DÜŞÜNCELERLE ETİKETLİ
“Çoğu insan hayatını sessiz bir umutsuzluk içinde sürdürüyor. Ve hala içlerinde olan şarkıyla ölüyorlar.” Henry David Thoreau
Önünde uzanan kalabalığı gördüğünde hayretle duraksadı. Az kullanılan yolları fark yaratmak için seçmiyordu, fark edilmemek için seçiyordu. Üzerindeki soluk renklerle ve asık yüz ifadesiyle kendini kamufle edebilmeyi umdu. Biri koluna çarptığında hafifçe sendeledi. Ona çarpan kişinin özür dilemeden gitmesine kızmamıştı aksine gayet memnundu. Adımlarını topluluğa göre şekillendirirken yürümeye başladı. Bastığı her bir kaldırım taşını sayıyor, dinlediği hüzünlü şarkının sözlerini sadece kendisinin duyabileceği bir sesle mırıldanıyordu. Telefonunu almak için elini çantasına daldırdığında gördüğü şey karşısında tiz bir çığlık attı. Teninin rengi kahvenin en koyu tonlarından birine dönmüştü. Emin olmak için diğer eline de baktı. Çantasından çıkardığı aynada yüzünü inceledi. Bir siyahiydi.
Gözlerini hızlıca etrafında gezdirdi. İzlediği filmlerden anımsadığı kadarıyla 1950 ya da 1960’lı yıllarda olmalıydı. “Hey, benimle aynı yolda yürüyemezsin.”
Bu sefer sendelemekle kalmamış, yere yapışmıştı. Lisesinin spor takımına ait olduğunu tahmin ettiği forması, ten rengi yıpranmış bir elbiseye dönüştüğünde şaşkınlıkla geriledi. Bileğini kavrayan el, zayıf bedenini hakaretlerle beraber sürüklüyordu. Pamuk tarlalarını gördüğünde, daha eski bir zamanda olduğunu düşündü. Parmaklarına bulaşan toprağın rengine huzurla bakarken parmaklarını kendisini tutan beyaz ele sürdü.
“Ne önemi var ki? diye mırıldandı. Renkler insanlar içindir. Bir gün hepimizin bedeni aynı bu renge bürünecek.”
Üstünde durduğu toprak ve elini kavrayan adamın yüzü rüzgara karışırken derin bir nefes aldı. Nihayet ayağa kalkabildiğinde üstünü silkelemek için eğildi. Elinde bulduğu kağıda – bu bir kimlik olmalıydı- bakarken beş harfe takıldı gözleri. Bir Tutsi’ydi…Ve yaşamak istiyorsa kaçması, saklanması gerekiyordu. Ortak bir kültür geliştirdiği, aynı dili konuştuğu, aynı geleneği paylaştığı, kendisini öldürmek isteyen Hutulardan farkı hayvancılıkla uğraşması olabilirdi ya da daha uzun boylu olması. Önemli değildi. Aynı ortamda yaşadığı insanlardan farklıydı.(!) Öyle adlandırılmıştı.
Bu insan ırkının yaratıldığı andan beri sahip olduğu bir özellikti. İnsan ırkı sınıflandırma hastalığına sahipti. Karakteristik özellikler, Tanrı vergisi yeteneğinin olması ya da birbirinden alakasız şeyleri aynı anda yapma isteğinin, hiçbir anlamı yoktu. Bir gruba, bir görüşe ait olmak zorundaydın. Seni sınıflandırdığı sürece kendini bir yere ait hissedebilir, kendince boşa harcanmamak uğruna nice canlar feda edebilir ya da nice canların feda edilmesini izleyebilirdi.
Cesetlerin araçların altında ezilmesini izlerken gözlerini acıyla yumdu. Hepsinin sona ermesini diledi.
