Türkler ve İslâmiyet / Prof. Dr. Osman Turan [s.290-304]
Yeni bir din veya medeniyetin kabulü, cemiyet içerisindeki inanış, düşünüş ve yaşayış gibi türlü bakımlardan husule getirdiği derin değişiklik ve inkişaflar dolayısıyla bir kavmin tarihinde en mühim bir hadise olmak vasfını daima muhafaza eder. Böyle bir inkılapla kavimlerin mevcudiyetlerini koruduğu veya yeni bir hızla ileri bir seviyeye eriştiği, yahut da bünyelerini sarstığı veya bir istihaleye maruz bıraktığı hakkında tarihi misaller göz önüne getirilecek olursa, böyle bir hâdisenin milletlerin mukadderatı bakımından ne kadar şümûllü bir mana taşıdığı kolaylıkla anlaşılır. Türkler, tarihleri boyunca, kısmen de olsa, değişik âmiller neticesinde birkaç defa din ve medeniyet değiştirmek veya daha mühim olarak, bazen aynı çağda birbirinden farklı din ve medeniyetler çerçevesinde yaşamakla, başka kavimlere nazaran çok farklı bir tarihi oluşa ve daha hususi bir içtimai bünyeye maliktirler. Bu keyfiyet, aşağıda işaret edeceğimiz, diğer daha bazı âmillerin iştirakiyle de, kültür tarihimizin, millî tarihin maddî azametine müvazi bir millî gelişme göstermesine engel olan ve onu kesinti ve sarsıntılara uğratan başlıca sebepleri teşkil eder. Bununla beraber Türklerin İslâm medeniyetine toptan girişleri, diğer din ve medeniyetlere intisaplarından farklı olarak, doğurduğu büyük bir müsbet neticeler itibarıyla, yalnız Türk ve İslâm tarihinin bir dönüm noktasını teşkil etmekle kalmaz, dünya tarihinin de en büyük hâdiselerinden biri sayılacak bir ehemmiyet taşır. Bu büyük hâdisenin cereyan ettiği şartlarla oluş tarzı ve bunun millî bünye üzerinde husule getirdiği müsbet veya menfi neticenin tetkikinden hasıl olacak ilmî kanaatlerini, girmekte olduğumuz Avrupa medeniyeti karşısında alacağımız vaziyeti tâyin ve yürütmekte olduğumuz yolu kontrol etmekte bize bazı tecrübi dersler vereceği, bazı hususlarda rehberlik edilebileceği dolayısıyla, ameli bir gayesi de olacağına dikkatimizi çekmemiz icabeder. Türkler ve İslâmiyet mevzuu altında temas edilmesi gereken meseleleri, Türklerin İslâm medeniyeti ve İslâm medeniyetinin Türkler üzerinde icra ettiği tesirler gibi iki esasa icra ederken bu keyfiyet bizi, zarurî olarak, Türklerin İslâm’dan önce inanış, düşünüş ve yaşayış bakımından nasıl bir kavim olduğu, İslâm olduktan sonra ne gibi değişiklik ve inkişaflara uğradığı, aynı veçhile Türklerin İslâmlaşmasından önce ve sonra İslâm âleminin nasıl bir vaziyette bulunduğu ve ne gibi bir istikamet aldığı hakkında umumî ve sentetik bir görüş sâhibi olmağa sevk eder. Böyle bir görüşe sahip olmaksızın Türklerin İslâm dünyasındaki mevkileri ile İslâmiyet’i ne suretle kabûl ettikleri, böylece İslâm tarihinin takip ettiği gelişme anlaşılamaz.
İslâm’dan Önceki Dini Durum
İslâmiyet, X. asırda, Türkler arasında umumî ve millî bir din haline gelmeden önce, Türk halkları din bakımından bir parçalanma manzarası gösterir. Moğolistan’dan Tuna boylarına kadar geniş bozkır sahası içerisinde yaşayan göçebeler millî, Şamanî, dini ve kültürü çerçevesinde bulunuyorlardı. Siyasî bakımdan ancak Hiung-nu ve Göktürkler idaresinde bir birlik teşkil eden bu geniş bölgeler halkı düşünüş ve yaşayış itibarıyla, daha Herodot’tan başlayarak, İslâmiyet’in yayılışına kadar kültür vahdetini muhafaza ediyordu. Fakat bu sahayı dünya ile bitiştiren Şarkî Türkistan, Mâverâünnehir, Hazarlar ülkesi gibi yerlerde yaşayan ve eskiden beri yerleşik bir hayat geçiren Türklerin çok eski zamandan beri yabancı din ve kültürlerin tesirine marûz kaldığı gözükmektedir. Husûsiyle Şarkî Türkistan ve Maveraünnehir’de Milâdın IV. ve VI. asırlarında Buda, Zerduşt, Mani ve Hıristiyan dinlerinin nüfuz etmiş ve yerleşmiş olduğuna dair çağdaş kaynaklarda hayli vesikalar mevcuttur.
