CEMÎL BEY (Tanbûrî)
— 3488
istanbul
ANSİKLOPEDÎSI
— 3469 —
CEMÎL BEY (Tanbûrî)
larmın en koyu mânasiyle yerleşmiş, yarım ve sathî bilgisile musiki meşguliyetine kendisini iyice vermişti. Fakat padişahlığının son senelerine kadar, payitahtında ün salan Tanbûrî Cemil ismindeki adamı arayıp sormadı. Zamanının musikisever bütün nüfuzlu ve saray yakını büyük ricalinden başka musiki • meraklısı, başlıca şehzadeler, sultanlar ve damadı hazreti şehriyarileri tanıyan Tanbûrî Cemil'in padişaha o zamana kadar tavsiye edilmemiş olmasına hayret etmemelidir.
. «Cem.il, kendi dünyasının hür ve bağımsız havasında yaşamadığı zamanlar azap içinde fcalır, tekellüften, yapma ve sahte her türlü muhitten -kaçıardı. Bu karakterini bilen ve onun 'sonsuz tevazuunun arkasında bir dev gölgesi gibi yükselen vekarına saygı gösteren
Sazı ve Maşukanın kabri (Turgud Zaim'in gravürü)
ekâbir ve rical, uzun zaman onunla padişah arasında perde oldular, Tanbûrî Cemil'i saraya karşı adetâ sakladılar.
«Ayrıca Sultan Hamid'in Türk musikisini sevmemesi, daha doğrusu musikinin iyisinden hiç anlamaması, Cemil'in saraydan uzak kalma isteğinde, talihine yardım etti.
«Cemil'in garp musikisine karşı /alâkasının ilk delilini kemanı Rıfa Efendinin (1790 ? - 1840 ?) T:s;hirbuselik peşrevi üzerinde, bu peşrevin zaten batı musikisi tesiriyle meydana gelmiş melodik kuruluşundaki virtüozca tasarrufunda görmek mümkündür. Cemil, kemani Rıza Efendinin peşrevini, şark ve garp musiki esprisinin yeni bit terkipte birleşmesine doğru giden uzun ve zahmetli yolu, ilkel fakat doğru bir istikamette yaka-lıyan sezişiyle yepyeni, batıya mahsus canlılık ve parlaklıkta, mutlak musikinin prof an ve instrumental bir örneği haline getirmiş, (tabir) gibi daha çok şarka, (buselik) gibi daha çok garbe ait iki karakterin birleşmesinden meydana gelen (Ta-hir - buselik) makamiyle bestelenmiş olan bu eseri devrin ikili cereyanının bir sembolü gibi ortaya atmıştır.
«1318 de (1900; 1902 - 1903) Tanbûrî Cemil «Rehberi musiki» sini neşretmişti ki, bu kitap Türk musikisini, (o zamanın tâbiri ile Mûsikii Osmanîyi) garp musikisi sistemiyle yaııyana anlatmaya ve eski sanatımızın edvar kitapları dışında, modern anlamda izahını yapmaya çalışan ilk eserdir.
Cemil'in garp musikisi ile teması ve meşguliyetine saray muhitinde Burhanettin Efendi, Abdur-rahim Efendi, Tevfik Efendi gibi şehzadeler, Şerif Ali Haydar paşa zade damad Mecit Bey ve kardeşi Şerif Muhittin Bey, damad Fahir Bey gibi aristokrat simalar geniş ölçüde sebep olmuşlar, birkaç vesile ile Cemil'in meselâ piyanist Go-dovski gibi büyük virtüozlarla tanışmasını sağlamışlardır.
Cemil'in ilk gençlik muhitinin müzik bakımından umumî görünü-
münün bir kısmını teşkil eden bütün bu tan-zimata mahsus alafranga cereyanı yanında eski ve köklü ses sanatı hâlâ geniş dalgalariyle; uzun nefesleriyle dipdiri ayakta duruyor, genç sanatkârı kuvvetli kolları arasında tutuyordu.
