ÇARDAK NAİBİ — İstanbulda Çardak İskelesinde İstanbul Kadısı adına bulunan geniş yetkili memur - hâkimin unvanı; hem esnaf arasında, hem de esnaf ile çardak eminliği arasında çıkan dâvalara bakar, hem de adamları vâsıtası ile o geniş ve zengin piyasa muhitinin narh nizâmına nezâret, ve esnafı teftiş ederdi; Evliya Çelebi onyedinci asır ortasında Çardak Naibinin emrinde 80 nefer memurun çalıştığını yazıyor; ve onlar için, esnafı teftiş vazifelerinden kinaye: «bunlar pazar gammazlarıdır» diyor.
ÇARDAK YASAĞI (Sokaklarda) — İstanbulda yazın, yaş meyva ve sebze bolluğu aylarında sokakların kenarlarına sebze meyva sergileri kurulur, manav madrabazlar da çırakları ile beraber, bu sergilerde yapdıkları çardaklarda yatarlardı; bekâr uşakların bu suretle mahalle aralarında gecelemeleri hoş görülmezdi; ahşab şehirde evler arasında bu çardak oda - dükkânlar yangın bakımından mahzurlu görülürdü; ve aslında da yapılmaları yasakdı; fakat bu yasağın tâkib ve tatbiki dâima aksamış olacakdır ki ara sura İstanbul Kadısına yazılan fermanlarda sokaklarda, caddelerde çardak kurrna yasağı hatırlatılmış, ve yapılmış olan çardakların hemen yıkdırılması em-redilmişdir. Bu yolda 20 zilkaade 975 (17 mayıs 1568) tarihli bir ferman sokaklardaki çardakların devlet baş mimari Sinan Ağa nezâretinde yıktırılmasını bildirmektedir.
Bibi. : Ahmed Refik, Onuncu Hicrî Asırda îstan-bul -Hayatı.
ÇARDAŞ FÜRSTİN OPERETİ — Birinci Cihan Harbi içinde İstanbulda derin a-kisler yapmış, acı ve tatlı çok zengin hâtıra bırakmış bir Macar operetidir; bestekârı Emre Kalman'dır; İstanbul'da ilk temsilinde primadonna Kadri Miloviç (Silva rolünde) hem sesi, hem de güzelliği ile İstanbulu teshir etmişdi; o-peretin bâzı nağmeleri yıllarca ağızlarda dolaşımadır,
Çardaş Fürstini Türk operet sanatkârları a-rasında parlak muvaffakiyetlerle temsil eden tek sîma Cemal Sâhir'dir; sihhatini ve aileden kalma servetini operet toplulukları kurma yolunda coşkun sanat aşkı ile harcamış olan Cemal Sahur, o meşhur operetde Edvir rolünde dâima emsalsiz olmusdu (B.: Sâhir, Cemal; Sâhir opereti).
ÇÂREBRÛ — Bıyıkları yeni terlemiş delikanlı yüzü için kullanılmış- eski bir deyim; dilimize farscadan mal edilmişdir, «çar» f arşça dört, «ebru» kaş, «çârebrû» dört kaş, dört kaşlı demek-dir; doğrudan türkcesi de çok kullanıla gehnişdir;
bilhassa kalender meşreb şâirlerin nevcivan tasvirlerinde pek sık rastlanır. (B,: Hat),
ALİ DEDE'NİN NÜHÜFT ŞARKISI Ey servi kad nevreste Beni kıl vasla şâyeste Gayri dime aheste beste Çârebrû da oldun işte
Gönlümün söylesem derdin Kaçub yanımdan giderdin Ol vakit çocuğum derdin Çârebrû da oldun işte
Tıfliken vashn peyledim Hattın gelince bekledin» Yetişmez mi sabreyledim Çârebrû da oldun işte
*
BÎR DESTANDAN Çârebrû şehbazım bostanda ırgad Dağlan devirir sanursun Ferhad
(Galatah Hüseyin) *
Babanı yollar birgün beni çarşıya Câferle geliriz karşı karşıya Hamlacı fetâya o dört kaşlıya Belinde yatağan »muzunda saz
(Galatah Hüseyin) #
TERKÎBlBEND'DEN
Yazub yüzümü Esma Hanını kâkülümü kes Bir âşinâya varacağım sen çıkarma ses Pek pos bıyıklı pırpırıya eylemem heves Dört kaşlı yosma şûhi cihan taze dalfes Onbeş yaşında kendime bir oynaş arayım!
