Türkiye'de Ordu ve Siyaset / Doç. Dr. Nurşen Mazıcı [s.48-53]
Akdeniz Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı karşısında sürekli yenilmeye başladığı XVIII. yüzyılda yenilgi nedeni, askeri alanda geri kalmışlıkla açıklanmış, bu yenilgiyi önlemek için Batı’nın üstünlüklerinden ilk kez ordunun yararlanması yoluna gidilmiş, dolayısıyla ordu, Batılı tipe yakın ilk aydın ve yenilikçi kurum durumuna gelme olanağına kavuşmuştur. Toplumda aydın ve yenilikçi bir konuma gelmek orduya askeri alan dışında, siyasal ve yönetsel alanlarda da Batılılaşma yönünde bir yandan öncülük etme görevini yüklerken, öte yandan da sultanın ve sarayın ilk dayanağı ve danışma yeri olma yetki ve sorumluluğunu vermiştir.
Ne var ki, XIX. yüzyıla gelindiğinde ordunun toplumu Batılılaştırmada öncülük etme yetkileri, gerçek işlevi olan ülkeyi savunma sorumluluğunu aşmış, bu aşkın yetkiyle Batılılaşmada öncülük etme aracının yerini, siyasayı belirleme amacı almıştır. Nitekim bu yüzyılda imparatorluk, hâlâ Batı karşısında yenilmekte, ülke toprakları gittikçe küçülmekte, tüm bunlara karşın askerler yoğun bir biçimde siyasetle ilgilenmektedirler. Artık, ordunun önde gelenleri, Batı karşısında yenilginin nedenini, Osmanlı Devleti’nin siyasal geri kalmışlığıyla açıklamış ve “memleketi kurtarmak” amacıyla bu kez de, Batı’nın siyasal üstünlüğünü yakalamaya çalışmışlardır.
Bahri Savcı bu konuda şunları söylüyor: “… önceleri kendini padişahın hukuk hükümranisinin desteği ve savunucusu sayarken, sonraları Batı ile ilişki kuran ilk siyasal ve yönetsel seçkin kesim olarak ordu, özgürlüğü ve halife sultan iktidarının sınırlandırılması görüşünü savunmuştur”.1 Halife sultanın yetkilerini sınırlandırmada gerekli olan ve kısmen Batılı örneklerine benzeyen anayasa, 1876’da bürokratik darbe denebilecek bir girişimle yürürlüğe konmuş ve I. Meşrutiyet ilan edilmiştir.
Ancak 1876 darbesinin kısa süreli bir yarı parlamenter rejim sağlamasından olmalı ki, 1908’de yapılan ikinci darbe, askeri kesimden daha çok güç almaya yönelmiş, böylece asker sivil bürokratlardan daha çok, askerlerin ağırlığı bu darbede duyumsanmıştır. Yani 1876’da askerlerin yalnızca aydın, yenilikçi bir bürokrat kesim olarak darbeyi desteklemelerine karşın, 1908’de silah tekelini elinde bulunduran bir kurum olarak ordu, darbenin içinde yer almıştır. Sonunda anayasa yeniden yürürlüğe konmuş, parlamento açılmış, II. Meşrutiyet ilan edilmiş ve ilk kez çok partili siyasal yaşama geçilmiştir. Ne var ki, Sultan Abdülhamit’in “istibdadına” karşı “özgürlükler” vaadiyle darbeyi yapan İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Fırkası, sırtını orduya dayayıp ilk icraat olarak muhaliflerini sindirmeye başlamıştır. İşte, 1908 darbesi, ordunun ve onunla bağlaşanların gücünü ilk kez somut bir biçimde ortaya koymaktadır.
Askerlerin siyasetle bu denli ilgilenmesinin sakıncalı bulunması düşüncesiyle 8 Ekim 1912’de ordunun siyasetle uğraşmasını yasaklayan bir yasa çıkarılmış ama bu, askerlerin siyasetle ilgilenmelerini engelleyememiştir.
