Ce ilk düzenli Rus donanması oluşturulmuştur



Yüklə 1,09 Mb.
səhifə3/25
tarix17.11.2018
ölçüsü1,09 Mb.
#83006
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   25

açıklanmıştır. "Hulûd" ile "ebed" kelime­lerinin sonsuzluk mânasında olmadığını gösteren bir başka husus da kâfirlerin cehennemde kalışlarının "mesvâ", "lübs" ve "müks" kelimeleriyle ifade edilmiş ol­masıdır. Bu üç kelimenin ilki "durak, ko­naklama yeri", diğer ikisi ise "belli bir müddet beklemek ve gecikmek" anlam­larındadır. Mâlik adındaki cehennem mu­hafızının kâfirlere "bekleyeceksiniz" de­mesi (ez-Zuhruf 43/77), cehennemden "konaklama yeri" diye bahsedilmesi (en-NahI16/29; el-Ankebût 29/68) ve ölüm­den haşre kadar insanların kabirde ge­çirdikleri sürenin "lübs" kelimesiyle an­latılması (Yûnus 10/45), âhiret azabının sonlu olduğunu göstermektedir. Aynı kelimeler cennet ehli hakkında kullanıl­mamıştır. "Lübs" ayrıca "ahkâb" ile bir arada kullanılarak cehennemin cennet­ten farklı bir devam sürecine tâbi oldu­ğuna işaret edilmiştir. Kur'an'da cennet ehlinin buradan "çıkarılmayacakları" be­lirtilirken (e!-Hİcr 15/48} cehennem ehli için aynı ifade kullanılmamış, oniarın ce­hennemden çıkmak istedikleri zaman "çıkamayacakları" (el-Mâide 5/37) ve çık­malarına dair hükmü vermenin Allah'a ait olduğu (el-Mü'min 40/11-12) bildi­rilmiştir. İki ifade arasındaki fark açık­tır. Azabın ebedî olduğunu kabul etmek aklen de zaruri değildir. Nitekim azabın ebedî olarak devam edeceğini savunan­lar bile bunu "akıllarına sığdıramadık-İannı" itiraf etmektedirler (Mustafa Sab-ri, s. 15). Problemin ikinci yönünü oluş­turan kâfirlerin cennete girip gireme­yecekleri konusuna gelince, her ne ka­dar bununla ilgili naslarda açıkça "Kâ­firler cennete asla giremeyeceklerdir" denilmemekte, bunların "deve (veya ha­lat) iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyecekleri" belirtilmekte {el-A'râf 7/40) ve bunu da kâfirler için cennete girişin çok zor gerçekleşeceği mânasında anlamak mümkün görülmek­teyse de cennetin Allah'a şirk koşanla­ra haram kılındığını açıkça bildiren âyet (el-Mâide 5/72) karşısında kâfirlerin ora­ya girebileceklerini söylemek oldukça güçtür. Böyle önemli bir konuda İbn Kayyim'in yaptığı gibi, mânaya delâleti açık olmayan bir iki hadise ve birtakım aklî istidlallere dayanmak isabetli gö­rülmemektedir. Gerçi Zemahşerî gibi ba­zı Mu'tezile âlimleri, "suçluyu ve günah­kârı bağışlamanın akıl nazarında güzel bulunduğu" ilkesinden hareketle en bü­yük suçu işleyen kâfirleri bağışlamayı hikmetin en güzeli kabul ederler {el-Keş-şâf, I, 375); Fahreddin er-Râzî gibi bir

kısım Sünnî âlimler de "ilâhî iradenin hiçbir kayıtla bağlı olmadığı" esasını dik­kate alarak Allah'ın muttaki müminleri cehenneme, buna karşılık kâfirleri cen­nete koyabileceğini nazarî olarak müm­kün görürler {Tefsir, XII, 136). Ancak bu nevi aklî hükümleri nasların önüne ge­çirmek mümkün değildir. Eğer âhiret âlemi kâfirler için bir mükellefiyet yur­du haline getirilip iman ve itaat etmek­le yükümlü tutuldukları tasavvur edilir­se, asırlar boyu süren bir azap içinde bu yükümlülüklerini yerine getirdikten son­ra, "erhamü'r-râhimîn" olan Allah'ın, tıp­kı dünyada kullarını yalvarıp yakarma­ları, günahlarından tövbe edip temizlen­meleri için belâ ve musibetlere mâruz bırakmak suretiyle cezalandırdığı ve ne­ticede af dileyenleri bağışladığı gibi (el-Enam 6/40-4 I) kâfirleri de bağışlayabi­leceği söylenebilir. Bütün bunlara rağ­men âhirette kâfirlere yapılacak mua­melenin mülkünde yegâne tasarruf sa­hibi olan yüce Allah'ın iradesine bağlı ol­duğuna inanmak en isabetli hüküm ol­sa gerektir. Ehl-i sünnet çoğunluğunun ilk devir İslâm âlimlerinin aksine azabın ebediyeti görüşünü tercih etmesini, II. (VIII.) yüzyılda başlayan katı bir tekfir*-ciliğin giderek yaygınlaşması ve muhte­lif mezheplerin elinde güçlü bir silâh ha­line getirilmesine bağlamak isabetli gö­rünmektedir.

İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre, dinen yasak sayılan bir fiili işleyen kim­se dünyada dinin koyduğu cezaya çarp­tırıldığı takdirde âhirette ayrıca azaba uğratılmayacaktır. Çünkü ceza suçun ke­fareti sayılır. Hanefîler'e göre ise had, kısas vb. müeyyideler suçun dünyevî ce­zası olup âhiret azabını kaldırmaz. Âhi­ret azabından kurtulmak için ayrıca sa­mimi bir tövbe gereklidir.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânf, el-Müfredât, "hld", "flh", uebed" md.leri; Müsned, I, 238, 271, 290, 375, 407; II, 55, 134, 451, 482; III, 13, 155, 288, 362; IV, 217, 410, 418; VI, 20, 64, 66; Buhârf, "Tev-hîd", 19, 24, 31, 55, "Rikâk", 18-19, "Cenâ'iz", 82, 88-89; Müslim, "Mesârid", 128, 132, "Cen­net", 33, 34-36, 38, 39, 44, 45, 67, 68, 70, 79, "Münâfikün", 71; Tirmizî, "Da'avât", 6, "îmân", 17, 18, "Cenâ'iz", 66, 67, "Şıfatü cehennem", 3, 9, 10, 12, "Şıfatü'l-kıyâme", 3, 12; Hayyât, el-İntişâr (nşr. Albert N. Nader), Beyrut 1957, s. 12; Taberî, Tefstr, XII, 70-71; XXX, 7-8, 89; Ebû Bekir er-Râzî, Resâ'ii feisefıyye (nşr. P. Kraus), Kahire 1939, s, 96; Eş'arî, Makâl&t (Rİt-ter), s. 54-55, 110-111, 144-148, 274, 294, 430, 474-475;. a.mlf., ei-İbâne (Fevkıyye), s. 247; Makdisî. Kitâbü'l-Betf ue't-târîh, I, 197-198, 200-202; İbn Bâbeveyh, RisâleLü'l-i'Ukâ-dâü'l-lmâmiyye (trc. E. Ruhi Fığla!ı|, Ankara

1978, s. 90-91; Halîmî, el-Minh&c, I, 461; Kâdî Abdülcebbâr. Şerhu'l-Uşûii'l-hamse, s. 674-693, 730-734; İbn Sînâ, en-rlecât, Kahire 1357/ 1938, s. 291-295; Bağdadî, üşûlü'd-dîn, s. 238-242; İbn Hazm, ei-Faşl İUmeyre), IV, 127, 145, 148; a.mlf., el-üşûl üe'l-fürû.\ Beyrut

1984, s. 43-45; Ebû Yala, el-Mu'temed ft uşû-li'd-dîn (nşr. VedT Zeydân Haddad], Beyrut 1974, s. 178, 180, 277; Nesefî. Tebşıretü'l-edİl-le, Kayseri Raşid Efendi Ktp., nr. 496, vr. 2341'-235b, 243b; Zemahşerî. el-Keşşâf, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife], I, 375; İbn Rüşd, el-Keşf'an menâhici'l-edilie, Kahire 1968, s. 152-155; Fahreddin er-Râzî, Tefsir, II, 54-56, 57-58; XII, 136; XVIII, 63-65; İbnü'UArabî, ei-FütÛhât, 11, 289, 298; III, 97-99; IV, 174-175, 327-328, 385, 391, 403, 450, 451; Kurtubî, et-Tezkire fî ahuâli'i-meutâ ve ümûri'l-âhire, Kahire 1407/ 1987, s. 480-482, 5\1-5\2;'şerhu'I-'Akideti'L-Tahâoiyye, s. 423-426; İbn Teymiyye, Mec-mû'u fetâuâ, IV, 282-284; Nîsâbûrî. Ğarâ'ibul-Kur'ân (Taberî, Tefsir içinde), XII, 77-78; İbn Kayyım el-Cevziyye, Hâdi'l-eruâh, Kahire, ts. (Mektebetii Nehdati Misr), s. 95, 286-314; İbn Kesîr. en-Nihâye (Zeynî), II, 4-14, 355; İbn Re-ceb, Ehuâlü'l-kubûr ue ahuâlü ehlihâ ile'n-nüşûr(nşr. Ebû Hacir Muhammed Zağlûl], Bey­rut 1405/1985, s. 46-49, 50-58, 153; a.mlf., et-Tahuîf mine'n-nâr, Beyrut 1405/1985, s. 153; İbnü'l-Vezîr. lşârü'1-hak cale't-ha!k, Bey­rut 1403/1983, s. 339, 352*, 353, 366; Hızır-bey, el-Kaşîdetü'n-nûniyye, İstanbul 1297, s. 85; Kazvînî, Müftdü'i-'ulûm ue mübîdü'l-hü-mûm (nşr. M, Abdülkâdir Atâ), Beyrut 1405/

