İSTANBUL ANSİKLOPEDİSİ
Ç^meba^ında ayaktakımından bir İsrtaııbul Delikanlısı (Resim: Sabiha Bozcalı)
İSTANBULUN: CAMİ, MESCLO, MEDRESE, MEK.TE3, KÜTÜBHÂNE,.-TEKKE, TÜRBE, KİLİSE, AYAZMA, ÇEŞME, SEBİL, SARAY, YALI, KONAK, KÖŞK, HAN, HAMAM, TİYATRO, KAHVEHANE, MEYHANE.. BÜTÜN YAPILARI... DEVLET ADAMI, ÂLİM, ŞÂİR, SANATKÂR, İŞ ADAMI, HEKİM, MUALLİM, HOCA, DERVİŞ, PAPAZ, KEŞİŞ, MECZUB, NEVCÎVAN, NİGÂR, HANENDE, SAZENDE, ÇENGİ, KÖÇEK, AYYAŞ, DERBEDER, PEHLİVAN, TULUMBACI, KABADAYI, KUMARBAZ, HIRSIZ, SERSERİ, DİLENCİ, KAATİL... BÜTÜN ŞÖHRETLERİ. DAĞI, BAYIRI, SUYU, HAVASI, MESİRELERİ VE BAHÇELERİ, BOSTANLAR;! VE İLÂH... BÜTÜN TABİAT GÜZELLİKLERİ VE COĞRAFYASI... SOKAKLARI, MAHALLELERİ, SEMTEERİ., YANGINLARI, SALGINLARI, ZELZELELERİ, İHTİLÂLLERİ, CİNAYETLERİ, VE DİLLERE DESTAN OLAN AŞK MACERALARI... İSTANBUL HALKININ DEVİR DEVİR ÂDET, AN'ANE, GİYİM VE KUŞAMI... İSTANBUL ARGOSU.. İSTANBULA AİT RESİMLER, ŞİİRLER, KİTAPLAR, ROMANLAR, SEYAHATNAMELER... İSTANBULA GELMİŞ YABANCI ŞÖHRETLER...
Bu cildi, İstanbul Ansiklopedisini güzel güzel resimleri ile tezyin ederek ayrıca kıymetlendiren seçkin sanatkâr, büyük ve vefakâr dost ressam Sabiha Bozcah'ya ithaf ediyorum.
R. Ekrem Koçu
Bu cildde: Sermed Muhtar ALUS, Osman Nuri ERGİN, Muzaffer ESEN, Ahmed Baha GÖKOĞLU, Vâsıf
HİÇ, Tevfik KARKAN, Reşad MİMAROĞLU, Ferdi ÖN ER, Hikmet Şinasi ÖNOL, Halûk Yusuf ŞEHSÜVAROĞ-
LU, Osman TOLGA,, A. Cabir VADA, Nureddin YATMAN merhumlarla A. Ziynet ABDULLAH, Ahmed AĞIN,
Halûk AKBAY, Şinasi AKBATU, Gnl. Hakkı Râif AYYILDIZ, B. ALACALI, Özay ASLAN, Niyazi Ahmed BAN-
OĞLU, Mustafa CİHANBEYLİ, Münir Süleyman ÇAPANOĞLU, Behçet ELVER, Hâlid ERAKDAN, Enver
ESENKOVA, Celâleddin GERMİYANOĞLU, Hakkı GÖKTÜRK, Ahmed GÜRELİ, Tahsin KAYA, Hüsnü KI-
NAYLI, Salim Rıza KIRKBINAR, Mehmed KOÇU, Nuriye NİRVEN, Saadi Nâzım NİRVEN, Burhan OL-
KER, Kevork PAMUKCİYAN, Hasan TOPER, Mehmed ŞÜKRÜ SİLAN, Kerim YUND kalem arkadaşlığı et
mişlerdir. ,';,"",
SABİHA BOZCALI
ve
Ayhan, Behçet CANTOK, Osman Zeki ÇAKALOZ, HA SİM, Nezih İZMİROĞULLARI, Ahmed Bülend KOÇU, Nuriye NİRVEN, Ömer TEL, resim, harita, plân ve krokileri yapmışlardır.