Bence, burada vurgulanarak belirtilmesi gereken şey, askerlerin siyasetle ilgilenmesinde temel kaygının, siyasal ararların oluşumunda askerlerin etkin bir rol oynayarak sivil sistemin askerileşmesi tehlikesi değil, ordunun bir kurum olarak yıpranıp ülke savunmasında zayıf düşmesi olduğudur. Ancak, sırtını orduya dayayan İttihat ve Terakki Fırkası’nın sadrazama dahi danışmadan ve parlamentonun onayından bile geçmeden I. Dünya Savaşı’na girme kararını alması; parti önde gelenlerinden Enver Paşa’nın merkezi yönetimin başına geçmesi, Cemal Paşa’nın Irak, Suriye, Lübnan ve Mısır bölgesinde yargısal gücü egemenliği altında tutması, yalnızca orduyu yıpratmamış, nüveleri yeni oluşan rejime askeri ögeler de katarak, bu rejimin sivillik özelliğini olumsuz yönde etkilemiştir.
Kurtuluş Savaşı içinde verilen askeri mücadeleyi ise, hem nitelik, hem örgütlenme, hem de ordunun kullanılış amacı ba-
kımından öncekilerden farkı bir bakış açısıyla değerlendirmek gerektiği kanısındayım:
1- Nitelik bakımdan farklıdır çünkü, ilk ikisi sultanın yetkilerini yalnızca kısıtlamaya yöneliktir; ancak tümüyle kaldırmayı hedeflememektedir. Saltanata ortaklık söz konusudur. Oysa egemenliğin kaynağı değiştirilmiş, Tanrı’dan gücünü alan kişisel egemenlikten, akıldan gücünü alan ulusal egemenliğe dayalı bir sisteme geçmek amaçlanmıştır.
2- Örgütlenme bakımından farklıdır çünkü, özellikle 1908 hareketi, gücünü ordudan aldığından, siyasal karar alma mekanizmalarını askerler işgal etmiş, böylelikle sivilin askere bağımlılığı sağlanmıştır. Oysa Kurtuluş Savaşı’nda başta M. Kemal Paşa olmak üzere, askerlerin rolü, “sivile bağımlılık” çerçevesinde kendini göstermiştir.
3- Kurtuluş Savaşı’nda verilen askeri mücadeleyi öbürlerinden ayıran bir başka özellik ise, ordunun ulusallaşmasıdır. Bu savaşla Türkler, ilk kez kendi öz yazgıları buyrultusunda ordusunu kullanmıştır. Bu doğrultuda örgütlenen iki ordu tipinden söz edilebilir.
a- Kemalist ordu; halka uygarlık kılavuzluğunda, doğru yol göstericiliğinde, seçkinci ve çağdaşlaştırıcı düşüncedeki düzenli ordu,
b- Sivillerin örgütledikleri gerilla tipi, milis gücüne dayanan çete ya da düzensiz ordu.2
Bu iki tip ordunun iktidar çatışmasında, birinci ikinciyi yenilgiye uğratmış, toplum ve devleti yeniden örgütlemiştir. Böylece I. TBMM’de milletvekillerinin 1/6’nı oluşturan asker kökenlilerin daha sonraki yasama dönemlerindeki temsilcilik oranı, bir hayli yüksek olmuştur: 1920-23’te %15, 1923-27’de 520, 1927-35’te %19, 1935-39’da %19, 1939-43’te %18, 1943-46’da %16’dır.3 Ayrıca II. yasama döneminde ordu ve kolordu komutanlarının hemen hemen tümü milletvekilidir. Bunun dışında Savunma, Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanlarının asker olması bir gelenek halini almış, Genelkurmay Başkanlığı da Mart 1924’e değin hükümette bir bakanlık gibi yer almıştır.4 Kurtuluş Savaşı sırasında bir aralık Meclis Başkanlığı-Başkomutanlık özdeşleşmesi ortaya çıkmış ve Başkomutan, meclis yetkilerine de sahip olmuştur.
1926 yılından sonra, parlamentodaki asker temsilci sayısında bir azalma olmamasına karşın, siyasal iktidarın ne kökeninde, ne örgütünde, ne de yürütülmesinde askeri renk ve içerik kalmıştır. Hatta askeri bürokrasi, bu genel sivil yönetimin içinde sivil siyasal otoritelere bağlı duruma getirilmiştir. Bir kişinin eş zamanlı olarak askerlik ve parlamenterlik görevini taşıması yasaklanmış, 1926 yılında Erkanı Harbiye-i Umumiye Vekaleti kaldırılmıştır. Genelkurmay Başkanlığı 1944’te Başbakanlığa, 1949’da da Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmıştır.
