan sakınmak, sevapta yarışmak kendi nefsimizi yüceltir, bizi ebedi hayatta rahat ettirir.
Su her zaman aşağı akar. Hiçbir zamana yukarı akmaz; ama bizim istikametimiz bilgi, beceri yönünden hep yukarı olmalıdır. Su bulduğu yoldan ilerler gider; ama bizler, öyle su gibi rastgele yol almamalıyız. Zaten yukarlara rastgele çıkılmaz. Ölçüp biçerek uygun yollardan çıkılır. Bizler de geçmişimizi sorgulayarak hatalarımızı, kusurlarımızı fark ederek yol haritamızı da iyi oluşturarak hareket etmek zorundayız. Yoksa uçurumdan aşağı yuvarlanırız. Suyun yerinde kalması ve göl oluşturması da suya ayrı bir değer katar. İşte sen de ilerleyemiyorsan da en azından göle dönüş!
“Bugün kendin için ne yaptın?”
İKİ METRE TOPRAK YETER
“Padişahın biri, etrafındakilere ders vermek istemiş. Atının bakımını yapan seyisine bir kır gezisindeyken şöyle bir emir verir:
“Seyis Efendi, atlarıma iyi bakıyorsun. Ben de seni ödüllendirmek istiyorum. İkindi ezanı okunmak üzere. Ezan okununca yola çıkacaksın ertesi gün yine tam ikinci ezanı vakti burada olacaksın. Bu süre zarfında gezdiğin, gördüğün, ayak bastığın tüm toprakları sana vereceğim. Yalnız bir şartım var. Yarın tam ikindi ezanıyla burada olacaksın. Erken ya da geç gelirsen kaybedersin.”
Seyis, padişahın bu teklifine çok sevinmiş. İkindi ezanı okunmayabaşlar başlamaz koşarak yola çıkmış. Seyis Efendi, burası meyve bahçesi, şurası sebze bahçesi, orası zeytinlik, ormanlık derken kendince tüm güzel topraklara ayak basmış. Bir kendine gelmiş ki ertesi gün öğleye yaklaşmış. Bu kadar yolu nasıl geri döneceğim diye, bir telaş başlamış. Zira tam ikindi ezanı vakti yola çıktığı yerde olması gerekiyordu. Yorulmuş, nefes alamaz hale gelmiş ama bazen koşarak, bazen yuvarlanarak tam ikindi namazı vakti ayrıldığı yere gelmiş. Padişah ve adamları da önceden gelmişler. Seyis’in gelmesini bekliyorlarmış. Seyis, alkışlar içinde padişahın huzuruna çıkar, selam verir ama yorgunluktan ayakta duracak hali yoktur. Kan ter içinde yere yığılır. Uzun süre yerinden kalkamaz. Padişah’ın adamları bir de bakarlar ki Seyis ölmüş. Padişah çevresindeki emrederek:
“Onu buraya gömün. Zaten insanoğluna iki metre toprak yeter!” demiş.”
Çukurova’da yazları yaylacılık yaygındır. Özel sektörde çalışırken öyle yayla zevkimiz olmamıştı, ama memuriyetle birlikte yüce Yaradan bizlere de bir yayla evi nasip etti. Yayla eviyle birlikte marangozluk, elektrik, su tesisatçılığı gibi işleri evimizde deneme yanılma yoluyla icra ettim. Yayla evimizin 15-20 metrekarelik bahçesine fasulye, roka, nane, maydanoz, soğan ekmenin, toprakla uğraşmanın zevkine eriştim. Bir iki yere lamba çektim, üç beş yere de priz takviyesinde bulundum.
Yayla evimizin yan tarafı engebeli olduğu için kullanılamıyordu. Kendi kendime “Engebeli yerden biraz toprak alırsam hem bahçedeki çukur olan yerleri düzlemiş olurum, hem de buradan iki metrelik yer kazanırım. Oraya da çilek dikerim.” diyerek başladım çalışmaya. Toprak çok sertti. Kazmayla kazıp kürekle atınca da tozuyordu. Biraz sulanırsa toprak yumuşar hem de tozmaz düşüncesiyle bizim su kesik olduğundan yan komşunun kendi çileklerine sulanması için bıraktığı hortumun ucunu elime alarak benim iki metrelik yer kazanacağım alanı suladım. Doğrusu bu fikir işe yaramıştı. Öğleye doğru hedeflediğim yere kazarak gerçektende tahmin ettiğim gibi iki metre kadar düz yer elde ettim. İki metreyi biraz aşmak istedim fakat elektrik kablosuna denk geldim. Evin toprak hattı varmış meğerse orada. Elektrik hattını bayırla düzlediğim yer arasına sınır yaptım. İçimden çok güzel bir çilek bahçesi yapmanın hayalini kuruyordum. Komşudan hortumun ucunu alırken birkaç tane çilek fidesi almıştım komşunun bahçesinden dikmek için. Bayır olan yerden toprak kaymasını önlemek için eski bir çinkoyu set yaptıktan sonra çilekleri de dikecektim. Çinkoyu getirip yerine koyar koymaz beni bir elektrik çarptı. Öyle bir salladı ki bir gözümün karardığını hatırlıyorum, başka da bir şey hatırlamıyorum. Kendime bir geldim ki kendi hazırladığım düzlükte yatıyorum. Eşim, oğlum ve kızım başımdalar. Kendim doğruldum, kalktım. Önce padişahla seyisin hikayesi geldi aklıma. Gerçekten de iki metre toprak kazanmak için az kalsın ölüyordum. Sonra komşumun suyunu ve çileklerini komşunun haberi olmadan aldığımı hatırladım. Belki de gönlü razı olmayacaktı. Çektiğim bu tehlikenin işlediğim bir suçtan dolayı şefkat tokadı olduğunu düşündüm. “Başınıza gelen musibetler, kendi ellerinizle ettikleriniz yüzündendir. Allah yine de hatalarınızın çoğunu affeder.” (Kur’an; Şura; 30)Hatamı birkaç gün sonra anlayabildim. Meğer elektrik işiyle uğraşırken bir kabloyu yanlış bağladığımdan toprak hattına elektrik vermişim.
Zaman zaman böyle gafletlere düştüğümüz şeytana uyduğumuz oluyordur. İşte her akşam “Bugün ben kendim için ne yaptım?” sorusuyla kendimizi değerlendirerek gün içerisinde yaptığımız hataları, düştüğümüz gafletleri tespit ederiz. Böylece Yüce Allah’ımıza tövbe etmek, hakkını yediğimiz kullardan da helallik istemek için bir fırsat yaratmış oluruz kendimize.
Sahi ya, “Bugün kendimiz için ne yaptık?”
Dostları ilə paylaş: |