214 resim, 52 plân, kroki ve harita
YEDİNCİ CİLD
CEMİL BEY (Tanbûrî) — ÇİRAY (Hâcer)
ı
——* Reşad Ekrem Koçu ve Mehmet Ali Akbay İSTANBUL ANSİKLOPEDİSİ
ve Neşriyat Kollektif Şirketi
İSTANBUL, 1965
Cerıahpaşn Hastahânesî (Resiı • : Bohce*. Çanta;;)
Yabana duta, ,,rc,me h** ve ,«ç, baskl hakkl
v:,ısr lur? w- gı
R. E. Koçu adına kanunen mahfuzdur. mcaemdan> istanbul Ansiklopedisinin o yoldaki haklan da
ERCAN ve HAMLE MATBAALARINDA BASILMIŞDIR.
C
CEMİL BEY (Tambur!) — Yer yüzünden silinmiş, yahud boş bir haraba, yâhudki hâlâ ayakda duran bir-küçücük köyden taht şehrine, başkente 'kadar her yer, târih yapraklarında yetişdirdiği büyük adamların hâtıraları ile yaşar. Büyük virtüöz ve bestekâr Tanbûrî Cemil Bey, kendi -kısa ömrünün (hâtıralarına İstanbul şehrişehîrinin bir devrini rindâne sanatkâr hayatı ile nakşetmiş, bu gün o devri yaşatan simalardandır. Bu şehir kütüğünde onun hal tercemesini kaleme almak çok 'zordur; bu mes'ûliyeti yine büyük bir sanatkâr olan oğlu Mesud Camilin İstanbullu edîb kalemine devrediyoruz, ve aşağıdaki satırları «Tanbûrî Cemil'in Hayatı» 'adındaki eserinden naklediyoruz:
«Tanbûrî Cemil, Sil:.stire valisi Mehmed Paşanın ihtimamla yetiştirdiği evlâtlığı ve sadrazam Hüsrev Paşanın ölümüne kadar kethüdası olan Mustafa Reşid Efendinin torunu ve Tevfik Beyin oğludur. Mustafa Re, şid Efendinin iki oğlu vardı: Tevfik" Bey, Refik Bey. Bu iki kiardeşin de dörder çocukları oldu. Cemil, Tevfik Bey çocuklarının en küçüğüdür. 1873 de İstanbulda Molla Gûra-nide doğmuştur. Doğduğu evin numarasını bilmiyoruz, Ev de yanmıştır.
«Dede Mustafa Reşit efendi, ve baba Tevfik Beyin çok iyi tahsil ve terbiye görmüş insanlar olmalarına rağmen, musiki ile doğrudan doğruya alâkalarına dair hiç bir bilgi yoktur Her ikisinin de hayatı bilindiği halde musiki veya güzel sanatların başka bir şubesine karşı o zaman aydınlarının duyduklarından daha fazla, özel bir yakınlıkları bulunmadığı anlaşılıyor.
«Gemilin babası Tevfik bey, 1836 da Is. tanbulda doğmuş, tanzimat hamlesi içinda yüksek bir devlet /adamı olmak gayesi etrafında mükemmel bir tahsil görmüş, o zamanın aydınları için öğrenilmesi tabiî sayılan Arapça ve Farsçadan başka yine zamanın revaçta olan temayülüne göre Avrupa dillerine bilhassa çalışmış ve yabiancı dil bilenler arasında Fransızca, İngilizce, 'Almanca ve İtalyancadaki bilgisiyle şöhret kazanmıştır. Mesleğe pek genç yaşında evvelâ mülkiye memuru olarak giren Tevfik Bey Rumelide bir çok ehemmiyetli memurluklarda bulunduktan sonra İşkodrada vali muavinliğinden hariciyeye geçti ve Tahrana sefir olarak gönü derildi. Yedi sene Tahranda kaldıktjan sonra gençliğinden beri taşrada ve dış memleketlerde yaşamış olmanın verdiği yorgunlukla İstanbula döndü ve bir defa daha meslek değiştirerek adliyeye geçti. Ölümünden evvel son vazifesi Beyoğlu ceza niiahkemesi âzahğı idi.