İslâmiyet’in bu sahalara yayıldığı zamanlardır ki henüz millî Şamanî dinini muhafaza eden ve yerleşik hayata geçen Uygur, Hazar ve Bulgar adlarını taşıyan Türk halkları bu âlemin doğu ve batı uçlarında ilk defa olarak yabancı din ve kültürlere geçmeğe başlamışlardır. Dikkate şayandır, ki Cüveyni’nin, tarihî vak’ayı efsanevî bir tarzda nakleden rivayetine göre, Uygurlar arasında Manihaizm kamları yani Şamanî dinindeki Türk rahiplerini tamamıyla ortadan kaldırmak, yenmek suretiyle yerleştiği halde, İslâm coğrafyacılarının sarih ifadelerinden anlaşılacağı üzere, Şamanilik, Hazarlar arasında X. asra kadar Musevi, Hıristiyan ve İslâm dinlerine karşı dayanabilmiştir. Burada İslâmiyetin yayılmasıyla Şamaniliğin kaybolması arasında, aşağıda üzerine döneceğimiz üzere, diğer Şamanî sahalarda olduğu gibi, bir münasebet mevcuttur. Bu geniş sınır bölgeleriyle başka din ve kültürlere temas eden göçebelerin, yerleşik ırkdaşlarının yabancı dinleri kabûl etmiş olmalarına rağmen, uzun asırlar boyunca millî dinlerine, yani Şamanîliğe, bağlı kalmaları, onların yaşama şartları ve düşünüşleri ile yakından ilgilidir. Bu keyfiyet, İslâmlaşma oluşunu izah ederken üzerinde durulacak bir meseledir. Bunun için önce bu inanış ve yaşayışın umumî bir tavsifini yapmak zarureti vardır.
Şamanîliğin tarihî tekâmülünü takip etmek mümkün olmamakla beraber, bildiğimiz çağlara nazaran bu din, başlangıçta daha basit inanışlar ve bu inanışlar üzerine kurulmuş birtakım dinî merasimlerin heyeti mecmuası idi. Şu kadar var ki Heredot’un Massagetler’e ati hasvir ettiği itikatlara VI-X. asırlar arasında bu dinin inanışlarına dair elimizde bulunan çeşitli kaynaklardan gelmiş bilgilerin birbirine benzerliği bize Şamaniliğin milattan önce IV. asırdaki durumu hakkında bir fikir vermeğe ve onu o tarihe kadar çıkarmağa imkân vermektedir. Göktürk kitabeleri ve daha sonra türlü Türk kavimlerine ve Moğollara dair İslâm kaynaklarında verilen haberler İslâmiyet’in intişarı sıralarında Şamanî Türklerin bir tek Tanrı’ya inandıklarını ve buna binaen bu dinin, din tarihçilerinin ileri bir inanç merhalesi olarak kabul ettikleri, monoteist (vahdaniyetçi) bir seviyeye eriştiğini açık olarak göstermektedir. Bu cihet, Şamaniliğin monoteist olmayan komşu dinlerden, hiç olmazsa başlıca inanışlarda, müteessir olmadığını meydana koymak bakımından da ehemmiyetlidir. Gök, yer ve mahlukarın yaratıcısı olarak telâkki edilen bu Tanrı’nın bir hususiyeti varsa o da vahdaniyetçi olan Musa dinindeki Yahudilerin Yahova’sı gibi, Türkleri başka kavimlerden üstün tutmasıdır. Orhon Kitabeleri’ne göre bu Tanrı güçlük zamanlarda Türklerin imdadına yetişir, üzerlerinde semavî bir menşeden gelen bir kahraman tayin ederek onları yok olmaktan korur (Türk bodun yok bolmasun tiyin Türk Tanrı…) ve nihayet kendi necip kavmine dünyadaki kişileri idare etmek hakkını bağışlar. Bizim bugünkü bilgilerimize göre peygamberi, muayyen bir mukaddes kitabı ve galip bir ihtimalle de, tapınağı olmayan bu din kamları, yani rahipleri tarafından idare edilirdi. Mukaddes günlerde, ölüm, gömme ve bayram âyinlerini, her türlü dua merasimlerini idare eden, halkın