Kendini koşu ayakkabıları içinde bulduğunda henüz sonun gelmediğinin farkına varmıştı. Koşması gereken mesafeye göz gezdirdi. Yapamayacağını biliyordu, asla yeterince hızlı olmamıştı. Başlamasını işaret eden ses kulaklarına değdiği anda beklemediği çeviklikle öne doğru fırladı. Kalabalık hızının etkisiyle bulanıklaştı, kalp atışları hızlandı. Duyduğu tezahüratlar sevinmesine neden olurken adımları garip bir şekilde yavaşlamaya başlamıştı. Ayakkabıları mıknatıs, koşu sahası da manyetik alan gibiydi sanki. Geçmişinin acı dolu anları, değiştirmek için çok şeyden vazgeçebileceği pişmanlıkları gözlerinin önünden geçiyor ve onu boğmaya başlıyordu. Düşünemiyordu, acısından başka bir şeye odaklanamıyordu. Yarış bittiğinde, ellerini dizlerinin üzerine koyup, soluklandı.
“Yavaş.” diye bağırdı biri.“Aklı yerinde değil.” dedi bir başkası.“Beceriksiz.” dedi öteki.
Oysaki neden böyle olduğunu kimse bilmiyordu. Bazen kaybedilen bir yarışın, başarısız sınavın, dinlenmeyen dersin arkasındaki tek neden zihninizden atamadığınız düşünceler olurdu ama başkaları için ilgisiz ya da umursamaz olmanız daha kolaydı.
Aniden kilo artışı yaşamaya başladığında bu kez hareket etmeme kararı almıştı. Belki o zaman kimsenin yargılarını işitmek zorunda kalmazdı.“Kötü şeyler yaşamış olmalı.”
Bu fısıltı onun kalbinde zaman geçtikçe artan bir gürültü haline gelecekti.
Bedenine dokunduğunda, kemiklerini hissetti. Şimdi ise zayıftı. Ve yine aynı cümleyi duydu.“Kötü şeyler yaşamış olmalı.”
Farklı durumlar için aynı yargılar…Bu cümlelerin yankısını hayatı boyunca zihninde taşıyacaktı.
Bedeni adeta sıvı hale gelmiş, yere saçılmış ve üzerine basılan her adımla uzak yollara itiliyordu. Sıklıkla ziyaret ettiği markanın reklam afişini gördüğünde, reklam panosundaki yansımasına gülümsedi. Saçları hep olmasını istediği gibi maviye boyanmıştı. Ellerini huzur içinde saçlarına daldırdı.“Farklı değil, aykırı duruyorsun. Ve hoş değil.”
Annesinin yansıması arkasında belirince ona döndü.“Bize karşı gelmek için bunları yapmana gerek yok.”
Ona yakışması ya da hoş olması değildi ki istediği. Ya da isyan etmek. En sevdiği rengin saçlarında nasıl duracağını merak ederdi. Fazlası değildi.
Saçları normal haline dönerken hissettiği rahatlamayla omuzlarını gevşetti. Eski haline kavuşmuştu. Kırık beyaz rengindeki hırkasını kendisini korumaya yetecekmiş gibi sıkıca bedenine sardı. Klasik günlerinden birine dönmüştü. Kimse varlığından rahatsızlık duymuyor ya da varlığının farkına varmıyordu. Kulaklıklarını çıkardığında etrafındakilerin düşüncelerini duyabiliyordu. Bazısı sınavı için endişelenirken bazısı saçının iyi gözüküp gözükmediğini düşünüyordu. Bir diğeri de otobüsü kaçırmamayı. Herhangi birinin düşüncelerinde esir olmadığına sevinirken sevinci çok da uzun sürmedi. “Depresif” yakıştırmasını da üstlenmişti. Siyahiydi, uzun boyluydu, aklı yerinde değildi, aykırıydı, depresifti. Yalnızca bir insan olamamıştı hiç. Kendi haline döndüğünde bile.
Ve sonra görünmez oldu. Sessizliği minnettarlıkla karşıladı.
Ayşe Betül ÇANKAYA
11-A
Dostları ilə paylaş: |