1985, s. 77; Şa'rânî, el-Yeuâkît ue'i-ceüâhir, Kahire 1378/1959, II, 183; Ramazan Efendi, Şerh "alâ Şerhi'l-'Akâ'id, İstanbul 1320, s. 221-226; Lekânî, İthâfü'l-mürtd, Kahire 1375/ 1955, s. 222-223; Ebü'I-Bekâ. cl-Külliyyât, Bu­lak 1281, s. 191; Şevkânî, Fethu'l-kadîr, Kahire 1383/1964, II, 525; Âİûsî, Rûhu'l-me'ânT, 1, 139-141, 143; XI, 301; XII, 32; XV, 36, 39-41; XXIX, 15; M. Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife), I, 125, 147, 234; III, 42; IV, 164, 294; V, 164; VI, 78-79; VII, 418; VIII, 68, 70, 99, 414; IX, 222; X, 47, 536; XI, 301, 392; XII, 162; Mûsâ Bigiyef. Rahmet-i İtâhiyye Bur­hanları, Baku 1911, s. 8-9, 14, 16, 17, 18, 19, 28, 34, 35, 36, 42-43, 47, 54, 59, 76-77; Mus­tafa Sabri, Yeni islâm Müctehidlerinin Kıymeti İlmİyyesi, İstanbul 1335r,/l337, s. 15, 19, 22-23, 29, 49, 50, 60, 95-96, 107-108, 111, 112, 117; İzmirli, Nârın Ebediyet oe Devamı Hak­kında, İstanbul 1341, s. 3, 6-7, 9, 17-18, 20, 21-22, 24, 30; Elmalılı. Hak Dini, I, 231-232; IV, 2825; VIII, 5284, 5433-5434, 5542; Tabâta-bâî, el-Mîzân fî tefsTnl-Kur'ân, Kum 1393-94/ 1973-74, XI, 24; XX, 168; İbrahim b. Hasan, et-Tefsîrü'i-me''sûrcan "Ömer b. ei-Hattâb, Bey­rut 1983, s. 473; Muhammedi er-Rîşehrî, Mtzâ-nü'l-hikme, Kum 1362-63 hş./1403-1405, VI, 103-105; Muhammed Ahmed Abdülkâdir, "Akl-detü'i-ba'ş ue't-âhire,.iskenderiye 1986, s. 203, 333-347, 355-365; James Robson, "Is the Mos-lem Hell Eternal", MW, XXVIII (1969), s. 386-393; Th. W. Juynboll, "Azâb", İA, II, 80-81; Mu.F, "Hudûd" md.; Halim Sabit Şibay, "Ce­hennem", İA, III, 45-47; D. B. Macdonald. "Kı­yamet", İA, VI, 779; A. J. Wensinck - A, S. Trit-ton, "cAdhâbal-Kabr", £/2(İng.}, I, 186-187.

ffil YusufŞbvki Yavuz

AZAPKAPI

İstanbul'da

Galata'nın sur kapılarından biri (bk. GALATA).