müşküllerini hal eden, dertlere deva bulan bu kamların Tanrı ile münasebetlerde bulunduklarına dair bir inanış mevcut idi. Bu inanış daha VI. asır Bizans kaynaklarında, İslâm eserleriyle son etnografik tetkiklerde de rastlamaktayız. Çingiz Han’ın pek büyük ehemmiyet verdiği Gökçe adlı kamanın Tanrıdan zafer müjdeleri getirdiğine ve bütün yeryüzü hükümdarlığını Tanrı’nın Çingiz Han’a verdiğine ve bütün Moğollar arasında onun daima Tanrı ile münasebette bulunduğuna dair kayıtlar, kamların mahuyet ve nüfuzlarını ifade etmek için kafidir. Göğün üst katındaki cennete giden iyi ruhların orada, Tanrı’nın nezdinde, dünyadaki yakınları için şefaatte bulunduklarına dair inanış, Türklerde ecdadı takdis etmek akidesiyle ilgilidir.
Ölenlerin ruhlarının bir kuş gibi oraya uçtuğuna (uça bardı) inanılır. Türkler İslâm olduktan sonra yeni dine ait birçok istilâhları Şamanî dinindekilerle karşıladıkları zaman, hiçbir güçlüğe uğmadan, Şamanî kültürü hazinesinden aldıkları uçmak kelimesini, pek isabetli bir şekilde, cennet istilâhı yerinde kullanmışlardır.
Türkler savaşçı bir kavim olmak hasebiyle, bu dinin bir akidesi olarak, öldürdükleri düşmanlardan dolayı Âhiret’te bir mücazat değil, bilakis ölen düşmanın ehemmiyet ve sayısına göre bir mükafat göreceklerine inanırlar ki, bu, Türk mezarları etrafına dikilen ve balbal adını taşıyan taş heykelerin menşe ve mahiyetini izah eder. Savaş icabı ve mukaddes sayılan bu inanış ve teammülü basit bir kan dökme hâdisesiyle karıştırmamalıdır. Katili cezalandırmayı bir âmme hakkı telâkki ederek ferde bırakmayıp devlete mal eden, en gergin düşmanlıklar zamanında bile elçiye zeval vermeyecek kadar milletlerarası bir hukukî tekâmüle erişen bir cemiyette, meselâ Göktürklerde, câri olan bir âdeti ancak İslâmiyetin cihad fikriyle mukayese ettiğimiz zaman anlayabiliriz.
Öte yandan Göktürk kitabelerinde Türk Kağanı kendi kavminin su gibi akan kanının bahsettiği halde, kazandığı zaferler dolayısıyla, hiçbir zaman Asurî hükümdarları gibi, öldürdüğü düşmanlardan ötürü bir gurur ve iftihar duyduğunu ihsas etmemiştir. Yerleşik Türkler, zamanla, yabancı dinlere geçtikleri halde, geleneğe daha bağlı kalan göçebeler, millî dinlerini muhafaza etmek ve yabancı dinlere karşı direnmekle varlıklarını koruyabileceklerine inanıyorlardı. Birinci Göktürk Devleti’nin yıkılışından sonra, kuvvetli Çin kültür tesirine karşı millî kültürü korumak ve millî duyguların gelişmesini göstermek bakımından başka milletlerin tarihinde örneğe rastlanmayan Orhon Kitabeleri’nde belirdiğini gördüğümüz millî tepki, göçebe kitlenin asırlarca Şamanizm’i nasıl muhafaza edebildiğini gösterir. Bu devre ait diğer bir misal, göçebelerin millî din ve kültüre bağlılıklarının sebeplerini anlayabilmek için çok daha dikkate şayandır. VIII. asırda Buda dini Yüksek-Asya’da yeniden yayılma imkânlarını bulduğu zaman herhangi bir tesirle, Göktürk Hükümdarı Bilge Kağan (ö. 734 M.) büyük veziri Tonyukuk’tan payitahtında bu din adına bir tapınak yapmak istediği zaman akıllı vezir ona, içtimaî ve coğrafî şartları pek iyi bilerek: “Savaşçı ve hayvan kesmeği yasaklayan ve miskinlik telkin