(Enderunlu Vâsıf) *
Talât ne meııâkibi Rifâî söyler Talât ne de kıssai efâi söyler Vasfında da çârebruvânın bâzaıı Söyler ise yalnız rübâî söyler
(Üsküdarlı Talât)
ÇAR ERKÂNI CİVANI — «İstanbul Sarayında pâdişâhın husûsî hizmetinde bulunan ve Enderûnu Hümâyunun büyük zabitlerinden olan dört zâti beyan hususunda kullanılır bir tâbirdir. Bu dört zât Hasodabaşı Ağa, Silâhdar Ağa, Çuhadar Ağa, Rikâbdar Ağadır. Pâdişâha mârûzatda bulunmak salâhiyetini hâiz oldukları için bu dört genç ağaya Arz Ağalan da denilirdi» (M. .Zeki Pakahn, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
ÇARIK — «Aslı farsça çaruğ, isim, gönden yapılan ayakkabı» (Hüseyin Kâzım, Büyük Türk Lügati).
Zamanımızda pek nâdir rastlanır, fakat yakın geçmişe kadar İstanbul sokaklarında görüle gelmişdir; ayağı çarıklı olmak da İstanbula yeni gelmiş olmanın alâmeti farikası sayılmışdır:
Yelesi sırmadan arslan yavrusu
Selvlyle ölçülür boy ile boşu
Saçından tırnağa o bir içim su
Ayağı çarıklı civanın toyu
(Galatah Hüseyin)
* «... Kendisi Bağdadi olduğunu söyler idi; kırçıl koçan kıbti idi.. Ayağından çarığını yeni atmış, cümle efendileri aldatmış, müderris olup Üçbaş Medresesinde gölde manda misâli yan yatmış; mürâhik ve nevhat dilbaz ve car ebru ve henüz lihyedar şehbaz. (BEYİT)
Yetmez mi sana bister U bâlim kucağım
Serd oldu hevâ çıkma koyundan kuzucâğım deyub ol suhtegâm nevrestegân ile elifi okumuş ötürü, pazarlık etmiş götürü...» (Hezeliyyâtı Reşid Efendi).
Taşralı, hattâ köylü olup aşırı taşkın zekâsı ile en müşkil durumlardan sıyrılıp çıkan kimselere «çarıklı erkânı harb» denilir.
Sâdece çarıklı», tâbiri de «fakir, garib» anlamında kullanılır.
İstanbul ağzında bir de «Demir âsâ, demir çarık», yâhud: «elde demir âsâ, ayakda demir çarık» deyimi vardır, bilhassa aşk ve muhabbet yolunda, murada çok geç kavuşulacak bir maceraya atılma anlamında kullanılır; masallarda ise, yârini elinden kaçırmış âşıkların hâli böyle anlatılır, ve: «Bir çift demir çarık yapdırıp ve eline bir demir âsâ alup yolalra düşdü...» denilir.
Çarık Bilmecesi — En güzel bilmecelerimizden bir çarık üzerine tertib edilmişdir ki şudur: «Bağlarım gider, çözerim durur».
ÇARIK — İstanbulun yalın ayaklı pırpırı hâneberduşlan, hırsızlar ve yankesiciler argosunda para kesesi», «para cüzdanı», «içi dolgun para cüzdanı»; misâl:
İki serseri yarı çıplak, kara kuru, tazı gibi bir oğlan üzerine konuşur:
-
Şu piçi bildin mi?
-
Kantarma Mehmedin sorulusu değil mi?
-
Tamam... dün gece Kantarmaya bir ça
rık getirdi, tam ikibinlik...
