Kırgızistan'da 1916 İsyanı / Prof. Dr. Djenish Djunushaliev [s.627-630]
Kırgızistan Bilimler Akademisi Millî Tarih Enstitüsü Başkanı / Kırgızistan
1916 yılında Orta Asya’da baş gösteren isyandan bu yana 85 yıl geçmiştir. Fakat tarih bilimi açısından bu isyanın bilimsel gerçekliği ve objektifliği henüz belirlenememiştir. Öncelikle, Sovyetler döneminde ideolojik ve diğer kaygılarla isyanın sebep ve karakteri saptırılmıştır. Kanımızca, bu durumun ortaya çıkmasında iki temel neden vardır:
Birincisi, sınıf çatışması ve devrim hareketlerinin, isyan ve ayaklanmaların Marksizm-Leninizm tarafından ideolojikleştirilmesidir. Bundan dolayı, özünde etnik çatışma karakteri taşıyan bu isyan Çarlık rejimine, askeri yönetime, sömürgeciliğe karşı milli bağımsızlık niteliği taşıyan ve Ekim Devrimi’nin “habercisi” olan bir isyan gibi sunulmuştur.
İkincisi, tarihin öğrenilmesindeki ünlü Marksist sınıfsal yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre, tüm insanlık tarihi sömüren ve sömürülen sınıfların mücadelesinden oluşmaktadır. Farklı millet ve halklara mensup emekçi kitleler ise her zaman barış, anlaşma ve dostluk ilişkileri içinde olma yolunda çaba harcamaktadırlar. Bu varsayıma dayanılarak Rus-Ukraynalı koloni göçmenler ve Kırgız emekçiler arasında herhangi bir düşmanlığın olmadığı tezi savunulmaktaydı. Ama onların birbirine karşı bir savaş içinde olduklarını arşiv belgeleri ispatlamaktadır. Sınıfsal yaklaşım, isyanın açık bir Rus karşıtı isyan olduğunu kabullenmeme ve onu tam tersine, bir feodalite karşıtı isyan olarak nitelendirme gibi diğer çarpıtmalara da yol açmıştır.
Üçüncüsü, Sovyet döneminde hassas kategoriye ait edilen 1916 isyanının konusu “ideolojik açıdan bağımlı” olan sınırlı bir çevrenin elindeydi.
Toplumsal önem taşıyan herhangi bir olayı, özellikle halk isyanını incelerken, bu olayın temel nedenlerinin düzgün bir şekilde açıklanması objektiflik açısından bir başlangıçtır. İsyanı meydana getiren nedenler nelerdir? Bu konuda birkaç tez bulunmaktadır. Bunlardan birisi, Çar yönetimi tarafından ireli sürülmüştür. Çar yönetimi, isyanı başta Türkiye olmak üzere Rusya’ya düşman devletlerin entrikaları sonucu ortaya çıkan dini-etnik hareket olarak nitelendirmektedir. Gerçekten, yerli halk ve göçmenler arasındaki etnik ve dini farklılıklar onlar arasındaki ilişkilerde belli bir iz bırakmıştır. Ülke aydınları arasında yaygın olan Pantürkizm düşüncesini de yadsımamak gerekir. Fakat, Rusya’nın resmi görüşü temel değil, ikincil nedenlere ilişkindir. Aksi halde bu olayların Yedisu’da değil, Rusya karşıtı güçlerin ve İslam köktenciliğinin güçlü olduğu Özbekistan, Tacikistan veya Türkmenistan’da meydana gelmesi gerekirdi.