eden bir dini kabûlün Türkler için bir felâket olacağını” söylemekle göçebe bir kavmin inanış ve düşünüşlerine hakkiyle tercüman olmuştu. Nitekim 762’de Uygur hakanının Mani dinini kabûlü münasebetiyle IX. asrın ilk yarısına ait Karabalgasun Kitabesi bu vaziyeti açıkça ifade etmiştir. Kitabe “Evvelce et yiyen kavim, şimdi pirinç yiyecek, evvelce adam öldürmesi şâyi olan memlekette bundan sonra hayır hüküm sürecek” demektedir. Bu esasları emreden Manihaizm’in bu bakımdan Uygurlar üzerinde tesir ettiği İslâm müellifleri de kaydetmiştir. Aynı asrın Arap mütefekkiri Cahiz evvelce Uygurların az olmamalarına rağmen Karluklara galip geldikleri halde Mani dininin kabûlünden sonra onlara yenilmelerini bu dinin esaslarından doğan bir netice olarak izah eder. Bununla beraber dinlerin, kavimleri kendi esaslarına uydurmak kadar kavimlerin dinleri kendi bünyelerine göre tadil ettiklerine dair mevcut içtimaîyat kaidesini unutmamalıdır. Filhakika Uygurlar bu dine girdikten sonra Çin’deki dindaşlarını himâye edecek bir kudret gösterebildikleri gibi Moğolistan’dan Şarkî-Türkistan’a göçtükleri zamanlarda, daha zayıf bir durumda bulunmalarına rağmen, Mes’udi ve İbn ün-Nedim’in ifadelerine göre, Maveraünnehir’de Müslüman Şâmânîler idaresinde bulunan dindaşlarına karşı yapılan tecavüzlere karışabilecek bir tavır da takınabiliyorlardı. Müslüman Karahanlılarla Budist Uygurlar arasında mücadeleler ve bunları aksettiren Divânü lûgat it-Türk’teki şiirler Manihaizm veya Budizm’in Uygurların askerî kabiliyetleri üzerinde pek fazla bir tesir yapmadığını açıkça gösterir. Hattâ Kâşgarlı Mahmud’un Uygurları en iyi ok kullanan bir kavim olarak vasıflandırması da dikkate şâyândır. Bu kayıtlar savaşçı bir kavmin uyuşturucu bir dini kendi bünyesine uydurmakta gösterdiği kabiliyete güzel bir misal teşkil eder.
Nitekim Hazreti İsâ’nın getirdiği esaslara rağmen Hıristiyanlık da Avrupalıların savaşçı ruhları üzerinde hiçbir değişiklik yapmamıştır. Bununla beraber göçebelerin bu dinlere karşı aldıkları vaziyet, onların bahsettiğimiz mahiyet ve esaslarıyla ilgilidir.
Yabancı Dinler
Türklerin Şamanilikten gayri bir dine girmeleri hadisesi ilk defa şüphesiz Şarki Türkistan ve Maveraünnehir’de vukubulmuştur. Bu sahalarda Zerduşt, Buda, Mani ve Nasturî Hıristiyanlığı gibi nedenlerden en çok tesir edeni herhalde Budizm olmuştur. Budizm’in Maveraünnehir’de yerleşmesi, burasının Zerduşt İran’dan ayrılmasına ve farslaşmasını önlemeğe sebep olduğundan Türk tarihi bakımından hususi bir ehemmiyet taşımasını mucip olduğu gibi, bu dinin İslâm medeniyeti üzerindeki tesirinin burada vuku bulması da bu sahanın tarihi rolünü arttırmaktadır. Gerçekten Budizm’in İslâm mezhep ve tasavvuf cereyanları üzerindeki tesiri ve ilk defa İslâm âleminde kurulan medreselerin (üniversite) Budist viharalarını (manastır) takliden kurulması Mâveraünnehir ile ilgilidir. O şekilde ki Buhara şehrinin adı bile Budist Viharalarından gelmektedir. İslâm medeniyetinde pek büyük mevkii olan Maveraünnehir’de cereyan eden medeni faaliyetlerin göçebelerin İslâmlaşması üzerinde nasıl büyük bir tesir icra ettiğine ileride temas edeceğiz.