«1876 da, üç yaşında babasını kaybeden ve onu böylece hiç tanımamış olan Cemil,
CEMİL BEY (Tanbûrî)
İSTAMBÜL
ANSİKLOPEDİSİ
— 3463 —
CEMİL BEY (Tanbûrî)
annesinin yanında fakat amcası Refik Beyin devamlı ihtimiam ve himâyesi altında iptidaî tahsilini bitirdiği zaman oniki yaşındaydı. O yaşa kadar derslerine çok iyi çalışmış, verilen bütün vazifeleri kolaylık ve istekle yapmış, canlı, dürüst, duygulu ve yetim haliyle ayırd edilmişti. Artık oniki yaşında, iyi verilmiş imtihanlardan sonra, yaşından daha büyük çocuklara mahsus ağır başlılığı, uzun pantalonu, galoş kunduraları, kolalı yakası, olgun bakışları, hele aile muhitinden dışarıya durmadıan genişleyen halkalar halinde hi-•kâyesi yayılan tanburu ile dikkati çekmiye başlamıştı. Genç adam olma çağının kapısında duran çocuğu, musikinin bir meslek olmaktan ziyâde tehlikeli bir güzel şey sayıldığı o devrin anlayışı içinde, daha sıkı bir kontroldan uzak bulundurmak doğru olmazdı.
Tanbûrî Cemil Bey 18 yaşında. (Resim -. Sabiha Bozcalı)
«Cuma geceleri annesinde kalmak üzere, amcası Refik Bey onu yanına aldı.
Cemdi, amcasının evinde yeni bir hava içine girdi. Rüşdiyeye gidiyor, otuz iki odalı büyük evde kendisine mahsus iki odaya sahip bulunuyordu. Kendisinden biraz küçük amca kızı Hâver, o zamana kadar pek iaz tanıdığı yeğenini sevinçle karşılamış, onun şahsında sade yeni bir akraba değil, şu yazıhanenin arkasınla dayalı duran tanburu ile çok meraka değer bir arkadaş bulmuştu.
Amcasının Horhordaki evi sade musiki değil fakat genel kültürü bakımından da Cemil için çok tesirli bir muhitti. Refik Bey İngiltereden başka başlıca Avrupla memleketler ini gezmiş, görmüş; İstanbullu Türk tipinin halis vasıflarını kaybetmeden evine ve muhitine o zamanın modernizmini mükemmel ölçü ve disiplinle getirmiş bir tanz,im
«Bu Osmanlı evinin alafranga manzarası, mutfağında beyaz boneli aşçılar ve sofrada fraklı, beyaz eldivenli hizmetçilerle tamamlanır.
«Fakat garbın daha ziyade şekle ait ta-raflariyle de olsa, ilk gençliğini idrake başladığı bir zamanda böyle bir muhit, bütün şekil ve muhtevasile tanzimatı karakterize eden böyle bir Vıasat içinde bulunuşu Cemil'in genel kültürü, geniş ansiklopedik [bilgisi, sanat -anlayışı, dünya görüşü, eski ile yeni arasındaki individuel terkibe götüren ruh yapısı üzerinde kuvvetle müessir olmuştur.
«Musikinin ilk teknik esaslarını da bu evde öğrenmeğe başladı. Oraya geldiği za^. man tıanburu, şaşmaz bir insiyakla, zamlamın bütün yetişkin tanbûrîlerini düşündürecek kadar acayip bir kuvvetle çalıyordu. Olgunlaştığı zaman başka 'bir kokusu ve lezzeti olacağı evvelden sezilen henüz ham, buruk ve meçhul bir yemiş gibi.
