312
lekleri cezalandırmış, bu arada Azazel'in de ellerini ve ayaklarını büyük meleklerden Rafael'e bağlatarak Dudael'deki bir çukura attırmıştır (Enoch, X, 4-6). Yahudiler arasında mevcut olup İsrâiliyat edebiyatı vasıtasıyla Câhiliye devri Arapları arasında da yayılan, karanlık gecelerde yolculara türlü eziyetler eden sayısız çöl cinlerinden birinin bu Azazel olduğuna dair inanış, muhtemelen bu tahrif edilmiş kıssadan gelmektedir.
Tevrat'ta biri Rab, öteki Azazel'e sunulacak iki keçiden bahsedilmektedir (Levîliler, 16/8-10). Bu keçilerden ilki bir kurban iken ikincisinin Azazel'e, İsrâilo-ğullan'nın günahını çöle taşıması, halkı günahlarından temizlemesi için gönderildiği anlaşılmaktadır. Azazel'in burada tabiat üstü ruhanî bir varlık olarak kabul edildiği görülmektedir. Çöl, cinlerin ve ruhanî varlıkların meskeni olarak bilindiğinden (Levililer, 13/21, 17/7), kötülükten onu geldiği yere iade ederek kurtulmak istenmektedir. Dolayısıyla Azazel, Enoch kitabında yeryüzüne indiği, yaptıklarından dolayı lânetli olarak son güne kadar kalmaya mahkûm edildiğinden bahsedilen çöl cini olmalıdır.
BİBLİYOGRAFYA:
Ebû Hanîfe. et-Fıkhü'l-ekber, Haydarâbâd 1321, s. 25; Câhiz. Kitâbul-Hayevân, VI, 193 vd.; Hallâc-i Mansûr, KîtâbuL-Tauâstn (trc. Yaşar Nuri Öztürk), İstanbul 1976, s. 109-112, 114-118; Zekeriyyâ b. Muhammed el-Kazvînî, cAcâ*ibü'1-mahiakât (nşr. Wüstenfeld), Göttin-gen 1848, s. 55-63; Süyûtî, el-Habâ'ik fî ah-bâri't-melâ*ik (nşr. Abdullah es-Sadîk), Kahire, ts. (Matbaatü Dâri't-Te'lîf), s. 56 vd.; V. Ka-zimirski. KMbü'l-Luğateyni'l-'Arabiyye ve'i Fıranseviyye, Bulak 1875, s. 300; DB2, s. 81 ; G. Davidson, A Dicüonary of Angels, London 1967, s. 63-64; Cevad Ali, el-Mufaşşal, V, 706 vd.; L. Massignon, La Passion d'al-Hosayn ibn Mansour al-Hallâj, Paris 1975, III, 330; "An-gelology", JE, I, 583-597; A. Câmİ Baykurt. "Azâzîl", İA, II, 90; A. J. Wensinck. "tblîs", a.e., V/2, s. 690-692; D. M. Macdonald. "Melâike", ae., VII, 661-664; A. S. Furat. "Şeytan", a.e., XI, 491-493; T. H. Gaster, "Azazel", IDB, I, 325-326; Sh. Ahi, "Azazel", EJd., III, 1000-1002; Eb. Nestle, "Azazel", ERE, II, 282-283; G. Vajda, "'Azâzîl". E/2(Ing.),l,8Il. rrı
ffîl Salih Tuğ
AZEB
Osmanlı askerî teşkilâtında
kara ve deniz hafif piyadeleri için
kullanılan bir tabir.
Arapça'da "bekâr" mânasına gelen azeb kelimesi, XIV-XVI. yüzyıllarda Bizans, Latin ve İtalyan kaynaklarında "korsan, deniz haydudu" karşılığı kullanıldığı gibi.
Mısır'da şehir muhafazasında görev alan askerî bir grup da bu adla anılmıştır. Anadolu Selçuklularında, Akkoyunlular'-da ve deniz kuvvetlerine sahip sahil beyliklerinde de azeb askerî sınıfı yer almaktaydı. Meselâ Enverî, Aydınoğlu Umur Bey'in donanmasında azeblerden oluşan piyade kuvvetinin bulunduğunu bildirmektedir {Düsturnâme, s. 21,27,31,34).