İslâmiyet’in Mâverâünnehir’de, Buda, Mani, Zerduşt ve Hıristiyanlık bakiyelerini kaldırarak, yerleştiği bir zamandadır, ki doğuda Uygurlar Mani, Buda ve Hıristiyan dinlerine girmekle millî Şamanî dininden ayrılmakta idiler. Bir zamanlar Akdeniz sahillerinden Çin’e kadar cihanşumûl bir din olmak istidadını gösteren ve Yakın-Şark, Balkanlar ve Avrupa’da Pavlakileri, Bogomiller’i ve Albigeois hareketlerini doğuran Manihaizm (meşhur Hıristiyan ilâliyatçısı St. Augustin’in evvelce bu dine mensup olduğu malumdur). İslâmiyet ve Hıristiyanlık gibi iki büyük din karşısında dayanamayarak sönmek üzere iken Uygurlar sayesinde birdenbire yeni bir hayat kazandı. Öyle ki, son zamanlara kadar bu din hakkındaki bilgilerimizin kaynağı yalnız ona düşman olan Hıristiyan ve İslâm müelliflerinin eserlerine inhisar ederken, Uygurlar vasıtasıyla bizzat kendi eserlerini ile geçirmekle bu hususta daha sağlam malûmata sahip olduk.
Manihaizm, Uygurlar arasında, tarihin Türklerce mahsus olarak kaydettiği maruf dini müsamaha sayesinde, Şamanilik, Budizm ve Hıristiyanlıkla yanyana yaşayabilirdi. Uygurların bu dinler etrafında vücuda getirdikleri kültürün Türk-İslâm dünyası üzerindeki tesiri ancak Karahanlı ve Moğol Devletlerinin kurulmasıyla mümkün olmuştur. Fakat Müslüman Karahanlılar ile putperest telâkki edilen Uygurlar arasındaki düşmanlık bu tesiri çok tehdit ettiği halde devletlerinin medeni teşkilat ve müesselerini tamamen kabul ettikleri Uygur kültürü üzerinde kuran Moğollar sayesinde bu kültür, imparatorluklarının hâkim olduğu bütün ülkelere yayılmak imkânlarını bulmuştur. O şekilde ki Uygurca bu vasıta ile İslâmi Türk edebi dilinin inkişafında bir âmil olduğu gibi İlhaniler zamanından itibaren Fars dili üzerinde de tesirini gösterdi. Bundan dolayı Moğol İmparatorluğu’nun teşkilatını anlayabilmek için Uygur kültürünü bilmeye lûzum vardır veya Moğol devri kaynakları sayesinde daha müşkül bir durumda bulunduğumuz Uygur devrini öğrenmek mümkün olabilecektir. Bu metod, tarihi tekamülü ve zamanın şartlarını gözden uzak tutmamak şartıyla, Moğol devri kaynaklarının, kültür ve teşkilatını Uygurlara miras bırakan, Göktürkler hakkında da kullanabileceğini mümkün kılmaktadır. Halbuki İslâm dünyası dışında kalan göçebe Türkler üzerinde Uygurların bu nispette böyle bir tesirleri henüz tespit edilmemiştir.
Türk aleminin Şark uçlarında bulunan Uygurlar, böyle bir dini istihale geçirirken bu alemin Garp uçlarında bulunan ve Uygurlar gibi yerleşik hayata geçmiş olan Hazarlar da Hıristiyan, Yahudi ve İslâm dinlerine, İtil (Volga) Bulgarları İslamiyet’e, Tuna Bulgarları Ortadoksluğa girmeye başlamıştı. Hatta bir rivayete göre İslavların havvarisi sayılan ve İncil’i eski İslav (Bulgar) diline tercüme eden Cyrille ve Méthode onu Hazar Türkçesine de tercüme etmişlerdi. Bugün dinleri Musevi, dilleri Türkçe olan Karayimlerin menşei de bu Hazarlara bağlanmaktadır. Dikkate şayandır ki X. Asır arap kaynaklarının verdiği haberler, yabancı dinlerin yayılmasına rağmen devam eden Şamanî inanış ve adetleri Hazarlarla Göktürkler arasında bu bakımdan bir aynilik göstermekte ve iki devre ait bilgiler birbirini ikmal etmektedir.