«Böylece, fazla olgunlaşmış lâkin henüz diri bir Osmanlı musikisi geleneği ile üstün-körü bir garp taklitçiliğinin yarattığı hava içinde, iki ayrı kutbun en kuvvetli seyyaleleri-ni çekip alan Cemil, bir tarjaftan, belki kendisi de farkına varmadan başka bir cevherden, (halk musikisinden besleniyordu.
Gerçi, o zamanlar Halk musikisi, Halk
sanati diye bir kıymet hiç kimse tarafından
tanınmış değildi, içinde musiki bahsi de da
hil olduğu halde sanat'le sonsuz, girift (müna
sebetleri olan geniş bir folklor ufku bütün
dünyada hâlâ açılmamıştı. Taşıdığı dinamik-
cevherin değerinden bugün bile gaflet için
de bulunduğumuz bir Halk musikisi temelin
den —o zamanki anlayış ve yaşayış şartları
na göre— ne Tanbûrî Cemil'in, ne de bütün
muhitinin (haberi olmasına imkân yoktu. «Pa-
yitahtlı» nm kulağına gelen Halk musikisi
örnekleri, o zamanki deyişle «köy türküleri»,
musikiden sayılmaz, küçümsenir, hor görü
lürdü. .
Fakat o zamanki İstanbula —bir defa dsha o haliyle canlanabilse— şimdiki folklorcunun, içinde bütün ömrünü heyecanla geçireceği bir folklor mahşeri denilebilirdi. Üç kıt'anın geçitleri üzerinde yayılan imparatorluğun her köşesinden, türlü kılıkta, türlü dilden konuşan, akla gelebilecek her tip insan, eski ve zengin şehre akın halinde dolup boşalırdı. Bizim bugün köylerde, obalarda aradığımız Âşıklar o zamıan İstanbulun han odalarını, semaî kahvelerini, tekke ve zaviyelerini hattâ sokaklarını doldururlardı, Cemil Tsşkasaptaki evi ile aristokrat dostlarının oturdukları konaklar arasındaki yollarda, yol üstündeki uğraklardan başka o konakların içinde de bunlarla karşılaşıyor, 'her halis sanat adamına vergi olan o hududsuz seziş kudretiyle bu insanları anlamaya, duymaya başlıyordu. Yüksek sınıftan zengin ve zarif dostları onu çok kere sohbet meclisinin dağınık bir ânında kaybetmıişler, aradıkları zaman, mutfakta ahçıbaşının kavalını, parkın bir köşesinde bahçıvan yamağının bağlamasını dinlerken bulunca hayretler içinde kalmışlardı.
«Tanburla Kürdî taksim, Gülizıar taksim, yaylı tanburla Hüseyni taksim, kemence ile Çeçen kızı, Çoban taksimi ve ötekilerdeki halis Halk üslûbu, Cemil'in alıcı ve yaratıcı ruhuna bu cins kaynaklardan sinmiş, omda şekillenmiştir.
Tanbûrî Cemil, politikadan tamamiyle, uz^k bir hüviyet göstermeğe son derece dikkat ederek, zararsız bir ;adam sayılmış, samatı sahiden seven ve anlıyanlarla beraber, gösteriş ve âdet diye meşgul olanlardan ımürek-kip bir muhipler ve hamiler muhitine mâlik olmuştur.
Mustafa para, Mahmut Celâleddin paşa, Şeyh Celâl Efendi gibi yüksek ve Ihâlis sanat muhibbi veya taizzat sanatkâr bazı dost çevreleri istisna edilirse, Tanbûrî Cemil bu muhitten ölünceye kadar artan bir sıkıntı duydu ve muhitinden şikâyetini belirtmek için bütün ömründe (en yakın, en büyük dostu Yanyalı Mustafa Paşa oldu; ve bu kıymetli dost haminin 1904 de ölümünden sonra, hâtırasını, bir târih devri gibi Mustafa Paşa zamanı diye andı).