Osmanlılar'da ise azebler yeniçeri teşkilâtından önce kurulmuş ve hafif okçu olarak orduya katılmıştır. Daha sonraki dönemlerde de öncü kuvvet mahiyetinde savaşa katılan azebler, Türkler arasından ve belirli avarız" haneleri karşılığında vilâyetlerden kefilli olarak mahalle imamları ve kethüdaları tarafından toplanırdı. Azeb alınacak kimselerin güçlü kuvvetli ve savaşabilecek kabiliyete sahip olması gerekmekteydi.
Azebler, kara ve deniz azebleri olmak üzere ikiye ayrılıyorlardı. Kara azebleri XVI. yüzyılın ortalarına doğru kale muhafazasında kullanılmaya başlanmış ve böylece maaşlı bir sınıf haline gelmiştir. Kale azeblerinin mevcudu kalelerin Önemine göre değişiyordu. Azebler, yeniçerilerde ve diğer ocaklarda olduğu gibi "orta" adı verilen gruplara ayrılıyor ve her ortanın başında reis, odabaşı ve bayraktar bulunuyordu. Bütün ortaların idaresi de azebler ağası ve kâtibin elinde idi. Azeb ağası azeblerin başkumandanı demekti: kâtip ise azeblerin isimlerini ve tahsisatlarını kaydederdi. Eyaletlerdeki azebler beyler beyinin maiyetinde sefere katılırlardı. Kara azebleri, kale muhafızlığından başka zaman zaman köprücülük ve lağımcılık hizmetlerinde de kullanılmışlardır. Deniz azebleri, görev yaptıkları yerlere göre Tersâne-i Âmire ve donanma azebleri olarak ikiye ayrılıyorlardı. Donanma azeblerinin bölükba-şısı olan reis onların kumanda ve idaresiyle görevliydi ve terfi edince harc-ı hassa reisi (kaptan) olurdu. Reisliğe yükselen bir azeb kaptan olmazsa sırasıyla terfi ederek vardiyanbaşı, hünkâr gemisi reisi olur ve Tersâne-i Âmire kethü-dâlığına yükselirdi. Tersâne-i Âmire hizmetine girince ulufe* alan azebler zaman zaman yoklamaya tâbi tutulmaktaydılar. XVI. yüzyılın ortalarında 2279 olan deniz azeblerinin mevcudu XVII. yüzyılda giderek azalmış ve 1604-1694 arasında 1S88'den 239'a kadar düşmüştür. Deniz azebleri kadırgalarda, paşa gemilerinde, mavnalarda, kalitelerde, top, taş ve at gemilerinde azeb neferi ve reisi olarak bulundukları gibi yelkenci, nöbet-
çi ve kürekçi olarak da bulunuyorlardı. Azebler ihtiyaç halinde başka görevlerde de kullanılmaktaydılar. Nitekim XVII. yüzyıl başlarında kadırga azeblerinden kırk beşi kumbaracı yapılmıştı (BA, KK, nr. 253, s. 225).
Azeb askerî sınıfının yeniçerilerle eskiden gelen bir ihtilâfları olduğu bilinmektedir. XVI. yüzyılda, Cezayir yeniçerilerinin yasakçılık görevi yapan azebler-den bu hizmetin alınıp kendilerine verilmesini istemeleri bu hususu doğrulamaktadır (BA, MD, nr. 7, s. 20/67, 236/ 655, nr. 874/2399). Azeb teşkilâtı II. Mah-mud dönemindeki askerî yenilikler sırasında kaldırılmıştır.
BİBLİYOGRAFYA:
BA. MD, nr. 7, s. 20/67, 236/655, 874/2399; BA. KK, nr. 253, s, 225; Enverî. DüsLurnâme, s. 21, 27, 31, 34; Kanunnâme-i Al-i Osman: Kanunî Kanunnâmesi [TOEM ilavesi, nşr. M. Arif], İstanbul 1329, s. 59-61; Graf Marsigli, Osmanlı imparatorluğunun Zuhur ve Terakkisinden İnhitatı Zamanına Kadar Askerî Vazi-yetf (trc. M. Nazmi), Ankara 1934, s. 93; Ham-mer (Ata Bey), I, 141, 319-320; İdris Bastan, XVII. Asırda Tersâne-i Amire (doktora tezi, 1985), İĞ Ed.Fak., s. 83-105; M. Fuad Köprülü - İsmail Hakkı Uzunçarşıll. "Azeb", İA, II, 81-83; "Azeb", Küçük Türk-İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1974, s. 253-254; H. Bowen. "'Azeb",
Ei2i\ng.), I, 807. [Tl .