-
Böyle bir fırlama bulamadık be...
* Şu hacı ağanın çarığını tırtıklayıver», (F. Devellioğlu, Türk Argosu).
Dolgun cüzdanı keşfedip aşırmada hüner sâ-hibleri yankesici için «çarık» tâbiri de kullanılır; misâl: «Benim bildiğim Kantarmanın Topuklusu üstüne çarıkçı yokdur...».
ÇARIK — «Şoför argosunda otomobilin dış lâstiği: «— Çarıkları yenilemeli...» (Ferid Devellioğlu, Türk Argosu).
Burada, son 15-20 yıldanberi eski otomobil dış lâstiklerinin Anadoluya kevkedildiklerini, ve onlardan Anadoluda, gönden daha ucuza mal
ÇARIK
— 3754 —
LSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
3755 —
ÇARKYAN (Hacı Mıkırdıç)
Araba Çarığı (Resim : Nezih)
olan lâstik çarıklar yapıldığı hatırlanmak lâzımdır.
ÇARIK — At ile çekilir frensiz yük arabalarında yokuş aşağı inerken fren yerine kullanılır bir demir parçasının adı; içi, tekerlek girecek şekilde oyuk, bir ucu, çarık ucu gibi yukarı kalkık olup bu ucundan arabaya, bir zincirle bağlı bulunur; ağır arabanın yokuş aşağı uçmaması için arka tekerleklerinden birinin altına sürülüp bırakılır, çarığa giren tekerlek dönmekden kalır, aynı dingile merbut diğer tekerlek de durur, bu suretle arabanın arka tekerlekleri hareketden kalınca o ağır, yüklü araba, yokuş uşağı, atlar tarafından sürünerek çekilir, arabanın kendi ağırlığı ile yokuş aşağı uçması önlenmiş, frenlenmiş olur.
ÇARIKÇI DİVANI — Kalender meşreb şâirler tarafından «Şehrengiz» adı verilen manzum risalelerle medhedilen esnaf güzelleri arasında çarıkçı civanlarına da rastlanır; şehrengiz yollu yazılmış ve «Hûbannâmei Nevedâ» adını taşıyan manzum mecmuada çarıkçı civanı şu üç beyitle övülmüşdür:
Çarıkçı civanın kârı civanla Şehbaz oğlan sığırtmaçla .çobanla Rumeliliden ya boşnakdır ya pomak Sırım gibi genedir saraca yamak Âşıklar Dağında Maşuk Tekkesi Elhak âşık kadrin bilirler hepsi
ÇARIKÇI SOKAĞI — 1934 Belediye Şehir Rehberine göre (pafta 11/59) Samatyanın Hacı Hüseyin Ağa Mahallesi sokaklarından, mahallenin kuzey - doğu kenarına düşer; Ateşbaz Sokağı ile Soğuksarnıç Sokağı arasında uzanır. Yerine gi-
dilip §u satırların yazıldığı sırada durumu tesbit edilemedi. (Ocak 1964).
ÇARIKHÂNE SOKAĞI — 1934 Belediye Şehir Rehberinin 10 numaralı paftasında Fatih kazasının Şehremini nahiyesinde Veledikarabaş ve Uzun Yusuf mahallelerindedir; Veledikarabaş mahallesinde Aynalı Bakkal Sokağı ile Uzun Yusui Mahallesinde Yayla Caddesi arasında uzanır, ki bu Yayla Caddesi Uzun Yusuf Mahallesinin, yine aynı nahiyede İbrahim Çavuş Mahallesi ile sınırını teşkil eder. Çarıkhâne Sokağı, Veledikarabag ve Uzun Yusuf Mahallelerinin sınırı olan Keresteci Veli Sokağı ile dört yol ağzı yaparak kesişir; Yayla Caddesi tarafından gelindiğine göre kabataş döşeli bir yol olarak başlar, sonra bir toprak sokak olur; kapu numaralan l - 23 ve 2 - 24 dür; küçüklü büyüklü ahşab ve kagir, bir kısmı bağ-çeli evler arasından geçer; üstünde iki de bostan vardır. (Kasım 1963).
