Tuğrul Bey Zamanında Selçuklu-Abbâsî İlişkileri / Yrd. Doç. Dr. Süleyman Genç [s.639-658]
Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye
Giriş
Tarihin kaydettiği en eski milletlerden biri olan Türk milletinin tarihi bazı özellikleriyle temayüz etmiştir. Nitekim tarihçilerin kabullerine göre; Türk tarihi ve Türk kültürünü belirli bir coğrafya ile sınırlandırmak oldukça zordur. Oysa biz biliyoruz ki; Türklerin ana yurdu veya ata yurdu Orta Asya olduğu halde tarihin çeşitli dönemlerinde Türk milleti çok değişik sebep ve maksatlarla bu coğrafyanın dışına çıkmış ve Orta Asya’dan Balkanlar’a ve Orta Avrupa’ya, Anadolu ve Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya, Sibirya’dan Hindistan’a kadar çok geniş sahalarda hükümran olmuş ve değişik isimlerle anılan devletler kurmuştur. Kurduğu bu devletler sayesinde bu bölgelerde yaşayan toplumların tarihine ve kültürüne derin izler bıraktığı gibi Türk tarihi ve kültürü dünyanın değişik coğrafyalarına yayılabilme imkanı bulmuştur.
Elbette Türk tarihinin bu denli yaygınlık kazanmasında, nüfus kesafeti, kuraklık-kıtlık, otlak darlığı, din ve inançların tesiri ve benzeri sebeplerle gerçekleşen Türk muhaceretinin büyük payının olduğu söylenebilir. Fakat bunun yanında, Türk cihan hakimiyeti ideali, Türk milletinin bağımsızlığına düşkün olması, sahip olduğu hükümdarlık anlayışı, devlet kurmadaki kabiliyeti, tecrübesi ve başarısı gibi, Türk milletinin tarihî, kültürel, sosyolojik ve psikolojik özelliklerinin bu yaygınlığa katkıda bulunduğunu düşünebiliriz.
Ancak, her ne sebeple olursa olsun, Türk tahine baktığımızda, umumiyetle Türk milletinin ve devletlerinin hareketinin ve yönünün Orta Asya’dan Batıya doğru olduğu ve dolayısıyla askeri ve siyasi faaliyetlerinin de bu istikamette geliştiği dikkat çekmektedir. Mesela, kanaatimizce Selçuklu Devri ve Selçuklu Devleti’nin faaliyetleri ve durumu bu tespite uygun bir örnek oluşturmaktadır. Zira Selçuklular, Maveraünnehir ve Horosan’da ortaya çıkmış fetihlerle batıya doğru ilerleyerek İran, Irak, Suriye, Anadolu coğrafyasına egemen olmuşlar ve hem gerçekleştirdikleri siyasi, askeri, idari, sosyal ve kültürel faaliyet ve uygulamalarıyla Türk, İslam ve dünya tarihlerine yön verip, derin izler bırakmışlar, hem de oynadıkları rollerle İslam sonrası Türk tarihinin önemli bir kavşağını ve kesitini meydana getirmişlerdir.
Öte yandan, günümüz devletlerinde görüldüğü üzere, tarihte kurulmuş devletlerin, hanedanların da kendi yönetimlerini, varlıklarını, menfaatlerini, hakimiyetlerini ve hatta inançlarını korumak, ideallerini ve hedeflerini gerçekleştirmek, hakimiyet alanlarını genişletmek için temel stratejileri ve siyasetleri olagelmiştir. Devletler açısından bu strateji ve siyasetler, içe dönük olabileceği gibi dışa dönük, yani içinde bulunduğu coğrafyada bulunan komşu devlet ya da siyasi, askeri ve hatta dinî teşekküllerle kuracağı veya kurduğu münasebetler belli temeller ve amaçlar üzerine bina edilebilir.