ISI Idris Bostan
AZEB
Daha iyi
bir dinî hayat yaşamak gayesiyle
bekârlığı evliliğe tercih eden
erkek.
"Bekârlık" anlamındaki uzûbe ve uz-be kökünden gelir. Uzûbe masdar olarak "gizli olmak, uzak düşmek, sahipsiz kalmak" demektir. Bu sebeple kadından uzak yaşayan kişiye a'zeb denilmiştir. Aynı anlama gelen azeb kadın erkek her iki cins için, azbe kelimesi ise sadece kadın için kullanılır.
Kur'an'da uzûbe kökünden gelen bir fiil şekli (ya'zübü) iki âyette geçmektey-se de bunların bekârlık anlamıyla ilgisi yoktur (bk. Yûnus 10/61; Sebe' 34/3). Uzûbe, a'zeb ve aynı kökten başka kelimelerin yer aldığı hadisler içinde bekâr yaşamayı teşvik edenlerin sıhhati tartışmalıdır. Bu kelimelerin geçtiği sahih hadislerde ise cennette hiçbir bekâr kimse bulunmayacağı (Darimî, "Rikâk", 108; Müslim, "Cennet", 14), bekârlığın ibadetlerin sevabını azaltacağı {Müsned, VI, 25, 29; Ebü Dâvûd, "İmâre", 14), bekârlığı tercih edenlerin durumlarının dünya ve âhi-
rette evlilerin ki ne göre daha kötü ve kendilerinin bedbaht olacağı (Müsned, V, 163) belirtilerek bekâr yaşamanın yanlışlığına dikkat çekilmiş, ayrıca daha başka sahih hadislerde de müslümantar evlenmeye, aile kurmaya, çocuk yetiştirmeye teşvik edilmiştir.
İslâm öncesi Arap toplumunda bekâr yaşama âdetinin, bilhassa dinî gayeler-ie evlenmekten kaçınma anlayışının varlığını gösteren herhangi bir kayıt yoktur. Ancak Araplar'in, hıristiyanlardaki ve özellikle Arabistan'ın kuzey kısmında yaşayan hıristiyanlaşmış Gassânîler'de-ki ruhban hayatını bildikleri muhakkaktır. Onlarla ilişkileri sonucunda az da olsa bekâr yaşamaya heves eden kişilerin bulunması muhtemel olmakla birlikte bu durum söz konusu edilmeye değer bir önem kazanmamıştır.
İslâmiyet'in evlenilecek kadın sayısını dörde indirmesi, hatta tek kadınla evliliği teşvik etmesi (bk. en-Nisâ 4/3! ve dünya nimetlerinden çok âhiret nimetlerinin önemine dikkat çekmesi, bazı zâ-hid ruhlu sahâbîlerin bekârlığa ilgi duymalarına sebep olmuştur. Böyle bir eğilimin meydana gelmesinde hıristiyan ruhbanlığının tesirini de hesaba katmak gerekir. Bununla birlikte Hz. Peygamber'in İslâm'da ruhban hayatının bulunmadığını [Aclûnî, II, 377; Müsned, III, 266; VI, 226), kendisine de ruhbanlığın buyurul-madığını (Dârimî, "Nikâh", 3) belirtmesi, ayrıca bekâr kalmaya arzulu olan bazı müslümanlarla şahsen görüşerek onları ikaz etmesi (bk. Müsned, V, 163; Buharı, "Nikâh", 7; Müslim, "Nikâh", 1), Asr-ı sa-âdet'te çok az görülen bekâr yaşama temayüllerine engel olmuş ve bu sebeple I. (VII.) yüzyılda yaşamış olan zâhidler dünyadan ve her türlü dünya nimetlerinden yüz çevirdikleri halde çoğunlukla bekâr yaşamayı zühdün gereği saymamışlardır. Süfyân b. Uyeyne, sahabenin en zahidi olan Hz. Ali'nin dört zevcesi ve on yedi cariyesi olduğunu ileri sürerek, "Bir ve daha fazla kadınla evli olmak -dinde yerilmiş olan- dünya zevklerinden sayılmaz" diyor, İbn Abbas da evli olmayı zühdün gereği sayıyordu. Abdullah b. Mes'ûd, "On günlük ömrüm kalsa yine de Allah'ın huzuruna bekâr olarak çıkmamak için evlenmeyi tercih ederdim" demiştir. İki karısı vebadan ölen ve kendisi de bu hastalığa yakalanan Muâz b. Cebel, Allah'ın huzuruna bekâr olarak gitmek istemediğinden, çevresindekilerden kendisini hemen evlendirmelerini istemişti. Hz. Ömer de aynı şekilde birden fazla kadınla evlenmeyi