AZAPKAPI CAMİİ

İstanbul'da

Unkapanı Köprüsü'nün

Şişhane tarafındaki ayağı yanında

XVI. yüzyıla ait cami.

J

Kapılarından birinin üstünde bulunan, ancak kırıldığı için 1941'de eski kalıbı­na göre Reîsülhattâtîn Kâmil Akdik ta­rafından yeniden yazılan manzum kita­besine göre 985 (1577-78) yılında Sad­razam Sokullu Mehmed Paşa tarafından yaptırılmıştır. Bu sebeple Sokullu Meh­med Paşa Camii adıyla da anılır. Mimarı Koca Sinan'dır. Cami fevkanî olarak ya­pıldığından altında gözler halinde geniş bir bodrum bulunmaktadır. Vaktiyle Ga­lata surlarının Tersane'ye komşu ucun­da ve sur duvarlarının hemen dış tara­fında deniz ile sur arasındaki dar kıyı üzerinde inşa edilen cami, buradaki ka­pıdan dolayı Azapkapı Camii adıyla ta­nınmıştır. Cenevizliler devrinde Porta di San Antonio olarak adlandırılan bu ka­pı, XVI. yüzyılda Tersane'nin Kasımpa­şa'ya gelmesiyle Tersane hizmetindeki Türk asıllı Bahriye azeblerinin (azebân-ı Tersane) kışlasının o çevrede olmasından dolayı Azapkapısı adını almıştır. Daha sonraları Yenikapı olarak adlandırılmış, XIX. yüzyılda köprü yapılmasından sonra da Köprükapısı olarak tanınmıştır. Her­halde köprü ile birlikte gayet süslü bi­çimde geçen yüzyılın Batı üslûbunda ye­niden yapılan ve bir zafer takını andı­ran bu kapı, Galata surları yıktırılıncaya kadar durmuştur.



Azapkapı Camii Galata ile İstanbul ara­sındaki bağlantı iskelesinin başında ya­pıldığından şehrin en hareketli ve kala­balık yerlerinden birinde bulunuyordu. 1222 (1807) yangınında zarar gören ve minaresi de kısmen yıkılan cami kürsü kısmından itibaren yeniden yapılmıştır. Balkan ve I. Dünya savaşlarından az ön­ceki yıllarda Azapkapı Camii'nin tami­rine başlanarak birçok kısımları sökül­müş, fakat peş peşe gelen felâketler yü­zünden çalışmalar durdurularak bu çok değerli sanat eseri uzun yıllar bir hara­be halinde kaderine terkedilmiştir. Ca­minin bir ara tamamen yıktırılıp temelle-

309


rinin yeni yapılan Unkapanı Atatürk Köp-rüsü'ne destek olması bile düşünülmüş­tür. Ancak 1938'e doğru başlayan büyük çapta bir tamir ile cami ihya edilerek 1941 'de tekrar ibadete açılmış, 1955'te minare şerefesi yeniden yapılmıştır. 1941 tamirini belirten Latin harfli bir kitabe sol taraftaki girişin üstünde bulunmak­tadır.

Azapkapı Camii, Haliç kıyısında pek sağlam olmayan bir zemin üstünde ku­rulduğuna ve bugüne kadar önemli bir hareket göstermediğine göre büyük bir ihtimalle zemine çakılmış sağlam ve uzun kazıklarla emniyete alınmış oima-lıdır. Kayıkların ve insanların yoğun bi­çimde toplandıkları bir yerde bulundu­ğundan alt katında tonozlu mahzenler yapılmış, böylece cami yükseltilmiştir. İki merdiven son cemaat yerine çıkışı sağlar. Bu kısım bir sıra pencere ile ay­dınlanan, üstü tek meyilli çatı ile Örtülü, dikdörtgen biçimli kapalı bir mekân ha­lindedir. Ancak son cemaat yerinin esas cephesinin Mimar Sinan'ın tasarısında ne biçimde olduğu bugün anlaşılmamak­tadır. Buranın aslında galeri biçiminde sütunlu ve açık olduğu da düşünülebi­lir. Cami harimi hemen hemen kare şek­linde olup yalnız mihrap kıble tarafında dışarı taşkın bir çıkıntının içindedir. Mi­mar Sinan burada Edirne Selimiye Ca-mii'ndeki sistemi daha ufak ölçüde uy­gulamış, orta kubbeyi sekiz payenin taşı­dığı kemerler üzerine oturtmuştur. Kub­be baskısı dört tromp ve dört yarım kub­be ile karşılanır. Kubbeyi çevreleyen se­kizgen ile dış beden duvarları arasında küçük ana bölümler yer almıştır.

