BÜMED KÜLTÜR SANAT GRUBU
İKLİM DEĞİŞİMİ VE ENERJİ SEÇENEKLERİMİZ PANELİ
24 Nisan 2007
Gürkan Kumbaroğlu
Ömer Madra
Ali K. Saysel
Nuri Ersoy: Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği’nin düzenlemiş olduğu Küresel İklim Değişikliği ve Enerji Seçenekleri paneline hoş geldiniz. Bugün bu kadar kapsamlı bir konuyu kısa bir toplantıda ele almaya çalışacağız. Özellikle son zamanlarda, Nisan ayından itibaren, iklim değişikliği üzerine medyada yoğun bir haber bombardımanı yaşamaya başladık. Hükümetler Arası İklim Değişimi Paneli Nisan ayı başında bir rapor yayımladı. Daha önceki çalışmaları teyit eden, bu çalışmaların bilimsel kesinliğini artıran ve geleceğe ilişkin bir ölçüde karamsar öngörüler içeren bir rapor karşımıza çıktı. Birdenbire medyada raporla ilgili haberler, iklim değişikliğine ilişkin gözlemlere dair haberler artmaya başladı. Bu kadar kısa bir toplantıda bu konuyu tüm veçheleriyle ele almak mümkün olmayabilir ama temel olarak iklim değişikliğinin nedenleri ve alınması gereken önlemler üzerinde duracağız. Daha sonra Türkiye’nin hükümet politikası olarak iklim değişikliğini engellemek üzere ne gibi önlemler alabileceği üzerinde duracağız. En son kişisel olarak neler yapabiliriz, aktivizm adına ne yapabiliriz bunun üzerinde durmaya çalışacağız. Katılımcılarımız Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü’nden Doç. Dr. Ali Kerem Saysel, Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden, aynı zamanda Enerji Ekonomisi Derneği Başkanı Doç Dr. Gürkan Kumbaroğlu ve Açık Radyo genel yayın yönetmeni Ömer Madra. İklim değişikliğinin genel nitelikleri, enerjinin geleceği ve birer vatandaş olarak sorumluluklarımız üzerine bir tartışma yürütmeye çalışacaklar. Sanırım 21. yüzyılın iki önemli sorunu küresel iklim değişikliği ve fosil yakıtlara dayalı enerji kaynaklarının tükenmeye doğru ilerlemesi olacak. Bu eksen üzerinde geleceğin enerji ve iklim tartışmaları şekillenecek. Sözü Ali Kerem hocamıza bırakıyorum.
Ali Kerem: Ben yaklaşık 15-20 dakika içerisinde bu iklim probleminin temel yapısı nedir, nasıl bir fiziksel gerçekten kaynaklanıyor ve iklim değişimini önlemek için atılması gereken adımlar, alınması gereken önlemler neden acil, neden şiddetli boyutlarda bunu anlatmaya çalışacağım. İnsanlığın kolektif harekete geçebilme kapasitesinin sınırlarını dikkate aldığımızda, aslında önlem almakta son derece geciktiğimiz bir problemle karşı karşıya olduğumuzu belirtmek gerekiyor her şeyden önce. Bugün iklim değişikliği olarak adlandırılan probleme ilişkin bilimsel bilgiler bundan yaklaşık 150-200 yıl önce ortaya çıkmaya başlamıştı. 1800’lerin başında sera gazı olarak adlandırılan belirli gazların, karbondioksit, su buharı, azot, metan gibi gazların ve bizim daha sonra bunlara ekleyeceğimiz -dünyanın evrimsel süreci içinde ortaya çıkmış olan gazlara ekleyeceğimiz- sentetik bir takım gazların (kloroflorokarbonlar gibi) güneş ışınları karşısında nasıl davrandığı, belirli dalga boylarını, ısıyı nasıl hapsettiği vs. bunlar ortaya konmaya başlamıştı. 1800’lerin sonunda bir İsveçli kimyager var, Svante Arhenius. Kendisine çok fazla gönderme yapılır. O yıllarda fosil yakıtların bol miktarda sera gazı ürettiğini, atmosfere saldığını ve bunların dünya iklimini değiştirebilecek potansiyele sahip olduğunu ifade etmişti, bu bir hipotez olarak ortaya konmuştu. Ancak bunlar medeniyetin kolektif karar ve eylemlerine yön verecek etkili bilgiler olarak yorumlanmadı. 1950’lerin ortalarına gelindiğinde atmosferdeki sera gazlarını aletsel olarak ölçmeye başlıyoruz ve bu ölçümler sonucunda atmosferdeki sera gazlarının ne kadar şiddetli arttığını görüyoruz. Derken 1970’lerle birlikte aslında iklim bilim çevreleri bunun ciddi bir problem olduğunu ve bir şeyler yapılması gerektiğini söylemeye başlıyorlar. 1978’de Amerikan Bilimler Akademisi’nin bir raporu var. Çok geç kalmadan bir şeyler yapılması gerektiğine dair. Ancak somut adımlar ne zaman atılmaya başlandı diye sorarsanız 1988 Hükümetler Arası İklim Değişikliğ Paneli’nin –veya Jürisi diye de çevriliyor Türkçe’ye- bu geniş iklim bilimciler şemsiyesinin kurulması, iklim bilimi araştırmalarının bu şemsiye altına alınması ve değerlendirilmeye başlanması. 1992 senesinde Birleşmiş Milletler Çerçeve Antlaşması’nın inşa edilmesi. Ona bağlı olarak 1997’de imzaya açılan Kyoto Protokolü. Kyoto Protokolü’nün uygulamaya girmesi sene 2005. Yani yaklaşık 100-200 senelik bir gecikme. Bilginin ortaya çıkması ve insan medeniyetinin bu konuda kolektif olarak somut bir şekilde harekete geçmesi arasında geçen süre.
Şimdi bu problem nasıl ortaya çıkıyor, sera etkisi nedir? Bunu izah etmek için hep gösterdiğimiz bir şema var.
Atmosfer güneş ışınlarını nasıl tutar ve atmosferin varlığı iklimi nasıl etkiler bunu izah etmek için. Dünyayı bir ısı makinesi olarak düşünün. İçeri giren ısı ile dışarı çıkan ısının bir hesabı, bir dengesi olması lazım ki sistemin ısısı dengede kalabilsin. Eğer dışarı çıkan ısı miktarı içeri giren ısı miktarından daha az olursa bu sistem ısınmaya başlayacaktır. Aslında sera gazlarının varlığı sonucunda gerçekleşen budur. Sera gazları yansıyan ısının –kırmızıyla gösterilen ve yerküreden yukarıya doğru yansıyan oklar- bir kısmını tutabilme özelliğine sahip olduğundan, uzaydan gelip uzaya yansıyan toplam ısı dengesinin sağlanabilmesi için yerkürenin ısınması, ortalama yüzey sıcaklığının belirli bir değere yükselmesi gerekiyor. Bunun basit hesapları var. Atmosfer olmadığında örneğin yerkürenin bugünküne göre yaklaşık 30 derece daha soğuk olması lazım. Atmosferin varlığıyla birlikte bugünkü yaklaşık 15-16 derece ortalama sıcaklığa ulaşmış oluyor. Bizim içinde yaşayabileceğimiz, bugünkü biyolojik türlerin içinde yaşayabileceği bir atmosfere ulaşmış oluyoruz. İklim değişikliğini tetikleyen faktör, sera gazı konsantrasyonlarının artarak bu dengeyi bozması. Çeşitli sera gazlarından söz edilebilir belki ama konunun toplumsal önemi açısından; enerji sistemlerimizle, üretim tüketim sistemlerimizle ilişkisi açısından esas üzerinde durulması gereken karbondioksit. Karbondioksit emisyonları, diğer sera gazları ile karşılaştırdığımızda; fosil yakıtların, yani bizim bağlı olduğumuz enerji sisteminin zorunlu bir sonucu olduğu için önemli. Hem de atmosferde kalış süresi çok yüksek ve dolayısıyla atmosferdeki ısı dengesine net etkisi daha fazla.