tercih ediyordu. İlk müslümanlann inancına göre evli bir kimsenin kıldığı iki rekât namaz, bekârın kılacağı yetmiş rekâttan daha üstündü; bir mücahid cihada katılmayandan ne kadar üstünse bekâra nisbetle evli kişi de o kadar faziletliydi. Rivayete göre, bekâr yaşamayı tercih etmiş olan Bişr el-Hâfî vefatından sonra kendisini rüyada görenlere, "Allah bana çok yüksek makamlar verdi, ancak yine de evlilerin derecesine ulaşamadım; çünkü Allah bekâr olarak huzuruna çıkmama rızâ göstermedi" demiş ve' çoluk çocuğun yüküne katlanıp nafakalarını temin etmek için didinen Ebû Nasr et-Temmâr'ın kendisinden yetmiş derece daha yüksekte olduğunu söylemiştir.
Sahabe, tabiîn ve tebeu't-tâbiîn dönemlerinde kadın zühd hayatına engel görülmemiş, kötülenen ve terki istenen dünya zevklerinden sayılmamış, aksine zühdün ve dindarlığın tamamlayıcı bir unsuru olarak değerlendirilmiştir. O dönemlerde nikâhın mutlaka yerine getirilmesi gereken bir sünnet olduğuna inanılmakta ve bu sünnetin terki bir kemal değil kusur sayılmaktaydı. Ancak Mısır, Suriye, Filistin, İrak ve İran gibi ülkelerin fethinden sonra buralarda yaşayan ve tam dindar olabilmek için ruhban hayatı yaşamanın faydasına inananların zamanla İslâm dinini benimsemeleri, bekâr yaşama âdetinin giderek İslâm toplumunda da yayılmasına, özellikle bazı sûfflerin bu hayat tarzına yönelmelerine sebep olmuştur. II. (VIII.) yüzyılda görülmeye başlayan bu anlayış, bekâr yaşamaya taraftar olanlarla evliliğin Önemini savunanlar arasında çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Mevzu hadisler ihtiva eden kitaplarda yer alan rivayetler bu gelişmenin ürünü olarak ortaya çıkmış, daha sonra bu tartışmalar çocuk sahibi olup olmama, doğurgan veya kısır kadınlardan hangisinin tercih edilmesi gerektiği gibi konularda yeni tartışmaların başlamasına sebep olmuştur. Evlenmeye karşı çıkan anlayışın giderek yaygınlaşmasının en güçlü sebebinin bazı büyük sûfflerin bekâr yaşamayı tercih etmeleri olduğunda şüphe yoktur. İbrahim b. Edhem, Râbİa el-Ade-viyye ve Bişr el-Hâfî bunların başında gelmekteydi. Mâlik b. Dînâr'a niçin evlenmediği sorulduğunda dünyayı üç talâkla boşadığını ve bir daha ona dönmeyeceğini söylüyordu. Hasan-ı Basrî, "Allah bir kişinin hayır içinde bulunmasını irade ederse onu mal ve kadınla meşgul etmez" diyordu. Ancak Bişr el-Hâfî
313
ve İbrahim b. Edhem gibi ilk sûffler, bekâr yaşamayı tercih etmiş olmalarına rağmen evliliğin daha faziletli olduğuna inanıyorlardı. Fakat giderek bekârlık bir fazilet, hatta zaman zaman dinî bir zaruret sayıldı. Meşhur sûfî Ebû Süleyman ed-Dârânî kadını, çocuğu ve serveti insanın Allah'la meşgul olmasına engel teşkil eden birer uğursuzluk kabul etti. Cü-neyd-i Bağdadî bile müridlere hiç değilse başlangıçta evlenmemelerini tavsiye ediyordu. Necmeddîn-i İsfahânî, evlenme arzusu bir yana kadın tarafından pişirilen yemeğe bile el sürmezdi.