«Fakat musikinin klâsik kanunlarını, makam yollarını, usullerini, hattâ nota okumasını bile bilmiyordu. O vakit delikanlılık çağında olan ağabeyisi Ahmed Beyden bu konularda genel bilgileri edinirken, en büyük jamqazedesi Mahmud Beye keman dersi vermeğe gelen meşhur kemani Ağa (Ağya) dan da Hamparsum notasını ve alafranga notayı, batı notasını öğrendi.
«Cemil'in Horhordaki evde sakin, mun-taz
«Bakırköyde geçen iki sene içinde Cemil'in Horhor'da, amcasının sağlığmdaki kadar kendi âleminde rahat olduğunu zamıetmemelidir.
«Cemil'in bu evde de bir odası vardı. Tanburu yine köşesinde dayalıydı. Yine Gregoire efendiden fransızca dersini alıyor, yine 'mektebine gidiyor, yine masasının başında tercümeler yaparken küçük amcakızı örgüsünü işliyordu.
«Lâkin yeni aile reisi Mahmut Bey gayet klâsik yetişmiş, realist, titiz ve küçük kız kardeşleri gibi amcaoğlunu da kendi anlayış ve görüşlerinin son derece sıkı kayıt ve şartları altında bulundurmaya meyilli bir mizaçta idi. Örnek olacak derecede çalışkan ve vazifesever bir insandı. Herkesten, hele durumlarından sorumlu olduğu yakınlarından, gerek tahsil ödevlerinde, gerekse aile içi ve dışı muaşeretlerinde küçük bir ihmal, kayıtsızlık, yanlış ve noksanı ehemmiyetsiz karşılamazdı. Halbuki Cemil'in yaşı ile beraber, İstanbulun musiki sever muhitlerindeki şöhreti alabildiğine büyüyor, Mahmud Beye ricalar edilerek, hayret verici istidadı kulaktan kulağa söylenen genç sanatkâr, musikili ve el-bette içkili, toplantılara ısrarla davet e-diliyordu. Mahmud Bey, baskısı gittikçe artan bu davetleri, bütün hayatında göreceğimiz gevşemez bir irade, medenî cesaret ve tedbirlerle önlemiş, yüz tanesini savmış, ancak bir kaçına, o da pek güç durumlarda kaldığı vakit, icabet et-mistir.
«Cemil'in, Bakirköyünden başka Kartaldaki iki sene ile beraber tam dört sene, onüç yaşından onyedi yaşına kadar en kritik çağını yanında ve himayesinde geçirdiği bu amcazadenin varlığı, büyük ;sanıa,tkârın fearak-ter teşekkülünde kuvvetle tesirlidir.
Genç Cemil, içinden gelen fantezist duygulara eklenen, dış cazibelerle, himayesi altında bulunduğu amcazadesinin -bendesi disiplini arasında 'bir muvazene kurabilmek için, çok sıkıntı çekmişdir.
Mahmud Beyin Bakırköy kaymakamlığı iki seneden fazla sürmedi. Rus Çarlık hükümetinin himaye ve tahrikleriyle Bakırköy civarında yaptırılmak islenilen bir Ortodoks manastırının inşasına izin vermediği .için
Tanbûrî Cemil Bey (Resim : Sabiha Bozcalı)
i...
ANSİKLOPEDİSİ
— 3465
CEMiL BEY (Tanbûrî)
- 3464 -
CEMİL BEY (Tanbûrî)
Kartala tâyin edildi ve Cemil de amcazâde-siyle beraber Kartala taşındı.
«Kartalda geçen iki sene içindeki hayatında şekil bakımından büyük bir değişiklik yoktur.
