-Öyledir o... Bakınız, askerler bu işe karışamazlar diyor, gammazlığı ile Atatürk'ü sinirlendirmiş. Sofrada bulunanlardan birkaçı Hüseyin Cahit'e cevap vermek üzere vazife almışlar. Ve Hüseyin Cahit Kurultaya gelse de gelmese de yazısının ve cevaplarının Atatürk'e tekrarlanacağı akşama rastlamışım.
Hüseyin Cahit'in tezini okudular. Atatürk döndü, bana sordu:
- Ne dersin? dedi.
- Acaba bu tezi Kurultayda hiç okutmamaklığınız mümkün değil midir, paşam?
- Niçin?
- Fikirlerinden bir kısmı doğru. Fakat hepsi bir arada Kurultaya gelecek olanlar tarafından iyi karşılanacaktır. Hüseyin Cahit'e neden bir zafer hazırlamalı?
- Ya? Öyle ise arkadaşlarımızın verecekleri cevapları dinle de Hüseyin Cahit Bey'in yerine sen müdafaada bulun, dedi.
Oldukça sinirli bir sesle söylemişti.
Sakın bu türlü tartışmalarda bulunmağı cesarete vermeyiniz. Atatürk, bir defa kendinden olduğuna inandıklarına karşı daima ve istisnasız bir müsamaha göstermiştir. Atatürk'ün sofrasında fikirlerini söylemek bir cesaret değildi. Söylememek, aksini söylemek lüzumsuz bir ''müdahane'', yahut çıkar bekliyen bir dalkavukluktu.
Cevapları tekrarladılar. Hiçbirini kuvvetli bulmadım. Atatürk'e, Hüseyin Cahit'in bu cevapları kolayca karşılıyabileceğini de söylemekten çekinmedim.
Sofra dağılırken Atatürk beni alıkoydu ve herkes gittikten sonra: ''Çocuğum, senin de Hüseyin Cahit gibi düşündüklerin olabilir. Fakat ona cevap verecek olanların cesaretlerini kırma!'' dedi.
Kurultayın ilk günü Hüseyin Cahit'in zaferi ile çalkalandı. Onun söyledikleri ne kadar iyi karşılanmışsa, cevap verenler o kadar kayıtsız görmüşlerdi. Locasından manzarayı görüp kavrayan Atatürk, hasta yatağından Samih Rifat'ı kaldırarak kürsüye getirtmek zorunda kaldı. Samih Rifat iyi ve bol konuşur, bilmeyenlerin anlayışlarını tereddüde düşürecek diller sürmek marifetini gösterirdi. Hüseyin Cahit yenilmemişti ama, ona cevap verenler yere serilmiş olmaktan kurtulur gibi olmuşlardı. Toplantının sonunda cevapçılardan bir kısmı Atatürk'ün etrafını almışlar:
- İşte Hüseyin Cahit bugün öldü! diyorlardı.
Atatürk gülümseyerek dinliyordu. Hüseyin Cahit ise akşam karanlığında saray bahçesinden dış kapıya doğru giderken, elini sıkmak isteyenler birbirleri ile âdeta itişiyorlardı.
İkisini de gördüm ve Ayaspaşa'daki apartmanıma geldim. Daha nefes almadan bir saray otomobili geldi, şoför:
- Atatürk sizi emretmişler, dedi.
Sofra aynı sofra idi. Ben bir ucuna oturdum. Atatürk dün akşamki cevapçıların söylediklerini dinledikten sonra, bana dönerek:
- Çocuk senin hakkın varmış! dedi.
***
Birinci Dil Kurultayında ''Türk Dili Tetkik Encümeni'' kurulmuştu. Samih Rifat reis idi. Ruşen Eşref ve Celâl Sahir'den başka üyeleri zorlamacı ve özleştirmeci takımdan idiler.
Atatürk denemeye karar vermişti.
Sözüme dikkat ediniz. Atatürk, bir büyük Türk'tür. O kadar büyük bir stratejdir. Halk ağzından tarama kelimelerin, sadece görünürde ve sayı bakımından zenginliği ile öz ve ileri bir Türkçe davası üzerine o kadar merakını uyandırmışlardı ki, bu bir deneme değerdi. Atatürk ise denemeden ürkmeyen, onun bütün risklerini kabul eden bir lider idi. Öz bir dil denemesinde son neticeleri alıncaya kadar, bu teze inanmış ve bağlanmış tesiri verecek, en acayip kelimeleri bizzat kendisi Meclis kürsüsünde kullanmaktan çekinmeyecekti.