Bu genel tespitten hareketle, Selçuklu Devleti’nin ortaya koyduğu siyasi ve askeri faaliyetlerini dış siyasetini ve komşu devletlerle münasebetlerini incelediğimizde; aşağıda belirteceğimiz üzere, kendilerinin içinde bulunduğu veya hakimiyet kurmayı düşündükleri coğrafyanın reel gerçeklerine ve kendi plân ve gayelerine paralel ve uygun hareket ettikleri sonucuna varabiliriz. Nitekim Selçuklular, hakim oldukları ve olacakları bölgelerdeki mevcut Abbasi, Fatımi, Büveyhi ve Bizans gibi zamanın belli başlı devlet ve güçlerini ve onların özelliklerini, birbirleriyle ilişkilerini dikkate aldıklarını ve doğrudan bu unsurlara yönelik -Selçuklu Batı Siyaseti1 olarak adlandırılan- bir siyaset takip ettiklerini söyleyebiliriz. Biz de bu araştırmamızda; kaynaklardaki bilgilerin ışığında; Tuğrul Bey zamanında (H. 429-455/M. 1037-1063) Selçuklu Devleti’nin batı siyasetinin, bize göre, en önemli unsurunu oluşturan Abbasi-Selçuklu münasebetlerini incelemeye çalışacağız. Tabii bunu yaparken, Selçuklu-Abbasi münasebetleri ve yakınlaşmasının tarihi, siyasi, dinî, askeri zeminine işaret ederek, münasebetlerin seyrine ve Selçukluların Abbasi-Sünni İslam yanlısı, Fatımi-Büveyhi karşıtı siyasetinin gelişimine dâir örnekler vermeye gayret edeceğiz.
Ancak, Abbasi hilafeti ile Selçuklular arasında münasebetlerinin tam olarak anlatılabilmesi için, kanaatimizce, başlangıçtan itibaren Halife el-Kaim ile Selçuklu sultanı Tuğrul Bey arasında cereyan eden münasebetlerinin seyrinin ortaya çıkarılması gerekmektedir.
Buradan hareketle öyle sanıyoruz ki; bu hususlar, el-Kaim ile Tuğrul Bey arasında vuku bulan diplomatik yazışmalar ve elçilik teatilerinin titizlikle takibiyle mümkün olabileceğini düşünüyoruz. Fakat ne var ki, el-Kaim ile Tuğrul Bey arasında gidip gelen mektupların muhtevasını tam olarak ortaya koyacak metinlerin hepsi maalesef kaynaklarımızda yer almamaktadır. Tarihi kaynaklar bu mektuplardan ya kısa parçalar nakletmekte ya da sadece bize bu mektupların yazıldığından bahsetmektedirler. Bu durumda, hareket alanımız iyice daralmaktadır. Ama her şeye rağmen biz yine mevcut bilgilerin ışığı altında cereyan eden olaylar arasında bağlar kurmaya çalışarak konuyu aydınlatmaya çalışacağız.
Bu konuya geçmeden önce, Selçuklu Devleti’nin tarih sahnesine çıktığı dönemde, yani H.V/M. XI. asrın ilk yarısında Abbasi hilafetinin ve İslam dünyasının içinde bulunduğu siyasi, dinî, askerî, sosyal ve ekonomik duruma ve şartlara bakmamız yararlı olacaktır. Zira Selçuklu-Abbasi münasebetlerinin hangi ortam ve şartlarda oluşup geliştiğini ve bunların ilişkilere nasıl yansıdığını görebilelim.
Selçuklu-Abbasi Münasebetlerinin Zemini ve Mahiyeti
Bu açıdan söz konusu devre bakıldığında İslam dünyasının durumu hiç de iç açıcı değildir. Zira İslam dünyası, birlik ve istikrardan yoksun olup, siyasî, dinî ve mezhebî bakımdan bölünmüş ve parçalanmış haldedir.2 Buna paralel olarak İslam coğrafyasının her köşesinde dinî, siyasî ve askerî açıdan sürekli hakimiyet ve iktidar mücadeleleri cereyan etmekte ve iç çekişmeler yaşanmaktadır.