Azapkapı Camii otuz yıldan fazla ha­rabe halinde kaldığından zengin süsle­mesinin büyük kısmını kaybetmiştir. Ka­pıların mermer söveleri geçmeli renkli taşların kullanılması ile ahenkli yapıl­mıştır. Kapı ve pencere kanatları da gü­zel ahşap eserlerdir. Ajurlu olarak mer­merden işlenen minber, kapısı, yan ka-

natları ve külahı ile kendi cinsinin en gü­zel örneklerindendir. Çevre mekânlarının içindeki mahfiller ile mermer mihrap da aynı itinalı ve ahenkli işçiliğe sahiptir. Önceleri cami içinde çinilerin bulunduğu da bilinmektedir. Bunların çoğu çalındı­ğından, 1941 tamirinde yeni Kütahya çi­nileri konulduğu gibi kalem işi nakışlar da tamamen yeniden yapılmıştır. Kub­be yazısı son devir hattatlarından Ha­lim Efendi'nin eseridir. 1936'da bir kıs­mı hâlâ duran renkli alçı pencerelerin yerlerine de yenileri konulmuştur.

Azapkapı Camii'nin değişik bir özelli­ği de minaresinin yerleştirilişidir. Son cemaat yerinin kuzey tarafında yükse­len bir mekândan, sivri kemerli ve yük­sek bir köprüye oturan kapalı bir geçit­ten minare kürsüsüne geçilir. Sonradan yapılmış olması mümkün olmayan böy­le bir mimari çözüme niçin lüzum görül­düğü da anlaşılamamaktadır. Çünkü Ev­liya Çelebi de minareyi böyle gördüğü­ne göre en azından XVII. yüzyıl başların­da da bu kemer vardı. Zaten köprünün altındaki kısımda görülen yapı eleman­ları (kum saati, kemerin nisbet ve biçimi), bunun klasik devre ait olduğunu açık­ça göstermektedir. 1826'dan sonra, yal­nız pabuç kısmından itibaren minarenin gövdesi ve şerefesi XIX. yüzyıl zevkine göre, çok ince olarak ve şerefe çıkma­sı boğumlu biçimde yapılmıştır. 1955'te bu gövde yıktırılarak yine aynı incelikte fakat şerefe altı mukarnasl: (stalaktitli) olarak yeniden inşa edilmiştir. Böylece şerefe caminin mimarisine uydurulmuş, fakat gövde hatalı bir biçimde Sinan devrine göre ince kalmıştır. Azapkapı Camii minaresi altında eski bir de çeş­me vardır. Caminin tam arkasında, bel­ki onun evkafından olarak kagir iki dük­kân dizisi bulunuyordu. Bunlar 1985'te tamamen yıktırılmıştır. Bu cami evka­fından olan az ilerideki Yeşildirek Ha­mamı ise birçok değişikliğe rağmen gü­nümüzde hâlâ ayaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Ayvansarâyî. Hadîkatü'l-ceuâmi', II, 37; Sâî, TezkireLü'l-ebniye, tür.yer,; C. Gurlitt, Die Bau-kunst Konstanlinopeis, Berlin 1909-12, s. 83; A. Gabriel. "Les mosquees de Conslantinople", Syrta [1926], s. 391-392; Konyalı. İstanbul Âbide­leri, s, 11-13; a.mlf.. Mimar Koca Sinan'ın Eser­leri, s. 32-41; E, Egli, Sınan, Stuttgart 1954, s. 98-101; Semavi Eyice, "İstanbul Minareleri", Türk San'atı Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, İstanbul 1963, I, 72; G. Goodvvin. A Hİstory of Ottoman Architecture, London 197], s. 285-287; W. Müller-VVİener, Blldtexlkon zur Topographie Istanbuls, Tübingen 1977, s. 378-379; N. N., "Tamirleri İkmal Edilen Âbideler", Arkitekt, istanbul 1944, s. 4-8; S. Batur, "Osmanlı Cami­lerinde Sekizgen Ayak Sistemi", Anadolu Sa­natı Araştırmaları, sy. 1, istanbul 1968, 5. 148-150, 158; E. Hakkı Ayverdi, "Azapkapısı Ca­mii", İSLA, III, 167£-1679. ı—ı

İffl Semavi Eyice

AZAPKAPI ÇEŞMESİ ve SEBİLİ

İstanbul'da

Azapkapı Camii yanında

XVIII. yüzyılda yapılmış

çeşme ve sebil.