Bu sûffler, Tegâbün sûresinin 14 ve 15. âyetlerinden ilham alarak kadını mal ve evlât gibi, erkeği baştan çıkaran bir fitne saymışlardı. Nitekim onlara göre Havva Hz. Âdem'in cennetten çıkarılmasına sebep olmuştu. Yeryüzünde ilk cinayet de kadın yüzünden işlenmiş, Kabil Hâ-bil'i kadın için katletmişti. Mutasavvıflara göre evlenmeyi mubah kılan zaruret, yani zinaya düşme korkusudur. Evlendikleri zaman Allah'a ve ailesine karşı yükümlülüklerini yerine getiremeyenlerin zina endişesinden emin olurlarsa bekâr yaşamayı tercih etmeleri daha faziletlidir. Evlenmek ruhsat*, bekârlık azî-met"tir. Geniş ölçüde tatbik sahası bulmamakla birlikte tasavvufun genel temayüllerine uygun düşen bekâr yaşamayı mutasavvıflar umumiyetle benimsemişler, ancak bunun ruhen çok güçlü ve manevî derecesi yüksek kişilere mahsus olduğunu ifade etmişlerdir. Nefsini tatmin etmedikçe sükûna kavuşmayan kişilerin evlenmesini lüzumlu görmüşlerdir.
Bu anlayış evlilikten ve kadından uzak kalıp bekâr yaşamayı esas alan bazı zümrelerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Abbasîler zamanında bekârlara İslâm âleminin her tarafında rastlanmaktaydı. Fütüvvet* mensupları içinde evlen-meyenler baştan beri mevcuttu. İbn Bat-tûta, Anadolu'da ziyaret ettiği zaviyelerde yaşayan fütüvvet ehlinin bekâr olduklarını söyler. Fütüvvetnâ meler fütüvvet ehline evlenmemeyi tavsiye eder. Bekâr yaşama anlayışı Ahîlik'te de yaygındı. Bektaşîlik'teki mücerrecTlik âdeti de a'zebliğin devamından başka bir şey değildir. Esasen mücerredlik Bektaşîlik'ten çok önce Sünnî tasavvufunda yaygın bulunuyordu. Bekâr dervişler Osmanlı Dev-leti'nin kuruluşunda asker olarak önemli görevler ifa etmişlerdir.
Mutasavvıfların, kadını kınanan ve kö-tülenen dünya zevklerinden sayıp olabil-
314
diğince ondan uzak durmayı bir gaye haline getirmeleri evlilik, nikâh ve kadın konusunda çok değişik birtakım yorumları da beraberinde getirmiştir. Bu anlayışa göre mecburiyet bulunduğu için evlenilir, o halde kısır kadın doğurgan kadına tercih edilmelidir. Çünkü çocuk dünyaya daha çok bağlanmaya yol açar. İbrahim b. Edhem'e göre, "Bir adamın evlenmesi gemiye binmesi mânasına gelir; çocuğu oldu mu battı demektir". Cü-neyd'e göre. "Helâl yoldan şehveti tatminin cezası çocuktur, haram yoldan şehveti teskin etmenin cezası buna kıyas edilmelidir". Mutasavvıflar âhirette bile kadınların yüzünü görmek istememişlerdir. Onlara göre bir kimsenin aklını hurilere takması cemâl-i ilâhîyi göremeyeceğine delildir. Öte yandan evlilik hürriyetlerin bir kısmını alıp götüren bir çeşit kölelik sayılmıştır. Mutlaka ev-lenilecekse fakir kadın zengin kadına tercih edilmelidir. Yetim kızia evlenmenin tavsiye edilmesinin sebebi de budur. Hadislerde hür, doğurgan ve bakirelerle evlenmek teşvik edildiği halde (bk. Bu-hârî, "Nikâh", 10; Müslim, "Nikâh", 16), mutasavvıflar dul kadınları bakirelere ve cariyeleri hür kadınlara tercih etmişlerdir. Herhalde böyle hareket etmelerinde, kadınların hâkimiyeti altına girme ve geçim sıkıntısı çekme endişesinin yanı sıra dul, fakir, yetim, kısır, câriye vb. ilgiye muhtaç kadınları koruma gibi ahlâkî gayelerin de tesiri vardır.