«Sıkı disiplin devam ediyor, fakat Mah-mud ,Bey Cemil'in musiki istidadını, bizzat musikiye çalışmış bir insan, sanat ve sanatkârı geniş kültürünün delaletiyle de anlamış bir münevver olarak, endişeli bir duygu ile karışık sevgi, hattâ saygı ile takip etmekten geri kalmıyor: «Bu çocuk hepimizden başka bir hamurdan yaratılmıştır.» diyordu.
•«'Titiz amcazade, genç yeğeninin, nereden gördü ve öğrendi ise, gizli gizli fiakı içmesine mani olacak tedbiri elde edememişti.
«Tanbûrî Cemil'in, zaten süratle yayılan şöhretini, tam bu sıralarda Mahmud Beyle beraber gittiği bir mecliste Tanbûrî Ali Efendi ile buluşması ve üstad Ali Efendinin bu genç meslekdaşına hayranlığım gösteren bir sözü kulaktan kulağa dolaşarak, birkaç misline çıkardı.
«Bu görüşmenin yeri hakkında bir kaç rivayet varsa da biz, Mahmud Beyin bu gibi davetleri kabul etmesi için ancak hatırın, dan çıkamayacağı ricalden olarak o zamanki Şehremini Mazhar Paganın konağı olacağını tahmin ediyoruz. Bu mecliste, o zaman,a kadar sazı ve eserleriyle, bilhassa Suzidil makamındaki peşrevi, iki beste ve iki semaîsiy-le, etrafında kalabalık hfayranları toplamış olan Tanbûrî Ali Efendi merhum henüz bıyıklan terlemeğe başlayan genç Cemil'i evvelâ büyük bir hayret, sonra derin bir heyecanla dinlemiş, titriyen elleriyle onun yüzünü okş'amış, alnından öpmüş ve ;aşağı yukarı:
«— Evlâdım, bunca senedir bu sazı çaldım... eh, şöyle böyle biraz yendik de sanırdım., şimdi, seni dinledikten sonra, bir daha tanburu elime almıyacağım!.. gibi bir cümle sarf etmiş ve toplantıda bulunanları bu sözleriyle allak bullak etmiştir.
Kani yad-ı-lebinle faûn4-dil nûş ettiğim demler Hezâran bülbülü nâlemle hâmûş ettiğim demler Yanar âteşlere ârâm-ü-sSbnm yâda geldikçe Seni mesteyleyip ey gül derâgûş ettiğim demler
«Suzidil semaîsinin âşık bestekârı, o zamanın kudretli tanbûrîsi Ali Efendinin, göz yaşları içinde, bu utangaç çocuğa bu sÖ2İe hitabı, sonraki Tanbûrî Cemü'inj Orfeos efsa.
ÎSÎÂMSÜL
neleri halini alan hikâyelerine başlangıç olmuş, o .akşamdan itibaren: «İşittiniz mi? Tanbûrî Ali Efendi, Cemil isminde bir çocuğa demiş ki...» diye eş dost kulağına inanılmaz bir vak'ayı fısıldayan dudaklar, Tanbûrî Cemil'i sevgilisinin mezarında sabahlara kadar saz çalan, bülbülleri dalından indirip tanburunun sapına konduran, vahşî ceylânları ağlatan bir masal ve üstûre kahramanı hâline getirmiştir.
«Hakikatte, Cemil'in evvelâ Türk musikisine ve bunun tabiî sonucu olarak tambur tekniğine getirdiği yeniliği kabul edemiyen eski mektep mensupları, «Bu tanbur tavrı değildir!» diyerek Cemil'e karşı durdukları halde, Ali Efendinin daha o zaman, Cemil'in üslûbu henüz yeni doğmuş bir çocuk çıplaklığındadken, bu «tavır» a bîat edişi, Cemil kadar Ali Efendinin şahsiyeti bakımından da dikkatle üzerinde durulacak bir noktadır. (B.: Ali Efendi; Hünkâr İmamı Tanbûrî-.