Görülüyor ki, 1919-1922 hareketi, Rustow’un iddia ettiği gibi askeri bir ihtilal değildir. Bilindiği üzere, ihtilal, mevcut yönetime karşı memnuniyetsiz halk yığınlarının ayaklanmasıdır. Bu ayaklanmaya eğer askerler öncülük eder, ihtilal başarıyla sonuçlandığında yönetim kadrolarını askerler ellerinde tutarlarsa ancak bu, bir askeri ihtilal olabilir. Oysa, ne Osmanlı insanı saraya karşı ayaklanmış, ne de böyle bir ayaklanmada askerler onlara öncülük etmişlerdir. Anadolu halkının ayaklanması, seferberlik çerçevesinde, büyük çapta düşmana karşıdır. Bu ölüm-kalım savaşında cephelerde Anadolu halkına öncülük eden doğal olarak askerlerdir ama, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurma yolundaki dayanaklarını da Anadolu ve Müdafaa-i Hukuk adındaki sivil cemiyetten almaktadırlar. Bu cemiyetin asker kökenli üyeleri ve yandaşları vardı kuşkusuz, ama bu askerler, sivil yönetime bağlıydılar.
Bu hareketin ister sivil, ister askeri olsun bir ihtilal olmadığına ilişkin ikinci önemli bulgu ise şudur: 1919-1922 Milli Mücadele hareketini, asker-sivil-aydın üçlüsü yönlendirmiş, halkın isteklerini de bu üçlü saptamıştır. Örneğin, İran ya da Fransız ihtilalinde olduğu gibi, mevcut yönetime karşı memnuniyetsizlik tepkileri halktan gelmemiş, tepeden inme, seçkinci politikayı bu üçlü belirlemiştir. Böylece, Rustow askerlerin öncülüğü tanımını ve ardından gelen devrimin dayanaklarını yanlış saptadığından 1919-1922 hareketine bir askeri ihtilal sıfatını yakıştırıyor. Bence, bu hareket, ne bir askeri ihtilal, ne de bir asker, sivil koalisyonudur. Antimonarşik, Batı’ya karşın Batıcı, laik, ulusal, halka karşın halkçı bir siyasal rejimi simgeler.
Ancak, unutulmaması gereken bir nokta da, M. Kemal’in kuramsal olarak çoğulcu demokratik sivil bir rejimi hedeflemesine, askerlerin siyasete karışmasını sakıncalı bulduğunu belirtmesine karşın, uygulama aşamasında ikinci ilkesine pek bağlı kalmadığıdır. Her ne denli, Aralık 1923’te çıkarılan yasalarla ordu kesin olarak siyasetten uzaklaştırılmak istenmişse de, M. Kemal’in en çok güvendiği kişilerden biri olan Fevzi Çakmak, Genelkurmay Başkanlığı’na getirilmiş, kendisine en bağlı subaylar çeşitli komutanlıklara atanmıştır. Hiç kuşkusuz, akılcı bir liderin askeri karar alma birimlerinin başına sivilleri ya da güvenmediği asker kökenli kimseleri ataması beklenemez. Ancak, bu atamalarda amaç, ülke savunmasında profesyonellik gözetmekten çok, sivil rejim bunalıma girdiği anlarda bu askerlerin M. Kemal’in yardımına koşmaları koşuludur.
Kısaca, 1919-1922 hareketinin içsel temel amacı, demokratik sivil bir rejim kurmaya yöneliktir. Ancak sivil rejimin güvencesinin ordu olması gerektiği geleneğinin başlatılması da, bu hareketin özelliklerinden biridir
denebilir. İşte bundan dolayıdır ki, 1924’te çok partili siyasal yaşama geçmek için kurulan cumhuriyet döneminin ilk muhalif partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Genel Başkanı Kazım Karabekir, Genel Sekreteri Ali Fuat Cebesoy ve öbür kurucuları ağırlıklı olarak asker kökenlidir. İkinci kez 1930’da çok partili yaşama geçmek için kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın başına da yine asker kökenli bir kişi olan Ali Fethi Okyar getirilmiştir.
Ne var ki, gerek asker kökenli kişilerin siyasal kadrolara getirilişi, gerekse 1946’ya değin TBMM’de asker kökenlilerin oranlarının %16’lara dek ulaşması, sivil sistemi militarize edecek bir belirti göstermemiştir. Bu kişilerin çoğu asker kökenli olmalarına karşın, liberal görüşlü kimselerdir. Nitekim TBMM’de asker kökenlilerin oranı gittikçe düşecek, hatta 11 Eylül 1980 günü bu oran %3.4’e inecek, buna karşın 1920’lerden 1980’lere doğru TBMM’de sivil olmalarına karşın, militarist görüşlü milletvekili ve senatörlerin oranında göreceli bir yükselme gözlenecektir.