(Ferik Yanyalı Mustafa Paşa, General Pertev Demirîıan ile Bay Mahmut Demirha-nın babasıdır. Mesud Cemil, Mustafa Paşa için: «Babamın biyografisinde ehemmiyetli olduğu kadar geniş bir karanlık teşkil eden bu devim ded;kden sonra, bu karanlığı ay-dırJ;Ttma yolunda Mahmud Demir hanın uzun bir mektubunu neşrediyor. Bu rnektubda, ve güzel kitabın onu tâfcib eden sayfalarında Tanbûrî Cemil kronolojik biyografisi tamamen kaybolmuşdur; çok şirin, son derece dikkate, değer, Cemrl Beyin adı etrafında dev-r'n hikâyeleridir).
«Tanbûrî Cemil'in meşrutiyet ilânından sonraki hayatı, bu inkılâbın memleket sanat hayatı üzerinde yalnız şekil bakımından meydana getirdiği bazı yeniliklerle siyasî hareketlerin, onun küskün ruihuna büsbütün yorgunluk ve çekingenlik veren tesiri altında, gittikçe kendi iş âlemine gömülerek ve arz yuvarlağıma ait alâkalarını birer birer keserek geçmiştir.
«31 Mart vakasında evde değildi. Fakat yakından duyulan top ve makinelitüfek ateşleri arasında, bahçemize düşen mermi kovanları 'altında biz korkudan titreşirken sararmış bir yüzle geldi.
«Beşinci Mehımedin cülusunu bildiren
CEMiL BEY (Tanbûri)
3470 —
istanbul
ANSİKLOPEDİSİ
— 3471 —
CEMiL BEY (Tanburî)
toplar atılırkhen, eski idare ve eski saraya bağlı bir muhit kayboluyor, yüksek bir na^ biz atışı ve baş dönmesi içinde, kelebekler gibi kısa ömürlü bir yığın gazete çıkmaya başlıyor, her yerde nutuklar söyleniyor, köşe başlarındaki tiyatrolarda: oyunlar veriliyor, nümayişler yapılıyor, bu arada mutlakiyet idaresinin baskısı altında ancak düğünler, eğlentiler ve itibarlı kimselerin evlerindeki masa başlarına sıkışmış kalmış musikiciler arasında yeni bir sihirli kellime dolaşıyordu: Konser...
«Tanburî Cemil hususî ev muhiti dışında, bugün anladığımız mânâda, halk karşısında, (umuma mahsus) ilk Türk musikisi konserini veren adamdır.
«Kim onay ak olmuştu bilmiyorum, fa,-kat, meşrutiyetin ilk senelerinde bir konser projesi hazırlanmış ve bizim evde provalarına başlanmıştı. Haftanın iki gününde müzikal idaresi babama verilen konserin provaları için kanunî Hacı Arif Bey, Griftzen Asım Beyle oğlu Musa Süreyya Bey, tanburî Tahsin Bey, tanburî Kadı Fuad Efendi, kemani ve tanburî Ömer Bey, udî Nevres Bey, hanende Kaşıyarak Hüsamettin Bey, Hafız Mustafa Efendi ve galiba Hafız Şaşı Osman E-fendi ve şimdi hatırlayamadığım diğerleri gelirler, muntazam meşkler yaparlardı. Akşam ezanından hemen sonra, babamın küçük odası ve sofa bu üstadlarla dolar, kahveler, limonatalar içilir, babamın kemençesi, Kaşı-yanık Hüsamettin Beyin dik sesi ve defi ile iki ucuna hâkim oldukları bu seçme konser heyeti, gece yansına kadar çalışırdı. Babam daimî mükedder hâline, bütün dış olaylara karsı sessizce müstağni durusuna nağmen, bu hazırlık sırasında belli olur derecede iyimser, alâkalı, canlı, hattâ neşeliydi.
Misafirlerin geleceği aksamlar, gündüzden hazırlıklar- yapılır, ev silinir, süpürülür, bahçe kapısından selâmlığa giden yoldaki fenere gaz konur, onlar gelince selâmlığın beş basamakla çıkılan camlı antresi şemsiyeler, bastonlar, galoşlar, pardesülerle dolar. Hacer (hizmetçi kız?) durmadıan kahve, su, şerbet, limonata taşır, ben de bu müterennim kalabalığın arasında dolaşır dururdum.