Bu da karşımıza bir havuz problemi çıkarıyor aslında:
Kutunun içinde atmosferdeki sera gazı miktarını düşünün. Atmosferdeki sera gazı konsantrasyonu. Hatta karbondioksit konsantrasyonu diyelim. Bu insan kaynaklı emisyonlarla artıyor. Sadece bu şekilde artmıyor ama konumuz açısından insan kaynaklı karbondioksit emisyonlarıyla arttığını belirtmemiz yeterli. Kutuya yönelen vanalı borudan karbondioksit akıyor havuzun içine, o havuzun içinde birikiyor. Ve o havuzun bu birikimi bir boşaltma kapasitesi var. O havuz ne kadar doluysa boşaltma hızı o kadar yüksek. Burada problem şu: bizim bu sistemi kontrol edebilmemizin pratik, etken tek aracı emisyon vanasını kısabilmek. Yani bu sistemi kontrol edebilmenin, bu havuzdaki karbondioksit miktarını dengeleyebilmenin -ki iklimi dengeleyebilmek için başarmamız gereken bu- tek aracı bu emisyon vanasını kısabilmek. Emisyonlarımızı azaltabilmek. Ve bu metafordan hareketle bizim özellikle söylememiz gereken, burada altını çizmemiz gereken, hepimizin çok iyi anlaması gereken konu şu ki emisyon vanasını kıstığımızda havuzun içindeki karbondioksit miktarını azaltmış olmuyoruz. Neden? Onun azalması için emisyonların soğurulmadan, yani dışarıya doğru yönelen boruyla gösterilen akıştan daha düşük bir seviyeye inmesi lazım. Yani sağ ve soldaki akışlar eşitse havuzdaki konsantrasyon sabit kalır, emisyonlar daha fazlaysa artar, daha azsa azalır. Dolayısıyla biz emisyonları öyle bir azaltabilmeliyiz ki, öyle bir geçiş süreci planlayabilmeliyiz ki, zaman içerisinde havuzdaki karbondioksit konsantrasyonu istenen seviyede dengeye otursun ve daha sonra da iklimler dengeye otursun. Bu gerçekler modellerle çalışan iklim bilimciler açısından çok açık. Fakat insanlar böyle bakmıyorlar probleme: Diyorlar ki, evet, bu bir problemse ben emisyonları tecridi olarak azaltırım, emisyonlar azalınca konsantrasyon azalır ve iklim dengeye oturur, bu problem çözülür. Maalesef öyle değil bu problem. Bunu vurgulayabilmek açısından bu metaforu kullanmakta yarar görüyorum. O halde bu iki vana arasındaki yani içeri akan karbonla kutudan dışarı akan karbon arasındaki oransal ilişkiye bir bakalım isterseniz.
Yukarıda küresel senelik karbon emisyonlarını görüyoruz. O havuza akan, o havuzun içini dolduran karbondioksit miktarının son 150 senede nasıl arttığını görüyoruz, aşağıda da o havuzun içindeki miktarın son 150 senedir nasıl artmış olduğunu görüyoruz. Burada çarpıcı olan eğrilerin üssel bir şekilde büyüyor olması. Bu sistemik, üssel büyüme bugün de devam ediyor. Kyoto’ya rağmen devam ediyor. Ve havuzun içindeki karbondioksit miktarı, iklim sistemini kararsızlaştıran karbondioksit miktarı da yine üssel biçimde artmaya devam ediyor. Bu şekil biraz problemi tarihselleştirmek açısından önemli. Hikaye endüstri devrimiyle başlar, enerji sistemlerimiz, o güne kadar kas, hayvan, rüzgar ve basit biyoenerjiye bağlı olan enerji sistemlerimiz, süratle fosil yakıtlara doğru kayar. Böylece, enerjinin bu derece ucuzlaması ve bu derece verimli hale gelmesiyle birlikte müthiş bir kalkınma, kalkındırma ve endüstriyel üretim artışı meydan gelmiştir.
Havuz metaforuna tekrar dönecek olursak mavi çizgi havuzun içine akan, kırmızı çizgi de benim havuzdan dışarı akan miktara dair yaklaşık bir hesabımı göstermektedir:
İkisi arasındaki boyut farkına dikkat edin. Dikey eksen milyon ton karbon cinsinden karbondioksit emisyonlarını gösteriyor. Benim hesabım kaba bir hesap, ama siz bunu çok mükemmel bir iklim modeliyle de hesaplasanız o kırmızı çizgi biraz yukarı biraz aşağı kayacaktır fakat sistemik davranışı değişmeyecektir. İki eğri arasındaki ilişkiye baktığınızda şunu görürsünüz: Biz bugün burada öyle bir karar versek ki, yarın atmosferdeki sera gazı konsantrasyonunu kararlı hale getireceğiz desek. Bu kararı versek, bunun için yapmamız gereken, emisyonlarımızı %50 veya daha fazla azaltmak. Mavi çizgi 2000 senesine gelindiğinde kırmızının iki katı kadar. Demek ki emisyonları ben bugün –bu bir varsayım- yarıya indirsem, o havuzun içindeki karbondiokit miktarını da yarın dengeye oturtabilirim ve artık iklimin dengeye oturmasını bekleyebilirim.
Çok önemli gecikmeler var bu sistemik problemin içerisinde. Birincisi bilimsel bilginin difüzyonu, bizi kolektif eyleme geçirebilmesi, bizim doğru rasyonel kararlar almamıza hizmet edebilmesi vs. Bunların arasında geçen ciddi bir süre, ciddi bir gecikme var. Bunun nedenleri çok farklı bağlamlarda tartışılabilir belki ama ben bununla ilgili olarak bir model sunuyorum. İkincisi, havuzunun içine akan emisyon miktarı ve havuzdaki karbondioksit miktarı arasındaki gecikme. İkisi arasında bir korelasyon yok. Emisyonu indirince konsantrasyon azalmıyor. Üçüncüsü, dünyanın ısınması; ısı dengesinin değişmesi ve ona bağlı olan iklim olaylarının değişmesiyle ilgili gecikme. Bunları ucuca topladığınızda 100-150 sene bilginin difüzyonu ve bizim eyleme geçebilmemizle ilgili gecikme, ardından bir 50 senelik ikinci gecikme, üçüncüsü iklimin dengeye oturmasıyla ilgili olarak 50 ila 70 sene arasında tahmin edilen gecikme vs. Olağan bir insan ömrünü yani tek bir insanın ömrünü cüceleştiren, önemsizleştiren ama adeta kuşaklar arası bir projeyi, kuşaklar arası bir taahhüdü gerekli kılan çetin bir küresel sistemik problemle karşı karşıyayız. Yapılması gereken tek şey pratik olarak –belki tek şey değil, ama etkili olabilecek, bir kaldıraç kuvveti sağlayabilecek tek şey- emisyonların çok ciddi olarak azaltılması. Böyle bir problemle karşı karşıyayız.
Demek ki şu noktaya varıyoruz: Emisyonların ciddi şekilde azaltılması gerekiyor, kararlı bir geçiş sürecinin yaşanması gerekiyor. Bunu da ben, yine basit bir model aracılığıyla, şu şekilde tarif ediyorum:
Kesikli çizgi karbondiosit miktarı, yani havuzun içindeki miktar; düz çizgi karbon emisyonları, yani havuza akan miktar. Havuzun içindeki miktarın sabitlenebilmesi, dengeye oturabilmesi için emisyonların –IPCC’nin raporlarında ya da farklı iklim bilim gruplarının raporlarında da ifade edildiği şekilde- önümüzdeki 100 sene içerisinde dörtte bir seviyesine kadar indirilmesi gerekiyor, yani yüzde 70-80 mertebesinde azaltılması gerekiyor, ki karbondioksit miktarı dengeye oturabilsin. Emisyonlar tedrici olarak azalırken karbondioksit miktarı da artarak bir denge seviyesine oturacak ve umuyoruz ki o denge seviyesi dünya da çok aşırı, istenmeyen iklim olaylarını tetikleyecek bir seviye olmayacak.