Nitekim İslam dünyası, dinî-siyasî otorite bakımından temelde iki ana eksene ayrılmış vaziyettedir. Bunlardan biri, toplam Müslüman nüfusun çoğunluğunu oluşturan ve sünnî İslam anlayışını benimseyen kesimlerce tüm Müslümanların meşru dinî ve siyasî otoritesi ve mümessili olarak kabul edilen, Doğu İslam dünyasında egemen olduğu varsayılan Bağdat-Abbasi hilafetidir. Hiç olmazsa en azından o dönemde Bağdat’ın doğusunda kalan İslam coğrafyasında dinî ve siyasî otoritenin sahibi olması umulan Abbasi hilafeti, gerçekte h. 334/m.945’ten beri bu bölgede fiilen siyasi, askeri ve ekonomik gücü ellerinde tutan Büveyhi emirlerinin tasallutu ve tahakkümü altındadır.3 Bu nedenle Abbasi halifeleri siyasi, askeri ve ekonomik gücünü ve yetkilerini kaybetmiş haldedir. Fakat yine de halifeler -özellikle el-Kadir Billah H. 381/M. 991’den itibaren- içinde bulundukları durumdan kurtulmak, yani, Büveyhi emirleri karşısında kaybettikleri güç ve yetkilerini yeniden kazanmak için çalışmaktadırlar.4 Çünkü, Şii-Büveyhi emirleri, inançları gereği Abbasi hilafetinin meşruiyetine inanmıyor ve onları gasıb olarak kabul etmektedir.5 Ama buna rağmen, Büveyhi emirleri yine de siyasî menfaatlerini ve iktidarlarını koruyabilmek için sembolik de olsa Abbasi hilafetinin mevcudiyetine müsaade etmişlerdi.6 Ayrıca yine Abbasiler, Şii İslam inancına mensup Müslümanların meşru tanıdığı rakip Fatımî hilafetinin ya da devletinin tehdidine ve husumetine maruz durumdadır.
Doğuda hal böyleyken, Batı İslam dünyasının dinî, siyasî, askerî hakimiyeti Fatımî hanedanının elindedir. Oysa Fatımiler, imametin/hilafetin Hz. Ali ve onun sülalesine ait olduğu inancıyla ve kendilerinin Hz. Ali-Hz. Fatıma soyundan geldikleri iddiasıyla7 Abbasi hilafetini gayr-i meşru ve gasıb kabul ve ilan ederek onları yıkıp, tüm Müslümanları yegane meşru dinî ve siyasî lideri olma talebiyle önce h.296/m.909’da Kayravan’da ortaya çıkmışlar ve devletlerini kurmuşlar ve h.358/m.968’de Kahire’yi ele geçirerek başkent yapmışlar, Mısır, Suriye, Hicaz ve Kuzey Afrika bölgelerine hakim olmuşlardır.8 Böylelikle Fatımiler, Abbasiler aleyhine önemli başarılar elde etmişler ve inançlarının gereği her yolda mücadele ederek onları yıkmak için çalışmaktadırlar.9
Bu iki dinî-siyasî eksene bölünmenin yanı sıra, İslam dünyası siyasi bakımdan da son derece parçalı bir vaziyettedir. Bu bağlamda doğu İslam dünyasında Karahanlılar, Gazneliler, Samaniler, Büveyhiler, Ziyariler, Sincuriler, Bavendiler, Kakuiler, Mervaniler, Ukayliler, Mezyediler, Hamdaniler ve Karmatiler gibi devlet ve hanedanlar vardı. Bunlardan Karahanlılar ile Gazneliler Türk ve Sünni İslam anlayışını benimsemiş ve Abbasilere tabii olmuşlardı. Buna karşılık Büveyhiler, Samanoğulları (hükümdarlarından bazısı), Mezyediler, Hamdaniler ise Abbasi coğrafyasında hüküm sürmelerine rağmen Şii İslam anlayışına mensup ve etnik bakımdan da İran’lı veya Arap idiler.
Bu siyasî bölünmeye ilaveten İslam dünyasında; bir tarafta Maturidi-Eş’ari, Hanefi, Maliki, Hanbeli, Şafii gibi Ehl-i Sünnet itikadi ve fıkhi mezhepleri; diğer tarafta ise Şia ve Gulat-ı Şia adları altında İsmaili, Batını, Dürzi, Nusayri vb; bunların dışında Mutezile, Kaderiye, Cebriye, Mürcie, Mücessime, Kerramiye vb. pek çok mezhep ve taraftarı bulunuyordu.10 Bu mezheplerin mensupları arasında, zaman zaman biri diğerini tekfir edecek kadar, ve hatta birbirleri arasında fiili çatışmaya varan mücadeleler yaşanıyordu.11
İslam dünyasında manzara bu haldeyken Hıristiyan gücün en önemli temsilcisi durumundaki Bizans devleti de Anadolu, Balkanlar ve İtalya’yı elinde tutuyor ve Müslümanlarla komşudur ve sürekli mücadele halindedir.