«Ali Efendi ile bu görüşmeden sonra Cemil, üstadın bulunduğu meclislerde çok defa bulundu ve doğrudan doğruya ders almamakla beraber, genel musiki bilgisi ve klâsik mektebin esas' karakterine ait incelikleri öğrenmek hususunda ondan geniş ölçüde faydalandı.
«Mahmud Bey Kartaldan Humus'a kaymakam tâyin edildikten sonra; Cemil de annesi Zihniyar hanımın yanına, Taşkasaptaki eve döndü. Cemil'in hayatının bu devresini evleninceye kadar, aile içi. dostlar halkası, 'müzik muhiti ve kendi derunî alemindeki çalışmaları gibi birbirinden hem ayrı hem birbirine bağlı çerçeveler içinde görmeğe çalışacağız. (1889-1901).
((Cemil'in annesi Zihniyar Hanım, Mustafa Reşit Efendinin, gelin olmadan evvel kimsesiz bir küçük cariyesi idi. Yedi sekiz yaşlarında iken sadaret kethüdası Mustafa Reşit Efendinin evine alındı. Oniki yaşına kadar orada büyüdü. Bir gün küçük Çerkeş kızını, narin kollarını sıvamış, yalın ayak, ağır su kovalarını merdivenlerden yukarı taşırken Mustafa Reşit Efendi gördü, acıdı, kalfalardan birine:
— Bu biçare, zayıf yavrucuğa bu (ağır işleri niçin gördürürsünüz? Bu hanede yukarı katlara su taşıyacak daha münasip kimse kalmadı mı?., diyecek oldu.
«Efendinin küçük cariyeyi bu şekilde koruması hemen o günün en münasip dakikasında hanımefendinin kulağına gitti. Silistire valisi Mehmed Paşadan dul kaldıktan sonra, kendisinden daha genç olan Mustafa Reşit Efendi ile evlenen bu azametli hanımefendi, kocası için son derece kıskanç ve -onun en küçük bir ilgi göstereceği cariyeler için, amansız bir müstebid idi.
«Küçük Zihniyar hemen ertesi günü, efendiye oldu bitti haberi verilmek üzere, en sıkı ve gizli emirlerle esir pazarına gönderildi ve neye uğradığını şaşırmış zavallı çocuk, orada Sultan İkinci Mahmudun kızı ve Sultan Mecidin kizkardeşi Adile Sultan sarayına satıldı.
«Küçük Zihniyar, bu son derece iyi kalpli Sultanın sarayında yetişmiş, Sultanın kızı Hayriye Sultanın dtadısı olmuş, nihayet bir gün çırağedilip Sultan kâhyasının evine geçtikten yıllarca sonra, karşısında görücü olarak, vaktiyle konağından esir pazarına satılığa çıkarıldığı eski efendisi Mustafa Reşit Efendinin karısını görünceye kadar hiç bir üzüntü ve heyecan geçirmemiştir.
«Fakat büyük oğlu Tevfik Bey için kâhyanın evine görücü gelen Mustafa Reşit Efendinin haremi, eski cariyesini tanımadı ve güzel saraylıyı beğendi. O gidinceye kadar renkten renge giren Zihniyar Hanım, görücü gelen hanımın eski efendisi olduğunu kâhyanın karısına hemen söyledi ve kızı istemek üzere tekrar geldiği zaman, kâhyanın karısı bu eski münasebeti hanımefendiye hatırlattı. Bu macerasını anlatırken Zihniyar Hanım: «Doğrusu o eve tekrar gireceğim diye korktumdu, ama ne de olsa, gelin gitmek başka!» dermiş. O zamanların saf, hoşsohbet, nekre ve hazırcevap saraylılanndandı. Sultan efendi ona Taşkasaptaki evi yaptırdı, çeyiz ve halayıklar verdi. Zihniyar Hanım, bildiğimiz dört çocuğun (Reşat Bey, Beyhan Hanım, Ahmet Bey, Cemil Bey) anası oldu ve ö-lünceye kadar Adile Sultanın çok
sevdiği bir nedimesi olarak kaldı.
