Ehlisünnet Ve'l-Cemaat Deyiminin Tarihi
Tarihte yaptığım araştırmalara göre Muaviye'nin hâkimiyeti ele aldığı yılın Amu'l Cemaat (Cemaat Yılı) olarak anılmasını kararlaştırmışlardır. Osman öldükten sonra Müslümanlar Hz. Ali'nin Şiîleri ve Muaviye'nin taraftarları olarak ikiye bölünmüştüler. Hz. Ali şehit olduktan sonra Muaviye, İmam Hasan (a.s) ile yaptığı anlaşmanın ardından tüm Müslümanlara egemen oldu. Bu yüzden o yıl, cemaat yılı olarak adlandırıldı. Buna göre "Ehlisünnet ve'l-Cemaat tâbiri, Muaviye'nin sünnetine uyup onun hakimiyetinde toplananlar anlamına gelmektedir; sanıldığı gibi, Resulullah'ın (s.a.a) sünnetine uyanlar anlamına gelmemektedir.
Resulullah'ın (s.a.a.) sünnetini Muaviye'den ve onun gibi Mekke Fethi'nden (yani müşriklerin son sığınağı da yıkıldıktan) sonra Müslüman olanlardan daha iyi bildikleri inkâr edilemez bir gerçektir. Çünkü bir evin çocuğu o evde olanı diğerlerinden daha iyi bilir. Ama biz Ehlisünnetten olanlar Peygamber'in evlâdı olan "On iki İmamı" bırakarak onların düşmanlarına sarılmışız. Hepimiz Resulullah'tan nakledilen "Halifelerim on iki tanedir ve hepsi Kureyş'tendir." hadisini biliyoruz ama dört halifeden başkasını tanı-mıyoruz. Belki de, "Ehlisünnet ve'l-Cemaat" ismini bize veren Muaviye'nin sünnet ve cemaatten maksadı, Ali ve evlâtlarına lânet okuma sünneti üzerinde cemaatleştirmekti ki onun koyduğu bu sünnet, ancak Ömer İbn Abdülaziz tarafından kaldırılabilmişti. Bazı tarihçilerin yazdığına göre, Ömer İbn Abdülaziz'in Emevîlerden olmasına rağmen, Ali ve ehlibeytine lânet okuma sünnetini kaldırdığı için Emevîler tarafından öldürülmesi istenmişti.
Ey benim ailem ve aşiretim! Gelin Allah'ın hidayeti ile hakikatleri aramaya, incelemeye yönelelim; taassupları bir kenara bırakalım. Gerçekte biz Emevîlerin ve Abbasîlerin yükledikleri fikir donukluğunun kurbanları olmuşuz. Biz hiç şüphesiz, Muaviye, Amr İbn As, Muğîre İbn Şu'be gibi isimlerin hilelerine aldanmışız. Gelin, gerçek İslâm tarihini araştırarak apaçık hakikatleri bulalım. Allah bize iki kat sevap verir, belki bizim vesilesiyle Peygamber'in vefatından sonra yetmiş üç fırkaya bölünen ve çeşitli belâlara duçar olan bu ümmet, tekrar vahdete yönelir. Gelin, lâ ilâhe illallah, Muhammed Resulullah ve Ehlibeyt'e itaat bayrağı altında ümmeti toplayalım. Resulullah'ın kendisi Ehlibeyt'e itaat etmeyi bizlere emretmiştir ve buyurmuştur ki:
Ehlibeyt'ten öne geçmeyin helâk olursunuz; onlardan ayrı kalmayın helâk olursunuz; onlara bir şeyi öğretmeyin ki onlar sizlerden daha bilgilidirler.[1]
Eğer böyle yaparsak, Allah gazabını bizden kaldırır ve bizlere korku ve üzüntüden sonra emniyet ve rahatlık bağışlar; yeryüzüne bizi hâkim kılar, bizleri yeryüzünün vârislerinden kılar, kendi velisi olan İmam Mehdi'yi (a.s) Peygamber'inin verdiği vaat üzere gönderir. O, yeryüzünü zulümle dolduktan sonra adalet ve doğrulukla doldurur ve o-nun vesilesiyle Allah nurunu tüm yeryüzüne yayar.