27 Mayıs 1960 askeri darbesine gelince: darbeyi hazırlayan koşulların başında, asker-sivil aydın kesime zıt, seçkinci değil gelenekçi, asker değil sivil ağırlıklı, bürokrat değil serbest meslek sahibi, kentli değil taşralı kimselerin kurduğu DP gelir. 7 Ocak 1946’da kurulduklarında, Terakkipervercilerin tam tersine yasalara uymaya azami özen gösteren ve Serbest Fırka gibi muvazaa (danışıklı dövüş) partisi olmama konusunda kararlı olan DP’liler, Meşrutiyet, hatta Cumhuriyet sonrası değil, ta Kapukulu’ndan beri oluşan bir geleneği bozmuşlardır. Bu tarihten beri asker-sivil bürokratlar için yönetim mekanizmasının dışında kalması gereken “ayaklar”, artık “baş” olmuştur. DP’nin 10 yıllık iktidarı sürecinde, askeri bürokratlar sürekli ihtilal, sivil bürokratlar işlerini yavaşlatma ve sumen altı etme, aydınlar ise Kurtuluş Savaşı söylemiyle hükümeti yıpratmaya çalıştıkça, ekonomik politikada kısmen başarısız olan DP iktidarı da, antidemokratik yasalar çıkarma yoluna gitmiş, hızlı tasfiyelere başlamıştır.5
Hatta, daha muhalefet yıllarında İnönü’nün Milli Şef egemenliğine karşı ordu içinde kurulan gizli örgütten birkaç subayla ilişki kuran Bayar-Menderes grubu, dehşetle irkilmişler ve iktidara gelince kendilerine karşı da böyle bir girişim olasılığından sürekli kaygı duymuşlardır. Menderes’in orduyu sivilleştirme girişimleri, muvazzaf subaylara gereksinim olmadığını, Amerika’daki gibi orduyu yedek subaylarla yöneteceğini açıklaması, DP iktidarının ordu karşısında aldığı ilk tavır olarak belirlenir. İkinci tavrı ise partide asker kökenlilere çok az yer vermesidir. Nitekim, 1950-1960 arasında parlamentoda mesleksel dağılıma baktığımızda, en az asker kökenlilerin bulunduğunu görüyoruz. VII. Dönem TBMM’ye değin askerler en etkin biçimde temsil edilen gruptur ve 1950’de DP’nin siyasal iktidara gelmesiyle siyasal liderler arasında asker kökenlilerin oranı %3’e ilk kez düşmüştür. Ayrıca, CHP döneminde Milli Savunma Bakanlığı yapan 11 kişinin hepsi asker kökenliyken, DP iktidarında aynı bakanlığı yapan altı kişiden beşi sivildir.
Tüm bunlara karşın, ilk iktidara geldiğinde DP’nin askerlere karşı çok dikkatli bir tavır alarak onlardan gelecek bir direnme girişimini önlemek kaygıları içinde olduğu görülmektedir. Böylece bazı emekli subayları saflarına alarak askerlere güven vermeye de çalışmıştır. 1946 Cumhurbaşkanlığı seçiminde Fevzi Çakmak’ı aday göstermiş 1950’lerde DP’nin yönetici kadroları arasında da A. F. Cebesoy, Fahri Belen, Seyfi Kurtbek, Tahsin Yazıcı, Tekin Arıburun yer almıştır.
Ancak asker kökenlilerin gittikçe parlamentodaki sayılarının azalması -ki X. Dönem’de hükümet içinde asker kökenli kişi hiç yer almamıştır- ordu ile hükümetin karşı karşıya gelmesi için tek neden olmamıştır. Aydemir’e göre Menderes’in 20 Mayıs 1950’de okuduğu hükümet programında Atatürk’ün bir kez bile adının geçmemesi, 14 Mayıs 1950 seçim sonuçlarının gelmiş geçmiş tüm devrimlerin en büyüğü olduğunu ilan etmesi vb. dikkatsizlikler, genç subay kadroları arasında yankı uyandırmıştır. Dahası, Menderes’in 15 yıl müfettişliğini sürdürdüğü Halk Evleri için “faşist gençlik teşekkülleri” yakıştırmasını yapması6 ve 1950 yılında Genelkurmay Başkanı dahil 15 general ve 150 albayı emekliye sevk etmesi7 gibi gelişmeler, orduda DP iktidarına karşı bir hoşnutsuzluk yaratmıştır. Ayrıca 16 Ocak 1958’de bir ihbar sonucu, dokuz subayın tutuklanması, Cumhurbaşkanı Bayar’ın Erzurum’u ziyaretinde çeşitli yerlerde inceleme yapmasına karşın bir tek askeri birliğe dahi gitmemesi, ordunun siyasal iktidar tarafından savsaklanması biçiminde algılanmış ve Menderes’in 1950 öncesi TSK için “Battal Gazi Ordusu” yakıştırması8 da orduda olumsuz etkiler yaratmıştır, denebilir.