Görülüyor ki Maveraünnehir Türkleri, Şamanilikten sonra adı geçen dinleri bırakıp İslâm dinine geçerken Türk dünyasının doğusunda Uygurlar, batısında Hazarlar ve Tuna Bulgarları da millî dinden başka dinlere giriyordu. Türklerin X. asırdan itibaren İslâmlığı umumî ve millî bir din haline getirdikleri zamana değin din bakımından bu kadar dağınık bir mazara arz etmelerinin başlıca sebepleri, Göktürklerden sonra bir daha bütün Türkleri bir siyasî birlik halinde birleştiren devletlerin kurulamamış olması; sahanın genişliği ve türlü din ve kültürlerle ayrı ayrı temaslarda bulunmaları ve nihayet Türklerin bütün dinlere karşı gösterdiği müsamaha ile izah edilebilir. Gökttürk Devleti’nin yıkılışından sonra Türk dünyasının şark ve garp uçlarında ancak Uygurlar ve Hazarlar küçük bir siyasî varlık olarak mevcudiyetlerini muhafaza edebilmişlerdir. Moğolistan’dan Tuna boylarına kadar uzanan geniş bozkırlarda yaşayan göçebeler, Selçuk İmparatorluğu’nun kuruluşuna kadar, istikrarlı ve geniş bir siyasi birlik kuramamışlardır. Bu büyük göçebe kitlesi devam eden coğrafi ve içtimai şartlarla birlikte eski din ve kültür geleneklerine bağlılığı muhafaza etmişlerdir. Yukarıda andığımız dinlerin Türk tarihinin seyrinde büyük bir tesir göstermediklerini anlayabilmek için fazla araştırmaya değil, hattâ düşünmeğe bile lüzum yoktur. Bunun başlıca sebebinin şüphesiz bu dinlerin göçebe kitleleri arasında yayılmak imkanlarını bulamadığı meselesi üzerine dikkatimizi çekmemiz gerekiyor. Nitekim Türklerin İslâm tarihinde büyük bir âmil olmaları ve yeni bir devir açmaları da bu unsurun İslâmlaşmasının tabiî bir neticesi olarak tezahür eder. Türk tarihinin büyük hamlelerini yaratmak, büyük imparatorluklar kurmak gibi başlıca hâdiselerde sakin ve itaatli olan yerleşik halkın değil, hayat şartlarının icabı olarak, faal, savaşçı ve teşkilâtçı bir unsur olan göçebelerin rolü belirgin bir şekilde göze çarpar. Türk tarihinde devletleri kuran, idare ve orduları teşkil edenlerin esasını göçebelerin teşkil etmesi, çağdaş kaynaklarda Türklerin hep göçebe bir kavim olarak tasvir edilmesini gerektirmiş ve yerleşik Türkleri gözönüne getirmeksizin zamanımız müelliflerini de böyle bir kanaata sürüklemiştir.
Bununla beraber, göçebeliğin bugünkü mânasıyla geri ve iptidaî bir cemiyet olarak telâkki edilmemesi gerektiğini unutmamalıyız. Aksine, ilk defa atı kullanmayı bilerek zamanın en süratli vasıtalarını mâlik olan bu göçebeler, türlü kültür sahalarıyla temas ettiklerinden, dış âlemle mahdud münasebetlerde bulunan bazı yerleşik kavimlere nazaran daha ileri bir medeniyet seviyesinde idiler. Bu hayatın gerektiği teşkilatçılık ve devletçilik kabiliyetleri ve netice olarak âmme hukukunda gösterilen gelişme, göçebe Türk unsurun üstünlüğünü teşkil eder.