Arapça olduğu için ''şey''siz yazıp konuşacaktık. İpin öteki ucunu da elden bırakmamak için, beni her toplantıda bulundurup tenkitlerimi dinlemeğe tahammül göstermekte idi:
- Yapmayınız paşam, diyordum, bir mucize olsa da Anadolu'da ne kadar ölmüş Türk varsa hepsinin aynı anda dirilmesi mümkün olsa, hepsinin beraber ilk ağızlarından çıkacak kelime ''şey''dir. ''Şey'' o kadar Türkçedir.
Hiç unutmam. Atatürk, dil meselesine sarıldığından beri kendi dairesinin işleri ile uğraşmamasına pek sevinen vekil ile aynı arabaya binmiştim. Bana dönerek:
- Falihciğim, sen de ''şey'' gibi koyu Arapçaların Türkçe olduğunu iddia edecek kadar ileri varma! demesin mi?
Bu vekilin dili de zevki de eskinin eskisi idi.
Komisyon üyeleri bir şikâyette bulunmuşlar. Yeni kelimeleri üslûp sahipleri sevdirir ve benimsetir. Falih Rıfkı gibi yazarlar, bu kelimeleri kullanmazlarsa işimiz nasıl yürür, demişler. Atatürk, kendini seven başyazarları öz Türkçe yazmağa davet etti. Zavallı Yunus Nadi, galiba bildiği gibi yazıp: ''Bütün yabancı kelimelerin asıllarını Tarama Dergisinden bularak koyarsınız, bulamadıklarınızı da atarsınız'' demiş olacaktı. Çünkü imzaladıklarını kendisinin de sonradan anlamış olacağını tahmin etmiyorum.
Ben kolay yazan bir yazarım. Bir başyazıya yarım saat veya kırk dakikadan fazla vakit ayırdığımı pek hatırlamam. Atatürk'ün denemesi, bir dava. Ona yardım etmek, her fedakârlık pahasına, benim için bir borç. Bir yandan da zevkim var. Kâğıdı yemek masasının üstüne koyar, döner, döner, bir saatte yarım sütun kadar bir şey yazardım. Bu yazılar öz Türkçe idi. Fakat sevilmeyen kelimelerden de hiçbiri yoktu. Bir akşam, aşırıcılar gene benden şikâyet etmeleri üzerine, İsmet Paşa o gün yazdığım bir başyazıyı okur:
- Bundan daha iyi Türkçe ne olabilir? der.
Atatürk: ''Ama içinde bizim kelimeler yok!'' cevabını verir.
Hâlbuki Atatürk, Meclis nutuklarında ''baysal utku'' sözünü kullanacak kadar, hareketi teşvik ediyordu. Bizden de bunu istiyordu.
Özleştirmecilerin ''baysal utku''su, Osmanlıcanın ''îsal-i peygam''ı kadar ölmüş değil midir?
Maarif Vekilliğine gelen Safvet Arıkan, bizi anlayan bir arkadaştı. Atatürk'le konuşması pek cesaretli değildi ama, bir de bizlerle bir deneme yapması acaba nasıl olur, gibi telkinlerde bulunuyordu.
Bir akşam Atatürk, sofra bittikten sonra, benim, yanı başındaki iskemleye oturmamı emretti,
-Dili bir çıkmaza saplamışızdır, dedi.
Sonra:
-Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır. Ama ben de işi başkalarına bırakamam. Çıkmazdan biz kurtaracağız, dedi.
O vakit Safvet Arıkan'la beraber yeni lügat komisyonu kurduk. Bu komisyona Hasan Âli, Necmeddin Sadak, Celâl Esat, Köprülü Fuat, Reşat Nuri, Ali Muzaffer gibi azalar seçmiştik. Anadolu Kulübünde ''Cep kılavuzu'' denen Osmanlıcadan - Türkçeye lügatı hazırlamağa başladık. Usulümüz pek sade idi: Bir Türkçesi olan yabancı kelimeleri tasfiye ediyorduk. Kullanılır Türkçesi olmayanları Türkçe olarak alıkoyuyorduk. Artık Türkçe kelimeler yapılma devrine girmiş olduğumuzdan, şivemizdeki ek ve köklerden yeni kelimeler üretiyorduk.