«Tanbûrî Cemil 1901 de yirmi sekiz yaşında iken evlendi. Bu evlenmede annesi Zihniyar Hanımın isteği ve telkinleri kuvvetli âmil olmuş, Cemil evlenmeye prensip bakımından razı edildikten sonra, âdete göre görücü gidilmiş, kız aranmış, ve kuvvetli ihtimale göre Zihniyar Hanım, Adile Sultan sarayından kapı yoldaşı olan Eflâknur Hanımın kızını, oğlu- için daha evvel düşünerek seçmişti. Cemil, kendisine yüzünü görmeden teklif edilen hayat arkadaşının, bir defa da ablası Beyhan Hanım tarafından görülmesini istemiş ve nihayet kısa bir zaman içinde karar verilmiş, söz kesilmiş ve Taşkasaptaki evde Defter-i-Hakani müdürlerinden Nazif Beyin ve Eflâknur Hanımın kızı Şerife Saide hanımla nikâhları kıyılmış, düğünleri yapılmış, biraz sonra yeni karı koca Cağa!oğlund,a,
Tanbûrî Cemil Beyin zevcesi Saide Hanım (Turgud Zaimin gravürü)
CEMiL BEY (Tanbûrî)
— 3466 —
istanbul
ANSÎKLOPEDÎSÎ
3467 —
CEMÎL BEY (Tanbûrî)
Şeref Sokağında, yeni bir eve taşınmışlardı.
«Bu evlenmeye kadar Cemil'in hayatına girmiş .herhangi (başka bir kadın tanımıyoruz.
«Halbuki onun sanatkâr şöhretinin yanında ısrarla söylenen bir rivayet kendisinin de, karısının da kulağına gelecek kadar yayılmıştı. Türlü version'ları olan bu rivayet şudur:
«Cemil, gençliğinde senelerce bir genç kızı uzaktan uzağa sevmiş ve onunla evlenmek istemiş; vermemişler. Kız verem olmuş, ölmüş; Cemil bu aşkını hiç bir zaman unutmamış; sevdiğinin mezarına gider, orada tan-bur çalar ağlarmış. Hattâ onun gömüldüğü topraktan elleriyle çıkardığı bir kemik parçasını, içi kadife bir kutuda saklar, zaman
fot.
Tanbûrî Cemil Bey bestesi şehnaz şarkı Güftesi Nigâr binti Osman Hanımındır (Baki Süha Ediboğlu'ndan)
zaman karşısında ağlarmış... Bu rivayetin bir türlüsü de kızla evlendiği, fakat kısa bir zaman sonra onu kaybettiği ve Şerife Saide hanımın ikinci karısı olduğu şeklindedir.
«Bu hikâyelere, Cemil'i uzaktan tanıyanlar ve fantezisi elverişli olanlarca o kadar inanılmıştır ki, rahmetli öz annemi, üvey annem sananlar ve aksine bir türlü inanmak is-temiyenlere daima rast geldim!!...
«Hakikatte Tanbûrî Cemil, bütün hayatında çirkinden kaçmış, güzele kendini yakarcasına: vermiş bir insan olmakla beraber, yaradılışı ve muayyen mevzulardaki utanma derecesini bulan terbiyesi ile, cinsî şahsiyetini kazandığı ilk zamanlardan beri, insiyakları tabiî yolundan sapmış, hapsedilmiş, manevî değerlere doğru ulvileşmiş, afîf bir in-s'andı.
«Evlenmesi, kendisinin istek veya ihtiyacından ziyade, sosyal vazife ve geleneğe uymak için ailesinin ve annesinin ısrariyle oldu.