Hakkı GÖKTÜRK
ÇARIK SOKAĞI — 1934 Belediye Şehir Rehberine göre (pafta 19/149) Taksimin Kocate-pe Mahallesi sokaklarından; Taksim Caddesi ile Sazhdere Sokağı arasında uzanır. Yerine gidilip şu satırların yazıldığı sıradaki durumu tesbit edilemedi. (Ocak 1964).
ÇARK —• Bir mevlevî deyimi, sağ ayak anlamındadır; dervişler sema' ederken sol ayağı yere kuvvetle basarlar, ve sol ayak üzerinde sağ ayakla dönerler; yerden kalkmayan sol ayağa «direk», ve yerden hafifçe kalkarak dönen sağ ayağa da
ÇARK
tDİREK
Çark (Resim : S. B.)
«çark» denilir; bu dönüş hareketine de çark atmak denilir.
Bibi. : M. Zeki Pakalın, Osmaniı Tarih Deyimleri ve Terimleri.
ÇARKÇI (Jirayr) — Tanınmış bir Ermeni ses sanatkârıdır. 18 Mart 1929 da Samatya'da İmarahorda, İlyas Bey Caddesinde 37 numaralı evde doğmuştur.
Yedi yaşında iken annesinin teşviki ile keman dersi almağa başlamıştır. İlk tahsilini Samat-yadaki Sahakyan ilkmektebinde yaptıktan sonra, Pangaltı Lisesinde orta ve lise tahsiline devam etmiştir.
1953 de İstanbul Konservatuarının şan bölümüne" kaydolunmuştur. Burada İtalo Brancucci'den şan dersleri almağa başlamıştır. Hocasının ölümünden sonra, Alis Rozental, RuÜı Michaillis, G. Momo ve Appolo Granforte gibi üstadlarla çalışmıştır. Son olarak, Viyana'da, Akdenizde, Prof. Steinbrün'den şan öğretmenliği tahsil etmiştir. İstanbul ve Beyruttaki konserlerinden maada, Vi-
yana Radyosunda orkestra refakatinde iki konser vermiştir.
Konservatuarda solfeji bitirdikten sonra, Prof. Edgar Manas'dan Armoni ve Kontrıpuan öğrenmiştir. 1960 da İstanbul Operası kurulurken-, solist olarak kabul edilmiştir. Müteakiben koro şef muavinliğine yükselmiştir. Hâlen Opera'da sahne müzik direktörüdür.
J. Çarkçı'nın kırka yakın şan eserleri ve koro parçalan olarak bestesi vardır. Bunları kendisi ve diğer ses sanatkârları lanse ettikleri gibi, yabancı radyolar da yayınlamışlardır.
Bu hal tercümesi, ricamız üzerine, bizzat sanatkâr tarafından, muharrir Varujan Köseyan'm
eliyle tevdi olunmuştur.
Kevork PAMUKCÎYAN
ÇARKÇILAR SOKAĞI — 1934 Belediye Şehir Rehberinde Eminönü kazasının Bayezid nahiyesinde Tayahatun Mahallşsi sokaklarından (pafta 4/11), Mahmud Paşa hamamı Sokağı ile Çakmakçılar Yokuşu arasında uzanır. Bir yanını hemen boydan boya Büyük Yeni Han kaplamışdır (B. Büyük Yeni Han; Kürkçüler Ham); bu iki büyük tarihî han arasında daracık bir yoldur; kabataş döşeli, kısmen asfaltlanmışdır; Mahmud Paşa Hamamı Sokağına dik bir merdivenle bağlanır; l manifaturacı, l tutkal imalâthanesi, 2 sandıkçı, l kasket imalâthanesi, 2 doğramacı mobilyacı, 5 dökümcü, l litografya matbaası, 10 göz de kapalı dükkân vardır, (l eylül 1963).