[1]- ed-Dürrü'l-Mensur, Suyutî, c.2, s.60; Usdu'l-Gâbe, c.3, s.137; Savaiku'l-Muhrika, s.148 ve 226; Yenabiu'l Meveddet, s.41; Kenzu'l Ummal, c.1, s.168; Mecmeu'z-Zevaid, c.9, s.163
Dostlara Yaptığım Çağrı
Hak mezhebi kabullenmem, ruhî saadet ve esenliğimin başlangıç noktası oldu. Bu vesileyle ben tamamen rahatladım ve kalbim hak mezheple ve daha doğrusu şüpheden uzak olan gerçek İslâm’la inşirah kazandı. Allah'ın bana bağışladığı hidayet ve ruhî olgunluk nimetinin sevinci vücudumu sarmıştı. Artık bu nimeti gizlemeye ve susmaya takat getiremedim ve kendi kendime: "Bu hakikati açıklamalıyım" dedim.
Nitekim Allah Teâla buyuruyor ki:
Allah'ın sana verdiği nimetini söyle.[1]
Allah'ın bana lütuf etmiş olduğu bu nimet, dünya ve âhirette olan en büyük nimetlerdendi. Keza: "Hakkı söylemeyen dilsiz şeytandır." ve "Hakkın ötesinde sapıklıktan başka bir şey yoktur." diye buyurulmuştur.
Beni bu hakikati yaymada kararlı kılan en üstün sebep, Resulullah'ı ve Ehlibeyti'ni[2] seven Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in ekseriyetinin temiz kalpli ve hakka meyilli oluşu idi. Bu gibi insanların hakka tâbi olması için gözleri önüne tarih boyunca çekilen perdelerin atılması yeterliydi.
Bu durum benim kendi şahsımda tahakkuk etmiş bir gerçekti. Allah Teâla: "Siz de önceden böyleydiniz de Allah size lütuf etti." buyurmuştur.
İlk olarak benimle birlikte yüksekokulda öğretmenlik yapan dört arkadaşımı bu mevzu üzerinde yaptığım araştırmaya katılmak için davet ettim.
Bunlardan ikisi din dersi hocası, biri Arapça dili ve diğeri ise İslâm felsefesi hocası idi. Hiçbiri Kafsa'lı değildi, Tunus, Cummal ve Süse'li idiler.
Ben onları bu önemli mevzuyu birlikte incelemeye davet ettim ve kendilerinden kavramasında zorluk çektiğim bazı meseleler üzerinde oturup tartışmamızı istedim, onlar da bu daveti müsbet karşıladılar. Her gün çalışma saatlerinden sonra benim evime gelmeyi kabul ettiler.
Ben ilk olarak onlara "el-Müracaat" kitabını verdim ve dedim ki: "Bu kitabın yazarı bazı ilginç iddialara sahiptir, okuyup inceleyelim."
Onlardan üç tanesi bu teklifi kabul ederek ciddiyetle incelemeyi başlattılar, ama Arapça dilbilgisi hocası dört beş toplantıdan sonra: "Batılılar ayı fethederken siz hâlen İslâm'da hilâfet konusunu araştırıp duruyorsunuz!" diyerek incelemeyi sürdürmekten vazgeçti.
Bir ay zarfında kitabın incelemesi bitti ve bu tahkik sonucu onların her üçü de hakkı kabul edip Şiî oldu. Elbette ben de onlara hakikate en kısa yoldan ulaşmaları için yıllar boyunca yaptığım araştırmalar sonucunda edindiğim bilgi ve malumatımdan yararlanarak elimden geldiğince yardımcı oldum. Böylece, hidayete vesile olmanın tadını anladım ve geleceğe daha bir umutla bakmaya başladım.
Yavaş yavaş mescitteki derslerimde veya tarikat halkalarında tanıştığım arkadaşlarımı ve okuldaki samimi talebelerimi toplantımıza davet ettim.
Allah'a şükürler olsun, bir yıl geçmeden Ehlibeyt mektebini kabul edenler olarak sayımız çoğaldı. Ehlibeyt'in velâyetini kabul eden biz, artık onların dostlarıyla dost ve düşmanlarıyla düşman, bayramlarında sevinen ve Aşura gibi günlerde yasa bürünen ve yas törenlerini düzenleyen bir topluluk hâline geldik.
İlk kez Kafsa'da tören ve şenlik düzenleyerek anmaya muvaffak olduğumuz Gadir-i Hum Bayramı'nda, Seyyid Hoî ve Seyyid Muhammed Bâkır es-Sadr'a mektup yazarak Ehlibeyt mektebini seçtiğimi ve Şiî olduğumu bildirdim.
Gitgide herkes benim Şiî olduğumu ve halkı Ehlibeyt'in mezhebine davet ettiğimi bildi ve o andan itibaren bizi hedef alan töhmet, iftira ve yalanlar ülke çapında yayılmaya başladı.