«O, annesinin kapı yoldaşı olan saraylı hanımın genç kızında; ilk gençliğinden yir-misekiz yaşına ;kadar farkına varmadan alıştığı hürriyetine, kendi meşru haklariyle engel olabileceğini hiç düşünmediği, basit, istediği zaman var, istediği zaman yok, uysal, duygu ve iradesini kayıtsız şartsız kendisininkine teslim etmiş bir zevce tasavvur etmiş, genç kız ise, Hariciye u-muru şehbenderi hulefasından bir 'Babıâli efendisi yerine, ruhu ne kendisinin ne de başka bir kimsenin takip ede-miyeceği âlemlerde alabildiğine dolaşan bir sanatkâra hayatını bağladığının farkına varmamıştı. Annesinin dizinin dibinde bir saksı çiçeği gibi tertemiz, lekesiz büyümüş, hayata dair hiç bir şey öğrenememiş olarak gelinlik duvağını taktığı zaman nasıl korkunç acılarla dolu bir maceraya girdiğini bilmiyordu ve
kocasına âşık oldu.
ıc İlk zamanlarda Cemil, bu şebnem damlası gibi saf, iri lâcivert gözlü, kumral saçlı genç kadının yanında1, kendisini yeni ve bilmediği bir saadetin ışığı içinde buldu.
«Eksikliğini şiddetle duymakla beraber dostları, arkadaşları yeni evliyi karısiyle baş-başa bırakmak nezaketini gösteriyorlardı.
«Bir taraftan dostlar halkası onsuz kalmış, yeni evlilerin sakin aile saadetine karşı ilk aylarda gösterdiği saygıyı ve tarafsızlığı yavaş yavaş bozmaya, Cemil de hemen çocuk yaşındanberi kendisini çepçevre saran bu halkanın coşkun ve hayran mırıltısını özlemeğe .başlamıştı.
«CemTin dost muhiti çok kere yalnız erkeklerden mürekkepti ve o zamanın cemiyetine hiç bir kadın giremezdi. Saide hanım kadınların paravana veya, kafes arkasında bulundukları ve meclise uzaktan katıldıkları dost evlerine ısınacak ve harem tarafından kocasının muhitine iştirak e-decek bir mizaçta da değildi. Bunu her tecrübe edişinde paravananın arkasından kocasına yanan gözlerle bakan, mide bozukluğu bahanesiyle bira, diş ağrısı vesilesiyle iki kadeh konyak içen ve onu dinlerken inleyen, ağlayan hattâ bayılan hanımefendiler arasında kendisini ateşten bir gömlek içinde yanıyor sandı.
«Fakat saraylı hanımın kızı, saadeti mutlak olarak kocasında, şöhretsiz ve tanbursuz da olsa yalnız ve sadece onun varlığında tasavvur edebiliyor ve onu kıskanıyordu.
«Saide Hanım, 1902 senesinde, karın pencerelere kadar yükseldiği bir kış gününde, kırkbeş sene sonra bu satırları yazacak çocuğu büyük acılarla dünyaya getirdiği zaman, kocası yatağının kenarına o-turmuş ve sormuştu:
— Saide, sana biraz tanbur çalayım mı?
«Doğum ıstırabından bitap düşen genç anne, lohusalık ateşiyle yanan gözlerini dehşet içinde açtı:
— Hayır! İstemiyorum-
«Adam hafifçe kızardı; dalgın, karla örtülü pencereye doğru yürüdü.
«Yeni doğmuş çocuk ağlıyordu. Kadın endîşe ve saadetle, tapınır gibi bu sese uzandı. Adam. yavaşça kapıya baktı.
• «Yılların yılı, benim annem, dışarı açılmış fakat hep kendi içine bakan korku ve üzüntü dolu gözlerle, bu uzun gecelerin sonuna kadar kocasını bekledi.
Henüz otuz yaşında bir genç kadın iken onu büsbütün kaybettikten sonra da, yine bekliyordu.
«Cemil'in şöhreti saraya aksedecek bir genişlik aldığı zamanlar İkinci Sultan Hamid, otuz üç senelik saltanıat devrinin yarısını idrak etmiş, tahtına mutlak hükümdar vasıf-
Semti ve evi (Turgud Zaim'in gravürü)
Dostları ilə paylaş: |