Ancak bu saydıklarımın tümü, orduda bir kıpırdanmaya yol açmışsa da, demagojik yönü ağır basan, ciddiyetten yoksun, duygusal değerlendirmeler olduğundan ordu-siyasal iktidar ilişkilerini gerginleştirmekle birlikte, bu ilişkileri koparacak noktaya getirecek düzeyde değildir. Özbudun’a göre, asıl siyasal iktidar-ordu ilişkilerini çıkmaza sokan, Menderes iktidarının ekonomik politikasıdır. Savcı’ya göre de, bu ilişkilerin sertleşmesinin nedeni, askeri yönetimin bir otonomiye kavuşma eğilimi göstermesidir. Çünkü, Başbakan, Milli Savunma Bakanı kanalıyla askeri yönetimin de denetçisi ve egemeni durumuna gelmiştir. DP, yüksek bir güç ifade eden orduya bazı küçük ödün ve doyum yolları sağlamış, maaş ve taz-
minatları arttırmış, terfi sürelerini kısaltmışsa da bu otonomi arayışı azaltılamamıştır. Şaylan ise, bunlara ek olarak, askerlerin toplumsal statüsünün azalmasını, siyasal iktidar-ordu ilişkilerini gerginleştiren nedenlerden birisi olarak gösteriyor.9
Oysa, DP-TSK ilişkilerinde, ordudaki maddi yoksunluk, azalan toplumsal statü ve yok olduğu savında bulunulan otonomi, gerek birer birer, gerekse toplu olarak bence, askeri darbeyi gerektirecek nedenler değildir. Çünkü, toplumun öbür kesimlerine bakıldığında (örneğin sivil bürokratlar) askerlerin gelirleri nispeten daha fazladır. Ordunun statüsünde bir düşme kaydetmek için hem 10 yıllık bir süre yetersizdir, hem de böyle bir düşmenin olabilmesi için sivil yönetimin ordu kurumunda köktenci ve kapsamlı bir yeniden yapılanmaya girmesi gerekmektedir. Yok olduğu savında bulunulan ordu otonomisine gelince: DP iktidarına değin Türkiye’de siyasayı belirleme işinde askerlerin sürekli ön planda bulunması, sanki ordunun her zaman ve zeminde öncü rol oynaması gerekir gibi, özellikle sivillerde yanlış bir saplantı oluşmuştur. Oysa demokratik rejimlerde, ordunun otonomiye kavuşması gibi bir ilke yoktur. Tam tersine sivil yönetimin güçlü olmasının bir nedeni, bu rejimlerin orduyu kendine bağımlı kılmasıyla, yani silahlı adamın silahsız adamın emrine girmesiyle, açıklık kazanmaktadır. Batılı örnekleriyle karşılaştırıldığında, DP’nin ordu politikası için stratejik olarak sağlıklı, ancak taktik olarak hatalı denebilir.
Sivil yönetime bağlılık konusunda DP iktidarı öylesine sağlıklı ve DP yöneticileri öylesine sivil zihniyetlidirler ki, bu partinin iktidarı döneminde Milli İstihbarat Teşkilatı’na sivillerin, örneğin bilimadamlarının atanması, bu kurumun sivil yöneticilerinden birisi tarafından yaklaşık 30 yıl sonra yadırganacak, askerler varken sivillerin atanmasından dolayı Menderes ve DP iktidarı eleştirilecektir.10 Ancak, DP’nin ordu politikası taktik olarak hatalı demiştim ki, Gürsel benim hata olarak nitelendirmeme “DP’nin pervasızlığı” diyor, o da şundan kaynaklanıyor: Sivil zihniyetli olmak, demokrat olmak değildir. Demokratlık, sivilliğin türevlerinden birisi ve en zor başarılanıdır. Demokratik bir iktidar, hükümet etme sürecinde bir takım yetki ve sorumluluklarla donatılmıştır. Oysa DP, bu donanımın yalnızca yetkilerini kullanmış, sorumluluklarını büyük çapta savsaklamıştır. Sorumlulukları savsaklamak DP’nin yalnız ordu politikasında değil, öbür sivil kurum ve organlarla (örneğin, anayasaya bağlılık, muhalefete hoşgörü, parlamentoda oydaşma, basına saygı vb.) ilişkilerinde de kendini göstermektedir.