İşte kısaca çerçevesine işaret ettiğimiz konum ve şartlarda İslam dünyasına giren Selçuklu Türkleri, Selçuklu ailesinin riyasetinde Cend bölgesine geldiklerinde Sünni İslam anlayışı üzere Müslüman olmuşlardır;12 çeşitli sebep ve maksatlarla buradan, önce Maveraünnehir’e, sonra Horasan’a yerleşerek, siyasî ve askerî bir güç haline gelmişler; Gazneli Sultan Mesud karşısında 431/1039-40’da Dandanakan Savaşı’nı kazanarak resmen Selçuklu Devleti’ni kurmuşlar ve Sünni İslam anlayışının mümessili olan Abbasi hilafetine bağlılıklarını bildirmişlerdir. Anladığımız kadarıyla Selçuklular tarihleri boyunca da daima Abbasi hilafetine bağlı kalmışlar ve Abbasi-Sünni yanlısı siyasî-dinî bir çizgi takip etmişlerdir.13 Dolayısıyla Selçuklu devletinin siyasî, askerî ve kültürel tarihleri de genellikle bu çerçevede gelişmiş ve oluşmuştur denebilir.
Elbette ki Selçukluların bu siyasetlerinde bizzat kendilerinin Sünni inanca mensubiyetlerinin payı büyük olsa gerektir. Ancak söz konusu siyaseti sadece bu olguya dayandırmak herhalde yetersiz bir açıklama olur. Kuşkusuz bunun yanında Selçuklu Devleti’nin siyasi, askeri menfaatleri ile ileriye yönelik gayelerinin ve içinde bulundukları coğrafyanın mevcut konjonktür ve şartlarının da etkili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Dolaysıyla bu durumun Selçukluların faaliyetlerini, hedeflerini, tutum ve davranışlarını belirlemede temel etkenlerden birisi olarak kabul edebiliriz. Bir başka ifadeyle, Selçuklu Devleti’nin ortaya çıktığı devirde İslam dünyasının ve Abbasi hilafetinin içinde bulunduğu konum ve şartlar Selçuklu siyasetinin oluşumunda, gelişiminde oldukça önemli rol oynamıştır denebilir.14 Yani Selçuklu Devleti, reel politik bir anlayışla hareket etmiştir.
Çünkü, işaret ettiğimiz konum ve şartlarda; hem kendilerinin Sünni olmalarından dolayı, hem de Horasan ve Maveraünnehir’e yerleştikten sonra, en azından Abbasi hilafetinin dini otoritesinin geçerli olduğu bölgelerde kurulacak Selçuklu siyasi ve askeri hakimiyetine zemin hazırlamak gibi ileriye dönük hedef ve menfaatleri icabı, Selçuklular bakımından Selçuklu-Abbasi yakınlaşması gerekliydi ve büyük önem taşıyordu. Ancak Selçuklular açısından bu gaye ve düşüncelerin tahakkuku, Abbasi hilafetine sadakatini bildirip onlarla müsbet münasebetler kurarak dostluk ve işbirliğine girmekle mümkün olabilirdi. Dolayısıyla kanaatimizce bütün bunların arka planında, esas itibarıyla İslam coğrafyasında kurulacak ya da kurulmuş bulunan Selçuklu siyasi, askeri hakimiyetine ve yönetimine meşruiyet kazandırmak gibi pratik ve pragmatik bir düşünce ve niyetin bulunduğunu söylemek mevcut konjonktüre uygun düşmektedir.15