İsrail casusu olmaktan tutun halkı dininde şüpheye düşürmeye, sahabeye sövmeye ve fitne çıkarmaya varıncaya kadar türlü iftira ve yalanlara maruz kaldık. Ben başkentte Raşid el-Gannuşî ve Abdulfettah Moru isimli arkadaşlarla görüştüm.
Bu ikisi şiddetle bana muhalefet ediyordu. Abdulfettah'ın evinde gerçekleşen görüşmede onlara:
− Biz Müslüman olarak tarihimizi incelemeli, kaynaklarımızı ciddi bir şekilde gözden geçirmeliyiz, dedim ve örnek olarak Sahih-i Buharî'yi zikrederek onda akıl ve dine ters düşen rivayetlerin olduğunu söyledim.
Bu sözüm onlara çok ağır geldi galiba. Bu yüzden sinirlenerek dediler ki:
− Sen kimsin ki Buharî'yi tenkit etmeye çalışıyorsun?
Ben her ne kadar soğukkanlılıkla onları ilmî tartışmalara girmeye ikna etmek istediysem de başarılı olamadım, onlar bunu reddederek:
− Sen Şiî olabilirsin, ama biz Şiî değiliz; bizim daha önemli meselelerimiz vardır. Her şeyden önce İslâm ahkâmına riayet etmeyen bir düzenle ve siyasî otoriteyle mücadele etmekteyiz, dediler.
Ben dedim ki:
− İslâm'ın hakikatini bilmeden hâkimiyeti ele geçirmeniz size ne yarar sağlayabilir? Eğer siz otoriteyi ele geçirseniz onlardan daha kötü bir uygulamaya da duçar olabilirsiniz.
Görüşmemiz böylece sona erdi. Bu görüşmenin akabinde İhvanu'l Müslimin'e bağlı bazı kişiler tarafından aleyhimizde yayılan şayialar daha da artış gösterdi.
Bunlar kendi taraftarlarına, benim devletin uşağı olduğumu ve Müslümanları inançlarında şüpheye düşürerek devlete karşı verilen İslâmî mücadeleden onları alıkoyduğumu söylüyorlardı.
Neticede İhvanu'l Müslimîn safında yer alan gençlerden ve sûfî tarikatlarına mensup ihtiyarlardan irtibatlarımız kopmaya başladı ve kendi vatanımızın ve akrabalarımızın içerisinde zor dönemler yaşamaya başladık. Ama yüce Allah daha hayırlısını bize nasip eyledi. Yavaş yavaş diğer şehirlerden hakikati incelemek için bazı gençler bize uğramaya başladı ve ben elimden geldiği kadarıyla onları ikna etmeye çalıştım. Böylece başkentli, Kirvan, Suse, Seydi ve Buzeyd'li bir grup genç Şia mezhebine dâhil oldular.
Yaz tatilinde Irak'a yaptığım yolculukta Avrupa'ya da uğradım. Fransa ve Hollanda'da bazı arkadaşlarla görüştüm ve onlarla mezhebî konular hakkında tartıştık ve Allah'a şükürler olsun ki onlar da basirete kavuştular.
Necef'te Seyyid Muhammed Bâkır es-Sadr ile görüştüğümde büyük bir sevinç içindeydim. O beni Tunus'ta Ehlibeyt mektebini yayan ilk kişi olarak yanındakilere tanıttıktan sonra benim mektubumu alıp ilk olarak Tunus'ta Gadir-i Hum Bayramı'nı kutladığımızı öğrenince, sevinçten ağladığını söyledi. Ben Seyyid'e, karşılaştığımız zorlukları, şayiaları ve yalnızlığımızı anlattım.
Seyyid sözlerinin bir bölümünde şöyle dedi:
Zorluklara tahammül etmelisin; çünkü Ehlibeyt'in yolu zor ve çetin bir yoldur. Bir kişi Resulullah'ın yanına gelerek dedi ki: "Ya Resulullah, ben seni seviyorum." Hazreti Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Çok zorluklarla karşılaşmakla seni müjdeliyorum." Adam, "Amcan oğlu Ali'yi (a.s) de seviyorum." dedi. Resulullah (s.a.a) buyurdu: "Düşmanlarının çok olacağını sana müjdeliyorum." O kişi dedi ki: "Ya Resulullah, Hasan ve Hüseyin'i de seviyorum." Resulullah buyurdu ki: "O zaman fakirlik ve belâların çokluğuyla seni müjdeliyorum."