Hakkı GÖKTÜRK
ÇARKIFELEK SOKAĞI — 1934 Belediye Şehir Rehberine göre Büyük Adanın Cami Mahallesi sokaklarından (pafta 32/cami); Kadîyoran Caddesi ile Mâden Mahallesi arkalarında Cami Tepesli Sokağına kadar uzanır uzun bir yoldur; adı geçen rehberin paftasında bir kısmının isimleri yazılmamış on dört kadar sokakla kavuşağı vardır, bunlar arasında isimleri yazılmış olanlar şunlardır: Nevruz Mevkii Yolu, Güzeller Sokağı, Hacı Necib Bey Sokağı, Şehbal Sokağı, Sakarya Caddesi, Lâle Hatun Sokağı (dört yol ağzı yaparak kesişir). Yerine gidilip şu satırların yazıldığı sıradaki durumu tesbit edilemedi. (Ocak 1964).
ÇARKYAN (Hacı Mıkırdiç) — Aslen Kayserili ünlü bir Hassa mimarıdır. «Resimcibaşı» iinvaniyle tanınmıştır. Tarihçi Mırmıryan'a göre, 1799 da doğmuş ve 1899 da yüz yaşında olduğu halde Üsküdarda vefat etmiştir.
3 850 de Kudüse gidip Hacı olmuştur. Avdetinde, Şirketi Hayriye teşekkül ederkeri kurucuları arasında bulunmuştur.
ÇARLİSTON
— 3756 —
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
— 3757 -~
ÇARŞAF
Başlıca eserleri şunlardır; Sultan Mahmud Türbesi, Beyoğlunda Üç Horan Ermeni ve Santa Maria Katolik kiliseleri, Kadıköyde Surp Takavor Ermeni kilisesi ve Tarabya'da İngiliz yazlık sefarethanesi. Mırmıryan, Selimiye Kışlasının mimarlığını da ona atfetmekte ve eserlerinin sayısının yüze vardığını kaydetmektedir.
(Bibi. : Arsak AJboyacıyan, «Kayseri Ermenileri Tarihi» Kahire, 1937; Arutyun Mırmıryan, «Vosporikon»).
Kevork FAMUKCtYAN
ÇARLİSTON — Birinci Cihan Harbinden sonra çıkmış, bütün dünyâ yüzüne, bu arada memleketimize de yayılmış bir dansın adı; Türkiyede salgın hâlini alışı 1925 - 1927 arasıdır. Cumhuriyet devriminin ilk, heyecanlı yılları idi; batılı hayatı yolunda her sahada gelişme için eğitim müesseselerinde gençliğe dans öğretilmesi okul programları içine konmuş, memleketin her tarafında kız ve erkek liselerinde birer gramofon ile dans plâkları temin edilmiş, öğle teneffüslerinde ve son dersden sonra talebelere dans dersleri verilmişdi. İşte Çarliston, o devirde, vals. tango, ve fokstrot gibi eski ve nisbeten eski dansların yanında bir moda salgını hâlini almışdı.
Burada bu dansı müzikal kıymetleri ile ve estetik huşûsiyetleriyle tarif imkânından mahrum bulunuyoruz; şu kadar kaydedelim ki, kavaliye damı klâsik tutuşla âguşuna aldıkdan sonra, dans, yürüyüş de pek acâip, âdeta sar'a nöbeti hâlinde bir ayak ve bacak çırpma, oynatmadan ibaretti; nezâket, edeb, letafet ve ciddiyetle ilgisi olmayan bir oyundu.
Bilhassa kavaliyelerde, bu ayak çırpma, bacak bükme, oynatma hareketlerine, mübalâğalı bir nümayiş vermek için, erkek esvabının pantakm paçalarında değişiklik oldu, paçalar, hem yerde sürünecek kadar uzun, hem de, âdeta köçek oğlan eteği gibi çalpara çalacak şekilde geniş yapıldı ve bunlara «çarliston paça», «çarliston pantalon» denildi; İstanbulun. eski geniş paçalı tulumbacı pan-talonları, çarliston pantalonların yanında, hayta çömezi gibi kaldı.
