37) BİR DUVARA TAŞ OL
"Mü'minin mümine karşı durumu, bir parçası, diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan binalar gibidir."(1)
Değerli can dostlar,
Sevgili Peygamberimiz, bazı konuları anlatırken teşbihler, benzetmeler yapardı. Bu hadiste de, mü'minlerin birbirlerine yardımcı olmalarını, aralarında yardımlaşmalarını, bir binanın unsurlarının, parçalarının birbirini sımsıkı tutması, kenetlenmesi haline benzetmiştir. Böyle bir bina sağlam ve dayanıklı olur. Aksi takdirde ayakta duramaz, yıkılır. Şayet Müslümanlar birbirlerine yardımcı olmaz, birlik beraberlik içinde bulunmaz, birbirlerine sımsıkı kenetlenmezlerse, güçlerini ve kuvvetlerini kaybeder, ayakta duramaz, yıkılırlar. Nitekim İslam tarihi bunun hem müspet hem de menfi (olumsuz) tecrübeleriyle doludur. Zaten sağlam bir bina gibi olanları Yüce Rab-bimiz sever:
"Allah (c.c), kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever." (61 Saf, 4) Şair ne güzel söylemiş:
"Bir yapıya konmayan taşları ben taş saymam, Kitaba eğilmeyen başları ben baş saymam. Okumadan, yazmadan geçen ömrü yaş saymam."
İşte Hz. Peygamberin (s.a.v.) bir teşbihi, benzetmesi daha: "Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta, birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar." (2)
"Birbirinin sıkıntısından dolayı acı ve sıkıntı çekmesi müminler üzerine haktır. Tıpkı bedenin sıkıntısından başın acı çekmesi gibi." (3)
Müminler sevgi, merhamet, şefkat ve yardımlaşmada bir vücut gibi olmalıdırlar. Birbirlerinin sevinç ve kederlerine de ortak olmak zorundadırlar.
İslam toplumu bir vücut gibidir. Bir uzvun hastalığının bütün vücudu rahatsız etmesi gibi, bir Müslümanın başına gelen bela ve musibetleri, bütün Müslümanlar kendilerine dert edinmelidir. Hz Mevlânâ ne güzel söylemiş:
"Bütün kâinat birbirine sevgiyle bağlanmış. Sevgini vermesini öğren, çünkü gönlün anlasın ki, hepsine yer varmış, sevgisiz insandan dünya, unutma ki korkarmış."
Sevgili çocuklar!
Sonbaharda "V" oluşturarak kış mevsimi için sıcak yerlere giden ya da baharda geri gelen kazları gördüğünüzde, o şekilde uçmalarının nedenini düşünebilirsiniz. Bilim bunu keşfetmiştir. Her kuşkanatlarını çırparken kendini izleyen kuşu yükselten bir güç oluşturur. Tüm kuş sürüsü "V" şeklinde uçarak, kuşların ayrı ayrı uçacağı duruma göre %71 daha hızlı uçar.
Ortak bir yön ve birlik duygusunu paylaşan kişiler hedeflerine daha çabuk ve kolay ulaşabilirler. Çünkü birbirlerinin kaldırma kuvveti üzerinde yükselmektedirler. Bir kaz grubun dışına çıkarsa, yalnız yol almanın sürtünme kuvvetini hemen hisseder ve öndeki kuşların kaldırma kuvvetinden yararlanmak için hızlıca gruba döner.
Kazlar gibi bizler de aynı hedefe yöneldiğimiz kişilerle birlik olup en uygun grubu oluşturursak, onların yardımına açık ve yardım etmeye istekli olursak, başarı imkanımız artar. Öncü kaz yorulduğunda, yerini başka bir kaza bırakarak gruba geri katılır. Zorlu işlerde nöbetleşe çalışmak yararlıdır. Kazlar gibi insanlar da birbirlerine bağımlıdırlar. Arkadaki kazlar hızlarını yüksek tutmaları için öndekilere seslenerek onları yüreklendirirler. Bizim de arkamızdan seslenmemizin yüreklendirme, cesaretlendirme niteliğinde olması gerekir, başka bir şey değil...
Son olarak bir kaz hastalanır ya da avcıların tüfekleriyle vurulup gruptan çıkıp yere düşerse, iki kaz daha ayrılır yanına gelir, yardım ve koruma sağlar. Düşen kaz yeniden uçabilene ya da ölene dek yanında kalırlar. Ancak o zaman tek başlarına uçmaya başlar ya da başka bir gruba katılırlar. Biz de kazların duygu ve anlayışına sahip olursak, hem güçlü olduğumuz zamanlar da hem de kara günlerde birbirimize destek olabiliriz. Demek ki mühim olan, bir duvara taş olabilmekmiş...
Birlikte hareket etmeyi, dayanışmayı sağlamayı da iyi bilmek lazımdır. Şu öyküye de kulak verelim:
İyi huylu, güzel geçimli bir adamın sürekli birbirleriyle didişen dört oğlu varmış. Adam, oğullarının da kendisi gibi iyi huylu, geçimli olmalarını çok istiyormuş.
Günün birinde aklına bir fikir gelmiş. Oğullarından bir demet çubuk toplayıp getirmelerini istemiş. Sonra, her birine getirdikleri demeti dizleriyle kırmalarını söylemiş. Hepsi denemiş ama hiçbiri çubukları kırmayı becerememiş.
Adam demeti çözüp çubukları teker teker çocuklarının ellerine vermeye başlamış. Çocuklar bütün çubukları bir bir kırıp atmışlar. Bunun üzerine adam:
"Evlatlarım! Birlik olursanız zorlukların üstesinden gelirsiniz. Ayrılırsanız dağılıp parçalanırsınız, zorluklar sizi ezer geçer.
Unutmayınız ki birlikten kuvvet doğar.
Kaynaklar:
1.Buhari, Salat 88, Mezalim; Müslim, Birr 65; Tirmizi, Birr 18; Nesai, Zekat 67.
2.Buhari ,Edep 27; Müslim, Birr 66; Ahmed, Müsned 4/270.
3.Münavi, Feyzul- Kadir 2/ 447.
38) HAYIR ÇOKTUR AMA HAYIR YAPANLAR AZDIR
"Hayır, çoktur fakat onunla amel eden, onu işleyen (hayır yapanlar) azdır."(1)
Sevgili can dostlar!
Hayır; akıl, doğruluk, fazilet ve faydalı şey gibi her yönüyle arzu edilen ve şerrin zıddı olan şeydir.
Yüce Rabbimiz, pek çok âyette Müslümanların hayır yarışçısı olduğunu belirtir: "Ey iman edenler! Rükû edin; secde edin; Rabbinize ibadet edin ve hayır işleyin ki, kurtuluşa eresiniz." (22 Hac, 77)
"Onlar, Allah (c.c.)'a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emreder ve kötülüğü engellerler ve hayırda yarışırlar. İşte onlar, salihlerdendir." (3 Al-i İmrân, 114)
Hayırda yarışmak, hayır yapmada istek ve hevesini artırıp, aşırı derecede hayır işlemek demektir. Yani hayrın bütün çeşitlerinde, en üst dereceyi elde etmeye koşarlar. Bu sıfatlarla anılan bu kimseler salihlerdendir. (2)
Bir sultan adamlarıyla birlikte gezintiye çıkmıştı. Yolu üzerindeki bir köyde çok yaşlı bir adamın tarlasına fidan dikmekle meşgul olduğunu gördü. İhtiyara uzaktan seslendi:
"Amca, sen ne diye fidan dikmeye uğraşıyorsun? Maşaallah yaşını almışsın, bu diktiğin fidanların meyvesinden yemeyi her halde ummuyorsun! Onun meyvelerini yiyecek kadar yaşayacağını mı sanıyorsun?" Yaşlı köylü cevap verdi:
"Bu diktiğim fidanların meyvesini bizim yememiz şart değil, sultanım. Biz nasıl bizden öncekilerin diktiği fidanların meyvesinden yediysek, bizim diktiğimiz fidanların meyvesini de bizden sonrakiler yesin." Bu cevap sultanın hoşuna gitti ve ihtiyara bir kese altın verilmesini emretti. İhtiyar bu ihsanı (bahşişi) karşılıksız bırakmadı:
"Gördünüz mü sultanım, bizim diktiğimiz fidanlar şimdiden meyve verdi bile." Bu cevap da hükümdarın hoşuna gitti.
Bir kese altın daha verilmesini emretti. İkinci altın kesesini de alan yaşlı köylü:
"Bakın sultanım." dedi, "Herkesin diktiği fidan bir defa meyve verirken bizim diktiğimiz fidan yılda iki meyve verdi." Bu son cevap da sultanın çok hoşuna gitti ve adama bir kese altın daha verilmesini emretti. Ama bu defa vezir araya girdi ve hükümdara dedi ki: "Aman sultanım! Sizin cömertliğinize bir diyeceğim yok. Ancak bir an önce buradan gitsek iyi olur. Bu gidişle bu bilge ihtiyar, tarlasına fidan yerine devletin hazinesine darı ekecek." ,
İşte iyilik, hayır yapmak böyledir. Hayrı yapan onun yararını hem dünyada hem de ahirette bolca görür. Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: "Benim için birbirini sevenlere, Benim için oturup sohbet edenlere, Benim (rızam) için mallarını, canlarını birbirlerine feda edenlere ve Benim (rızam) için birbirlerini ziyaret edenlere muhabbetimi vacib kıldım (Ben onları severim)." (3)
"Allah (c.c.) yolunda ver. Verirken ince hesaplama (sayıp durma, eli sıkı ve cimri olma)! Aksi halde Allah (c.c.) da sana olan nimet ve ikram hazinesinin ağzını bağlar. Nimetini senden esirger." (4)
"İnfak ettiğinizin (Allah (c.c.) yolunda yaptığınız yardımların) karşılığını Allah (c.c.) verir." (34Sebe, 39). "Ne infak ederseniz o sizin lehinizedir." 2 Bakara, 272)
Cömert davranmak, hayır işlemek her Müslüman için hem bir fazilet hem de bir zenginlik vesilesidir. Cömertlik bereket getirir, iyilik eden iyilik bulur.
Hayır yolları çoktur, yeter ki biz işleyelim, işlemeyi bilelim, hiçbir hayırdan, hayırlı işten, hayırlı hizmetten uzak durmayalım. "Sevdiğiniz şeylerden Allah (c.c.) yolunda harcamadıkça, en iyiye eremezsiniz (en iyilerden olamazsınız) ne harcarsanız Allah (c.c.) onu bilir." (3 Al-iİmrân, 92)
"Cenneti özleyen, hayırlara koşar." (5)
Kaynaklar:
1-Münavi, Feyzul- Kadir 3/ 510; Heysemi, Mecmauz- Zevâid 1/ 125;
Acluni, Keşfu'l- Hafa 1/ 447.
2-Bursevî, Ruhu'l- Beyân 21 63
3-Ahmed, Müsned 5/ 229, 232, 236, 237, 247; Münavi, age. 4/ 485.
4-Buhari, Zekat 21; Müslim, Zekat 88; Ebu Davud, Zekat 46.
5-Münavi, age. 6/ 63.
39) SERMAYESİ ERİYENE YARDIM EDİN!
"İnsanların kullanmakta en çok aldandıkları iki nimet vardır. (Bunlar): Sıhhat ve boş vakittir."(1)
Sevgili çocuklar!
İmam Şafiî'nin şu sözü ne kadar anlamlıdır: "Zamana kusur buluruz, oysa, zaman konuşacak olsa utanırız."
Alelade, sıradan insan zamanı nasıl sarf edeceğini düşünür, akıllı insan ise, zamanından nasıl tasarrufta bulunacağını düşünür. İsraf etme ile tasarruf etme birbirinin zıddıdır. Birisi vakit öldürmek için uğraşırken, öbürü vakti en büyük sermaye bilir. Çünkü kaybedilen bir saniyeyi dünyanın bütün hazinelerini verseniz geri getiremezsiniz.
Öykümüze kulak verelim:
Buz fabrikalarının, buzdolaplarının olmadığı devirlerde, içecekleri ve bazı yiyecekleri korumak için, dağlarda saklanan kar ve buzlar pazar yerlerinde satılırdı. Sıcak bir yaz gününde, bir bilge öğrencileriyle şehirde dolaşırken, böyle bir buz, kar satıcısına rastlamış. Satıcı: "Ey insanlar! Sermayesi eriyip akan şu adama acıyın, yardım edin." diye bağırıyormuş.
Satıcının bu sözlerini işiten bilge, aniden fenalaşarak bayılmış. Yanındakiler, kendisini gölgelik bir yere taşımışlar ve saatler sonra kendisine geldiğinde bayılma sebebini sormuşlar.
Bilge, satıcının eriyip giden buzlarında kendi hayatını görmüştü. Küçük sermayesinin ziyan olmaması için çırpınıp duran satıcı, milyarlarla ölçülmeyen ve sonsuz bir hayatta sınırsız mutluluğa vesile olabilecek ömür sermayesinin eriyip gidişine nasıl kayıtsız kaldığını düşünmüştü.
Bir gün 86400 saniyedir. Her bir saniye hayatımızın bir parçasıdır. Hem de ömrümüzü nerede ve nasıl tükettiğimizden hesaba çekileceğiz.
"Vakit öldürme" tabiri Müslümana yakışmaz. Akrep mi, yılan mı öldürüyoruz? Öldürdüğümüzü söylediğimiz şey, hayatımızın bir parçasıdır. Boş vakit geçirmek, boş insanların işidir. Hoş insanlar, hoşça ve verimli şekilde vakit geçirirler.
Bir zamanlar milli eğitim bakanlığı yapmış biri, İngiliz dostunun kendisine şöyle dediğini belirtir: "Türkiye şu üç "y"den kurtulduğu vakit düzlüğe çıkar: "Yok, yarın gel, yavaş yavaş..."
Görüldüğü gibi üç "y"de tembelliğin, gayretsizliğin, ümitsizliğin ifadesidir.
Bir zamanlar adına, "Yuhçu Baba" denilen bir bilge varmış. Bu zata, "Yuhçu Baba" denilmesinin sebebi şuymuş: Kimin cenazesine katılıp tabutundan tutarsa ona, "Yuh olsun!" dermiş. Onun için bu bilgeye, "Yuhçu Baba" lakabını vermişler.
Gün gelmiş, diğer insanlar gibi "Yuhçu Baba" da ölmüş. Cenazesinde bulunup, tabutunu taşıyan biri, "Yuhçu Baba"nın insanlara söylediği "Yuh olsun" u hatırlamış ve "Sana da yuh olsun!" demiş. Yuhçu Baba, tabuttan başını kaldırıp, "Ben de onlar gibi gafletle yaşayıp ölmüşsem, Allah (c.c.)'a kulluk etmemişsem, bana da yuh olsun!" demiş.
Onun için ömrümüzü iyi yerlerde geçirmeliyiz. Çünkü ahiret de, cennet de dünya hayatında kazanılır.
Kaynaklar:
1- Buharî, Rikak 1; Tirmizî, Zühd 1.
40) ASLINI UNUTMA!
"Kim kendisini büyük görür ve böbürlenerek, kibirlenerek yürürse, kıyamet günü Allah (c.c.)’ın huzuruna, Allah (c.c.) kendisine gazap etmiş olarak varır."(1)
Sevgili çocuklar!
Güzel dinimiz İslam, bizim hayatımızın tümüyle ilgilenir, her yönüne karışır. Bizden en güzel şeyleri isterken, güzel ve doğru olmayanlardan da uzaklaşmamızı ister. Hatta yolda ne şekilde yürüyeceğimize bile karışır. İşte Lokman (a.s.)'ın oğluna tavsiyelerini Yüce Rabbimiz şöyle bildirir:
"Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah (c.c), kendini beğenmiş, övüngen (çok övünen) kimseleri asla sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki seslerin en çirkini (avaz avaz bağıran) merkeplerin sesidir." (31 Lokman, 18-19)
İnsan neden kibirlenip büyüklük taslar? Ya malının çokluğundan, ya güçlü- kuvvetli olmasından, ya güzelliğinden ya soyundan - sopundan dolayı, ya makam - mevkiinden ya da akılsızlığından ötürü şımarır, kibirlenir ve büyüklük taslar, insanlara tepeden bakar. Kendisini bir şey sanır.
İşte anlatılacak öykü, insanın aslını unutmaması, kibirlenmemesi gerektiğini, asıl nimetleri vereni, unutmamamız icap ettiğini gösteriyor.
Ayaz, meşhur Gazneli Sultan Mahmud'un sadık adamlarındandır. Zekası, sadakati, Sultan Mahmud'a bağlılığı ile ilgili birçok hikayesi vardır.
Sultan Mahmud, akıllı, uyanık, edebli bir genç olduğu için Ayaz'ı sarayına alır. Saraya çarığı ve eski püskü giyecekleri ile gelir. O eski çarığını ve eski elbiselerini saraydaki odasına asar. O eski günleri, aslını unutmamak için onları saklar, odanın kapısını kilitler, kimseyi oraya sokmaz. Ayaz her gün bu odaya gelir, bir süre oturur ve kendi kendine:
"Sakın büyüklük taslamaya kalkışma, işte çarığın, işte eski elbiselerin!" derdi.
Sultan onu çok severdi. Rakipleri, onun padişaha olan yakınlığını kıskananlar, Ayaz'ın yalnızca kendisinin girip çıktığı özel odasında bazı hazineler sakladığını sanarak, onu gözden düşürmek için Sultan Mahmud'a şikâyet ederler:
"Siz Ayaz'a bu kadar çok değer veriyor, bu kadar ikramda bulunuyorsunuz. O ise, sizden çaldığı altınları bir odaya saklamış, oraya kimseyi sokmuyor!" dediler. Padişah bunu söyleyenlere:
"Gece yarısından sonra o odanın kilidini açarak içeriye girin, orada bulunanları bana getirin." dedi.
Kıskanç adamlar sevinerek padişahın huzurundan ayrıldılar. Sabırsızlıkla beklemeye başladılar. Gece yarısı olunca kapının kilidini kırarak odaya daldılar. Fakat odada bir çift çarık (eski ayakkabıdan) ve eski elbiseden başka bir şey yoktu! Belki altınları yere gömmüştür diye odanın içini kazmaya başladılar. Fakat hiçbir şey bulamayarak, yaptıklarından ve gördüklerinden pişman bir şekilde Sultan'ın huzuruna varıp gördüklerini anlattılar.
Sultan Mahmud, Ayaz'ı çağırıp saraydaki gizli odasında ki çarığını ve eski giyeceklerini niçin sakladığını sorar. Ayaz şöyle cevap verir:
"Ben sarayınıza bunlarla geldim, sizin sayenizde bu durumlara geldim, zengin oldum, makam-mevki elde ettim. Fakat aslımı unutmamak; kibre, benliğe, gurura düşmemek için de o eski eşyalarımı sakladım. Arada bir odaya girer, bu eski giyecekleri seyreder, sen buydun, bunlarla geldin. Elde ettiğin mevkiye, makama aldanma, gururlanma derim. Böylece kendimi ve nefsimi terbiye ederim."
Öyle değil mi can dostlar! Dünyaya geldiğimizde neyimiz vardı? Bunca nimetleri, imkânları, mekânları, makamları veren kim?
Önemli mevkilere gelen insanların, aslını unutarak gösterişe kapılmaları, hatta şımarmaları çok görülen olaylardandır. Bu hikâyede insanın öncesi ve sonrası anlatılmakta, varlığa ve benliğe kapılmanın boş bir şey olduğu hatırlatılmaktadır.
Evet; aslımızı unutmamalı, kibirlenmemeli, böbürlenmemeli, havaya girmemeli, elimizdeki imkânlarla hava atmamalı, caka satmamalıyız. Çünkü kibirlileri Allah (c.c.) asla sevmez!
Kaynaklar:
1- Ahmed, Müsned 2/118; Münavi, Feyzul- Kadir 6/106.
Dostları ilə paylaş: |