Şimdi, bunu başarmak neden zor biraz da bunu konuşalım. Emisyonların yörüngeye oturması, emisyonlarımızın böyle hızlı bir şekilde ama bugünden başlayarak azaltılması neden zor; bunun önünde ne tür engeller var ona bakalım. Bunu anlayabilmek için karbon emisyonlarının fosil yakıtlara dayalı ekonomiyle -buna “karbon ekonomisi” de diyebiliriz- ulusların, şirketlerin ve bireylerin zenginliğiyle olan ilişkisini anlayabilmemiz gerekiyor. Tekrar edecek olursak, bu emisyon miktarları, ne kadar çok enerji tükettiğimiz ve ne kadar çok emisyon yarattığımız ulusların, şirketlerin ve bizlerin, bireylerin zenginliğiyle çok alakalı. Problemi çetin hale getiren bu. Problemin güçlüğü buradan kaynaklanıyor. Birincisi, karşımıza devletler arası bir problem çıkarıyor, ikincisi devletlerin kendi ulusal yapıları içerisinde ne tür regülasyonlara gideceğiyle ilgili bir problem ortaya çıkarıyor. Üçüncüsü vatandaşların, bireylerin, toplulukların kendi üretim tüketim biçimlerini nasıl düzenleyecekleri ile ilgili bir problem ortaya çıkarıyor. Birbirinden kopuk olmamakla birlikte üç farklı düzeyde problem ortaya çıkıyor, emisyonların enerjiyle, enerjinin zenginlikle ilişkisinden ötürü. Sadece devletler arası sistem açısından baktığımızda, Kyoto örneklerine göre çok başarılıdır, yani uluslararası yönetişim açısından düşündüğümüzde Kyoto kadar başarılı, kapsayıcı bir anlaşma bilmiyorum, yani Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında rastlamak güç. Doğru yönde yetersiz bir adım Kyoto. Probleme ilk önce devletler arası sistem açısından yaklaştığımızda, Kyoto ve benzerlerini ileride daha yeterli hale getirebilmek için, belli prensiplerin ön plana çıkarılması gerekiyor.
BGST Yayınları’ndan yayınlanan bir kitap var:. Aslında bu kitap devletlerarası sistemde bu konunun nasıl ele alınması gerektiği ve nasıl bir hakkaniyet prensibinin ön plana çıkarılması gerektiği ile ilgili. Benim de bu konudaki görüşlerim yani devletler arası sistem ve hakkaniyet prensibi üzerine görüşlerim büyük ölçüde bu referanslardan besleniyor. O kitapta bir öneri ifade edilmekle birlikte aslında bu, “toplumsal ekoloji” diyebileceğimiz bir ekolün, probleme yaklaşımı. Ölümcül Sıcak diyor ki, bu problem madem zenginlikle ilişkili, bunun maddi külfetinin paylaşılması lazım. Emisyonların indirimiyle ilgili maddi külfetin paylaşılması lazım. Bu yükün bir hakkaniyet prensibi içerisinde dağıtılması lazım. Hakkaniyet prensibi olmazsa taraflar ikna olmazlar, taraflar ikna olmazlarsa bölgesel ikili anlaşmalarla yetinmek zorunda kalırız. İkili ve bölgesel anlaşmaların temel alındığı bir dünyada da emisyonlar küresel olarak kontrol altına alınamaz. Neden? Sekiz ülke bir araya geldi ve bir regülasyon çerçevesi oluşturdu kendi aralarında, ama kaçaklar her zaman mümkün. O şemsiyenin altında olmayan yerlere kirletici teknoloji fosil yakıta dayalı enerji transferi her zaman mümkün. Sistemin küresel olmadan kontrol altına alınması çok güç. Dolayısıyla bir hakkaniyet prensibinin ortaya konması gerekiyor. Bu hakkaniyet prensibini çok güzel anlatan da bir şekil var:
Kalın çizgiyi görüyorsunuz. O emisyonların kararlı bir iklim için izlemesi gereken yörüngeyi gösteriyor. Bunu aşağı yukarı bu şekilde kabul edebiliriz. Emisyonların tedrici olarak hemen ve önemli miktarlarda azaltılması gerekiyor. En üstteki çizgi IPCC senaryolarından birine dayanarak işlerin olduğu gibi gitmesi halinde ortaya çıkabilecek emisyon yörüngesini gösteriyor. Onun altındaki karanlık bölgeyi çevreleyen eğri ise bu senaryoya bağlı ama zengin ülkeleri bir tarafa atmış –ne Amerika var, ne Avrupa var, ne Japonya var- sadece gelişmekte olan ülkeler söz konusu. İşlerin olduğu gibi gitmesi halinde 2000-2100 yıllarında, tek başına Güney emisyonlarının yörüngesini gösteriyor. Ve acı gerçek ortada, 2020 yılı itibariyle Güney tek başına bu güvenli emisyon yolunu aşabilecek potansiyele sahip. Dolayısıyla hem kuzey ülkelerini hem güney ülkelerini, herkesi dahil edebilecek bir hakkaniyet prensibine sahip ve bu hakkaniyet prensibi dahilinde herkese belirli yükümlülükler getiren bir uluslararası, devletler arası anlaşma çerçevesine ihtiyaç var, bu küresel iklim değişikliği problemi ile baş edebilmemiz için.
Gürkan Kumbaroğlu: Ali Kerem hocamız havuz örneği verdi, çok güzel. Düşünün ki o havuzda 192 kişi yüzüyor, irili ufaklı, çocuklu büyüklü. O 192 kişinin 189 tanesi bir prensip antlaşması yapmış, bu havuzu daha fazla kirletmeyelim diye; çünkü çok yakında bir havuz kalmayacak yüzecek, o şekilde kirleniyor. 170’i yazılı mutabakata varmış, kalan 22 kirletmeye devam ediyor. Şimdi bu 22 kişiye biraz bakalım. Bu biraz antipati yaratıyor. Neden antipati?
Şimdi bu 22 ülkeye bakacak olursak, Kyoto Protokolü’ne taraf olmayan, yani gelişmiş ülkelerin sera gazı salınımlarına sayısal sınırlandırmalar getiren protokole taraf olmayan 22 ülke. Karar vericiler tarafından sık sık dile getiriliyor: “Canım, Amerika da taraf olmadı, işte Avustralya da olmadı.” Başka da zaten verecek örnekleri pek yok. Evet, Amerika taraf olmadı, Avustralya olmadı, onlar da antipati yaratıyor. Tabii Türkiye, Amerika ve Avustralya’dan farklı bir konumda, bunu da burada vurgulamak lazım. Türkiye, Amerika ve Avustralya’nın bulunduğu Ek B listesinde değil. Dolayısıyla, Amerika ve Avustralya gibi birinci yükümlülük dönemi için sayısal salınım indirim yükümlülüğü bulunmuyor; 2012 sonrası dönem için müzakerelere katılıp Türkiye elini taşın altına ne kadar koyabilir, sürdürülebilir kalkınma yoluna nasıl girebilir onları konuşması, müzakere etmesi lazım. Ve bunun için de gelişmiş ülkelerden destek almak mümkün. Kişi başı hasılalara bakarsak işte bir Amerika, bir Avustralya, işte ondan sonra Türkiye’den yüksek Andora, Bruney, San Marino:
Bunlar tabii çok küçük ülkeler, nüfusu 70 bin 30 bin gibi rakamlar olan çok çok küçük ülkecikler. Onun dışında Irak gibi, Somali gibi, Tonga gibi ülkeler söz konusu. Şimdi bu taraf olmayan ülkelerin emisyon hacmine bakarsanız “vy”, yani veri yok. Üç tane ülke için, Afganistan, Andora, Somali için veri bulunmuyor. Emisyon hacimlerine bakıldığında ABD ve Avustralya’nın ardından Kazakistan gözüküyor. Kazakistan da protokole taraf olmak için girişimde bulunmuş, hatta Ek B’ye girip yükümlülük almak için başvuruda bulunmuştur. Bir de Türkiye var orada, biraz daha iyi görelim diye ben o ölçeği biraz açtım:
Türkiye’nin de çok az kirleten bir ülke olduğu söylenemez. Kişi başına emisyonları düşük. Evet 3 ton kişi başı emisyonları, Dünya ortalamalarının ve OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) ortalamalarının altında. Ama toplam emisyonları yüksek. Emisyon yoğunluğu da yüksek:
Bu havuzu kirletenler arasında ön sıralarda. Bu durumda, tabi ki, bu havuzu nasıl temizleriz gayreti içinde olan diğer 170 ülkenin antipatisini topluyor, toplamaması mümkün değil. Şimdi bu ülke daha da fazla kirletecek. Niye daha da fazla kirletecek?