«Bu provalar haftalarca sürdü. Gazete ve el ilânları safhasında babamı anlaşılır derecede heyecanlı idi. Konser haberi İstanbulda büyük bir akis yaptı. Biletler bir hamlede ve
ilânların ilk günlerinde hemen satıldı, bitti, fakat konser verilemedi. Hikâyeyi sonradan işittim.
«Rahmetli udî Nevres o zamanki gençler arasında uddaki kudretile beraber, zamanının İstanbul terbiyesine göre, iddialı, mağrur, tenkitçi, hırçın, haşin sayılıyor, çaldığı sazdan başka bu vasıflariyle de Cemil'in temkinli, nâzik ve mütevazi mizacına hiç uymu-yca-du; diğer arkadaşlarım da, aralarında gizli gizli münakaşa ettikleri ciddî bir endişeye düşürüyordu.
«Konser günü Cemil Bey epeyce heyecanlı idi. Süreyya Bey, Ömer Bey ve Hüsamettin Bey gelip onu aldılar. Sazlarla beraber iki kupa arabası oldular, Beşiktaşa gittiler.
«Konser, verilecek tiyatroya .halk bir saat evvelinden akın akın gelmeğe başlamış, cadde, yeni hürriyetten bizzat istifade eden Sultan ve Şehzade /arabalariyle, ve halkla dolmuş, herkeste konser hâdisesini bekleyen büyük bir heyecan varmış. Bu heyecanı pek. tabiî olarak da!ha evvelden taşıyan konser heyeti âzalarının herbiri, organizasyona ait eksiklik ve acemilik karşısında, birşeyler yapmaya çelişirken Cemil Bey, telâşlı kalabalıktan yavaşça sıyrılarak iskele civarında bir meyhaneye girip bir kadeh içmek ve konser vaktine kaö,ar, sinirlerini büsbütün bozan gürültüden uzakta kalmak istemiş. Fakat bir aralık onu ortalıkta göremiyen birisi: «Eyvah! Cemil Bey gitti!» diye haykırınca, canı sıkıldığı zaman belli etmeden savuşmıa âdetini bilen bütün dostları müthiş bir paniğe düşmüş ve yine Nevres.in aykırı bir hareke-tile Cemil'in kırılıp gittiğine hükmetmişler.
«O zamanki vasıtalarla bir yerde aranmasına imkân da yok. O da dükkânda biraz dalıp gecikince, Cemil'siz de bu ilk konser verilemiyeceği için, tiyatroyu kapılarına kadar tıklım tıklım dolduran halka özür dilenerek biletlerin iadesine başlanmış ve skandalin hercümerci devam ederken Cemil Bey, dinlenmiş, ve heyecanı dinmiş olarak geldiği zaman, geri dönen araba zincirleriyle ve yeis içindeki halkla karşılaşmış!
«Böylece bir vehme, acemiliğe ve sinir gevşekliğine kurban giden bu konserden sonra kazasız geçen başkaları oldu. Bunlardan bir tanesi, Tepebaşı tiyatrosundaydı, babamla beraber ben de gitmiştim. Aşağı yukarı aynı heyet ve fazla olarak Neyzen Tevfik de ora-
daydı. Ayrıca piyanist Hege (Chevalier Geza de Hegey) de vardı. Üç dört saat süren bu karışık konserde fasıllar arasındaki taksimden başka, babam ayrıca, tanbur, kemence, ve yaylı tanburla, sahnenin ortasında kırmızı kadife bir koltuğa oturarak, taksimler yaptı, Ovanlarına kadar gayet seçkin dinleyicileri» dolu salondan ahlar, oflar yükseldiydi.
«Ben kulisler arasında dolaştım durdum, babam pek sinirli, sıkıntılı, adetâ asık yüzlüydü; kendi işi bitince kimseye bakmadan, beni elimden tutmuş eve dönmüştü.