L

Galata'nın Tersane tarafında Azapka­pı önünde, Haliç'teki en önemli iskele­lerden birisinin başında ve Azapkapı Ca­mii'nin kıbleye göre sol tarafında kuru­lan bu manzume, çeşmenin kitabesin­den öğrenildiğine göre Sultan 1. Mahmud tarafından annesi ve II. Mustafa'nın zev­cesi Sâliha Sultan adına, 1145 (1732-33} yılında Hacı Âmâ mahallesinde yaptırıl­mıştır. Çeşmeler ve sebil üstündeki üç tarih XVIII. yüzyılın ünlü şairlerinden Sey-yid Vehbî'nindir. Suyolcuzâde Mehmed Necib Efendi'den öğrenildiğine göre çeş­melerle sebillerin kitabelerinin hattatı ise Eğrikapıiı Mehmed Râsim Efendi'dir.



Sultan Mahmud, Galata'nın su ihtiya­cını karşılamak üzere Taksim şebekesi­ni yaptırmış ve buradan beslenmek üze­re annesi için bu çeşme ile kendi adına Tophane Çeşmesi'ni inşa ettirmiştir. Bel­gelenmesi mümkün olmayan bir halk söylentisi Azapkapı Çeşmesi'nin yapımı­nı, su getirirken testisini kıran küçük bir kız çocuğunun Valide Sultan'ın dikkatini çekerek saraya aldırılmasına ve zaman­la bu kızın Sâliha Sultan adıyla padişah zevcesi ve annesi olmasına bağlamak­tadır. Şehrin en hareketli bir köşesin-. de bulunan bu âbidevî sebil ve çeşme, genellikle usulden olduğu gibi bir sıb-yan mektebi ile beraberdi. Ancak bura­da mektep bunların hemen yanına ay­rı bir bina halinde yapılmıştı. Çeşmenin varlığı ile de Galata'nın bu köşesi yakın tarihe kadar Çeşme Meydanı adıyla ta-

nınagelmisti. 1910'lu yıllarda sebil-çeş-me tamir edilmek üzere kısmen söktü­rülmüş, fakat araya savaş yıllarının gir­mesi, arkasından da istanbul sularının evkaftan belediyeye devri üzerine bir daha ilgilenen olmadığından tamamen harap olmak üzere perişan bir duruma girmişti. Ancak 1954 yılında Azapkapı sebil ve çeşmelerinin ihya edilmesi ger­çekleşmiş ise de tam önünden geçirilen ana trafik yolu yüzünden bu zarif eser çukurda ve ihtişamına yakışmayan bir çevrenin ortasında kalmış, bu arada se­bil kadar değerli olan ve onunla bir bü­tün teşkil eden mektep de yıktırılmıştır.

Azapkapı Meydan Çeşmesi değişik bir plana göre yapılmıştır. Bir cephesi orta­da iteri taşkın üç pencereli bir sebil ile iki yanında birer çeşme bulunmaktadır. Diğer üç cephe ise sadece düz mermer kaplıdır. 1952-1953'te eski gravürleri ile fotoğraflarına göre ihya edilen alt yüzü işlemeli geniş saçak ahşap bir çatı ha­linde yükselir. Ortada yüksek kasnaklı bir kubbe ile etrafında sekiz kubbecik sıralanır. Sebilin üstünde de aynı tarzda küçük bir kubbe vardır. Azapkapı sebil-çeşmelerinin en dikkate değer tarafı, esas cephesinde mermer üzerine kazı­lan kabartma işlemeleridir. Bu yüzde hiçbir satıh boş kalmayacak şekilde zen­gin dal kıvrımları, çeşitli çiçekler, sta-laktitler, çanaklardan çıkan fidanlar ve meyvelerle çok zengin fakat zarif biçim­de bezenmiştir. Bu taş bezemenin ara­sında uzun kitabe metinleri de yer alır. Sebillerin tunç şebekeleri de mermer işlemeye uygun biçimde dökülmüştür. Azapkapı Sebili'nin taş tezyinatı, klasik devir Türk sanatının sadeliğine aykırı düşecek derecede yüklü olmakla bera­ber gözü rahatsız etmez. Kullanılan mo­tiflerin aralarında Batı sanatından sız-

mış bazı unsurların da varlığı, Türk sa­natında Lâle Devri üslûbu olarak adlan­dırılan yabancılaşma safhasına işaret etmektedir. Ancak bu yabancılaşma kla­sik Türk zevkine henüz çok aykırı düş­memektedir. Böylece Azapkapı Sâliha Sultan Sebil ve Çeşmesi'ni Türk sanatı­nın bir devrini temsil eden en değerli ve güzel eserlerinden biri olarak görmek mümkündür.