Selçuklular açısından hal böyleyken, sağlanacak Abbasi-Selçuklu yakınlaşması, belirttiğimiz üzere, bir yandan Büveyhî baskısı, diğer yandan da Fatımi tehdidi altında gücünü ve yetkilerini kaybetmiş Abbasi hilafeti için de son derece hayati bir değer taşıyordu. Çünkü bu sıralarda zayıflayan Sünni Gaznelilerin yerine -kaldı ki Selçuklular, gerek hakimiyet alanları ve coğrafi konumları, gerek devlet teşkilat ve müesseseleri ve gerekse siyasetleri ve dinî inançları itibarıyla ve Sünnî- Abbasi yanlısı siyaset takip etmeleri bakımından Gaznelilerin mirasçısı olmuşlardır16-yeni zinde Sünni güç olarak, doğuda ortaya çıkan ve üstelik sadakatini bildiren Selçuklu gücünün varlığı ve onların desteğini almak, Abbasiler lehine güç dengelerini ve şartlarını değiştirme imkan ve fırsatını veriyordu. Bu yeni durumda Abbasi halifeleri, Selçuklu gücünü yanına alarak mevcut durumdan kurtulmak ve gerçekleştirmek istedikleri hedefleri bakımından önemli avantajlar elde edecekti.17 Her halükârda iki tarafın karşılıklı menfaat ve gayelerinin bulunması, bu yakınlaşma ve müsbet ilişkilerin tesisinde, epeyce etkili olmakla birlikte, yine de ortak Sünni anlayış ve inanca mensubiyetin büyük payının olduğu inkar edilemeyecek bir husustur.
Nitekim işaret ettiğimiz çerçevede kaynaklardaki bilgileri değerlendirdiğimizde Abbasi-Selçuklu münasebetlerinin gelişim çizgisi ve tarihi akışı bizim kanaatimizi doğrular mahiyette gözükmektedir. Şimdi kaynaklardaki, Selçuklu-Abbasi yakınlaşması ve müsbet ilişkilerine dair ve dolayısıyla Selçukluların Abbasi Sünni yanlısı, buna mukabil Fatımi karşıtı faaliyetlerini ve siyasetini yansıtan hadiselerden bazı örnekler üzerinde duralım.
Dandanakan Öncesi Münasebetler
Genellikle Selçuklu tarihçileri, Abbâsî halifesi el-Kâim ile Tuğrul Bey arasındaki ilk münasebetin, 429/1037-1038’de Nişâbur’un Selçuklular tarafından alınması ve Tuğrul Bey adına hutbe okutulmasıyla başladığına dair bir rivayet,18 Ancak bizim tespitimize göre, Selçuklularla Abbâsî hilafeti arasındaki münasebetin halife el-Kâdir (ö.422/1030)’in zamanında başladığına dair bir rivayet İbnu’l-İmrani’nin (H.518/M. 1184) kitabında yer almaktadır. Bu rivayette Tuğrul Bey, Çağrı Bey ve İbrahim Yınal kardeşlerin liderliğindeki Türkmenler, İslâm memleketlerine (Horasan’a) girdiklerinde kendilerine Horasan’dan bir yurt verilmesi için halife el-Kâdir’e mektup yazdıkları belirtilmektedir19. Halife el-Kâdir burada, üç Selçuklu Beyi’nden en büyüğü olan Tuğrul Bey’e “ed-Dihkânü’l20-Celilü Muhammed b. Mikail” ünvanıyla hitab edip, onlardan bahisle Gazne Sultanı Mes’ud’a bir mektup gönderdi. Halife mektubunda Sultan Mes’ud’dan, Türkmenlere, yani Selçuklulara, Horasan’dan bir bölge verilmesini istedi ve ancak bu şekilde onların hücumlarından İslâm beldelerinin korunabileceğine işaret etti.21 Bunun dışında bazı kaynaklar, dolaylı bir şekilde bu konuyla ilgili olabileceğini düşündüğümüz bir rivayeti nakletmektedirler. Buna göre, İnanç Yabgu, Tuğrul ve Çağrı Bey kardeşler 426/1035’de Sultan Mes’ud’a mektup göndererek, yapacakları hizmet karşılığında, Horasan’da kendilerine yurt verilmesini isterler.22 Ancak bu istek, İbnü’l İmrani’nin de naklettiği gibi, Abbâsî halifesine değil, Sultan Mesud’da iletilmişti. Bu iki rivayeti birlikte düşündüğümüzde, belki de Selçukluların toprak talebi hem Abbâsî halifesine hem de Sultan Mesud’a ulaştırılması da mümkündür. İbnü’l-İmrânî, bu rivayeti naklederken, mektupla ilgili her hangi bir tarih vermezken, olayın halife el-Kâdir zamanında olduğunu bildirmektedir. Halbuki halife el-Kâdir 422/1031’de ölmüştür.