Ancak unutulmamalıdır ki, 27 Mayıs’a giden yolu yalnızca DP’nin ordu dahil öbür kurumlarla ilişkisine bağlamak yetersiz, bir bakıma yanlıştır. Çünkü, bu dönemde antidemokratik tavır, DP dışındaki sivil kurum ve kuruluşlarda da görülmektedir. Tek parti döneminin 27 yıl iktidarda kalan CHP’si muhalefet partisi olmaya alışamamıştır, TSK yeterince profesyonelleşememiştir, basın 4. erk olmanın bilincinde değildir, üniversiteler siyasallaşmıştır.
Nitekim, Celal Bayar’ın “Bence, 27 Mayıs, bir fiili durumdur. Osmanlı’dan kalma geleneksel yönetimimizdeki ordu-medrese işbirliğinin, kanun yapma ve yürütme gücüne karşı direnişi, müdahalesidir”11 saptaması ile Milli Birlik Komitesi’nden Orhan Erkanlı’nın 27 Mayıs’ın gerekçesi olarak I. Dünya Savaşı’ndan beri TSK’nin savaşa girmemesi sonucu, yapacak işlerinin olmadığını ve sıkıldıklarını belirtmesi, Türk ordusunun profesyonelleşme düzeyi hakkında derin kaygılar uyandırmaktadır. Cumhuriyet, Tercüman ve Hürriyet gazetelerinin “Kahraman Türk Ordusu… idareyi ele aldı”, “Büyük Türk Ordusu’na ithaf desteğimiz”, “… doğruya özlemlerimizi fiili halde gerçekleştirme şerefi kendine düşen ordu…”, “Türk Ordusu vazife başında” haberleriyle 27 Mayıs’ı kucaklamaları, Abdi İpekçi, Çetin Altan, Refi Cefat Ulunay’ın sevinçten ağlayarak darbeyi öven yazıları, Talat Aydemir öncülüğündeki 22 Şubat 1963 askeri darbe girişimi sonrası 14’lerin Senato’ya gönderdiği “Kemalistler Ordusu Bildirisi”, hatta 12 Mart’ta bile Mihri Belli’nin TİP içindeki Milli Demokratik Devrim akımını Kemalist Devrim’le eşdeğer görmesi, Doğan Avcıoğlu’nun “cici demokrasinin sonu geldi” yakıştırması, Hikmet Kıvılcımlı’nın “ordu kılıcını attı”, yorumu, 27 Mayıs sabahı sivil kökenli CHP milletvekili Ferda Güley’in askeri üniforma giyerek “ihtilal karargahına” “yardım” için gitmesi, Gürel’in seçimleri yapıp üç ay içinde iktidarı sivillere bırakma önerisi karşında Prof. Dr. Hüseyin Nail Kubalı’nın “gerçek güç sizdedir… hukuksal mevzuatta değişiklik yapmak ve hükümeti kurmak için meşru yetkileriniz vardır” ve Enver Z. Karal’ın “Türk Silahlı Kuvvetlerini millet göreve çağırmıştır”, Ord. Prof. S. Sami Onar’ın da benzeri görüşleri paylaşması, asker-sivil aydın üçlüsünün toplumu çağdaşlaştırmada hâlâ ittifak halinde olduklarını göstermektedir.
Medrese-ordu-aydın üçlüsü, üniversite-ordu-basın üçlüsüne dönüşmüş, nitekim bu üçlü kendilerini 27 Mayıs sürecinde “zinde kuvvetler” olarak adlandırmışlardır.