Kendilerine lâzım olan âletleri yapabilen ve bu münasebetle çok eski zamanlardan beri Altaylar’da demir işleriyle uğraşan, kısmen de ziraat yapan bu insanlar yazının keşfi olmasa bile onun kullanılmasını, mevsuk bilgilerimize göre, VI. asırdan beri biliyorlardı. Göktürk hükümdarının bütün Türk halkını Orhon yazılarını okumaya çağırması, biraz mübalâğalı gözükse de herhalde yazının oldukça yaygın olduğuna şüphe bırakmaz. Daha Sasaniler zamanında Oğuz-nâme’nin Türkçeden Farsçaya ve o vasıta ile de Arapçaya tercüme edildiğine dair Mısırlı Türk müellifi Aybeg’in ifadesi bu bakımdan ehemmiyetlidir. Kâşgarlı Mahmud’un Oğuzların devlet muhaberatında yazıyı kullandıklarına dair kaydı herhalde Oğuzların Göktürkler’den beri yazıyı devam ettirdiklerine bir delildir. Bundan başka, Kâşgarlı Mahmud’un göçebelerin dil hazinesinden bahsederken verdiği kültür kelimeleri de medeni hayatlarını anlamak için ehemmiyetlidir.
İslâmiyet’in Zuhuru
Bu göçebe unsurun ne gibi şartlar içinde ve nasıl Müslüman olduğunu izaha girişmeden önce Türklerin X. asra kadar İslâmlarla vuku bulan münasebetlerine temas etmek, bu mevzuu kavrayabilmek için zaruridir. Bu keyfiyet bizi Türklerin İslâm dünyasındaki tesirlerini X. asırdan önce ve sonra olmak üzere iki kısma ayırmaya sevk eder.
Orta çağlar tarihi İslâmlık ve Hıristiyanlık gibi iki cihanşumûl dinin zuhur ve inkişaflarıyla dünya tarihinde hususi bir mahiyet arz eder. Hıristiyanlık, politeist Roma, Yunan ve Yakın Şark’ın kargaşalık halinde bulunan akidelerini yıkarak kendi inanışları etrafında ruhi birlik ve sukûn yaratmaya çalışırken ikinci büyük bir din, İslâmiyet, onun bu birleştirme ameliyesini ikmâle muvaffak olmasından önce, âni ve mucizevi bir hamle ve daha cihanşumûl bir iddia ile ortaya atılıp yalnız bu dinin gelişmesine set çekmekle kalmadı; tutunduğu ve kendi çerçevesi içine soktuğu birtakım memleketlerde bile onun aleyhinde genişlemek ve yakılmak kudretini de göstermeğe muvaffak oldu. Dikkate şayandır ki İslâm medeniyetinin inhitat içinde bulunduğu son asırlarda bile Hıristiyan kavimlerinin üstünlüğüne ve misyonerlik teşkilatının faaliyetlerine rağmen Afrika ve Şarki Hint adalarında yayılma kudreti Hıristiyanlığıa değil İslâm dinine aittir. İslâm ideolojisinin verdiği büyük hamle Abbasilerin iktidar mevkiine gelmesine kadar fütuhatçı bir istikamet takip ederek İslâm dünyasına geniş ülkeler kazandıkdan sonra, bu yeni devlet ve tâbileri zamanında yalnız Arapların değil, bu dine giren, İranlı ve Türk gibi yeni unsurların da gayretleriyle, fikri ve medeni faaliyetlere yöneldi. Bu suretle İslâmiyet eski Yunan, Roma, Yakın Şark ve kısmen de Hint ve Çin’in kültür mahsullerini kendi potasında eriterek yeni bir sentez, yani İslâmi medeniyeti vücuda getirdi. Gariptir ki Hıristiyanlık, kurulduğu ve yayıldığı sahalar dolayısıyla, daha imtiyazlı bir durumda bulunmasına ve İslâmlığın aksine olarak zuhurundan beri ruhani ve cismani hakimeyiti birleştirmek imkanına malik olmamış bulunmasına rağmen Antik medeniyeti geliştirmeye değil yaşatmaya bile muvaffak olamamıştır. Bunda Hıristiyanlığın Yunan ve Roma medeniyeti mahsullerine düşman gözüyle bakmış olmasının büyük bir tesiri olmuştur. Bunun için en tipik bir misal olarak antik medeniyetin fikri mahsullerini toplayan İskenderiye kütüphanesinin yakılması, mühim âlimlerinin öldürülmesi ve VI. asırda Justinien’in eski Yunan tefekürünün son ananesini yaşatan Atina felsefe mektebini Hıristiyanlık için zararlı bir ocak telâkki edip kapatması