İşte sera gazı çöplüğü dediğim bu, çünkü Dünya’da terk edilmekte olan eski teknolojiler için Türkiye çok cazip bir pazar oluşturuyor. Bu sera gazı yoğun teknolojiler için Türkiye son derece cazip bir yatırım ortamı. Geçen hafta yabancı bir elektrik şirketinin iki üst düzey yöneticisine randevu verdim. Türkiye’ye yatırım yapacaklar, bana sordukları ilk soru şu: “Türkiye Kyoto Protokolü’ne taraf olmayı düşünüyor mu?”. Duymuşlar Çevre Bakanı’nın beyanlarını okumuşlar, “önümüzdeki on yıl için düşünmüyoruz biz” gibi bir açıklama. Afrika kömürleri ile elektrik üreten santrallerini burada kuracaklar; Türkiye cazip çünkü Avrupa’da 2020’ye kadar karbon tutma, karbon depolama teknolojisi koyma zorunluluğu söz konusu olabilir. Buna karşın Türkiye’nin ‘Protokol’e karşı ve taraf olmayı düşünmüyor, ve böylelikle sera gazı diye bir derdi yok’ imajı onları ülkemize çekiyor. Bu örnekler artarak devam edecek. Emisyon yoğunluğunun nasıl hızlı bir artış trendine girdiğini bu örnekle görüyorsunuz. Oysa taraf olmayan diğer 22 ülkeyle birlikte Türkiye ekonomisinin emisyon yoğunluğu hali,hazırda zaten çok yüksek.
Şimdi bir de Avrupa’ya bakalım, AB ülkelerine bakalım:
Orada da 1.1 kg/$ mertebesinde Türkiye’nin emisyon yoğunluk durumu. Kesikli çizgiyi tam oradan çektim kasıtlı olarak. Burada veri kaynağı Avrupa Komisyonu’nun bir yayını. Bir öncekinin veri kaynağı Dünya Bankası İstatistikleri. CIA World Factbook’tan alınan rakamlar. Onun için buradaki değerlerde bazı farklılıklar görüyorsunuz. İlkinde Türkiye 0.4’e yakın bir mertebede, burada 1.1. Şimdi AB ülkelerine baktığınız zaman, eski Doğu Blok ülkeleri dışında kalanların artık Türkiye’den daha düşük emisyon yoğunlukları var. Mesela Yunanistan, elektrik üretiminde %80-90 kömüre dayalı. Almanya hâlâ %50 kömüre dayalı. Buna rağmen toplam katma değer sağlamada emisyon yoğunlukları düşük. Türkiye’nin emisyon yoğunluğu bunların üstünde. Ve şimdi, sağladığı cazip yatırım ortamı nedeniyle, yoğunluk hızla artacaktır. Çünkü Türkiye, o 22 ülkeye bakarsanız, konum olarak, coğrafi konum olarak da, Avrupa’ya olan yakınlığı nedeniyle ve jeostratejik önemi nedeniyle çok cazip bir yatırım ortamı Avrupalılar için. Yani eski teknoloji sera gazı yoğun üretim yapacak yatırımcı Zimbabve’ye gideceğine Türkiye’ye gelecek. Somali’ye, Tacikistan’a, Sırbistan’a gideceğine daha güvenilir bir ülkeye gelecek.
İşin enerji boyutuna gelirsek, elektrik sektörü üzerinde duracağım, çünkü aslan payı orada:
Gördüğünüz gibi sera gazı emisyonlarının sektörel dağılımına baktığımızda 1990’da %26’ymış, 2005’te %34. Şimdi elektrik üretimindeki kararları sadece emisyonlar açısından değil, özellikle ekonomik açıdan irdeleyeceğim:
Elektrik üretimi gelişme kapasitesinin son 60 yılda, gördüğünüz gibi, çeşitli kaynaklar ve teknolojilerin yükselip pik yaptıktan sonra inerek cazibesini yitirdiğini görüyoruz. 1940’larda taş kömür altın devrini yaşarken ondan sonra petrol ve hidrolik hızla artmış; petrol krizinden sonra, 1973 yılından sonra düşmüş. Yerli linyit rezervlerimiz var, malumunuz kalitesi düşük olsa da, o artmış. 1986’dan beri hızlı bir doğal gaz girişi söz konusu. 2006 yılında 176 milyar kilovat/saatin %44’ü doğal gazla üretiliyor. %25’i kömürle, %26’sı hidrolikle. Biz bir bilimsel modelleme çalışmamızda son 30 yılı aldık; son 30 yıl derken 1970-2001 arasını, çünkü 2001’den sonra ayrıntılı santral bazlı rakamlar açıklanmıyor. Bir stokastik model çerçevesinde emisyon kısıtı olmadan bugünkü değer maksimizasyonunu yaptık. Emisyon kısıtları altında da bir senaryo tanımladık. “REF” dediğimiz referans, “EK” dediğimiz emisyon kısıtı.
Bunların tabii hepsi gerçek işletme verilerine dayanarak alınmış sonuçlar. Modelin bulduğu karbondioksit referans senaryosu, termiğin daha fazla olması, linyitlerin daha yüksek olması nedeniyle daha çoktu. Gerçek anlamda karbondioksit emisyonları, doğal gaza yönelim nedeniyle biraz daha düşük olmuş.
Şimdi güzel mi olmuş? Doğal gaz Türkiye’de çıkmıyor biliyorsunuz. Dolayısıyla her kış geldiğinde acaba bu sene İran mı kesecek, Rusya mı kesecek, üşüyecek miyiz yoksa elektriğimiz mi kesilecek endişesi başlıyor. Cumhuriyet tarihinin en yüksek dışa bağımlılığı (%70’in üzerinde, %72 seviyesinde bugün) Türkiye’de yaşanmaktadır. Maalesef enerji politikalarında alınan yanlış kararlar Türkiye’yi bu noktaya getirmiştir. Bu sürdürülebilir bir politika değildir. Ekonomik de değildir. emisyon yoğunluğumuz 1990’dan sonra %10 mertebesinde düştü. Ama diğer taraftan dışa bağımlılığımız son derece artmıştır. Yenilenebilir enerjiler daha yoğun olarak kullanılsaydı acaba daha mı kötü olurdu? Çünkü zaten ekonomik olmamış doğal gaz kullanımı. Şimdi dolayısıyla yenilenebilir enerjilere biraz bakacağım. Bizi ne bekliyor? Geleceğe yönelik bakış açısını da oraya doğru tutacağım.