«İstanbulda verdiği başka konserlerine ait bilgim yok. Yalnız meşrutiyetin ilk senelerinde Enver ve Niyazi beylerin millî kahramanlar halinde dillerde dolaştığı zamanlarda, Niyazi beyin bilhassa adam göndererek daveti ve ricası üzerine Selâniğe ve Resneye gitmiş, orada konserler vermişti. Yolda trenin geçtiği tünellerde boğulacak kadar sıkıldığından, bir de (Kahramanı hürriyet) Niyazi beyle beraber ihtilâl kuvvetleri erkânının toplandığı bir konakta bir Rumeli oyun havası, (hora gibi bir şey) çaldığı zaman eli tüfekli, göğüsleri çapraz fişek dolu iri yarı muhafız askerlerin coşkun bir dansa başlamasından, ev çökecek diye korktuğundan başka bu se-y,xCtıate dair bir şey bilmiyorum. Oradan bana kırmızı deriden, üstü işlemeli 'Arnavut çarıkları getirmiş, bir yemiş bahçesinde, ağaçlardan birinin dalma asıp unuttuğu gümüş saplı bastonu bir zaman sonra Niyazi beyin yeniden selâm, hürmet ve teşekkür mektubiyle beraber İstanbulıa gönderilmişti.
«Cemil Beyin Balkan harbinden sonra, Kaşıyarık Hüsamettin, Musa Süreyya, kemanı Ömer (şimdi avukat) beylerle yaptığı Edirne konser heyetinden sağ kalan tek sanatkâr, Bay Ömer Faik'tir.
«Cemil meşrutiyetten sonra, bütün devlet memurları arasında eski idarenin kırtasiyeci ve uyuşuk sistemiyle savaşmak ve devletin memur kadrosunu gençleştirmek düşüncesiyle geniş ölçüde uygulanan ve o zurnan hayli dedikoduyu uyandıran tensikata kadar hariciye umuru şehbenderi kalemi hulefalı-ğını muhafaza etti.
«Tensikat, hizmetlerine son verilmek istenen memurlara, maaşları ve hizmet müddetleri karşılığı toplu bir tazminat verilerek yapılıyordu. Tanburî Cemil, bu memuriyetini zaten başındanberi, cebinin bir köşesinde
kalmış eski bir sigara iağızhğı, buruşuk bir kâğıt gibi taşıyıp duruyor, hariciyeciliği hiç bir zaman bir meslek olarak telâkki etmiyordu. O zaman, hariciye umuru şehbenderi müdürü (merhum Fethi Okyar'm kayın pederi) İsmail Hakkı Bey, doktor Hâmid Hüsnü Be yin eski mektep arkadaşı idi.
«Cemil, Hâmit Hüsnü Beyden kendisinin de tensikata tâbi tutulması için İsmail Hakkı bey nezdiııdo iltimasını istedi.
«Doktor Hâmid beyin bütün itirazlarına rağmen bunda ısrar ediyordu; ve böylece kendi isteği ile 800 altın lira tazminat alarak kadro harici oldu.
«Cemil'in bundan sonraki geçimi, sayıları gittikçe azalan aristokrat dostlarının alâkalarından başka, ancak kararsız vasıtalara, grmofon plâklarının değişik gelirine, bir aralık «Darülbedayi» musiki kısmındaki .muallimliğine münhasır kalıyordu. Sultan, Reşad'-ın mabeyin müzikasına girmesi teklifini, üni forma giymek zorunda kalacağından ötürü ve umumiyetle resmî teşekküllerin, memuriyetlerin her türlüsüne karşı duyduğu nefretten, yahut hür sanatkâr gururundan dolayı reddetmiş ve kendisine «Sultanülaşıkîn» diye 'hitap ederek hararetli bir mektup .yazan, kendisinin ve ailesinin istikbâlini her suretle temin edeceğini vadeden ve İstanbü-la bilhassa Cemil'i almak için şahsî yatını gönderen Hidiv Abbas Hilmi Paşanın cazip davetini bile kabul etmemişti.