Bekâr yaşamayı tercih eden mutasavvıfların herhangi bir sebeple evlendikleri zaman da bazan cinsî temastan kaçındıkları söylenir ve onların şehvete düşkün olmadıklarını anlatmak için çeşitli menkıbeler nakledilir. Öte yandan Ab-dülkâdir-i Geylânî, Ahmed-i Câmî gibi çok evlenen ve bunu bir fazilet sayan mutasavvıflar da vardır.
İslâm'da evlenmek sünnettir. Durumu evlenmeye müsait olanların hemen evlenmeleri, olmayanların ise gerekli imkân ve gücü kazanmak için gayret göstermeleri istenir. Bu yüzden sofilerin evlenme karşısındaki olumsuz tavırları baştan beri âlimler tarafından yadırganmış, zaman zaman bu konuda mutasavvıflar aleyhine reddiyeler yazılmıştır. İbnü'1-Cev-zî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim bu meselede mutasavvıfları şiddetle tenkit edenlerin başında yer alırlar. Onlara göre şeytanın aldattığı ve azıttığı bazı mutasavvıflar evlenmekten yüz çevirmişlerdir. Eğer bunların evlenmeye ihtiyaç ve arzuları varsa, kendilerini hem dünya hem
de din yönünden tehlikeye atmışlardır. Böyle bir ihtiyaç ve arzuları yoksa o zaman da faziletli bir işi yapmaktan mahrum olmuşlardır. Her iki halde de evlenmek iyi, bekârlık kötüdür. Evlenmeyen mutasavvıflar hayattaki mücadeleden korkup kaçmışlar, rahatı ve şahsî huzuru tercih etmişlerdir. Halbuki insanın çoluk çocuğu için sarfettiği para, cihad da dahil olmak üzere başka şeyler için harcadığı paradan daha çok sevap getirir (bk. Müsned, 11,472; Müslim, "Zekât", 13). Hz. Peygamber, "Evleniniz, çoğalınız; zira ben öbür ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övünürüm" [İbn Mâce, "Nikâh", 8) buyurmuşken bekârlığı tercih etmek ruhbanlıktan başka bir şey değildir.
Mutasavvıflar dışındaki İslâm âlimlerine göre sûfflerin çocuk sahibi olmayı istememeleri de şeriata, tabiata ve akla aykırıdır. Nitekim Kur'an'a göre birçok peygamber, "Rabbim, bana evlât lütfet!" diye dua etmiştir (bk. Âl-i imrân 3/38; Meryem 19/5; ei-Furkân 25/74). Hz. Peygamber yeni evlilere, Allah'ın kendilerine hayırlı evlât ihsan etmesi için dua ederdi (bk. Buhârî, "Da'avât", 47; "Şavm", 61]. Bizzat kendisi de çocuk sahibi olmuş ve onları sevmiştir. Evlenmekten ve çocuk yetiştirmekten kaçınmak, İslâm'ın zaruri gördüğü neslin devamı ilkesine de aykırıdır.
Bekârlığın hiristiyan ruhbanlığının, Sâ-biî zühdünün ve Buda çileciliğinin tesiriyle ve derece derece İslâm toplumuna yerleştiği kesin olmakla birlikte fazla yaygınlaşmadığı da bir gerçektir. Bununla beraber kutsiyetine inanılan bazı ermiş kişilerin şahsında bekârlığın yüceltilmesi de son derece dikkate değer bir durumdur.