zikredilebilir. Halbuki Abbasiler zamanında Müslümanlar eski Yunan’ın her türlü fikir mahsullerini serbest bir kafa ile münaşaka edilebiliyorlar; onlardan faydalanabiliyorlardı. İslâmiyet her türlü fikir ceryanlarına Hıristiyanlık’tan daha müsait davranmakla beraber, İslâm Orta çağının medeni inkişafını ve Hıristiyan Orta çağının da medeni sukutunu münhasıran her iki dinin birbirine zıt bir görüş tarzına atfetmek istemiyoruz. Esasen dinlerin mahiyetleri ne olursa olsun milletlerin ilerleme ve gerilemelerinde hiçbir zaman bunun başlıca amil olmadığını tarih açık misalleriyle göstermektedir. Fakat her ne şekilde olursa olsun şurası muhakkaktır ki eski zamanlar medeniyetini Yeni zamanlar medeniyetine, mutavassıt yeni bir medeniyet sentezile, nakletmek şerefi Hıristiyanlığa değil, İslâmlığa aittir. Bu, şimdiye kadar pek az anlaşılan veya hiç de layık olduğu ehemmiyet derecesinde üzerinde durulmayan ve Yeni zamanlar medeniyetinin başlangıcı olan, Renaissance ve Réforme hareketlerinin doğuşunda İslâm medeniyetinin Avrupalılara icra ettiği tesir sayesinde mümkün olabilmiştir. Eski zamanlar medeniyetini Yeni zamanlara birleştiren bu halkanın ehemmiyeti şüphesiz ki Avrupa medeniyetinin gelişmesini anlayabilmek için bizi yalnız klasik izah tarzına saplanmaktan kurtaracaktır. İslâm dinini cihanşûmul bir mahiyet almasında fütuhatçı ve fikri hamlelerden sonuncunun daha büyük bir ehemmiyet taşıdığı aşikardır. Bu cihet, Türklerin İslamlaşmasını neticelendiren amillerden biri olarak zikredilecektir.
Türkler ve İslâmlar
Arapların Türkleri daha Cahiliyye devrinde tanıdıklarına A’şa ve Nàbiga’nın eserleri göstermektedir. Esasen Göktürklerin Sâsânilerle münasebetleri ve Yakın-Şark işlerinde faal bir rol oynamaları gözönüne getirilirse bu tanımanın sebeplerinin de pek tabii olduğu anlaşılır. Bu münasebetlerdir ki H. Peygamber’in Türkler’den bahsetmesi mümkün olabilmiş ve bazı hadiselerin sıhhati bir terüddüde sebebiyet vermemiştir. Bununla beraber hadislerin doğruları Peygamber’in, uydurmaları da İslâm dünyasının Türklere karşı duygularını göstemek itibariyle, her iki cins de tarihi bir kıymet taşır. Buna rağmen Arapların Türklerle münasebetleri hakkında bu kayıtlar bir şey ifade etmez. Türkler Araplar arasındaki asıl münasebetler şüphesiz Emevîler zamanında başlar. Emevîler idaresindeki İslâm ordularının Maveraünnehir’e girmeleri Göktürk Devleti’nin Şarkta ikinci defa kurulduğu zamanlara rastlar. Fakat bu devlet önce kendini Garpte feodal bir vaziyette bulanan prenslerine tanıtmak, sonra da ilerlemekte olan Arap kuvvetleriyle çarpışmak ve nihayet ağırlık merkezini daima Moğolistan’da bulundurmak gibi mecburiyetlerle Arapların Semerkand, Baykend, Buhara şehirlerine girmelerine engel olamadı. İslâm kuvvetleri Kuteybe idaresinde Türkistan’a yerleştikten sonra Emevî Devleti’nin ezici ve gayru musavatçı bir tarzda devam eden siyaseti Türklerin İslâmiyet’e yanaşmamalarının en mühim sebebini teşkil eder. Bu hususta Müslümanların Buhara’da camiye silahla gitmelerinde bile, karşılaştıkları güçlüklere dair haberler güzel bir misal olarak zikredilebilir. Halkın İslamlara karşı ruhi bir durum ve hallerini belirtmek maksadıyla Semerkand Türk hükümdarının bu esnada Çin İmparatoruna yazdığı mektupta “Arap hâkimiyetinin 718’de zeval bulacağına” dair halk arasında mevcut olan bir itikat da, Türklerin Emevî idaresi zamanında İslâmiyete karşı tavırları, İslamlaştırmaktan uzak kalmaları sebepleri için, kayda değer.
Dostları ilə paylaş: |