Çarliston pantalonlarda üst kısım gaayet dar idi, diz kapağından sonra pantalon yukardan aşağıya genişlemeye başlar, paça da, ayağın büyüklüğüne göre 35 - 45 santimi bulurdu; bu pantalon paçaları giyen gençlerin yürüyüşlerine de tesir ederek onlara bir it, hayta edası ve çalımı verdiği için, mektepli gençlerin çarliston pantalon giymeleri yasak edilmişdi. Giyenler de hafif meşreb, laubali, bıçkın, haylaz gençler olacağı için. «çar-
liston», halk ağzında bu sıfatlara delâlet eder bir deyim olarak kullanılmaya başlandı; misaller:
-
Hasan hâlâ iş bulamamış .>.
-
Kim iş verir o Çarlistona!... :
* — Çarliston Ahmed geliyor!..
Aman yüz verme; ite!
* «Felâketimin başlangıcı bir çarliston panta
lon olmuşdur; mektebde akran ve emsalim arasın
da gül goncesi gibi delikanlı iken mektebden dans
salonlarına, dans salonlarından bostan sergisine,
ve oradan esrar tekkesine pantalon paçası ve to
puk nümayişi ile sürüklendim...» (Ali Oflazın
itirafları).
Ucu sivri, dip tarafı geniş, dizden aşağı bir çarliston pantalonu hatırlattığı için bir cins turşuluk biber de İstanbul piyasasında halâ «çarliston» adım taşır.
ÇARPIK SERVİ ÇIKMAZI — 1934 Belediye Şehir Rehberine göre (pafta 9/119) Eyyu-bun İslâmbey Mahallesi yollarından; Tahtaminâ-re Caddesi üzerinde «T» şeklinde bir çıkmazdır. Yerine gidilip şu satırların yazıldığı sıradaki durumu tesbit edilemedi. (Ocak 1964).
ÇARPMA — Kefal balığı avında kullanılan bir âietdir; Karakin Bey Deveciyan «Balık ve Balıkçılık» adındaki muhalled eserinde (B.: Balık ve Balıkçılık) bu âletden şöyle bahsediyor:
«Haliç içinde batmış olan vapurların en-kaazında adetâ yuva yapmış bulunan kefal balıklarının avına mahsus bir âîetdir.
«Gaayet uzun saplı beş aded büyük balık iğneleri yekdiğeriyle birleşdirilip üzerine kurşundan bir sap ta-kıldıkda çarpma olur. Sapın üstünde bulunan delikden kıldan yapılmış kalın bir olta bağ-ladıkdan sonra kayık içinden denize sarkıtılıp olta elde olduğu halde beklenir. Kefal balığının çarpmaya süründüğü his olunur o-lunmaz yukarı silkmek-le balık iğnelerin birisi-(Resim : B. Cantok) ne takılır. Av usûlü
bundan ibarettir. Bu av sular bulanık iken yapılır.
«Çarpma âleti ile vurulmuş balıkların bir kısmı iğneden kurtulup kaçmakda, fakat almış oldukları yaradan kurtulamayıp mahvolmakda bulundukları düşüncesi ile çarpma denilen bu âletin kullanılması yasak edilmişdir. Damaklı çarpmalara takılmış olan balıkların kurtulması müşkil, daha doğrusu imkânsız bulunduğundan, bu yasağın damaksız çarpmalara inhisar, damaklı çarpma ile kefal balığı avına müsaade edilmesi daha muvafık olur.» (K. Deveciyan).
K. Deveciyanın ifâdesi gaayet açıkdır; yukarıdaki satırlardan çarpmanın yalnız Halicde kullanıldığı anlaşılmaktadır. İşte bu noktayı hayli so-ruşdurmamıza rağmen îesbit edemedik.