BİBLİYOGRAFYA:
Râgıb el-İsfahânî. el-Müfredât, Vzeb" md.; Müsned, II. 472; III, 82, 266; V, 163, 164; VI, 25, 29, 226; Dârimî. "Nikâh", 3, "Rikâk", 108; Buhârî, "Nikâh", 7, 10, "Da'avâl", 47, "Şavm", 61; Müslim, "Nikâh", 1, 16, "Zekât", 13,'"Cen-net", 14; ibn Mâce. "Nikâh", 8; Ebû Dâvûd, "Nikâh", 3, "îmâre", 14; Serrâc, çl-Lilma*, s. 264-265; Kütü'l-kuiûb, s. 429, 490, 492; Ku-şeyrî, er-Risâle, s. 389; Hücvîrî. Keşfü'l-mah-cüb (Uludağ], s. 514; Gazzâir, İhya\ II, 24; İb-nü'1-Cevzî, Telbîsü İblîs, s. 283-287; İbnü'I-Esîr, en-Nihâye (nşr. Tâhir Ahmed ez-Zâvî— MahrnÜd Muhammed et-Tanâhî), Kahire 1383-85/1963-65, III, 228; Sühreverdî, 'Aüâriful-ma'ârif, Beyrut 1966, s. 163; Necmeddîn-i Dâ-ye, Mirşâdü'l-'ibâd, Tahran 1353 hş., s. 144; Şevkânî. Neylül-eutâr, VI, 107; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ\ II, 377; İbn Arrâk, Tenzîhü'ş-şert'a, II, 206; Abdülbâki Gölpınarlı, "Burgâzî ve Fütüvvet -Nâme'si", İFM, XV/l-4 (1953-54). s. 125.
liffil Süleyman Uludağ
AZEB BEY MESCİDİ ve TÜRBESİ
Bursa'da XV. yüzyıla ait mescid ve türbe.
L J
Azeb Bey Mescidi Bursa'da Muradiye semtinde Kullukçu sokağında bulunmaktadır. Kapısı üstündeki sülüs hatla yazılmış Arapça kitabesine göre ümerâdan Azeb Bey b. Abdullah tarafından 860 Re-bîülevvel sonlarında (1456 Mart başlan) yapılmıştır. Yanındaki türbenin üç satırlık oldukça girift hatlı yine Arapça kitabesine göre ise türbe 854'te (1450) inşa edilmiştir. Azeb Bey 1444'te II. Mu-rad'ın yanında Varna Savaşı'na katılmış ve zaferden sonra hediyelerle Memlûk sultanına elçi olarak gönderilmiştir. Bir şer'iyye sicili kaydına göre 10 Safer 983'-te (21 Mayıs 1575). mütevellisi Mustafa Bey'in ihmali yüzünden mescid harap olduğundan halk tarafından müdahalede bulunulmuştur.
Azeb Bey Mescidi, Bursa'da hayli örnekleri bulunan pâyeü son cemaat yeri olan, kare mekânı tek kubbe ile örtülü tiptedir (Acem Reis, Ahmed-i Dâl, Altıparmak vb.}. Bu devir camilerinde görüldüğü gibi iki sıra tuğla ve moloz taş dizileri halinde yapılmıştır. İki yanı duvarla kapalı olan son cemaat yeri, iki kemerle ayrılmış, üstleri beşik tonozlarla örtülü üç bölüm halindedir. Benzeri camilerde de olduğu gibi son cemaat yeri kemerlerinin üstünde düz bir duvar yükselmektedir. Kare mekandan 5.80 m. ka-
dar çapı olan kubbeye geçiş ise Türk üç-genleriyle sağlanmıştır.
Mescidin sağında bulunan türbe de kare planlı olup üstünü mescidinki çapında bir kubbe örtmektedir. Kapının alınlığında altı köşeli tuğlalardan bir süsleme vardır. Kâzım Baykal türbenin içinde Ubeyd Bey'in 901 (1495-96) tarihli kabrinden başka birkaç mezar bulunduğunu bildirir. Onun tarafından türbenin çevresindeki hazîrede Turhan b. Azeb Bey'in mezar taşı görüldüğü gibi batı tarafında yıkılmış bir türbenin veya başka bir binanın kalıntıları da tesbit edilmiştir. Caminin yakınında çok yaşlı bir de çınar ağacı bulunmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA:
Kâzım Baykal, Bursa ue Anıtları, Bursa 1950 — 2. bs., İstanbul 1982, s. 43, 169 (kitabeler); Ayverdi, Osmanlı Mi'mârîsi III, s. 66-69; Türkiye'de Vakıf Abideler ue Eski Eserler, Ankara
1983, 111,24,252. m
liffij Semavi Eyîce
AZEBLER NAMAZGAHI
Gelibolu'da donanmayla sefere çıkan azcblerin
denize açılmadan önce
ibadet ve dua etmeleri için
inşa edilmiş namazgah.