Bir derleme yaptık, farklı kaynaklardan elde ettiğimiz bir tablo, potansiyel öngörüler. Hidroelektrikte 125 milyar kilovat/saat ekonomik potansiyel öngörülüyor, rüzgarda 50 milyar kilovat/saat, jeotermal 22 milyar kilovat/saat, güneş 102, biyokütle 197. Ekonomik potansiyellerden bahsediyorum, teorik görünür rezerv anlamında da değil; dolayısıyla da aslında önemli. Ekonomik potansiyeli olan yenilenebilir enerji kaynaklarımız var. Şimdi bu farklı teknolojileri karşılaştırmak lazım. İşte ünite büyüklüğü, inşaat süresi, yatırım maliyeti, işletme maliyeti, yakıt maliyeti ve emisyonlar temel kriterler haline geliyor. Şimdi Uluslararası Enerji Ajansı’ndan yapılan derleme kimi daha iyi kimi daha kötü belli kriterlerde. Güzel bir derleme ama böyle kalitatif değerlendirmeyle modeller çalışmıyor. Dolayısıyla bunu kantitatif sayısal bir hale getirmek gerekiyor. Kantitatif olunca da bu parametrelerle çalıştık. Bunlar aslında yurt dışından alınan, Avrupa Birliği’nde bu modeller çalıştırıldığında kullanılan parametreler. Bunları kullanmayı AB perspektifi içerisinde olan ülkemiz için daha gerçekçi bulduk:
Bir yenilenebilir olmayan enerjiler, iki yenilenebilir olanlar. Tabii ileriye yönelik bir çalışma yapınca hem satış fiyatlarına projeksiyon hem değişken maliyetlere projeksiyon yapmak gerekiyor, orada da böyle stokastik modeller oluşturarak bir çalışma yaptık ve senaryolar tanımladık. Bu senaryolar da esnek bıraktığımız bir flex senaryosu ve esnek olmayan NF senaryoları var. Bir tanesinde doğal gaz kapasitesini %40’la sınırlandırdık. Fiyat esnekliğini sınırlandırdık, çünkü serbestleşme sürecinde piyasa ve fiyat esnekliğinin artması bekleniyor ama ne derece artabilecektir? Rüzgar türbini lisanslarını dahil ettik. Yenilenebilir enerji teknolojileri ile ilgili 5346 sayılı kanunun tanımlamalarını mümkün mertebe dahil ettik. Bu şekilde farklı senaryolar tanımladık. Sonuçta ne oldu? Bu senaryoların sonuçlarında, gördüğünüz gibi en esnek senaryoda jeotermali ilk başta kuruyor, potansiyeli bitiyor, sonra tamamen doğal gaza dönüyor yine:
Avrupa rakamlarıyla kullandığınızda, enteresan tabii, son 30 yıllık analizden biraz daha farklı bir durum, işi tamamen serbest piyasada yatırımcıların kararına bıraktığınızda doğal gaz kullanımı artmaya devam edecektir. Enteresan, daha dün bir açıklama yapıldı DPT (Devlet Planlama Teşkilatı)’den yine, ‘doğal gazın daha yaygınlaşması bekleniyor’ şeklinde. Sonra kısıtladığınızda, bakıyorsunuz yenilenebilir enerji teknolojileri devreye giriyor; biyokütle, rüzgar… Ama son derece az, temelde rüzgardan sonra, biyoenerji ve jeotermal, veya jeotermalden sonra rüzgar ve biyoenerji diyelim.
Yenilenebilir enerji teknolojilerinin kendi hallerinde gelişmeleri kurulu güç ilişkileri içinde paylarını artırmaları mümkün gözükmüyor. Ne mümkün gözüküyor? Doğal gazın artması mümkün gözüküyor. Tabii bu yine dışa bağımlılığı artıracak, Türkiye için stratejik de bir sorun yaratacaktır. 5346 sayılı kanun yeterli değildir. Bakanlıktan açılamalar geliyor: “Efendim, yenilenebilir enerji teknolojileri Türkiye’de gelişiyor. 1500 MW’lık rüzgar lisans başvurusu var.” 1500 MW’lık rüzgar lisans başvurusunun perde arkasında ne var? 5346 çıkacak diye birçok yatırımcı hurra gitti EPDK’ya (Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu) ki, aman çok güzel destek verirler, benim elimde de bulunsun, ben de pastadan pay alırım diye. Sonra kanun çıktı, beklenen destek görülmedi, ve bunlar hepsi şimdi birer kağıt parçası olarak duruyor. Lisans aldılar diye 1500 MW’ın kurulmasını beklemek doğru değil. Aynı şekilde diğer yenilenebilir teknolojilerin gelişimi de bugünkü yasal çerçeve içerisinde pek zor gözükmüyor. Dolayısıyla bunların bir teşvike, desteğe ihtiyacı vardır. Emisyon projeksiyonlarına bakarsak artış devam ediyor, artışın devam etmesi kaçınılmaz. Emisyon artışı üretim artışıyla görülebilir, çünkü şunu kabul emek lazım: Türkiye’nin kişi başı elektrik tüketimi 2000 kilovat/saat Avrupa’nın ortalaması 6800. Ama kapasitenin temiz teknlojilere yönlendirilmesi ile birlikte emisyon artışını sınırlandırmak mümkün. Bizim modellerimizde öngördüğümüz emisyon artışı kamunun yaptığı projeksiyonların çok çok altında kalmaktadır. Örneğin benim referans senaryosundaki emisyon artışı 2020 yılına kadar %82 mertebesindedir. Birinci ulusal bildirimde açıklanan rakam yüzde %172’dir. Dolayısıyla yarısından az. Tabi ben bu birinci ulusal bildirimde yer alan rakamların altında yatan modelleri de çok iyi biliyorum. Ve yıllarca bu modellerin ne kadar düşük güvenilirlikte çalıştığını anlattım, anlatmaya çalıştım. Ama başarılı olamadık belli ki; çünkü kesinlikle başka modelleme çalışmalarına itibar edilmiyor. Bu modellerin güvenilirliği maalesef hep düşük olmuştur ve bu durum birçok bilimsel makaleye de konu olmuştur. Ve Türkiye’nin enerji ve çevre politikaları bu gibi güvenilirliği son derece düşük modellemelere dayandırılmıştır. Bunu da belirtmek lazım. Evet, benim çizdiğim genel çerçeve, ana tablo bu şekilde.
Ömer Madra: Gerek Ali Kerem Saysel’in’in, gerekse de Gürkan Kumbaroğlu’nun çizdiği tablodan sonra koşup oynamaya, eğlenmeye gidebiliriz herhalde; çünkü fazla da yapılacak birşey kalmamış gibi görünüyor. Yani, küresel iklim değişikliği yeryüzünün gördüğü en ciddi, bütün bilim camiasının da, biraz önce iki bilim adamının da kesin olarak ortaya koyduğu gibi en büyük tehlike. Canlılar âlemini kasıp kavuracak gibi görünüyor. Hatta burada kullanılan bir metaforla havuz da elimizde kalmayabilir, yani gelecek kuşaklara içinde yaşanabilir bir gezegen bırakma ihtimalimizin hızla azaldığını aşağı yukarı birçok bilimsel rapor söylüyor. Bunun da kendi yaptığımız işten kaynaklandığını, yani insan kaynaklı olduğunu söylüyorlar. İkinci olarak, Türkiye’nin de, insanlığın büyük bir kısmının içinde bulunduğu uyur gezerlik sendromuna benzer şeyin içinde bulunduğunu konuşmacılar biraz önce gayet net bir şekilde ortaya koydular, yani ortada fazla da itiraf edilecek şey yokmuş gibi gözüküyor. Hatta sizin Ali Bey, yazdığınız bir yazıda da “yarı sarhoş bir sürücünün siste hızla gaz pedalına basarak gitmesi gibi bir durum içinde olduğumuz” benzetmesi var ki bana da son derece uygun geliyor.