Öte yandan, Sultan Mes’ud’un Nesâ, Ferâvâ, Dıhistan vilayetlerini Selçuklu Beylerine verdiğini birer mektupla bildirmesi ve kendilerine hil’at göndermesi 426/1035’da vukû bulmuştur.23 Öyle sanıyoruz ki, toprak talebi, aslında halife el-Kâdir zamanında cereyan etmiş ve onun tarafından Mes’ud’a bildirilmiş; fakat Mes’ud, Selçukluların hücumları ve baskıları karşısında onlarla baş edemeyeceğini anladıktan sonra, hem Abbâsî halifesinin talimatını uygulamak, hem de Selçuklu gücü karşısında mecburen bu isteğe boyun eğmek zorunda kalmış olabilir. Böylece Gazneliler, Selçuklulara toprak vermek suretiyle bir nevî onlara kısmî bağımsızlık tanımışlar ve hatta anlaşma yapıp bu yolla belki de bölgedeki hakimiyetlerini korumayı hedeflemişlerdi.24 Her ne suretle olursa olsun, bu ilk temas, Selçukluların siyasî ve askerî varlığının meşruiyeti ve Tuğrul Bey’in liderliğinin hem Gazneliler ve hem de Abbasi hilafeti tarafından tanınması anlamındaydı. Nitekim Tuğrul Bey, Mesud’a gönderdiği mektupta “Mevâliu Halife” ibaresini kullanıyordu.25 Ama daha sonraki tarihî gelişmeleri nazar-ı dikkate aldığımızda, Selçukluların Gazneliler aleyhine geliştiklerini ve buna paralel olarak, Abbâsî hilafetiyle de münasebetlerinin arttığını görmekteyiz.
Nitekim tarihçilerden, Beyhakî,26 Huseynî,27 Râvendî,28 Bundârî,29 İbnü’l-Esîr,30 Ebu’l-Ferec (Bar Hebraus)’in31 bize naklettikleri bilgilere göre 428/1036-37 yılında, Selçuklu ordusu, Serahs önlerinde Gazne ordusunu yendikten32 sonra, Nişâbur’u kuşatınca, şehirde bulunan Gaznelilerin Subaşısı Ebu Sehl Hamdûnî (Hamdûy) şehri terk eder. Bunun üzerine Nişâbur’un önde gelenleri, Selçukluları karşılayarak eman istediler. Zaten bu sırada Tuğrul Bey de 3000 süvariyle birlikte şehre ulaşmış; halkın canının ve malının güvencede olduğuna dair teminat vererek, Ramazan 429/Mayıs 1038’de şehre girdi. Kendisini Kadı Sâid ve Nakibü’l-Aleviyyîn Seyyid Zeyd b. Muhammed b. el-Muzaffer, hoş geldine tebrike geldiler. Akabinde İsmail es-Sâbûnî, “es-Sultanü’l-Muazzam, Rüknü’d-Dünya ve’d-Din” unvanıyla Tuğrul Bey ve Abbasi halifesi adına hutbe okudu. Fethin kutsal Ramazan ayında olması sebebiyle Tuğrul Bey, kendileri için kötü şöhret olacağını bildirip ordularına kesin talimat verdi ve askerlerine yağmayı yasakladı.33 Fakat Selçuklu ordusu, kendisinin emirlerini dinlemeyerek ısrar edince Tuğrul Bey, hiç olmazsa kutsal Ramazan’ın bitmesini beklemelerini ve bayramdan sonra yağmaya izin verebileceğini söyledi. Zaten bu esnada, Abbâsî halifesi el-Kâim’in elçisi Ebu Bekr et-Tûsi Sultana bir mektup getirmişti. Mektupta, el-Kâim, Tuğrul Bey’den halka iyi ve adaletli davranmasını, memleketi îmar etmesini ve Allah’tan korkmasını isteyerek uyarı ve ikazlarda bulunuyordu.34