Azapkapı sebil ve çeşmelerinin hemen yanında bulunan ve onların ayrılmaz bir parçasını teşkil eden sıbyan mektebi de benzerleri arasında sanat değeri en yük­sek olanlarından biri idi. Altında vakıf dükkânları bulunduğu için üst katı işgal eden mektep, muntazam taş ve tuğla sıraları halinde yapılmıştı. İçinde dersha­ne kapısı üstünde yer alan manzum ki­tabesinde 1146 (1733-34) tarihinde yap­tırıldığı bildiriliyordu. Çeşmeye bakan tarafında üç kemerli bir cîhannümâ bu­lunan esas ders odası kagir bir tonozla örtülü idi. Bu odanın alçı süslemeü bir ocağı ve duvarlarında kabartma tezyi­nat vardı. Bu güzel sıbyan mektebinin 1957 yılında yıktırılması sanat tarihi ba­kımından bir kayıp olduktan başka ya­nındaki sebil-çeşmenin yalnız bırakılma­sı ile de bu küçük manzumenin bütün­lüğü bozulmuştur.

BİBLİYOGRAFYA:

Halil Ethem [Eldem], Camilerimiz, istanbul 1932, s. 68-69, rs. 51, 53; İzzet kumbaracılar, İstanbul Sebilleri, İstanbul 1938, s. 35; Konya­lı, İstanbul Âbideleri, s. 13-14; Azapkapı Çeş­mesi (Sular İdaresi neşriyatı), İstanbul 1954; Naci Yüngül. Taksim Suyu Tesisleri, istanbul 1957; Semavi Eyice. "İstanbul'un Ortadan Kal­kan Bazı Tarihi Eserleri, IV", TED, XII (1981-82), s. 847-852. ı—ı

I#J Sumavi Eyice

AZAT

"Kendi benlik ve sıfatlarından fâni olmuş" anlamında



bir tasavvuf terimi.

L J


Farsça'da "hür, kurtulmuş, serbest, ba­şına buyruk" mânasına gelir. Tasavvuf­ta sâlik*in benliğinden ve sıfatlarından fâni olup Hakk'ın zât ve sıfatlarıyla be­ka bulduğu mahviyet makamı için kul­lanılan bir terimdir.

İnsan neye gönül verirse onun kulu olur. Arifler Allah'tan başkasına gönül vermediklerinden O'ndan başkasının ku­lu olmaktan (rıkku'l-ağyar, nkku'l-esbâb) azat olmuşlardır. Gerçek hürriyet kâmi!

mânadaki kulluktur. Allah'a tam anla­mıyla kul olan, O'ndan başkasına kul ol­maktan kurtulur, azat olur. Bu bakım­dan maddî ve süflî arzuların köleleştir-mediği kimselere de azat denilmiştir.

Azat olmayı dinî sorumluluklardan kur­tulmak mânasında anlayanlar da olmuş­tur. Cüneyd-i Bağdadî, bazı kişilerin ken­dilerinden dinî tekliflerin düştüğü bir dereceye ulaştıklarını iddia ettiklerini, ancak zina ve hırsızlık yapanların bu tür sözler söyleyenlerden daha iyi durumda bulunduklarını ifade etmiştir. Öte yan­dan nefsinin kulu olmaktan kurtulan kimse dinin emir ve yasaklarını külfet­le ve zoraki bir şekilde değil hevesle ve zevkle yerine getirir. Onun için bu tür görevlerin külfeti ondan düşer, o da azat

Olur (bk. HÜRRİYET; UBÛDİYYET).

Kölenin serbest bırakılarak hürriyetine kavuşturulması da Türkçe'de azat keli­mesiyle ifade edilir (bk. köle).

BİBLİYOGRAFYA:

Attâr. Tezktretü'l-eoliyâ3, s. 350, 532, 719; Sühreverdî, cAu&rtfü.'l-mac&rlf, Beyrut 1966, s. 75; İbnü'l-Arabî, el-Fûtühât, IV, tür.yer.; Tehâne-vî. Keşşaf, I, 320; H, 1551; M. Fuad Köprülü. "Âzâd", K II, 83-85.

Süleyman Uludağ

AZAZÎL


îslâmî literatürde şeytan veya iblisin bir diğer adı.

Azâzîl yahudi ve hıriştiyan kaynakla­rında azazel, azael, hazazel şeklinde ge­çer. Kur'an'da ve VVensinck'in tasnifini yaptığı hadis eserlerinde bu kelimeye rastlanmaz.