İçinde bulunduğumuz son derece paradoksal durumdan da söz etmemiz mümkün: Berbat bir gidiş var ama bunu tartışmıyoruz. Oysa hepimiz erişkin, aklı başında insanlar sayıyoruz kendimizi. Amerika’nın ve dünyanın en önemli iklimbilimcilerinden biri, belki de birincisi sayılan James Hansen, NASA Goddard Enstitüsü Müdürü, geçenlerde bir vatandaş olarak yaptığı konuşmada şöyle bir durumda olduğumuzu söylüyordu: “Bilim camiasının küresel ısınma konusundaki kavrayışı, bilgileri edinmesiyle; konuyu asıl bilmesi gerekenlerin, yani kamuoyu ile siyasetçilerin konuyu kavrayışı arasında büyük bir aralık var, hatta bir uçurum var.” “Demokrasinin en temel öncüllerinden biri de halkın bilgi edinmesi ve dürüstçe bilgilendirilmesi meselesi. Oysa işler böyle yürümüyor, özel çıkarlar bilginin kamuoyuna ulaşmasını engelliyor,” diyor.
Biraz önce Kumbaroğlu’nun anlattığı örnekte olduğu gibi Türkiye’de gerek bürokratlardan gerekse siyasi karar alıcılardan fazla doğru bilgi geldiği söylenemez. Ama kendimizi nedense fena halde aldatılmış ve salak olarak da bulmuyoruz ve hayran hayran dinlemeye devam ediyoruz söylenenleri. Özellikle Çevre Bakanı ile Enerji Bakanı’nın karşılıklı sohbetleri, ya da iki dünür arasındaki birbirini tamamlayan Karagöz-Hacivat oyunu, aslında hiç de gülünç olmasa gerek. Hangi özel çıkar sahiplerinin işine yarıyor bu söylenenler? Enerji Bakanı’nı kısmen anlayabiliyorum, ama insan, en azından Çevre Bakanı’nın, çevreyi korumakla yükümlü bir bakan olarak, Türkiye’nin kalkınmasından ve enerjisinin büyümesinden öte bazı kaygıları olması, bu kaygıları yansıtan bazı şeyler söylemesi gerekir diye düşünüyor. Ama öyle olmuyor işte. Hansen de böyle söylüyor, zaten Amerika’da da böyle olduğunu söylüyor: “İnsanlar en temel hakları olduğu halde küresel ısınma konusunda politikacılardan doğru dürüst bilgi edinemiyorlar. Ayrıca politikacılar özel çıkar sahiplerinden binbir türlü maddi destek alıyorlar. O zaman da özel çıkarların, özel ayrıcalıkları oluyor.”
Burada Hansen bitti, şimdi ben kendimden bir cümle eklemek istiyorum: Dünya için olduğu kadar, demokrasi için de gayet vahim bir sorundan bahsediliyor. Bunu mutlaka alt etmek zorundayız, çünkü mesele Türkiye’de Çevre Bakanı ile Enerji Bakanı arasında oynanan bir oyunun çok ötesinde, kendi çocuklarımıza ve hatta torunlarımıza da yapmak zorunda kalacağımız bir açıklamayla ilgili olarak ortaya çıkıyor. Geçenlerde Açık Radyo’da, iki saat arayla önce Enerji Bakanı’nın, sonra da Çevre Bakanı’nın Kyoto Protokolü’nü Türkiye’nin asla imzalamaması gerektiği, çünkü ulusal çıkarlara aykırı olacağını söyleyen görüşleri karşısında, şaka yollu şöyle bir imaj geliştirmeye çalıştık.
Torun başını kaldırıp bakıyor yemek masasından:
- “Ama dede, dünya çok kötüye gidiyor...”
- “Sus bakiim. Ulusal çıkarlara aykırı aykırı konuşma, otur yemeğini ye!”
İşte bunun gibi bir kuşaklararası sohbetin cereyan edeceğini düşledik, biraz da hüzünle.
Yani, Oxford’dan bir iklim bilimci olan Mark Maslin’in de yazdığı gibi, ortada önemli paradokslar var. Adı üstünde, tamamen küresel bir olay olan küresel ısınma gibi bir sorun– nükleer savaş tehlikesiyle beraber 21. yüzyılın yeryüzündeki en büyük iki tehlikesinden biri– karşısında bir uyurgezer tavrını da sürdürmeye devam ediyoruz.
Bunun mutlaka kırılması gerektiğini söylemek lazım. Yani bireysel düzeyde de yapılacak olan pek çok şey var. Şöyle diyor Maslin: “Çok temel iki durum var: Bir tanesi, ulusalla uluslararası olan tamamen birbirine karışıyor ve artık ulusal düzeyde çözülebilecek olan bir sorundan bahsetmek gülünç olur. İkincisi de politikacıların, yani siyasi karar alma durumunda olan insanların konuya geleneksel olarak çok kısa vadeli bir perspektifle bakmaları.” Yani mesele onlar için sadece dört ya da beş yıllık seçim dönemlerinden ibaret. Dolayısıyla, oy hakları olmayan gelecek kuşakların da tablonun tamamen dışında kalması sözkonusu. Böylece, belki de yok olan türlerle, mesela kutup ayıları gibi türlerin gezegenin “ucundan düşüp” gitmesi durumuyla karşı karşıyayız.
Aslında bu benzetmeler hafif gülünç olmakla beraber, bence çok da düşündürücü. Daha önceki konuşmalarda da gecikmeden, gecikmenin riski artırma payından bahsedildi. Neredeyse epik boyutlara ulaşmış, destansı bir gecikmeden bahsediyoruz. Oysa, bizlerde de tam bir uyurgezerlik hali var. “Business as usual” dedikleri “böyle gelmiş böyle gider” senaryosuna bağlı kalınmasıyla ilgili olarak Hansen, bir yıl kadar önce, 2005 Aralık ayında Amerikan Jeofizikçiler Yıllık Kongresi toplantısının açılış konuşmasında şöyle demişti: “Eğer böyle gelmiş böyle gider senaryosuna uygun şekilde hareket edilecek olursa, hiçbir tedbir alınmazsa, o zaman 10 yıl gibi bir süremiz kaldı. Ondan sonrasını kestirme imkânımız yok, çünkü modelleme yapılamıyor, yani başka bir gezegenden bahsediyor olacağız...”
Biraz önce Kumbaroğlu’nun çok net olarak ortaya koyduğu gibi düpedüz aldatıldığımız, bize doğruların hiç söylenmediği veya kim bilir hangi saikler, hangi motivasyonlar sebebiyle farklı şeyler söylendiği bir durum karşısında da tepki göstermiyoruz. Bu çok tuhaf doğrusu; birbirimizi dinliyoruz, gülüyoruz, oynuyoruz, biraz sonra da gidip herkes kendi işini yapmaya devam edecek; televizyondaki dizileri sevenler ona, maç sevenler maç seyretmeye dalacak ve hayat eskisi gibi devam edecek. Yalnız, çocuklarımız için böyle olmayabilir. Onlara çok ciddi bir sorundan bahsediyor olduğumuzu da söylemek lazım.
Yaklaşık 12 yıldır yayın yapmakta olan Açık Radyo’da kayıtlara baktım, 10 yıla yakın bir süreden beri küresel iklim değişikliğinden giderek artan dozda bahsetmeye başlamışım ve artık sonunda da dayanılmaz hale gelmiş, yani evden de kovulmama ramak kaldı! “K” harfini telaffuz etmem, “küresel” diye bir şeyden bahsetmem durumunda bazı dinleyicileri kaybetme tehlikesi de başgöstermeye başlamıştı. Tam anlamıyla köyün delisi muamelesi görmeye başlamıştım ki geçen sene birden işler değişti, havada bir acayiplik olduğu açıkça ortaya çıktı! İnsanlar baktılar ve sonunda gördüler ki, mesela boz ayılar belki 1 milyon yıldan beri yaşama stratejisi olarak genlerinde geliştirmiş oldukları stratejiyi değiştirdiler, bilinmeyen bir ufka doğru yelken açtılar ve kış uykusuna yatmadılar! Yani hepimizin biyoloji derslerinden filan bildiği gibi bu yağları tasarruf etmek için doğada geliştirilmiş çok olağanüstü bir mekanizma, yani hakikaten birkaç milyon yılda evrim sürecinde geliştirilmiş olan bir şeye birdenbire gerek kalmadı, çünkü yiyecek bulunabiliyor, o zaman mağaralarda uyumaya, enerji tasarruf etmeye lüzum yok. Bu aslında çok endişe verici bir şey, işte bu görüldü.