Ancak bayramdan sonra Oğuzlar ve özellikle Çağrı Bey yağmada diretince, Tuğrul Bey, gelen mektubu da dikkate alarak halifeye bağlılığı ve itaati nedeniyle buna karşı çıktı ve atına binerek kesinlikle men etti ve şöyle dedi: “Herkesin itaat etmesi gereken halifeden bir mektup geldi. O halife ki, bizi dost tutup (bize teveccühünü gösterip hitap etmekle) hak ve hakîkatle bizi mümtaz kıldı”. Buna karşılık Çağrı Bey, Sultanın yağmaya izin için ısrar edince, Tuğrul Bey bıçağını çıkararak, “Allah’a yemin ederim ki, eğer en ufak bir yağmada bulunursan kendimi öldürürüm” diyerek kardeşini tehdit etti. Bunun üzerine kardeşi Çağrı yağmadan vazgeçmek zorunda kaldı. Ama Tuğrul Bey de yağma yapmaması karşılığında, halktan toplanacak olan bir kısım vergiyi ve kendi malından ilâve ettiği miktarı Çağrı Bey’e verdi.35
Görüldüğü gibi, Selçuklular ve özellikle Tuğrul Bey, hangi maksatla olursa olsun Halifenin kendilerini muhatap kabul edip bir elçi göndermesinden dolayı iftihar ederek oldukça sevinmişlerdi. Çünkü Halifenin kendilerine elçi göndermesi Selçukluların şevket ve itibarlarını bir kat daha artırmış ve bu nedenle Tuğrul Bey, Halifenin elçisine son derece büyük önem atfedip, hürmet göstermiş ve ona on üç (13) kat hil’at giydirmişti.36
Anlaşıldığı kadarıyla, bu olayı Abbâsî-Selçuklu münasebetlerinin başlangıcı kabul edebiliriz. İster Nişâbur halkının Selçuklu yağmasından korkması sebebiyle Halifeye vâki müracaatı, ister Selçuklu fetihlerinin bölge halkını ve Halife’yi rahatsız etmesi, ister Tuğrul Bey’in Nişâbur’u fethini müteakip, Abbâsîler ve kendi adına hutbe okutmuş olması sebebiyle olsun, artık doğu İslâm dünyasında Selçuklular, yeni bir siyasî ve askerî güç hüviyetiyle tarih sahnesine çıkmıştı. Bu itibarla bu mektubu ve elçilik olayını da Selçuklu gücünün Abbâsî halifesi el-Kâim tarafından fark edilmesi olarak görebiliriz.
Nitekim, el-Kâim bu gelişmeden, kendi lehine yararlanmak istemiş olacak ki, bunu fırsat kabul etmiş ve hemen bir elçi göndermek suretiyle, Selçuklularla diplomatik ilişki kurma durumunda olmuştu. Kaldı ki Abbasi hilafetinin, Büveyhi emirleriyle ilişkileri ve içinde bulunduğu şartlar gereği bundan faydalanmak niyetinde olduğu söylenebilir. Zira bu sıralarda, yani 429/1038’de Bağdat’ta halife el-Kâim’le Büveyhî emiri Celâlü’d-Devle arasında bir sürtüşme ortaya çıkmıştı.37 Bunu nazar-ı dikkate aldığımızda, elçilik hâdisesi hem Selçukluların geleceği, hem de Abbâsî hilafeti dolayısıyla Ehli Sünnet İslâm anlayışı açısından fevkâlade önemli olsa gerektir. Çünkü, bundan sonra Selçukluların batıya yönelişi hızlanacak ve Bağdat’ın doğusundaki bölgeler Selçukluların eline geçecektir. Ayrıca bu tarihlerde Fars bölgesinde Fâtımî dâisi el-Müeyyed eliyle Fâtımî nüfuzu ve mezhebi Abbâsî hilafeti aleyhine yayılmaktadır ve hatta Fars Büveyhî emiri Ebu Kalicar’ın kendisi de Fâtımî mezhebine girmiş ve dolayısıyla Fâtımîler adına Şiraz’da ve Ehvaz da hutbe okutulur olmuştu.38 Bütün bu gelişmeler çerçevesinde Abbâsîler açısından da Selçuklularla münasebetlerin gelişmesinin son derece önem kazandığını söyleyebiliriz.