ÇARŞAF — Türk lûgatında büyük örtü anlamında isim; günlük hayatımızda üç yerde kullanıla gelen örtülere bu isim verile gelmişdir; l — Yıkanıp temizlenmesi güç olan yorganın baş, yüz, ağız, el, ayak ve vücud ile temas eden kenarlarına ve iç yüzüne muvakkaten dikilip kaplanan örtü, «Yorgan çarşafı»; kirlenen çarşaf değişdirilir, kulisi kolayca yıkanır, yorgan dâima temiz kalır,
-
— Aynı durum, ihtiyaç karşısında yatak şilte
sinin sarınıp örtüldüğü örtü, «yatak çarşafı»;
-
— Müslüman yabancı erkek karşısında şer'î ge
leneğe uyarak örtünmek için kullandığı örtü, «te
settür kisvesi».
Zamanımızda İstanbulun günlük hayatında yatak ve yorgan çarşafları en önemli yerini otel nizâmnâmesinde almışdır; otellerde her yeni müşterinin yatağına-, yorganına yeni yıkanmış çarşaflar serilip kaplanması mecburîdir; fakat bu sıhhî emre harfiyen riâyet eden otellerin yüzde nisbeti pek düşükdür, ekseriya otelden çıkıp giden bit müşterinin yatağından alınan çarşaflar, buruşuklukları ütü ile giderildikden sonra yeni gelen bir müşterinin yatağında kullanılır.
İstanbulun eski ev, konak hayatında, gece yatısı misafiri ağırlamanın başında misafir yatakları, dolayısı ile yatak ve yorgan çarşaflan mühim yer alırdı (B.: Gece yatısı misafirliği). Zamanımızın günlük ev hayatında bu külfet çok hafifle-mişdir.
Yatak ve yorgan çarşafları hâlen hâli vakti yerinde evlerde yazlık olarak patiskadan, kışlık o-larak çözme bezden; yatılı okullarda, talebe yurtlarında, kışlalarda, ve ikinci, üçüncü sınıf otellerde amerikan bezindlen yapılır.
Çözme bezlerden yatak ve yorgan çarşaflarının pek azı İstanbulda küçük el tezgâhlarında do-
kunur, büyük kısmı İstanbul piyasasına başka yerlerden gelir, en makbul ve meşhurları Şile, Bursa, Balıkesir, Magnisa çarşaflarıdır.
Eski İstanbulun kibar hayatında ise yazlık yorgan ve yatak çarşafları bürüncükden yapılırdı (B.: Bürüncük); bürüncük çarşaflkrda olsun, çözme bez çarşaflarda olsun, düz beyazların yanında en tatlı renklerle (kanarya sarısı, limon küfü, açJc erguvanı, gül kurusu gibi) çubukluları, satrançlıları dokunur.
Çarşaf karikatürde
«— Ah.yaz gelse de biraz açüsak!..» {Aydede, 1922)
Yatak ve yorgan çarşafları bu konuda iş ya
pan mağazalardan başka seyyar çarşafçı esnafı ve
bilhassa boğçacı kadınlar tarafından satılır. (B.:
Boğgçcı Kadınlar). .
Kadın örtünme (tesettür) çarşafları — Müslüman kadınlarının örtünmeleri bir yatak çarşafını başlan üstüne atmaları ile başlamışdır; ve a-sırlar boyunca böyle devam etmiş, gelmişdir, bu gün hâlâ Anadolunun köylerindeki duram o haldedir. Büyük şehirlerde, ve dolayısı ile îstan-
ÇARŞAF
— 3758 —
istanbul
ANSİKLOPEDİSİ
— 3759 —
ÇARŞAF
Çarşal' karikatürde
«Kilidle kafes iffete, ara tekeffül etmez»
(Kadının bacağına asılı kâğıdda: «Yarın aynı yerde buluşalım!..» yazılıdır) (Ahmed Münif; Aydede, 1922)
bulda, müslüman kadını «yeldirme» ve «baş örtüsü» ile «ferace» ve «yaşmak» denilen örtünme kisveleri kullanmışdır. (B.: Yeldirme; Ferace; Yaşmak).