Biz hakka davet uğrunda ne yapmışız? Oysa Hz. Hüseyin kendi canını, evlâtlarını, dostlarının hepsini bu yolda kurban etti. Hakiki Şiîler tarih boyunca bu uğurda çok büyük zorluklara göğüs germişlerdir. Öyleyse hak yolunda zahmet ve zorluklara katlanmak ve fedakârlık göstermek gerekir.
Gerçekten eğer Allah bir kişiyi senin elinle doğru yola sevk ederse, senin için dünya ve dünyada bulunanların hepsinden hayırlıdır.
Seyyid Sadr, bana inzivaya çekilmemi ve Ehlisünnet kardeşlere, benden kaçsalar bile daha fazla yaklaşmamı tavsiye etti. Hatta aramızda, kopukluk olmasın diye onların arkasında namaz kılmamı söyledi. Çünkü onlar asırlar boyunca tarihin tahrif edilerek anlatılmasının kurbanı olduklarından, gerçeklerden habersizdirler ve insanlar, bilmedikleri şeylere düşman kesilirler.
Seyyid Hoî de yine takriben aynı tavsiyelerde bulundu.
Seyyid Muhammed Ali Tabatabaî Hâkim de gönderdiği mektuplarla (çeşitli meseleler hususunda) bize devamlı nasihat ve tavsiyelerini yazıyordu ve yeni Şiî olan kardeşlerimizde çok müsbet bir tesire sahipti.
Çeşitli münasebetlerde Necef'e ziyarete gidiyordum ve Necef âlimleriyle görüşüyorum. Bununla da kalmayıp her yıl yaz tatilini Hz. Ali'nin (a.s) kabrinin yanında geçirerek Seyyid Muhammed Bâkır Sadr'ın derslerine katılmayı kararlaştırdım. Katılmaya muvaffak olduğum o derslerden, ben burada anlatamayacağım derecede faydalanmaya muvaffak oldum.
Sonra 12 İmam'ın hepsinin türbelerini ziyaret etmeyi kararlaştırdım. Allah Teâla beni buna muvaffak eyledi.
Ben, tüm İmamlar'ın ziyaretine, hatta İran'ın Meşhed şehrindeki Hz. İmam Rıza'nın kabrinin ziyaretine de gittim. Orada da yine birçok âlimle tanıştım ve onlardan çok istifade ettim.
Dinî mercii olarak taklit ettiğim Seyyid Hoî, bana kendi ülkemizde yeni Şiî olanlara kitap ve diğer şeyler yardım etmek için humus ve zekâttan harcamam için izin verdi.
Ben beldemizde önemli kaynakları içine alan her iki fırkanın kitaplarından müteşekkil yararlı bir kütüphane kurmaya muvaffak oldum, adını da "Ehlibeyt Kütüphanesi" koydum. Allah'a şükürler olsun ki birçok kişi oradan yararlanmaktadır.
Bundan on beş yıl önce Allah Teâla bana bir başka lütufta bulundu ve bizim sevinç ve bahtiyarlığımızı iki katına çıkardı. O da Kafse şehrinin belediye başkanının benim bulunduğum caddeye Ali İbn Ebutalib ismini vermeyi kabul etmesiydi.
Burada, yaptığı bu hizmetten dolayı tekrar ona teşekkürlerimi sunmak isterim, o değerli bir Müslüman'dır ve Hz. Ali'ye (a.s) olan sevgisi çoktur.
Ben kendisine el-Müracaaat kitabını hediye ettim; o da bunun karşılığında bize daha fazla hürmet edip alaka gösterdi. Allah ona hayırlı mükâfatlar versin.
Bazı inatçı Ehlibeyt düşmanları, Ali İbn Ebutalib'in (a.s) ismini taşıyan tabelayı kırmaya çalıştılar; ama muvaffak olamadılar ve Allah caddenin isminin öylece kalmasını istedi.
Artık dünyanın her köşesinden bize gelen mektupların üzerinde “Ali İbn Ebutalib caddesi” diye yazılıyordu. Bu şerefli isim, bizim güzel ve tarihî şehrimizi mübarek kıldı.
Ehlibeyt İmamları'nın ve Necef âlimlerinin nasihatiyle amel ederek, elimizden geldiğince diğer mezheplere mensup kardeşlerimize yakınlık gösterdik ve onların cemaat namazlarına katıldık, böylece aramızdaki kinler ve öfkeler azaldı, bu arada bizim abdest alışımız ve namaz kılışımız hakkında soru soran gençlerin sorularına gücümüz yettiğince cevap verip onları ikna etmeye muvaffak olduk.
[1]- Duhâ, 11
[2]- Nisâ, 94
Dostları ilə paylaş: |