«Hayatının bu devresinde, geçimine dolay isiyle yardımcı olabilen talebeleri de vardı. Eikat istidadsız bir talebe ile uğraşmaktan duyduğu boğucu sıkıntıyı, güç saklıyabi-len bu hocaya dayanacak sabırlı ve azimli talebesi pek çok değildi. Gelenlerin yansı kısa bir zaman sonra kaçar, kalanlarla da zamanla dost olur ve ona göre zaten güç bir iş olan alış veriş ile bu dostluğu ayırmak ayıp sayıldığı için, daha iyisi, maddî kazancından vazgeçmekle ferahlık duyardı.
((Tanburî Fefik Ferdan bu talebelerin, şimdi sağ kalan, en eskisidir. Ben bahçede oynayan bir çocukken o bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlı idi ki koyuca renkli (ŞÜk) fesi, altın esleklerle süslenmiş fantazi yeleği, Mir'-den dikilmiş gayet zarif kostümü ve on adım geriden tanburunu taşıyan uşağı ile Sinekli-bakkaldaki eve, derse gelirdi.
«Ressam Tahsin Bey, tepesi sırmalı as-
3472 —
— S473 —
CEMÎL BEY (Tanbûrî)
trakan kalpaklı, uzun boylu, kalın siyah kaşlarının altında siyah, gözleri daima gülen bir süvari yüzbaşısı idi. Cemil'in ölümünden sonra, onun mezarını bir Velînin türbesi 'gibi zi. yaret ederdi; orada saatlerce oturur, bir a-mele gibi. kabristandan taş toprak, hocasının mezarının etrafına dizerdi.
«Şeyh Şuaettin Efendinin küçük kızı Samiye hanımı da (Bayan Samiye Burhan Cahit Morkaya), eli muşamba fenerli bir uşağın refakatinde, annesi ve hemşiresiyle beraber bir kaç sene derse geldiği ve dersten sonra büyük eve, anneme uğradığı zamanlardan hatırlarım. Samiye Burhan Cahit hanım, ke-mençede hocasının üslûbunu, o zamana kadar başka kimseye müyesser olmıamış bir başarı ile benimsedikten sonra, geçirdiği bir kaza sonunda, Cemilden alıp bir altın ışık gibi parmaklarında taşıdığı sanatını bırakmaya, avucunun iğine aldığı sihirli kaynaktan kendisin,! de. bütün memleketi de mahrum etmeye mecbur kalmışır.
((Rahmi Beyin kızı Nahide Hanım ve Ziya Beyin kızı Satıa Hanımı, Müzeyyen Hüz-nî Hanımı, Ziya Hüznî Beyi de burada rahmetle yâdederim. ,
«Cemil'in yıllarca ve aşk ile kendisine 'bağlı bir talebesi de merhum Kadı Fuad E fendi idi. Dogmatik din çerçevesinden dışarı çıkıp, rindliğe ve tasavvufa dalan bir dünya görüşüne sahip olduğu ve medrese talebesi olan oğluna İngilizce ve ..musiki öğrettiği için «Gâvur İmam», «Kara Hafız» diye anılıan bir .babanın oğlu idi. Medreseden çıktıktan sonra kısa bir zaman Nazilli Kadılığını yapmış, sonra İstanbula gelmiş, «Babı meşühate» gir. misti.
«Fakat onun için Şeyh de Şeyhülislâm da, üstadı Tanbûrî Cemil'den ibaretti. Hiç ustura görmemiş seyrek sakallı, gölge gibi ince bıyıklı hafif çivitli sarıklı, geniş cübbe-sinin içinde ney kamışı gibi zayıf, başı önünde, nâzik, mahcub, ciddî, iri parlak gözlü bir gençti.
Babanım ölümünden sonra beni ısrarca arayan en yakın dost olarak onu biliyorum. İstanbul sultanisinde yatılı talebe olaralj bulunduğum senelerde (1914 -1918) bir gurup sınıf arkadaşları ile ihtiyar Viyanalı Daniel Fitzinger'den keman dersi alırdık. Bu derslerin verdiği ilk müzik anlayışı ile evdeki eski tanburları karıştırırken, Fuad Efendi beni
istanbul
yakaladı ve o günden itibaren tanbur hocam oldu. Cemil'in sağ ve sol el tekniğine, yıllar. ca süren sabırlı.bir müşahede ve tahlilden sonra en halis esasları ile nüfuz etmişti. Bizim 'musikimizin en asîl tarafını verme hususunda sonsuz bir kabiliyeti olan bu azı biraz çalabiliyorsam, bu bilgimin hemen hepsini rahmetli Fuad Efendiye borçluyum;.