Ancak geçen asır ortalarına doğrudur ki evvelâ İstanbulda, sonra Anadolu ve Rumeli şehirlerinde üç parçadan mürekkebfbir kadın örtünme kisvesi kullanılmışdır ki buna da «çarşaf» adı ve rilmişdir; çarşafın üç parçasının isimleri: l — Yüzü örten «peçe»; 2 — Baş ile beraber gövdenin üst kısmını örten «pelerin; 3 —Belden aşağı a-yağa, topuğa kadar gövdenin alt kısmını örten «eteklik» dir.
Çarşafın taammümü, kadının sokakda örtülü gezmesi üzerinde çok mutaassıb, titiz olan İkinci Sultan Abdülhamid zamanındadır; ki o devrin ilk çarşafları, açık saçıklığa pek müsâid olan Ferace ile Yaşmakın yanında çok kapalı kadın sokak kılığı olmuşdur; fakat 1908 meşrûtiyetinden sonra İstanbulun şık hanımları çarşafın kesimlerini de değiştirmişler, etekleri, pelerinleri kısalt-
Çarşaf karikatürde
«Âbidef Hürriyet»
(Rfttib Tahir; Akbaba, 1923)
mışlar, peçeleri inceltmişler, çarşafı pek süslü bir sokak kostümü hâline koymuşlardır, öylesine ki, çarşaf, açık saçıkhk nükteleri için karikatürlere zengin bir konu olmuşdur.
Mehmed Zeki Pakalm «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli alfabetik büyük eserinde çarşaf maddesinde Mehmed*İzzet Bey adında bir muharririn «Rehberi Umûri Beytiye» adlı eserinden naklen gaayetle kıymetli malûmat veriyor; biz M. İzzet Beyin adı geçen eserini görmedik, o kıymetli satırları M. Z. Pakalm'dan naklen alıyoruz:
«Çarşaf (giyen kadını) siai hal ve kudretine göte tafta, saten do liyon, saten düşez, lâhurâki, şayak, alpak gibi ipekli, yünlü, pamuk kumaşlardan biçilir, kesilir, arzuya, zamanın modasına göre çeşidli şekillerde yapılırdı.
«Giyime, kuşama hevesli olmayan, (kendini gösterme kaygusu olmayan) kadınlara çarşaflarını (hazırcılardan) alırlardı.
«Tazelerin ağırbaşlıları siyah, lâcivert, mor, güvez, neftî, Avrupa mâmulâtı saten de liyon, saten düşez, saten lüks, tafta, krep dö-şin gibi ipeklilere rağbet ederler. Fazla alâyişe düşkün, hoppa, hafif meşreb tazeler de göze çarpıcı renkleri, aksonya mavisini, turkuvazı, tirşeyi, camgöbeğini, erguvânîyi, ley-lâkîyi, yavruağzını tercih ederler.
«Peçelerin kalınlı inceli çeşidleri ,tü-lümsüleri, ajurluları, nakışlıları çıkdı. 1900-den önce gugurik tâbir edilen tepe topuzu, o tavsayınca arka topuzu moda oldu. Topuzun üstünden pelerinin yukarısı iki yana dikili çifte kordelâ ile başa bağlanır; altına peçe sokularak şakaklardan, enseden iğnelenir, saçlar gür değilse arasına bir askı ço-rab takılır, altın bombesinin içine ipincecik telden örülmüş bir yumak konulurdu.
«Meşrûtiyetden sonra şık hanımlar üst üste iki peçe bulundurmaya başladılar, ister ikisini de indirir, isterse birini kaldırıp birini bırakırdı.
«Pelerinler ilk zamanlarda parmak uç^ larını örterdi, sonra bele kadar kısaldı, daha sonra dirsek hizasına çıkdı.
«Eteklik önceleri harmanlı, geniş, bol idi, kloş etek modası çıkdı, yarım kloş oldu; tamamen daraldı, rob etekliği oldu. £-tekliğin eteği yere kadar iner, ayağı kapatırdı, hattâ adım atarken bir kenarından el ile tutulup azıcık kaldırmak lâzım gelirdi;
Dostları ilə paylaş: |