Bu arada Tuğrul Bey’in, halifenin mektubu karşısındaki tavrına baktığımızda, onun Halifeye saygılı davrandığı ve her ne pahasına olursa olsun onun isteklerine uymaya çalıştığı sonucunu çıkarabiliriz.39 Tuğrul Bey’in bu tür davranışlarından, halifeye verdiği değer ve hatta davranışlarındaki samimiyetin gerisinde, Ehli Sünnet İslâm anlayışının tesiri olduğuna hükmedilebilir. Zaten Tuğrul Bey’in şahsiyetinden söz eden kaynaklar, onu dindar, itikadı sağlam ve ehl-i sünnet mensubu bir Sultan olarak tanıtmaktadırlar.40
Dandanakan Sonrası Münasebetler
Bunlarla beraber, Abbasi-Selçuklu münasebetlerinin gerçek manada başlangıcı, gelişmesi ve Selçuklu-Abbasi yakınlaşması, ancak Dandanakan Zaferi’ni (431/1040) müteakiben gerçekleşebilmiştir. Çünkü Gaznelilere karşı kazanılan bu zafer, yakınlaşma için uygun zamanı, zemini ve şartları hazırlamıştır. Nitekim zafer sonrasında Dandanakan’da bir kurultay toplanmış ve Selçuklu liderleri burada bazı kararlar almışlardır. Alınan kararlar gereği, Tuğrul Bey resmi ve hukuki sultan unvanıyla, Abbasi halifesine hitaben bir mektup yazdırmış ve bu mektupta Selçuklular, “Biz Selçukoğulları, kullarınız, mukaddes Peygamberlik huzur ve devletinin her zaman taraftarı olan ve Ona itaat eden bir kabile idik. Her zaman gazâ ve cihada çalışıyorduk ve büyük Kâbe’yi ziyarete devam ederdik. Bizim aramızda ileri gelmiş ve muhterem İsrail b. Selçuk adlı bir amcamız vardı. Yeminü’d-Devle Muhammed b. Sevük-Tekin, Onu cürüm ve kabahatı olmadan, yakalayıp Hindistan’daki Kalincar kalesine göndererek, 7 yıl hapsetti. Nihayet O, orada ömrünün sonuna erip öldü.41 Bizim akraba ve taallukatımızdan bir çoklarını kalelerde mahpus tuttu. Mahmud (ö. 421/1030) ölüp,42 yerine oğlu Mes’ud geçince, memleket işleriyle uğraşmayarak eğlence ile gezip dolaşmakla meşgul oluyordu… Muhakkak ki, Horasan’ın meşhur ve ileri gelenleri, kendilerini himayemiz altına almamızı istediler. Mes’ud’un ordusu üzerimize geldi. Aramızda ilerlemeler ve gerilemeler, mağlubiyetler ve galibiyetler oldu. Nihayet iyi baht yüz gösterdi. Son defasında Mes’ud, büyük bir ordu ile bizzat üzerimize yürüdü. Tanrı’nın yardımı, temiz ve mukaddes huzurunun ikbali ile bizim taraf galib geldi. Mesud mağlub, zelil ve bayrağı baş aşağı gelmiş bir halde, sırt çevirip kaçarak ikbal ile devleti bize bıraktı… Tanrı’nın bu vergisine şükür, yardımına hamd olmak üzere, adalet ve insaf ile hareket ettik, zulüm ve adaletsizlik yoluna sapmadık. Şimdi istiyoruz ki, bu iş din yolu ile Emiru’l-Mü’minin’in buyruğu ile olsun.”43 diyerek hem Abbâsî hilafetine bağlılıklarını arzediyorlar, hem de devletlerinin tanınmasını istiyorlardı. Kaynakların ifadesine göre, Selçukluların bu mektubu itimad edilen biri olan, elçi Ebu İshak el-Fukkâi tarafından Bağdat’ta götürülüp, Abbâsî halifesi el-Kâim’e ulaştırıldı.44
Dostları ilə paylaş: |