«Henüz otuz yaşında iken, üstadı gibi ciğer vereminden hastalandı ve yatağında: «Cemil! Cemil!» diye inliyerek öldü. Toprakta olduğu gibi ma'na âleminde de onun yanında olduğuna şüphe etmiyorum..
Son talebesi de, Bay Murad Öztorundur.
«Babam, benim iyice hatırladığım- zamanlarda, sürekli melânkolik hâli gittikçe artarı bir adamdı. Onun neşeli, gülümser yüzünü hiç hatırlamıyorum. Bütün ev halkı ile olduğu gibi benimle de çok ciddî," hattâ resmî idi. Yanma: daima ihtiyatla girdiğim zaman, elini öpmez, binaz uzağında durur, yerden temenna ederdim,
«Hatırlamadığım pek küçük yaşlarım dışında, onun beni bir tek defa bile kucakladığını, öptüğünü bilmiyorum.
İstikbâlim: ve tahsilim hakkında düşünceleri ise annemin ayrı bir kâbusu olmuştu. Yedi başıma girerken açılan bu bahiste babam,, annemi .baygınlıklara sürükliyen fikirler ortaya atmış, ya Mevlevî dervişi, yahut kunduracı olmamda ısrar etmişti. Nihayet mekte-e gitmeme razı oldu; fakat kendisinin evde bulunmadığı bir gün, gürültüsüz, patırdısız; yani o zamanın âdetine göre, arabaya bindirilmeden, boynuma yaldızlı cüz kesesi takılmadan, sadece elimden tutup yürütülerek mektebe götürülmem, şarkiyle... ,
«Annem, ana dâvanın kurtarılması yanında bu şartlara sevinerek razı olmuş, beni, arkasından mektep çocuklarının ilâhîler oku_ yara): yürüdükleri süslü bir fayton araba-siyle değil, fakat hiç olmazsıa, bayramlık e-ğerleri takılmış küçük bir eşekle «Mektebi Osmanî» ye 'gönderilmişti.
«Derviş veya kunduracı olarak yetiştirilmem f:'krindeıı böylece vazgeçtikten sonra, babam benim 'mektep hayatıma ve derslerime oldukça ilgi göstermeğe başlamıştı. Hiç beklemediğim zjamanlarda derslerimi müza>-kere etmek için beni çağırdığı vakit korkudan dizlerimin bağı çözülürdü. Bu .müzakerelerde yanlışlarımı o kadar ciddî, hattâ sert
ANSİKLOPEDİSİ
bir tonla ihtar ederdi ki, bildiğimin yarısını Unutur, başım önümde, terler dökerdim. Mektep derslerimin dışında da Fransızca öğretirdi; ilk «Jules Verne» romanını da onun elinden alarak okumuştum.
«Annemin dayısının, benim yasmadaki, küçük kızı bize misafir gelmiş ve birkaç mevsimi benimle arkadaşlık ederek Sineklibak-kaldaki evde geçirmişti. Bu küçük kıza (şimdi Bjayan. Şeref Alpman) babam kemence dersi vermeğe razı olmuştu; bu derslere ben de katıldım ve nota okumaya, dair ilk. bilgilerle beraber, Griftzen Asım, Beyin' rast peşrevinin birinci hanesini, Ordu marşını ve bir oyun havasını, başını gözünü yararak çaldım. «Tılf-ı nazeninim unutmam seni», «Akşam olur güneş gider», «Erzincanda bir kuş var» gibi masum güfteli birkaç şarkı ve türküyü, babamın lavta refakatiyle söylemeği, küçük usullerin birçoğundan başka Hafif, Fahte, Devri kebir büyük usullerini vurmayı öğrendim.