Atatürk başlangıçtan pek hoşnut kaldı. Hatta bir akşam, rahatsız bulunan Başvekilin evine gider, ''Bu çocuklar bizi çıkmazdan kurtaracaklar,'' der. Beni Karpiç lokantasına yemeğe davet ederek bu müjdeyi verdi idi.
Sonra bir gün:
-Niçin müfrit dediklerinizi de heyete almıyorsunuz? diye sordu. Yaptığınızın itiraz edilecek nesi var? Lügatinizi bitirdikten sonra tenkit edeceklerine onlarla şimdiden münakaşa edersiniz, dedi.
Belki de özleştirmecilerin müracaatı üzerine bir tavsiyede bulunmuştu. Yalnız başımıza çalışmamız imkânı olmadığını küçük bir yoklama ile anlamıştım. Böylece bizim lügat komisyonunu genişlettik.
Artık pek tartışmalı toplantılar yapıyorduk. Aramızda Frenkçe hangi kelimeyi ortaya atsanız aslının Türkçe olduğunu iddia eden rahmetli Yusuf Ziya veya Arapça kelimelerin köklerini Türkçeye çıkaran Naim Hâzım üstadımız olduğu hâlde ve bir kelimenin kökü Türkçe ise onu bugünkü kullanıldığı şekilde kullanmak gibi bir prensip üzerinde de anlaşmışken, hiçbir lüzumlu kelimeyi lügatte bırakamıyorduk. Bu devirde biz şiveciler ne kadar kelime teklif ettikse, hemen hepsi sevilmiştir ve dilde kalmıştır. Bunların yekûnu yüzlercedir. Özleştirmecilerin teklifleri ise uydurmacılık damgası yiyerek hareketin de kötülenmesine sebep olmuştur. İçlerinden biri demişti ki:
- Efendim Türkçede beş yüz kelime mi vardır? İşte lügat budur, derim, üstünü yasak ederim.
Bir başkası:
- Kelimenin güzeli çirkini olmaz, diyordu.
Biz dilde ırkçılığa inanmıyorduk. Kullandığımız Türkçenin ekleri ve kökleri ile, bu ilk ve esaslı ileri atılışta, bize yeteceğini de iddia ediyorduk. Biz Fransızca kadar bağımsız bir Türkçeyi ideal saymakta ve bunun bile, hayli uzun zaman sonra, mümkün olup olmayacağını düşünmekte idik. Karşımızdakilerden hele bazıları yeryüzünde eşi olmayan ve eşlenmesine ihtimal de olmayan öz bir dil yaratmak hayalinde idiler. ''Can'' kelimesini Türkçeden kaldırmak gibi isim verilmez sapıtkanlıklar meydan almıştı.
Bir gün ''hüküm'' kelimesi üstünde durmuştuk. Terimler arasındaki ''yargı'' dışında bu kelimenin Türkçede kalmasından başka çare yoktu. Fakat bir türlü münakaşanın sonunu getiremiyorduk.
Dağıldıktan sonra dostum Abdülkadir yanıma geldi. Kendisi bir defa demişti ki:
- Ben Asya Türklerinin çoğunun lehçelerini biliyorum. Sizin ve Yakup Kadri'lerin lehçesini de anlıyorum. Benim aklımın ermediği bir lehçe varsa, o da Türk Dil Kurumunun lehçesi!
Dolmabahçe Sarayı'nın üst holünde:
- Görüyorum ki, pek sıkılıyorsunuz, dedi. Siz bana güçlük çektiğiniz kelimeleri söyleyiniz. Bir Türkçe asla vardırabiliriz, dedi.
- İşte ''hüküm'' kelimesi, dedim.
- Yarına kadar müsaade ediniz.
Ertesi gün bazı lehçelerde ''ök''ün ''akıl'' manasına geldiğine, bunun birtakım lehçelerde ''uk'' şeklini aldığına ve Yakutçada ''um'' eki ile kelime yapılabildiğine dair vesikalar getirdi. Toplantı açılınca ben:
- Hüküm kelimesi Türkçedir, dedim.