İspanya’nın şimdi adını unuttuğum bir bölgesinde ayılar kış uykusuna yatmadılar. Moskova’daki ayılar da tereddütte kaldılar. Ortalıkta kanlı gözlerle dolaşıyorlar! Ve yeryüzünün en büyük, en güçlü, en karizmatik yaratıkları arasında sayılan, millerce yüzme kapasitesine sahip, kendisi bir ekosistem olan kutup ayılarının, denizde buz bulamadıkları için boğulmaları gibi aslında aklın, hayalin alamayacağı dram boyutları yaşandı.
Beni çok etkileyen bir olay da şu oldu: Deniz aygırıları ya da ayı balıkları, beyaz balıkçı teknelerine çıkmaya çalışmışlar, çünkü kafaları karışmış, çünkü tutunacakları yer yok, tekneleri buz parçası zannediyorlar! Böyle şeyler oluyor ve tabii bazı yerlerde de bu kış hiç kış gelmedi. O zaman da, türküde olduğu gibi “baharı görmeden yaz geldi geçti” durumları olabilir.
Tabii bazen çok ender de olsa, ciddi “ilahi adalet” durumları da gerçekleşiyor. Kyoto Protokolü’ne inatla karşı çıkan ve Türkiye gibi, belki de daha fazla bütün dünyanın da antipatisini kazanan ülkelerden biri Avustralya. İşte orada başbakan John Howard geçen hafta, yüzyıldır görülmüş en büyük kuraklıktan dolayı ülkenin yüzde 40’ını besleyen havzada artık sulama yapılmasını yasakladığını açıkladı. Belki de küresel ısınmadan kaynaklanmış olabileceği yolunda mırıldanmaya başladı ama artık çok geç kalınmıştı. Pek kimse de “neden kuraklık altıncı senesine girmişken bundan ancak şimdi bahsetmeye başladın ve doğru dürüst bir tedbir almadın” diye sormadı, ama herhalde çağdaş demokrasiler böyle çalışıyor(!)
Bütün bu uyanış sürecinin temelinde yatan belki de en önemli gelişme, Britanya Hükümeti’nin Baş Ekonomik Danışmanı Nicholas Stern’ün hazırladığı rapor oldu. Sir Nicholas Dünya Bankası’ndan geliyordu. Hükümet için hazırladığı 700 sayfalık kallavi bir rapordu. “Küresel iklim değişikliğinden dolayı ekonomi de çok kötüye gidebilir” deyince bütün alarm zilleri çalmaya başladı! Paranın gözü kör olsun ya da parayı veren düdüğü çalar gibi bir ibare de kullanabiliriz burada. Ekonomistler söyleyince herkes dinliyor nedense.
Bir başka raporda da gelişmiş ülkelerde 4 ila 11 yaş grubu çocukların yüzde 40’tan daha fazlasının, neredeyse yarısının, küresel ısınma yüzünden gece uykularının kaçtığı da belirtiliyor.
İşte, çocuktan al haberi. Adana’dan bize yazan Ada adlı çocuk, “Küresel ısınma kimin suçu?” diye sordu. Hâlâ cevaplamaya çalıştığım bir soru. Ortada suç mu var, bilmiyorum ama bir terslik olduğu kesin. İstanbul’da bir ilköğretim okulunda bir basın toplantısı yaptılar ve “Kar tatilimizi geri istiyoruz!” diye bir slogan attılar, bence çok yaratıcı bir duyuruydu. Ben ana okullarından da davet alınca gidiyorum ve onlara da küresel iklim değişikliğinden bahsediyorum. Bir anaokulunda –iyi de hazırlanmışlardı, Aziz Nesin’in dediği gibi şimdiki çocuklar harika– daha ben gitmeden öğretmenleri anlatmış, yani biliyorlar küresel ısınma olunca, kötü şeyler olacağını. “Ne olacak, küresel ısınma ne demek, niye kötü olacak?” filan diye sorular sordum. İşte küresel olunca “orman yangınları olur, susuzluk olur” filan dediler. Derken 4,5-5 yaşında Alara adlı bir kız kalktı: “Ama bütün bu kötü şeyler şimdi olmayacak, biz büyüdükten sonra olacak, değil mi?” dedi. Valla ben de laga luga ettim ama “evet” de demeye dilim varmadı doğrusu.
Sonuç olarak benim bildiğim bir şey var; ben 68 kuşağından olmakla zaman zaman övünüyorum. 1970’te ilk Earth Day, yani Dünya Günü yapılmıştı. Son 50 senede haklar kültüründe çok önemli gelişmeler olduğunu görüyorum. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde çok hızlı bir haklar kültürü geliştiğini biliyoruz. Mayıs Devrimi, 68 Devrimi dedikleri şey çok kısa bir süre içinde dağılıp gitti ama geriye çok önemli barış hareketleri bıraktı; eşcinsel hareket bıraktı, kadın hakları bıraktı ve gelecek kuşakların hakları denen, yani bildiğimiz çevre haklarının da temelini atarak dağıldı. Şimdi bizim ona layık olabilmemiz diye bir durum olduğunu düşünüyorum.
Hazır bu moda da olmuşken, harekete geçmenin tam zamanı. Mesela adları lazım değil, bazı şirketler o kadar modaya uydular ve o kadar yeşilci olmaya başladılar ki. Mesela çevreyi en çok mahvettiğini bildiğimiz şirketlerden biri –nedense bir tek ExxonMobil’i duymadım çevreci olarak, fakat o da yakındır– geçenlerde bir basın toplantısı yaptı ve broşürler dağıttı: “Artık Formula 1 arabasının üzerine reklam almayacağını, güzel bir dünya resmi koyacağını ve bu şekilde çevre koruma mücadelesi yürüteceğini” belirtti. Kimi şirketlerin de tabiî ki gerçekten bu tarafa geçtiğini ve küresel iklim değişikliğine yol açan kirlenme konusunda ciddi endişeleri paylaştığını da düşünüyorum. Ne var ki, çok zorlu ve ağır bir mücadele yolundan geçmek zorunda olduğumuz kanaatindeyim. Bireysel olarak bütün bu akkor ampullerden vazgeçebilir, kendi evimizin yalıtımını yapabilir, daha az arabaya binebilir, özellikle daha az uçuş yapabilirsek... Bireysel, kurumsal, şirketsel, ulusal ve uluslararası boyutlarda aynı anda ve hep birlikte koşmamız lazım. Kendimize karşı da azla yetinmeye yönelik bir mücadele verebiliriz. Yani hayat tarzımızı, düşünce tarzımızı kesinlikle değiştirmemiz gerektiğini, buna pek istekli olmasak da mutlaka kabul etmek zorundayız. Sadece Çevre Bakanlığı ya da Bush yönetimi ya da ExxonMobil’i suçlamakla bu işten sıyrılamayız. Şirketler de çok büyük çapta hesap verebilir olmaya zorlanmalı tabii. Özellikle büyük petrol şirketlerinin rolünü, yani kârları azalır kaygısı ile yapmakta oldukları karşı propagandayı, dezenformasyon faaliyetlerini, vb. asla gözden kaçırmamamız gerektiğini düşünüyorum. Özellikle bunlar bize çok zaman kaybettirdiler ve kaybettirmeye devam ediyorlar. O çok kıymetli zamanı kaybettiriyorlar.