İslâm sûfîlerinden Hailâc azâzîli, "hem göklerde hem yerde dâî idi, gökte me­leklere dâîlik yapmaktaydı" şeklinde tav­sif ederek azâzîlin gökte meleklere iyi­likleri, güzellikleri gösterdiğini, yerde ise "insanların dâîsidir" demekle insanlara çirkinlikleri, kötülükleri öğrettiğini açıkla­maktadır. Hallâc'a göre. "İblisin adı onun adından türemişti-, sonradan azâzîl şek­linde değiştirildi". Hallâc'ın görüşü doğ­rultusunda Kazimirski ile Massignon'un da şeytan yahut iblis şeklinde anladık­ları azâzîl, ister istemez cin-melek ko­nusuyla yakından ilgili bulunmaktadır. Muteber hadis kitaplarında bulunmayıp tefsirlerde İbn Abbas'a dayandırılan ba­zı rivayetlere göre, üreyip çoğalmakla meleklerden ayrılan ve cin-şeytan kü­mesine giren varlıklar, aslında insanlar gibi iyisi, kötüsü bulunan cinnîlerdir. İb-

311


üs, aslı cin olan (bk. el-Kehf 18/50), an­cak meleklerin arasına girip çıkan, Hz. Âdem'e secde meselesinde meleklerin aksine emre itaat etmeyen (bk. el-Baka-ra 2/34; el-A'râf 7/11; el-Kehf 18/50), böylece onların arasına katılmaktan ve­ya Hz. Âdem'le birlikte bir yeryüzü cen­neti olan Aden'de bulunmaktan mene-dilen (bk. el-A'râf 7/13, 18) bir varlıktır. Onu melek iken sonra itaatsizlik yapmış bir varlık olarak görmek yanlış olur (bk. hârÛt ve mârût). Çünkü melekler itaat­sizlik yapmaz, yüce Allah'a isyanda bu­lunmazlar (bk. et-Tahrîm 66/6). Ancak cinlerden şeytanlaşanlar olduğu gibi cin-nî şeytan zümresinde iken imana gelen­ler de bulunabilir. Câhiliye devri Arapla-rı'nda da hayır ve şer ile ilgili cinler hak­kında inanışlar vardı. Hz. Peygamber, "resûlü's-sekaleyn" (insan ve cinlerin pey­gamberi) olması dolayısıyla cinlere Kur'an sûreleri öğretip onları müslüman yap­mış bir peygamber olarak bilinir. Bu ko­nuda melekler ve er-rûh (bk. el-Meâric 70/4; en-Nebe' 78/38; el-Kadr 97/4) münasebeti de göz önünde bulundurul­malıdır.

Hallâc, kendisine has bir görüşle, azâ-zîl kelimesindeki aynın, "iblisin gayesi­nin ululuğu"na, zânın "himmetinin ziya-deliği"ne, elifin "ülfetinin büyüklüğü "ne, ikinci zânın "zühdünün derinliği"ne, yâ­nın "kendi ululuk ve yüksekliğine sığın-masf na, lamın "ıstırap ve imtihanında-ki mücadelesi "ne işaret ettiğini ileri sü­rer. Azâzîl ile iblisi tam bir aynilik için­de gören Hallâc, azazîlin Âdem'e neden ve ne gibi bir mantıkla secde etmediği­ni ve böylece Allah tarafından niçin la­netlendiğini açıklamaktadır. Yine Hal­lâc. iblise azâzîl denmesinin sebebi ola­rak onun kendi saltanatı içinde "azledil­miş" olmasını da düşünmekte ve onun diğer vasıflarını sıralamaktadır.

İbranî dilinde azazel, "Tann'nın kuv­vetlendirdiği" anlamına gelir. Azazel hak­kındaki en eski yahudi kaynaklı rivayet, mevsuk sayılmayan Enoch (Hanuk: Hz. İdrîs) kitabında görülmektedir. İnsan tü­ründen olan kızların güzelliğine kapıla­rak Hermon dağı üzerinde yere inmiş 200 meleğin reisleri arasında onun adı Azael (Enoch, VI, 7) ve Azaze! (Enoch, LX!X, 2-4) olarak geçmektedir. Bu, Tev­rat'ın Tekvîn kitabının altıncı babında söz konusu edilen "Allah oğullan" kıs­sası ile ilgilidir. Bu kıssaya göre insan türünden olan kızlar ile birleşmelerin­den peyda olan devlerin yeryüzüne saç­tıkları kötülükler yüzünden tufan suları dünyayı kaplamadan Önce Allah bu me-


Yüklə 1,09 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin