30) İNSANI NE KURTARIR?
"Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, soyu, nesebi onu kurtaramaz, ilerletemez." (1)
Can dostlar!
Bir âlime sordular: "Soyunuz nereye ulaşıyor? Âlim, düşünmeden cevap verdi:
"İnsan soyu ile hiçbir yere ulaşamaz."
Öyleyse insanı kurtaracak, değerlendirecek olan şey nedir, acaba?
İnsanı değerlendiren en önemli şey; imandır ve imanın gereği olarak işlemiş olduğu amellerdir. Sadece herhangi bir ırka mensup olmak, hacı- hoca çocuğu olmak, filancaların akrabası, yakını olmak insanın değerlendirilmesi için yeterli değildir. Elbette soyumuzu, akrabalarımızı bileceğiz, seveceğiz, ancak cennete girmek için bunun yeterli olmadığını da bileceğiz.
Hocalardan birine: "Hocam! At nalını evimizin kapısına asarsak, uğur getirir mi?" diye sormuşlar. O da: "Zannetmiyorum. O nallardan her atta dört tane nal var ama, bütün gün kamçı, kırbaç yemekten kurtulamıyorlar." cevabını vermiş. İnsanı değerlendiren şeylere sahip çıkılmalıdır.
Hz. Mevlânâ der ki: "Eğer Adem evladı, suretle (sadece görünüşle, bedenle) insan olsaydı, Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizle Ebu Cehil bir olurdu."
Bir gün zamanın büyük velilerinden Davud-ı Tâi, Peygamberimizin torunlarından Cafer-i Sadık'ı görünce ağladı ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın elçisinin temiz evladı! Bana nasihat et, kalbim karardı." İmam Cafer-i Sadık:
"Ey Davud! Sen zamanımızın en zahidi ve takva sahibisin! Allah (c.c.)'tan en çok korkanısın. Öyle olduğu halde benden nasihat istiyorsun!" dedi. Davud-ıTâi:
"Ey Peygamber Efendimiz'in şanlı torunu! Siz ehl-i beyttensiniz. (Hz. Peygamberin aile ve akrabasındansınız.) Sizin bütün yaratılmışlara üstünlüğünüz var! Peygamber Efendimiz'in mübarek kanı damarında dolaşıyor. Onun için herkese nasihat vermeniz size vaciptir (bir görevdir)." der. Bunun üzerine İmam Cafer Hazretleri:
"Ey Davud! Ben kıyamet günü gelince dedem olan Hz. Muhammed'in elimden yakalayıp, yakamdan tutup: 'Niçin bana gerektiği gibi uymadın?' demesinden korkuyorum. İnsanı nesebi ve soyu kurtarmaz. İnsanın niyeti, ihlası, ibâdeti ve ameli kurtarır. Mahşerde sana kimin oğlusun veya kimin soyundansın? diye sormazlar. Amelin nedir? Ne getirdin? derler."
Hz. İmam'ın sözleri kurşun gibiydi. Davud-ı Tâi hazretleri hüngür hüngür ağlamaya başladı ve Allah (c.c.)'a yalvardı, tövbe etti.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah (c.c.) yanında en değerli ve en üstün olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır." (49Hucurat, 13)
Sevgili Peygamberimiz de şöyle öğüt vermişlerdir:
"Ey insanlar, dikkat ediniz! Şüphesiz Rabbiniz bir, babanız da birdir. Hiçbir Arab'ın Acem'e, Acem'in Arab'a, hiçbir beyazın siyaha, siyahın beyaza takvanın dışında üstünlüğü yoktur. " (2)
"Müslümanlar kardeştir. Takva hariç, hiçbirinin diğerine üstünlüğü yoktur." (3)
İnsanı kurtaracak olan imandır, takvadır. Hz. Nuh'un oğlu ve karısı, Hz. Lut'un hanımı, Hz. İbrahim'in babası, Hz. Peygamber'in amcası Ebu Leheb, Peygamber'in akrabası oldukları halde, inanmadıkları için kurtulamadılar...
İyi insanlara akrabalık, onların yolunda olunursa, onların dininde yaşanılırsa fayda verir.
Öyleyse bizi kurtaracak şeylere bakalım...
Kaynaklar:
1-İbni Mâce, Mukaddime 17 (225).
2-Ahmed, Müsned 5/411.
3-Münavî, Feyzu'I- Kadir 6/ 271.
31) KENDİ İMKÂNLARIMIZDAN HABERDAR MIYIZ?
"Ameller ancak içi dolu kaplar gibidir. Altı güzel olduğu zaman üst kısmı da güzel olur. Ve en aşağısı, dip kısmı bozulursa en üst kısmı da bozulur." (1)
Sevgili Çocuklar! Elindeki imkanları, gücü görüp de imrendiğimiz, özendiğimiz pek çok insan vardır. Keşke bu imkânlar, bu güç bende de olsa şöyle şöyle yapardım, diye içimizden geçirdiğimiz, ah keşke, diye büyük heyecanla ve hayranlıkla istek duyduğumuz, iç geçirdiğimiz şeyler olmuştur.
Acaba biz kendimizdeki güçten, elimizdeki imkânlardan haberdar mıyız? Onları gereği gibi kullanabiliyor muyuz? Onlardan gerektiği kadar yararlanabiliyor muyuz? Öykümüze kulak verelim:
Enine boyuna, iri yarı bir adama gıpta ve hayranlıkla bakan ufak tefek bir genç der ki:
"Ben de sizin gibi iri yapılı ve güçlü olsa idim, dünya ağır sıklet şampiyonu olurdum." İri yarı adam cevap verir:
"Peki, ama seni dünya hafif sıklet şampiyonu olmaktan alıkoyan nedir?"
Örnek çok enteresan değil mi? Acaba biz kendi imkanlarımızdan ne kadar haberdarız, ne kadarını kullanabiliyoruz? Kendimizi tanıyor muyuz? Kabiliyetlerimizi geliştirebiliyor muyuz? Kapasitemizi tam kullanabiliyor muyuz?
Unutmayın ki, sağırlığın en beteri, kendi gücünü ve imkanlarını, kabiliyetlerini duymak istemeyendir. Körlerin en kötüsü kendi gücünü, değerini kabiliyetini görmek istemeyendir, görmeyendir.
Bir de bizde daha küçüklüğünden itibaren çocuklara söylenen: "Sen adam olmazsın." sözü ve anlayışı vardır. Bu anlayış, çok tehlikelidir. En büyük korkak, kendisine güvenmeyendir. Başarının önemli bir anahtarı, inanmaktır. Büyük başarılara ulaşanlarla ulaşamayanlar arasındaki fark, inanç farkıdır.
Şu öykümüz de bunu ne güzel anlatıyor:
Başarılı olmanın yollarını arayan genç, bir bilgeye gider.
Bilge, genci ormanda bulunan bir binaya götürür. Orada kung-fu çalışanlar vardır. İçlerinden bazıları tahtaları kırmış, bazıları tahtaları kıramamıştır. Bilge, gence sorar: "Ne gördün?" Genç:
"Kung-fu çalışanların bazıları tahtaları kırmış, bazıları kıramamış." der. Aralarındaki farkı, bilge şöyle anlatır:
"Kıranlar ellerini tahtaların altında görenler yani, kırabileceğine inananlardır. Kıramayanlar ise, tahtanın kalınlığına takılıp kalanlardır."
İşte böyle can dostlar! İnanmak, güvenmek çok önemlidir. Bir de dikkatimizi yoğunlaştırmak, istekli olmak gerekir. Aşağıdaki öykümüzde bunu ifade ediyor:
Eski zamanlarda bir genç, bilge krala gidip, kötü duygu ve düşüncelerinden, lüzumsuz işlerden nasıl kurtulabileceğini sorar. Bilge kral, o gencin sırtına, ağzına kadar zeytinyağıyla dolu bir fıçı verir. Bu fıçıyı kentin bir kapısından öbür kapısına kadar bir damla yağ dökmeden taşımasını emrederek:
"Eğer bir damla yağ dökersen başın kesilecek!" der.
Gencin yanına eli kılıçlı, iki de muhafız verilir. Fıçıyı taşıyacağı yer, bir pazar yeriydi. Şehrin her tarafı satıcı tezgâhlarıyla, insanlarla doluydu. Adam fıçıyı taşıyarak yürür, hem de dikkatle bir damla yağ dökmeden götürür. Saraya döndükleri zaman bilge kral: "Peki, şehirde ne var, ne yok, kimleri gördün? diye sorar. Genç, bu soru karşısında şaşırır ve:
"Hiçbir şey görmedim efendim, aklım, fikrim yağdaydı." der. Bilge kral bu cevap karşısında kötü duygu ve düşüncelerden kurtulan gence şu cevabı verir:
"Şimdi kötü düşüncelerden arınmanın çaresini buldun işte. İnançlarına da, görevlerine de fıçıdaki yağa baktığın gibi dikkatle bak. O zaman seni hiç bir şey hedefinden alıkoyamaz, başarını engelleyemez."
Başarı, sadece bize düşeni yapmamız ve teşebbüse geçmemizdir. İnanan insan çalışkan, sabırlı ve cesur olur, kendisine güvenir, başarıya odaklanır.
İşte sevgili can dostlar!
İnsanın niyeti, içi, kalbi düzgün olursa, amelleri, davranışları da düzgün olur. Niyeti, içi bozuksa, işleri de bozuk olur. Sadece iyi niyet ve inanmak yetmez. Başarı ve cennet için gerekli çalışmayı yapmalı, gereken titizliği göstermeliyiz. Kendi imkanlarımızı iyi, doğru ve zamanında kullanmalıyız.
Kaynaklar:
1-İbni Mâce, Zühd 20 (4199). Ahmed, Müsned 4/ 94.
32) HATADA ISRAR EDİLMEMELİDİR!
"Her insan hata eder. Hata edenlerin en hayırlıları ise (hatada ısrar etmeyip hemen) tövbe edenlerdir." (1)
Sevgili dostlar!
İnsan beşerdir, şaşar, günah işleyebilir. Ne var ki bile bile günaha girmemeli, bir hata ve yanlışlık sonucu girmişse hemen dönüş yapmalı, günahta ısrar etmemeli, hemen tövbeye sarılmalıdır.
İnsan bir günah işlediğinde ondan pişmanlık duyar, bir daha yapmamak üzere dönüş yaparsa tövbesi kabul olur. Cenab-ı Hakk'ın "Ğafur, Ğaffar, Tevvâb" gibi isimleri vardır. İnsan günahından tövbe ederse, bu sıfatları ve isimleri tecelli eder.
Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurarak uyarır:
"Günahı açıktan işlemekten sıkılmayanlar hariç bütün ümmetim Allah (c.c.)'m affına mazhardır." (2)
Çünkü günahı işlemede; sıkılmama, çekinmeme, yaptığından zevk alma, işlediğinden utanç ve ar duymama vardır. Bu ise çok tehlikelidir. Onun için tövbe geciktirilmemeli ve ihmal edilmemelidir. Zira Lokman (a.s.)'a: "İnsanların en şerlisi kimdir?" diye sormuşlar. O da: "İnsanların kendisini günah işlerken görmelerine aldırış etmeyen kimsedir." cevabını vermiştir.
Ömer b. Abdülaziz'e Sırrı Sakatî şöyle öğüt vermiştir: "İyi kimselerle oturup kalktığı halde hiçbir fayda sağlayamayanlardan veya günahkârları kınadığı halde kendisi günahlardan sakınmayanlardan olma! Açıktan şeytan'a lanet edip de gizlice ona itaat edenlerden olma!"
Yüce Rabbimiz, cennet adayı takva sahiplerinin: "Bir kötülük yaptıklarında, günah işlediklerinde hemen Allah (c.c.)'ı hatırlayıp tövbe ettiklerini, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmediklerini" belirtir. (3 Al-i İmrân, 135)
"Mü'min, günahını üzerine (devriliverecekmiş gibi) duran bir dağ gibi görür, (o dağın) üzerine devrilmesinden korkar. Fâcir, günahkâr ise, günahını burnunun üzerinde duran ve (elini kaldırıverince kaçan) bir sinek gibi görür." (3)
Şu öyküyü dikkatle okuyalım:
Bir adam yol kenarına dikenli çalılar diker. Dikenler büyüyünce yoldan geçenlerin elbisesine takılmaya, zarar vermeye başlar. İnsanlar: "Bunları sök, yoldan geçenleri rahatsız ediyor." derler. Fakat adam aldırış etmez. Sonunda yol kenarına dikenli çalı diken adamı, mahkemeye vermek zorunda kalırlar.
Adam mahkemede:
"Tamam hakim bey, sökeceğim" der. Fakat yine sökmez. Habire "Yarın sökeceğim." diyerek insanları oyalayıp durur. Bu arada dikenler, her gün biraz daha kuvvetlenmekte ve yaygınlaşmaktadır.
Hakim, bir gün adamı tekrar çağırır ve sorar: "Çalıları sökeceğine defalarca söz verdiğin halde, hiçbirinde de sözünü yerine getirmedin! Niçin?" Adam:
"Hakim bey, önümüzde daha çok gün var. Nasıl olsa bir gün sökerim." deyince hakim şöyle uyarır:
"Sen, hep 'yarın, yarın' diyerek işi erteliyorsun ama aylar, yıllar geçiyor, dikenler kuvvetleniyor; sen ise ihtiyarlıyor ve kuvvetten düşüyorsun. Zamanında sökmediğin dikenleri, sonra hiç sökemezsin."
Sevgili çocuklar!
İnsan, tövbe etmezse, ruhuna ektiği günah dikenleri her gün büyür, kök salar, kişinin özelliği, karakteri haline gelir, bunlardan kurtulmasıda zorlaşır. Onun için hatada ısrar etmemeliyiz. Gönlümüzü karartan, hayatımızı mahveden bizi Allah (c.c.)'tan uzaklaştıran, şeytan'a yaklaştıran, cennet'ten uzaklaştırıp, cehenneme yaklaştıran günahlardan, hatalardan bir an önce kurtulmalıyız. Yoksa, "Yarın yaparım diyen perişan olur." belki yarına da çıkamayabilir.
Peki günahkârları nasıl ıslah edebiliriz?
Ebu'd- Derda hazretleri, bir gün yolda bir grup insanla karşılaşmıştı. Onlar, bir adamın başına toplanmışlar, kötü sözler söylüyorlardı. Onlara yanaşıp sordu:
"Ne oluyor?"
"Bu adam günahkârın biri, onu şu günahı işlerken gördük. .." dediler. Bunun üzerine Ebu'd- Derda hazretleri:
"Ne dersiniz? Eğer bu adam bir kuyuya düşmüş olsa idi, onu günahkâr diye, oradan çıkarmaz mıydınız?"
"Elbette çıkarırdık."
"O halde günah kuyusuna düşmüş bu kardeşinize kötü söz söylemeyin. Ona ancak öğüt verin, yaptığının yanlış olduğunu anlatın. El uzatıp, o kuyudan çıkarmaya çalışın. Ayrıca sizi, onun işlediği günaha düşmekten koruyan Allah (c.c.)'a da hamd edin."
"Sen ona kızmıyor musun?"
"Ben sadece onun yaptığı işe, işlediği günahına kızarım. Eğer o günahı terk ederse, o benim kardeşimdir. Bağrıma basarım..."
İşte böyle dostlar; günahları bir akrep gibi, zehirli görelim, onlardan uzak duralım... Bizi zehirleyecek akrebi beslemeyelim.
Şakiki Belhî ne güzel söylemiş: "Azabına dayanabileceğiniz kadar, Allah (c.c.)'a karşı günah işleyiniz."
Kaynaklar:
1-Tirmizî, Kıyâme 49. İbni Mâce, Zühd 30. Dârîmî, Rikâk 18.
Ahmed, Müsned 3/ 198
2-Buharî, Edeb 60. Müslim, Zühd 52.
3-Buharî, Daâvât 4. Tirmizi, Kıyâme 46. Ahmed, age. 1/ 133
33) KENDİ KUSURLARIMIZI GÖRMEK
"Başkasının ayıplarını, kusurlarını anlatmak istediğinde hemen kendi kusurlarını hatırla."(1)
Sevgili can dostlar,
Dikensiz gül, kusursuz insan olmaz. Başkalarının olabileceği gibi, kendimizin de birçok kusuru vardır. Fakat her nedense insan kendi hata ve kusurlarını görmek istemez. Başkalarının kusurlarını sayıp dökmekten zevk alır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Sizden biriniz, kardeşinin gözündeki çöpü görür de, kendi gözündeki merteği unutur, (görmez)" (2)
Dilimize atasözü olarak da geçen bu hadis-i şerif; başkalarının küçük kusurlarını, yanlışlarını görüp de kendi kusurlarını görmemenin bir çeşit zulüm, taşkınlık, şaşkınlık olduğunu ifade ediyor.
İnsanların ayıplarına gözlerini diken insan, kendi hatalarını görmez. Kendi kusurlarını görebilen insan bahtiyardır. Başkalarını düzeltebilmek için önce kendimizi düzeltmemiz gerekir. Zaten kendi nefsiyle uğraşan ayıp, hata ve kusurlarını düzeltmeye çalışan insan, başkalarının kusurlarını görmeye vakit bulamaz.
İnsan başkalarının hatalarını küçük, kendi kusurlarını ise büyük görmeli, başkalarını kötülemektense kendi nefsinin kusurlarını kötülemelidir.
Kusurumuz o kadar çok ki... başkalarının kusurlarını ağzımıza dolamak kusur, kendimizi kusursuz görmek ise, en büyük kusur. Peygamberlerden başka kusursuz olan kim var?
Kendimizin kötülüklerini, dostlarımızın da iyiliklerini görmeliyiz. Yanıldığını kabul etmeyenler, en çok yanılan insanlardır.
Kendi kusurunu düzeltmeyen insanın başkalarından şikâyete hakkı yoktur. İşte öykümüz:
Allah dostlarından olan Bayezid-i Bistâmi'ye: "Ey Bayezid! İnsanların ayıplanacak o kadar çok kusurları varken senin hiç kimseyi ayıpladığını, kınayıp kötülediğini görmüyoruz. Bunun sebebi nedir? diye sorulduğunda, Bayezid şu cevabı verir:
"Ben, her şeyden önce kendi nefsimi beğeniyor değilim ki, onun ayıplarını görmekten fırsat bulup da başkalarının ayıpları ile uğraşayım. Bazı insanlar, başkalarının hata ve ayıplarını dağ gibi büyük görürken, bir benzerini kendileri yaptıkları zaman, onu sinek gibi küçük görürler."
Atalarımız: "Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz." demişlerdir. Sevgili Peygamberimiz (s.av.)de şöyle buyurmuşlardır:
"Allah (c.c), bir kulunun hayrını (iyiliğini) isterse, ona kusurlarını gösterir." (3)
"Kendi kusurlarıyla uğraşıp başkalarının kusurlarını kurcalamaktan kendisini alıkoyan kimseye müjdeler olsun." (4)
"...Şu üç huy kişiye ayıp olarak yeter..
1-Kendi utanç verici halini görmeyip, başkasındaki aynı kusuru görmesi.
2- Kendi utanç verici halini görmeyip başkalarının aynı durumundan utanç duyması.
3- Oturup kalktığı kimselere sıkıntı vermesidir..." (5)
Yüce Rabbimiz şöyle buyurup uyarır: "Öyleyse nefsinizi temize çıkarmayınız. Yüce Allah ihlas ile amel edeni, gizli ve açıkta Rabbinden korkanı bilir." (53 Necm, 32)
Kendi kusurlarını görebilmek, onlardan kurtulmanın ilk şartıdır. Kusur bilindikten sonra tedavisi kolaydır. Biz başkalarının değil, kendimizin hesabını vereceğiz. Başkalarında görüp de, kızdığımız, beğenmediğimiz halleri kendimizde bulundurmamalıyız.
Kaynaklar:
1-Münâvî, Feyzul- Kadir 1/ 272 (419).
2-Münzirî, et- Terğib ve't- Terhib 3/ 236.
3-Aclunî, Keşfu'l- Hafa 1/ 81. Hâşimi, Muhtaru'l- Ehadis'in- Nebeviye 9 (57).
4-Münâvî, age. 4/281.
5-Münâvî, age. 3/ 76. Taberâni, Mu'cemü'l- Kebir 21168.
34) YE KÜRKÜM YE
"İnsanlara layık oldukları değeri verin, mevki, makam ve seviyelerine göre muamele ediniz "(1)
İnsan en değerli varlıktır. Ancak insanların, "insan değerlendirme" ölçüleri farklıdır. Kimi insanı sadece dış görünüşüyle değerlendirir, kimi insana gereken değer ve önemi verir.
İnsan en değerli varlıktır. Cenab-ı Hak diğer yaratıklara vermediği birçok özelliği ona ihsan etmiştir. Bitkiler, hayvanlar, ay, güneş, atmosfer her şey insana hizmet edip durmaktadır. Allah (c.c.)'ın bu kadar değer verip yarattığı insana, şanına layık tarzda hürmet ve ilgi göstermek gerekir.
Her şeyden önce insana insan olduğu için değer verilmelidir. Sonra ilmi, maddî ve manevî makamı, konumu sebebiyle ayrıca değer vermek gerekir. İnsanlara layık oldukları değeri vermemek, onları hiçe saymak, büyük bir saygısızlıktır. Bu yaratana da saygısızlıktır. Değer vermeyene değer verilmez. Söz konusu ettiğimiz hadis-i şerifi anlayabilmek için Hz. Aişe (r.anha) annemize müracaat edelim: Birgün Hz. Aişe'ye bir dilenci geldi. Aişe (r.anha) ona bir parça ekmek verdi. Kılığı kıyafeti düzgün bir başka adam geldi. Onu da sofraya oturtarak yemek ikram etti. Bu farklı davranışın sebebini soranlara Hz. Aişe şöyle cevap verdi: "Rasülullah (s.a.v): İnsanlara mevki, makam ve seviyelerine göre muamele ediniz." buyurmuştur.
İnsanı değerlendirmede ölçü nedir?
Fudayl b. İyaz'ın yanında stayişle bir adamın zühdünden bahsettiler.
"O zat, ağzına helva almaz, tatlı bir şey sürmez." dediler. Fudayl onlara dedi ki: "Helva, tatlı yemeyi bırakmak bir marifet mi sanki? Siz onun akrabasını gözetip gözetmediğine, öfkesini yenip yenmediğine, komşularına, dul ve yetimlere karşı muamelesine bakın. Din kardeşlerine ve arkadaşlarına karşı davranışları, sevgi ve saygısı nasıldır?"
İşte bir şahıs hakkında hüküm verirken asıl bunlara dikkat edin. İnsanın değeri fizîki güzellikle de değildir.
Fıkıh âlimlerinden Abdülaziz Kınânî, fiziki yönden pek gösterişli biri değildi. Hatta çirkin bile sayılabilirdi. Bir gün Halife Me'mun'un huzuruna girmişti. Halifenin yanında bulunanlardan biri, onu görünce güldü. Abdulaziz Kınânî, kendisine gülündüğünü anlayınca: "Ey mü'minlerin emiri! Bu adam bana niçin gülüyor? Allah Teâlâ Yusuf (a.s.)'u güzel olduğu, yakışıklı bulduğu için Peygamber seçmedi ki." dedi.
Halife Me'mun tebessüm etti. Cevabı beğenmişti.
Bir de insanları sadece görünüşüyle, elbisesiyle değerlendirenler ya da bu değer vermede haddi aşanlar olmaktadır.
Bir gün Nasrettin Hoca'yı düğüne davet ederler. Eski elbisesiyle gittiği için kendisine ehemmiyet verilmez ve bir köşede kalır. Hoca bir aralık gizlice oradan ayrılır ve evine döner, yeni elbisesini ve kürkünü giyerek tekrar düğün evine gelir. Hoca'yı bu sefer ta kapıda karşılarlar. Hürmetlerle sofraya oturtup: "Buyrun Hocaefendi" diyerek ikrama başlarlar. Düğün sahipleri: "Buyrun" dedikçe, Hoca da kürkünün yenini, yemek masasındaki tabaklara uzatarak "Ye, kürküm ye, bu rağbet sanadır." der. Bu hale hayret eden ev halkı:
"Ne yapıyorsun Hocaefendi?" diye sorduklarında,
"Ben biraz evvel eski elbisemle gelmiştim, bir köşede kaldım, yüzüme bakan bile olmadı. Gidip yeni elbise ve kürkümü giydim. Hemen izzet ü ikram başladı. Demek ki bütün ikram kürkedir. O halde yemeğe de o buyursun!"
Gösterişe, kılığa, kıyafete ve bazı mesleklere, zaaf derecesinde, aşırı şekilde itibar edenler vardır. İnsanların dış görünüşü aldatıcı olabilir. Asıl insanın kendisine değer verilmelidir.
İnsanları tanımanın pek çok yolları vardır. İnsanların tavırları, davranışları, değer ölçüleri onlarla ilgili ipuçları verir.
Öyleyse insanlara değer verilmeli, seviyelerine göre muamele edilmelidir.
Kaynaklar:
1- Ebu Dâvûd, Edeb 20. Münâvî, Feyzu'l- Kadir, 3/ 57.
35) HER ŞEYDEN ŞİKÂYET VE SIZLANMA
"İnsanoğlu sıcak görse sızlanır, soğuk görse sızlanır."(1)
İnsan biyolojik, psikolojik ve sosyal zaafları olan bir varlıktır. Nankörlük, sızlanma, şikâyet etme, sabırsızlık, şükürsüzlük... bunlardan bazılarıdır.
İşte bu hususu anlamamızı kolaylaştıracak örnek bir öykü:
Yaşlı bir köylüyü hiçbir şey mutlu etmiyor, her şeyden şikâyet ediyordu. Bir yıl, köylünün bahçesindeki elma ağaçlarının gayet bol meyve verdiğini gören komşusu, onu ziyaret eder ve:
"Bu sene, artık mutlu olmalısın. Çünkü elma ağaçlarının bol meyve verdiğini görüyorum." der. Yaşlı köylü cevap verir: "Pek fena değil, ama bu yıl, hayvanlara yem olarak verdiğim çürük elmalar yok."
Yani hiçbir şey adamı memnun etmiyor. Çoklukta da, yoklukta da; bollukta da, darlıkta da şikâyetçi...
Sevgili can dostlar!
Günümüz insanlarının çoğunun durumu da bu adamdan farksız! Nasılsınız, işleriniz nasıl? diye bir soru sorsanız; şikâyetin bini bir paradır. Çoğunun aklına, Allah'a bir şükretmek gelmez, hep sızlanırlar, hep ağlarlar, her şeyden şikâyetçi olurlar. Adeta sızlanmayı, şikâyeti, ahlâk ve tabiat, huy haline getirmişlerdir. Sanki bütün sıkıntılar gidip, bunları bulmuşlar, hiç iyi halleri yoktur vs....
Sevgili çocuklar!
Peki neler yapılmalıdır? Çözüm nedir? İşte cevap öykümüzde:
Hayatından hep şikâyet edip dururdu çırak. Okumuş, gün görmüş bilge ustası ondan bir avuç tuzu, bir bardak suya koyup içmesini istedi. Çırak denileni yaptı.
"Nasıl buldun?" diye sordu, ustası.
"Acı, acı, çok acı." dedi çırak.
Bu defa ustası onu bir göl kenarına götürdü. Göle bir avuç tuz atıp, sonra da suyundan içmesini istedi. Çırak hemen emre uydu. Bilge usta yine sordu:
"Nasıl?"
"Tatlı, ferahlatıcı." dedi, çırak. Bilge usta şu ibretli sözleri söyledi:
"Hayattaki acılar da bir avuç tuza benzer. Sen bardak değil, göl ol."
Evet, asıl mesele; göl olmayı bilmektir.
İnsan sıcaktan da, soğuktan da şikâyet eder. Yaz gelir, kışı özler, kış gelir, yazı özler, arar.
Hani deveye demişler ki:
"Yokuş mu çıkmak istersin, iniş mi inmek istersin?" Deve:
"Bu yolun düzü yok mu?" demiş.
Hayat yolculuğunun hem inişi, hem çıkışı, hem de düzü vardır. Yazı da vardır, kışı da... Bize düşen her nimetten yararlanmayı bilmek, Allah'a şükretmektir. Her nimetin, her zamanın, her mevsimin kendine göre güzellikleri, nimetleri ve külfetleri vardır. Hep külfetleri görüp şikâyet etmek, nankörlüktür, fikirsizliktir, şükürsüzlüktür.
Yüce Rabbimiz: "Benim kullarımdan şükreden gerçekten azdır." buyuruyor. (34 Sebe, 13) Bu da Allah (c.c.)'a şükredenlerin bahtiyarlığını, şükretmeyenlerin talihsizliğini gösterir.
Herkes sahip olduğu nimetlerin önemini ve kıymetini düşünerek kendisine bağışlanan lütuflara şükretmelidir.
Belki de insanın az şükretmesinin sebebi, nimetleri kolay elde etmesi, kendisinin bir katkısının olmaması veya az olması, zenginlik bakımından kendisinden üstün olanlara bakmasıdır. Peygamberimizin tavsiye ettiği gibi, sadece kendisinden üstün olanlara bakıp yerinmemeli, bir de dönüp kendisinden aşağıdakilere bakmalı ve böylece sahip olduklarının kıymetini, değerini anlamalıdır, şükretmelidir. (2)
Aza da, çoğa da şükretmelidir. Zira şükür, nimeti artırır. "Eğer şükrederseniz, size nimetlerimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, benim azabım çok şiddetlidir." (14 İbrahim, 7)
Herkes imtihan oluyor, deneniyor. İmtihanı kazanmak için sabretmek ve şükretmek gerekir. "Sonra o gün bütün nimetlerden sorguya çekileceksiniz." (102 Tekasür, 8)
Kıymeti bilinmeyen nimetler, elimizden alınır.
Kaynaklar:
1-Ahmed, Müsned 6/ 410; Münavi, Feyzu'l- Kadir 2/ 409.
2-Müslim, Zühd 8. Tirmizi, Libas 38, Kıyame 38; İbn Mace, Zühd 9.
36) ECELİ KİŞİYİ ÇEKER
"Allah (c.c), bir kulun bir yerde ölmesini takdir etmiş ise, onun oraya gitmesine sebeb olacak bir ihtiyaç yaratır, "(1)
Bu hadiste, insanın daima uyanık olması, ölüme hazırlıklı bulunması için tenbih, uyarı, ikaz vardır. Bundan dolayı itaat ve ibadetlerini artırmak, günahlardan uzaklaşmak, borçlarını ödemek, vasiyetini yazmak yani tedbirli olmak gerekir. Bilhassa sefere yolculuğa çıkmadan önce bunları yapmak lazımdır. Zira insan, nerede öleceğini bilemez. Emelinin peşine düşerken bir de bakarsınız ki eceli onu yakalayıverir.
Ecel de Allah (c.c.)'ın hükmü ve takdiriyle olur. Buna iman etmek, teslim olmaktan başka bir çare ve yol yoktur.
"Bir kişi hangi yerde (nerede) öleceğini bilemez." (31 Lokman, 34)
Bir kişi, hangi saatte ve nerede, ne şekilde öleceğini bilemez. Ancak Allah (c.c.) bilir. Aynı zamanda bir kişi nerede ve hangi mekanda ölecekse oraya gider ve orada ölür. Hakkında tecelli edecek kader-i ilahiyi hiç kimse bilemez.
Bir kimsenin ölümünün gerçekleşeceği yere gitmesi için bir ihtiyaç, bir iş kapısı açılır. O işini görmek için gider. Eceli de onu orada bulur ve vefat eder. Öykümüzde geçen şu olay çok ibret vericidir:
Ölüm meleği bir gün Hz. Süleyman'ın huzuruna giriyor. Orada oturan kimseler içinde bir adama dikkatlice bakıyor. O adam kıyafet ve şekil değişikliği ile gelen kişinin kim olduğunu soruyor. Süleyman (a.s.) da: "Ölüm meleğidir." diyor.
(Melekler kendi aslî yaratılışlarının dışında da görünebilirler. Asli yaratılışları ile görmek, bizim göz yapımıza göre mümkün değildir. İbrahim (a.s.)'a gelen genç misafirler, Hz. Pey-gamber'e gelen ve imandan, İslam'dan, ihsandan soran yabancı, Hz. Lut'a gelen genç misafirler... Melek olduğu halde insan şeklinde görünmüşlerdir. Bununla ilgili başka örnekler de vardır.)
Bunun üzerine gelenin ölüm meleği olması ve kendisine bakması üzerine, adamcağız, Hz. Süleyman'a:
"Bu ölüm meleği sanki beni istiyor, ne olur rüzgâra emret, beni yüklenip Hindistan'a ulaştırsın." diyor. Hemen Süleyman (a.s.), rüzgâra emrediyor, rüzgâr o adamı Hindistan'a götürüyor. Ölüm meleği Hz. Süleyman'a şöyle diyor:
"Benim o adama dikkatlice ve devamlı bakışım, taaccübümdendi. Zira ben o adamın ruhunu Hindistan'da almakla emrolundum, halbuki o adam senin yanında (Kudüs'te) idi. (2)
Öyleyse tedbirli olmalı, dikkatli davranmalıyız. İlahi takdirin yani alın yazısının önünden kaçmak mümkün değildir. O halde imkanları iyi kullanarak hayatımızı Müslümanca ve güzelce yaşamaya çalışmak en akıllıca iştir.
Kaderde olan gerçekleşir. Şunu da unutmayalım: Nasıl yaşarsak, öyle ölürüz. Şimdi öykümüze kulak verelim:
Bir zamanlar dinden diyanetten uzak bir ömür süren bir müteahhit can çekişiyormuş. İmam efendi gelmiş, kelime-i şehâdeti tekrarlamasını istemiş, kendisi de önden tekrarlıyormuş.
İmam:
"Eşhedü enlâ ilahe illallah" dedikçe, müteahhit; "Taş getir, tuğla getir." diye söylenmeye başlamış. "Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasûlüh" dediğinde de "Kireç getir, çimonto getir." diyormuş. İmam: "Usta, paydos!" deyince ölmüş. Hayatı öyle geçtiği için o anda din ve iman hatırına gelmemiş. Bu kötü bir örnek. Bir de olumlu bir örneği hatırlatalım:
"İmam Muhammed ömrünü ilme adamış büyük bir insan. İmam-ı Azam'ın talebesi. Ölümünden sonra rüyada görmüşler: "Nasıl vefat ettin?" diye sorduklarında "İlimle uğraşıyordum, nasıl can verdiğimin farkında bile olmadım. Bir de baktım ki kabirdeyim." diye cevap vermiş.
Bunlar gösteriyor ki, insan nasıl yaşıyorsa, öyle ölecek. Biz iyi şeylerle, ilimle, ibadetle, hizmetle, hayır işleriyle çok meşgul olalım ki, ecel bizi bu işlerle meşgul olurken bulsun.
Kaynaklar:
1- Tirmizî, Kader 11; Münâvî, Feyzu'l Kadir 1/417; Ahmed, Müsned 5/ 227.
2- Mecmuatü'n- Mine't- Tefâsir 5/ 70.
Dostları ilə paylaş: |