İnternet çağında herkesin bir çeşit gazeteci olduğu gibi artık belki de herkesin aktivist olduğu, önemli bir gelişmenin de ipuçlarını yakalıyorum. Mesela en azından benim gazeteci olarak [bildiğim kadarıyla] bilimsel raporların dışında dünyada Doğanın Sonu diye bu konudaki ilk kitaplardan birini yazan Bill McKibben – ki hâlâ yazılmış en iyi kitaplardan biri olduğunu düşünüyorum– bu yıl internet üzerinden “STEP IT UP 2007” adında bir hareket örgütledi. Geçen cumartesi bütün Amerika Birleşik Devletleri’nde “2050’ye kadar Amerika Birleşik Devletleri karbondioksit ve diğer sera gazı emisyonlarını yüzde 80 kısmak zorundadır.” diye hedef koydular. Çok da yaratıcı bir hareketti. “Washington’a, Capitol binasının önüne o kadar karbondioksit saçarak uçakla gitmek yerine herkes kendi yerinde ve bildiği bir işi yapsın” diye önerdiler. Alaska’da erimekte, süratle geri çekilmekte olan bir buzulun çekilme noktalarını vücutlarıyla işaretleyen insanlar vardı. Aynı anda da Florida’da oksijen tüpüyle denize dalıp su geçirmeyen kalem ve kağıtlar kullanarak, suyun altında “2050’ye kadar yüzde 80 şart” diye pankart açan insanlar vardı. Hawaii plajlarında bedenleriyle bunu yazanlar da vardı. Bill McKibben “Paramız pulumuz da yoktu ama gene de birkaç yüz yerde gösteri yapabiliriz diye ümidimiz vardı” diyor. Sonuçta ise, 50 eyalette 1400’ün üzerinde irili ufaklı gösteri yapılmış: Kimisi dans ediyor, kimisi dalıyor, kimisi dağlara tırmanıyor filan... Önemli bir başarıydı.
Karbondioksit emisyonlarının her yıl düzenli bir şekilde yükseldiğini dünyaya gösteren ve ölçerek ispatlayan ilk bilim insanı meşhur Charles David Keeling vardır. Bu işle uğraşan herkes onu bilir ve büyük bir saygı da duyar, çünkü şöyle işine bağlı bir adam: Bu işi o kadar dakik bir bilim tutkusuyla yapıyor ki, karbondioksidi her gün düzenli olarak dört saatte bir ölçtüğü için ilk çocuğunun doğumunda bulunamamış, doğum sırasında arazide ölçüm yapmaktaymış çünkü. Bilim yüzünden doğumunda bulunamadığı çocuğu da şimdi iklim bilimci olmuş ve bu gösterilerde yer almış.
Yani özetlersek, McKibben “Bu yıl çok farklı şeyler gördüm,” diyor. “Çevrecilik artık sadece zenginlerin ve yaşlı beyaz insanların lüks olarak yaptığı bir iş, bir hobi olmaktan çıktı. Artık siyahıyla, kahverengisiyle, genciyle, yaşlısıyla, bütün dinlerden insanların karıştığı çok yeni bir şey doğuyor. Halbuki daha birkaç yıl önce ‘çevrecilik öldü mü?’ diye tartışıyorduk.” Birinci sonuç bu: Büyük bir coşku.
İkincisi, “seçimlerin önemli olduğunu bir kez daha kavradık, bütün yeni adayların” yani önümüzdeki yıl Amerika’da başkanlık ve kısmi senato seçimleri olacağı için bayağı ciddi senatörlerin, 2050’ye kadar karbondioksit emisyonlarının yüzde 80 kısıtlanmasını da öneren adamın bizzat katıldığı ya da John Adams gibi Demokrat başkan adayı senatörlerin de katıldığı ve konuşma yaptığı toplantılar oluyoyr. “Çok ciddi bir yeni gelişme bu” diyor McKibben.
Üçüncü olarak da “toplumda eksikliğini epey zamandan beri hissettiğimiz bir işbirliği, dayanışma duygusu burada had safhadaydı” diyor. Herkes raporlarını sunmuş, “biz bunu yaptık” diye internet üzerinden fotoğraflarını gönderiyorlar. Baktım, gerçekten arada müthiş de eğlenmişler; yaratıcı şeyler çok var, dansı var, şarkısı var. Yani bir de açık kaynak siyasi eylem; internetin de kullanılmasıyla 21. yüzyıla özgü diyebileceğim eylem tarzları da var. Biliyorsunuz Amerika’da büyük televizyon kanallarının çevre işlerine pek meraklı oldukları söylenemez ama ABC mesela dört defa kapsamak zorunda kalmış. Sonuç olarak, McKibben: “bizim için en önemli tarafı, birkaç yüz eylem beklerken 1400’ü aştı, harika oldu, fakat asıl olan bu işi yaparken insanların yaşadığı coşkuydu,” diyor. “Bu kadar geciktikten sonra belki de hâlâ birşeyler yapma imkânımız var gibi görünüyor” diye düşünmüş. Tabii gene de ihtiyat payı koyuyor, çünkü biraz önce de sözü edilen korkunç gecikmelerden az önemli değil.
Bütün okullara ve böyle konuşmalara giderken şart koşuyorum, herhalde hepiniz biliyorsunuz. “Elbette gelir konuşurum ama karşılığında siz de Nisan’ın 28’inde Kadıköy’deki küresel iklim değişikliği mitingine gelirseniz!” diye rüşvet talep ediyorum. Bu sefer söylemedim ama eminim gelirsiniz. Çünkü artık işin şakası yok. İş kontrolden çıkmak üzere. Eski tip eylemcilik değil, kendi geleceğimizi kendimizin aşağıdan gelen hareketlerle değiştirebileceğimiz ve siyasi karar alıcıları etkileyebileceğimiz bir eylemciliğe ihtiyaç var. Bunu hepimiz biliyoruz, yani hiçbir şey yukardan verilmez; lutuf olarak verilmiş bir hak olamaz. Biraz önce diğer konuşmacıları da gayet net olarak dinlediniz, ortada feci bir durum var. Bunu önleyebilmenin tek yolu da bastırmak. Hele Türkiye bir seçim dönemine giriyorken… Kadıköy’de hava da oldukça iyi olacaktır. Saat 1’de orada bulunmanızı hararetle tavsiye ederim. Ben, çok uzun zamandan beri sosyal hareketleri hasbel kader takip eden biriyim. Yani bir şeyi protesto etmek için ilk sokağa çıktığımda sene 64’tü. “Türkiye Kyoto’yu İmzala” Kampanyası’nın iki ay gibi bir sürede toplanan imza sayısı, tıpkı Mckibben ve arkadaşlarını şaşırttığı gibi beni de şaşırttı. 160 bini aşan, 170 bine yakın imza toplandı. O da Meclis’e verilecek. İnternet üzerinden kolaylıkla imzalanabiliyor. Üç hafta gibi çok kısa bir sürede 160 binin üzerinde imza toplanması beklenmedik ve hakikaten göz yaşartıcı bir şeydi.
Dolayısıyla da sembolik öneminin hayati olduğu, aslında getirileri itibariyle önemli de olmayan Kyoto’yu imzalamak için işe başlamanın tam zamanı diye düşünüyorum. Türkiye’nin iklim değişikliğine neden olan gazları son derece hızla artan oranda üreten bir ülke olduğu, biraz önce net olarak söylendi. Bence işin şurası da çok önemli: Zihni olarak böyle bir tehlike olduğunu kabul edip ondan sonra hiçbir şey yapmamak, üstüne düşeni yapmamak, ahlaki boyutları çok tartışmalı olan bir sorumsuzluktur. Buraya kadar bu konuşmaları dinlemeye gelmiş olan insanlardan hiçbirinin de sorumsuz olacağını düşünmüyorum. Önümüzdeki dönemin en büyük meydan okuması, bence budur: Bu ahlaki sorumluluğumuzu üstlenip üslenmeyeceğimizdir.
Teşekkür ederim.
Internal Virus Database is out-of-date.
Checked by AVG Free Edition.
Version: 7.5.476 / Virus Database: 269.9.6/866 - Release Date: 25.06.2007 09:43
Dostları ilə paylaş: |