Çok partili siyasal sisteme ikinci kez geçmek için kurulan, ancak seçkinci kadro partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası’na bir bakıma ters düşmesi sonucu asker-sivil aydın ittifakıyla 1924’te Şeyh Sait İsyanı temel gerekçe olarak gösterilip Takrir-i Sükun Kanunu’yla Terakkiperver Fırka kapatılırken, isyanı gerici, cumhuriyet
karşıtı olarak niteleyen ve “Yobazların sarıkları yobaz zümresine kefen olmalı”, “şeyhleriyle, halifeleriyle, ağalarıyla, sultanlarıyla birlikte kahrolsun derebeylik, irtica” yazılarıyla yeni rejime destek veren Orak-Çekiç dergisinin yayınına son verilmiş ve benzeri tepkiyi gösteren Aydınlık dergisi de, 12 Mart 1925’te Heyet-i Vekile kararıyla kapatılmış, önde gelenleri de İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmışlardır.12
1930’da üçüncü kez denenen çok partili yaşama geçme girişimi, bu üçlü ittifakın dışında örgütlenme gösterince, 26 Eylül 1930’da Abdülkadir Kemali Bey’in Adana’da kurduğu ve tüzük ve programını hükümete onaylattığı parti basının da karşı çıkması sonucu “sağcı ve gerici” olduğu savıyla 21 Aralık 1930’da Bakanlar Kurulu kararıyla kapatılmıştır. 29 Eylül 1930’da Edirne’de, devrimleri ve Gazi’nin yol göstericiliğini benimseyen Türk Cumhuriyet Amele ve Çiftçi Partisi’ne de, komünist olduğu gerekçesiyle çalışmalarına hükümet izin vermemiştir. Hükümet ve onu destekleyen basın tarafından hem komünist, hem mürteci, hem de Rum hayranı olduğu iddia edilen Serbest Cumhuriyet Fırkası da 17 Kasım 1930’da kendi kendini feshetmiştir. Arif Oruç’un Yarın gazetesi bakanları yiyicilikle suçlayan bir yayınının ertesi günü, Zekeriye Sertel’in Son Posta’sı, üçlü ittifakı eleştirdiğinden kapatılmışlardır. Benim üçlü ittifak adlandırmama Fethi (Okyar) Bey, oligarşi13 yakıştırmasıyla parti devleti politikası adı altında oluşan Kemalizm (Kemalizm söyleminden Atatürk hiç hoşlanmamış ve bunu hiç kullanmamıştır NM.) ile tüm derneklerin etkinliğine son verilmiş, 25 Temmuz 1931 Matbuat Kanunu’yla basın,14 1933 reformuyla da üniversite15 zapturapt altına alınmıştır.
Çok partili siyasal yaşama geçişin dördüncü denemesinin sonu ise üçlü ittifakın Kemalist çizgiden ayrılanları daha kapsamlı bir biçimde sistem dışına itmek biçiminde kendini göstermiştir. Darbenin hemen ardından DP’yi ve tüm partilerin ülke genelinde örgütlenmiş 14.000 bucak, 140.000 ocak örgütünü kapatmış, kısa bir süre sonra 147’ler olayıyla tekrar üniversite, 14’ler olayıyla cuntacıların bir kısmı tasfiye edilmiş ve İnönü’ye rağmen DP önde gelenlerinin idam edilmesi ve Çankaya Protokolü bunları izlemiştir.
Her dört çok partili siyasal rejim deneyimlerine kuramsal olarak geçiş sağlanmasına karşın, bunların işleyişleri ve edimsel ortamları asker-sivil aydın üçlüsüyle özellikle 1930’larda Kemalizm dar kalıbına sığdırılmaya çalışıldığından, bu anlayışın dışına çıktıklarında varlıklarına son verilmiştir. Bir rejime çoğulcu demokratik nitelik kazandıran dernekler, siyasal partiler, sivil toplum kuruluşları, özgür basın, yasalarla varlık kazanıp yasalarla yok edildikleri için etkinlikleri ve örgütlenmeleri durdurulduğunda sivil siyasal kurumsallaşma sağlanamamıştır. Bu kuruluşların yerini geleneksel ama hukuksal olamayan bencil oportünist gruplar almış, böylece azgelişmiş ülke sorunlarının yoğunluğu sonucu sürekli hareketlenen kitleler, siyasal katılmanın olağan yolları tıkandıkça, ya olağan dışı siyasal katılma göstermişler, ya da radikal akımların yasa dışı örgütlenmelerine katılmışlardır. Dolayısıyla demokratik dengenin sağlanması için gerekli olan uzlaşmanın yerini gerginlik almıştır.