Çanakkale Boğazı'na hâkim müstesna manzaralı bir tepe üzerinde bulunan namazgah, kitabesine göre 810 yılı Muharreminde (Haziran 1407) Hacı Beşe oğlu İskender adında bir hayır sahibi tarafından azebler için inşa ettirilmiştir. Hemen bütün bölümleriyle günümüze gelebilmiş nâdir namazgahlardan biri olan eser aynı zamanda mevkii, nisbetleri ve işçiliğinin güzelliği bakımından da türü içinde çok değerli bir Örnektir.
Dikdörtgen planlı bir sofaya sahip olan namazgahı güneyde beyaz mermerden yapılmış mihrap duvarı, diğer yönlerde ise kesme köfeki taşından alçak korkuluklar çevirmektedir. Kuzey kenarının ortasında, beyaz mermerden siimeli söve-lerin çevrelediği giriş yer alır. Girişin üs-
tündeki dilimli tacın dış yüzünde, üstte vl^'SPI^üa» «û! (Allah bütün kapılan açandır) ibaresi, alt satırda ı-sbyU*t=t;(JiU'İfi(JPi«i.Lı (Ey nice gizli Iutufları olan Allah! Bizi korktuklarımızdan emin eyle) duası, iç yüzünde ise mimar ya da ustanın adını veren "Amel-i Âşık b. Süleyman el-Lâdikî" yazısı vardır. Celî-sülüs istifle yazılmış olan bu yazıların dışında kalan satıh kabartma rûmî tezyinat ile bezenmiştir. İki yandan çokgen kesitli köşe sütunçeleri ile kuşatılmış yarım sekizgen planlı hücresi ve yedi sıra mukarnaslı kavsarası dikkati çeken mihrabın üstünde duvar sathına kazınmış ters yüz lâle dizisi ile tepesinde içi rûmîlerle süslü bir taç yer almaktadır. Mihrabımyanlarında bulunan dikdörtgen şeklindeki- birer pencere, sofada ibadet edenlerin denizi görmelerini sağlamaktadır. Sofanın güneybatı (sağ) köşesinde minber, güneydoğu (sol) köşesinde minber görünümlü vaaz kürsüsü yükselir. Kemeri ve yanları sade tutulmuş minberin köşk kısmı ise göz alıcı bir şekilde tezyin edilmiştir. Mihrap-takilerin eşi olan sütunçelerin taşıdığı sekizgen kasnaklı ufak bir kubbe minberin köşk kısmını örtmektedir. Kasnağın ön yüzünde kelime-i tevhid, köşkün arkasına isabet eden duvarda ise baninin adını ve inşa tarihini veren Arapça kitabe vardır. Soldaki vaaz kürsüsü ise köşksüz yapılmıştır. Ancak burada, sağdaki kitabenin tam simetriğinde, rûmî motiflerle süslü bir tacın altında. Âl-i İm-rân sûresinin 18 ile 19. âyetlerinin baş tarafının celî-sülüs istifle iki satır halinde yazılı olduğu diğer bir kitabe bulunmaktadır.
Son zamanlarda tamir edilen namazgahın bu onarımı sırasında minber kapısının üstüne Zilhicce 809 {Mayıs 1407) tarihli bir kitabe konulduğu görülmektedir. 1968 yılında namazgahı ziyaret ettiğinde resim ve planlarını vererek kitabelerini okuyan E. Hakkı Ayverdi'nin bildirdiğine göre bu kitabe, yıkılmış bulu-
nan Hoca Hamza Mescidi'ne aittir (Osman/; Mi'mârîsi!!, s. 168). O yıllarda Turizm Bürosu'nun önünde bulunan bu mermer kitabe onarım sırasında yanlışlıkla minber kapısının üstüne yerleştirilmiş olmalıdır.
BİBLİYOGRAFYA:
Ayverdi, Osmanlı Mi'mârîsi II, s. 167-168; Yıldız Demiriz, Osmanlı Mimarisinde Süsleme, İstanbul 1979, I, 560-563; Oktay Aslanapa. Osmanlı Deurİ Mimarisi, İstanbul 1986, s. 30-31.
Dostları ilə paylaş: |