«Küçük yeğenimin tekrıar Bebeğe dönmesiyle bu musiki dersleri bir daha tekerrür etmemek üzere durdu ve benim gizli çalışmalarıma münhasır kaldı. Benim musiki terbiyem konusunda önceleri açıkça isteksizdi. Sonraları biraz daha yumuşak olmakla beraber daha ziyade tarafsız kalmayı, beni bu hu_ susta kendi hâlime bırakmayı tercih etmiştir.
«Lâkin son senelerinde, gittikçe kendi içine çekilerek, günlerce yapyalnız evde kaldığı; okumak, yazmak, bahçe işleri, marangozluk, saz tamiri veya hayvanlarla meşgul olduğu zamanlarda kendimi ona daha yakın duyar ve bu oyalanmalarında, canını sıkma:-maya dikkat ederek, ekseriya onun hitabını bekliyerek ve kendiliğimden pek az şey so-r,arak, bir gölge gibi yanında dolaşırdım.
«Bazan lavtayı veya çöğür'ü alır, çalmaya ve derinden gelen kalın sesiyle okumaya başlardı.
«O vakit yaşımın çok üstünde garip bir heyecana düşer, vücudumdan rahatsız olmasın diye köşemde sessiz bir oyunla meşgul gibi görünürdüm.
«Ne kibar meclislerinde, ne de gramofon plâklarında onu, bu münzevi alemindeki gibi dinliyen olmamıştır.
«Bugün elimizde bulunan plâklar, Cemil'in ilâhî aşk kitabından kopmuş soluk birer sahife oldukları halde bir tek cümlesini
cemil bey
bile taklitten âciz kalıyoruz. Fonografın, iptidaî şeklinden ve sesin çoğaltılması mümkün olmıyan bir teknikle, kovanlara çizildiği za-mau'iardan şimdiki, teksiri kabil plâklara intikaline kadar bu yeni icad onu hem çekmiş, hem tiksindirmişti.
«Kovanlı fonograf zamanında, her birini teker teker doldurduğu üstüvaneler, sihirli birer kutu gibi imparatorluğun en uzak köşelerine gidiyor, bir lira çeyreğinden birkaç altına kadıar satılıyordu. Boşken bu kovanlar bir üstüvaneye geçirilir ve sabit bir diafragm altında, mihveri etrafında dönerek soldan sağa, uzunluğunea yürür ve ses çizgileri ile dolduktan sonra tek ve çoğaltılması kabil olmıyan bir ses akümülâtörü teşkil ederdi. Bunun için her yeni kovanın seslendirilmesi, yeniden çalmayı icabettiriyor, büyük emek, u-zun zaman istiyor; nihayet, az sayıda meydan? çıkıyor, pahıalı satılıyor; kolay kolay harcıâlem olamıyordu.
((Bu şartlar Cemil'in titiz mizacına ve amatörce merakına uygundu. Fakat bir gün, kovan yerine bir düzlem (satıh) üzerine, hareket eder kollu diyafnagmla plâk alma ve bundan yapılan negatif 'matrisle, ilk nüshayı istenildiği kadar çoğaltma tekniği bulununca, plâklar ve gramofon makineleri birdenbire „ popüler oldu; kıraathanelerde, eğlence yerlerinde, evlerin pencerelerinde, Kâğıthane kayıklarında, süslü, boyalı ve gürültülü borular görünmeğe başladı.
«Tanbûrî Cemil hünerli parmaklarından ziyade, gizli ruh kıvrımlarının sırlarından tasan nağmelerinin böyle ortıa malı halinde sokaklara dökülmesinden üzülüyor, eza duyuyordu. Onun için çeşitli bir iki firmaya tecrübe mahiyetinde doldurduğu birkaç plâktan sonra bütün ısrar ve ricalara dayanarak bu kârlı işi reddetmiş, ancak 1910 - 1911 yıllarında gittikçe artan geçim zorlukları karşısında Blumenthal biraderlerin Orfeon firmasına plâk vermeğe razı olmuştu.
Dostları ilə paylaş: |