Siyasal partiler, hükümet etme yerine iktidar tekelini eline geçirme, muhalefet etme yerine menfi olma, çarpık alışkanlıklarını kazanmışlardır. Bürokrasi karşısında zayıf düşmüşler, devletle olan ilişkilerinde korkak ve beceriksiz, birbirlerine karşı saldırgan ve acımasız, iktidar savaşımında sabırsız ve ivedici olmuşlardır. Siyasal önderler ya karizmatik ya da demagojik karakter gösterme durumuna zorlanmış, parti programlarıyla hükümet icraati, ilkelerden çıkarcılığa dönüşmüş, bu tutarsızlıklar karşısında seçmen de, hangi partinin kendisine hizmet sunduğu, hangisinin çıkarlarına ters düştüğünü kavrayamayarak siyasal partilere güvensizlik duymuştur. Dolayısıyla, akılcı, toplumcu, sürekli, tutarlı, çok sesli siyasal kurumsallaşmanın olması gereken yerini, duygusal, bencil, tutarsız ve süreksiz istem-sunu etkileşimiyle, partizan uğultu almıştır.
Kısaca, Duverger’in bir rejimin demokratik çoğulcu olabilmesi için, onun muhalefete yalnızca yasal değil, fiilli ortam da sağlaması gerektiği saptamasıyla, 1919-22 hareketinin çoğulcu demokratik bir rejime ve hukuk devletine ulaşmayı hedeflemesine karşın, sonsal olarak çok partili anti demokratik bir rejime ve yasa devletine16 ulaştığı söylenebilir. 27 Mayıs’ın liberal içerikli bir anayasa getirmesi, yasamayı yürütmenin tiranlığını önleyecek biçimde düzenlemesi, güçler ayrılığı ilkesiyle yargı erkini bağımsızlaştırması, siyasal partiler yasasını nispi temsil sistemine dönüştürerek TBMM’de tüm katmanların görüşlerini sağlaması, anayasa mahkemesi kurması vb. toplumu çağdaşlaştırıcı yapılanmalar olsa da, aynı anayasa, darbeyi meşrulaştıran bir anayasa, dolayısıyla darbeyi koruyan anayasa ve mahkemesini kurduğu, ordunun devlet aygıtı içinde yerini genişlettiği böylece, askerlerin hükümetten çekilseler de iktidarda kalmalarını kolaylaştıran yolu açtığı, Cumhuriyet döneminde darbe geleneği başlattığı vb. onun anti-demokratik özelliklerini gizleyemez. Bu bağlamda 27 Mayıs’ın, asker-sivil-aydın üçlüsünün toplumu çağdaşlaştırmada öncülük rolünün dördüncü ve son aşaması olduğu saptaması, olayın biraz karikatürize edildiği izlenimi vermemelidir.
1 Mazıcı, Türkiye’de Askeri Darbelerin…s. 81-82.
2 A.k., s. 85.
3 A.k., s. 86.
4 Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kuruluşu (1923-1931), Yurt Yayınları: 1, Olgaç Mat., Ank. 1981, s. 113.
5 Mazıcı, “27 Mayıs Kemalizmin Restorasyonu mu?”, Kemalizm, Cilt 2, İletişim yayınları, İst. 2001, 556-558.
6 Ş. Süreyya Aydemir, İhtilalin Mantığı ve 27 Mayıs İhtilali, İst. 1973, s. 192-196.
7 Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, Sevinç Mat. Ank 1970, s. 69.
8 Aydemir, a.g.y., s. 287.
9 Mazıcı, a.g.y., s. 132-133.
10 Sabah, 11 Haziran 1983 Hiram Abas’ın açıklamasına bkz.
11 Mazıcı, a.g.y., s. 135.
12 Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar 1908-1925, Sevinç Mat., Ank. 1970, s. 185-189.
13 Nurşen Mazıcı, Celal Bayar: Başbakanlık Dönemi 1937-1939, Der Yayınevi, İst. 1996, s. 13.
14 Doç. Dr. Nurşen Mazıcı, “1930’a Kadar Basın ve 1931 Matbuat Kanunu”, Atatürk Yolu TİTE Dergisi, Kasım 1996, yıl: 9, Sayı: 18, A. Ü. Basımevi, Ank. 1998.
15 Nurşen Mazıcı, “Öncesi ve Sonrasıyla 1933 Üniversite Reformu”, Birikim, 1995 Yaz.
16 Nurşen Mazıcı, “Hukuk Devleti mi Yasa Devleti mi”, Cumhuriyet 17 Haziran 1989.
Dostları ilə paylaş: |