Çünkü, ''ük-üm'' meseleyi halletmekte idi. Akşamları komisyonun çalışmalarını Atatürk'e götürürdüm. Bu yakıştırma ile böyle ehemmiyetli bir kelime kazanmaklığımızdan pek memnun kaldı. İstiyordu ki, Türkçe mümkün olduğu kadar çok kelime bırakalım, ancak bu kelimelerin Türkçe olduğunu da izah edebilelim.
Kılavuz çıktı, ama kimseyi tatmin etmiyordu. Atatürk bir gün:
- İsmet Paşa'yı gördüm. Konuşamıyoruz, dilsiz kaldık, bu kadar çalıştık, küçük bir kılavuz çıkardık, diyor, dedi.
1935 sonbaharında Atatürk İstanbul'dan Ankara'ya rahatsız dönmüştü. Kurum üyelerini yanına davet etti. Yatakta idi. Fransızca yazılmış bir kısa etütten bahsetti. Bu etüt Viyanalı doktor Kvirgiç tarafından yazılmıştı. Viyanalı doktora göre ilk tefekkür güneşle alâkalı idi. Dillerin doğuşu da güneşe bağlanmalı idi.
Bu ütetten ilham almışa benzeyen Güney-Dil Teorisi üstünde durmak istemiyorum. Ben bu teoriye hiçbir zaman inanmamıştım. Atatürk'ün maksadı birçok yabancı kelimelerin Türkçe olduğunu isbat ettirerek, Türk lügatını dünyanın en zengin olanlarından biri hâline getirmekti. Biz onun gayesine bakalım ve bağlanalım. Tarih tezleri için de birçok şeyler söylenmiştir ve Atatürk'ün uydurma bir tarih peşinde koştuğu ileri sürülmüştür.
Doğrusu şudur ki, dilimiz ve tarihimiz, ne Osmanlı aydınlarının sandığı gibi hiçbir şey, ne de Atatürk devrinin zorladığı her şey idi. Atatürk, aşırıları deneyerek doğruyu bulmak istemiştir. Eserini sonuçlandırmaya ömrü yetmedi. Yazık ki, son dil çalışmaları da Atatürk'ün eşsiz ve hayret verici sağduyusunu hayli zedeleyen hastalık buhranlarına rasltadı.
Ama dil devrimi de olmuştur. Dil, büyük bir hızla kendi kendisini aramakta ve bulmaktadır. Terimler işinde milletlerarası prensiplere uyup da sağa ve sola doğru ifratlar arasında müvazeneli bir yol bulabilirsek, gelecek nesile ansiklopedisini yazabilecek bir millî dil bırakabiliriz. Bu da büyük, pek büyük bir iştir ve şerefi, en başta Atatürk'ündür.
Atatürk, dilde Türkçeciliği devlete mâletmiştir. Üniversiteye mâletmiştir. Mekteplere mâletmiştir.
Atatürk'ün amacı zengin, güzel ve millî Türkçe idi. Bu gayeden ayrılmak için insan Türklüğünden uzaklaşmalıdır. Bugün kadar yaptığımız, yapılacak olanın belki yarısından da ileridedir. Dilde geri dönülemez.
Meselâ benim sevmediğim, benimsemediğim ve kullanmadığım uydurmalardan bile geri dönebilecek miyiz? ''Genel'' kelimesi herkesin pek kolayına gelmekte, yeni nesil, bu kelimeyi Türkçenin herhangi bir kelimesi gibi öğrenmektedir. ''Mefkûre''nin uydurma olduğunu sonradan anlamış olanlar, alıştıkları bu kelimeyi kullanmaktan vazgeçmişler midir? ''Sel, sal, - men, man'' eklerinin binlerce soyadında, serbest vatandaşlar tarafından benimsenmiş olduğunu görüyoruz. Telefon rehberindeki soyadlarından pek çok çoğu bu eklerle yapılmıştır.
Biz gençken çocuğu olanın ilk aradığı şey, bir edebiyatçıya giderek hiç duyulmamış bir Farsça veya Arapça bir isim soruşturmaktı. Bugün herkes duyulmamış bir Türkçe isim aramakta ve bu isimler, yeniden yapılmaktadır.
Bu, şunu gösterir ki, artık ''bir şeye inanılmamakta'' ve ''bir şeye de inanılmakta''dır. İnanılmayan şey Osmanlıca, inanılan şey Türkçedir.