Diğer bir görüş ise Eylül 1916 tarihinde ilk başlarda Pişgek şehrinde (il-A.A.) isyana tanıklık etmiş G. İ. Broydo tarafından ortaya atılmıştır. Onun görüşüne göre bu isyan, “Kırgız nüfusunu tamamen mahvetmek ve bu toprakları yeni göçmenler için temizlemek” amacıyla bizzat Çar yönetiminin bir kurgusudur. Söz konusu tez, sadece bilimsellikle değil, sağduyuyla da bağdaşmamaktadır. Bugünkü Kuzey Kırgızistan’ın sadece bir kısmını “temizlemek” uğruna neden tüm Türkistan’da ve Kırgızistan’da bir isyan kışkırtmak gerekmekteydi. Milyonlarca nüfusa sahip Türkistan’daki bir isyan, emperyalist savaşta peş peşe yenilgiler alan Çar yönetiminin çıkarlarına uygun düşmekte miydi?
Broydo’nın bu tezi, bilimsellikten uzak olmasına rağmen günümüzde sık sık vurgulanmaktadır. Bu tezi savunanlar somut bir belge olarak, Türkistan Genel Valisinin Kırgızların Issık Göl bölgesinden ve Çuy vadisinin doğusundan Narın bölgesine sürülmeleri için hazırlamış olduğu plana dayanmaktadırlar. Gerçekten, böyle bir karar alınmıştır. Fakat bu karar, 16 Ekim 1916 tarihinde, dolayısıyla isyan bastırıldıktan sonra isyancılara verilecek bir ceza olarak hazırlanmıştır.
İsyanın başlıca ve temel nedeni T. Rıskulov ve Y. Abdurrahmanov’un gayet doğru bir şekilde belirttikleri gibi, halkı mahvolma sınırına getirmiş genişleyen yayılmacılık politikası ve yerli halkın acımasızca istismar edilmesi olmuştur.
Türkistan’a kolonilerin yerleşmesi 1860’lı yılların sonlarından itibaren başlamıştır. Bunun sonucunda, özellikle Kuzey Kırgızistan’da yaşayan yerli halk zor bir durumla karşı karşıya kaldı. Bölgenin doğası ve iklim koşulları, Merkezi Rusya’nınkine çok benziyordu. Buna göre de, Rus-Ukraynalı göçmenler öncelikle burayı tercih ediyorlardı. Birinci Dünya Savaşı öncesi Türkistan’daki 540 bin göçmenden 110 bini, yani %20’si Pişpek ve Prjeval uyezdlerinde (Rusya’da ilçe karşılığı bir idari birim) meskunlaşmıştır. Kuzey Kırgızistan’ın bu bölgesi Rus sömürgeciliğinin merkezi olmuştur. 1916 yılında Prjeval’deki nüfusun %24’ünden fazlasını oluşturan Ruslar ve Ukraynalılar, işlenebilir toprakların %67’sine sahiptiler. Aşağı yukarı aynı durum Pişpek uyezdi için de geçerlidir.
Genel Vali Kuropatkin’in de itiraf ettiği gibi, Türkistan’ın diğer halkları içinde Kırgızlar, tarım alanında en az haklara sahip olan halktır; onların yaşamı için son derece önemli olan çok büyük toprak alanları ellerinden alınmıştır. Buna göre de, sömürge zulmüne karşı en aktif tepki Kırgızistan’da meydana gelmiş ve kanlı çatışmalar yaşanmıştır.
4 Temmuz 1916 yılında yerli halkın geri kıtalarda çalıştırılması için seferber edilmesine ilişkin Çar Kararnamesi’ne karşı Hocent ve Semerkand vilayetlerinde halkın ayaklanması tüm Orta Asya’da isyanın başlamasına neden oldu. Temmuz’un ortalarında isyan artık Fergana ve Güney Kırgızistan’a yayılmıştı. Daha sonra hareket tüm Orta Asya’ya yayıldı. Sömürge politikası uygulamaları sonucunda umutsuzluğa kapılan halk, yerli halkın geri kıtalarda çalıştırmasına ilişkin Çar Kararnamesine karşı Özbekistan’ın Cizak uyezdinde ve Türkmenistan’ın Trans-Hazar uyezdinde daha sonradan küçük silahlı ayaklanmaya dönüşen kitlesel protestoyla tepki verdi. Sömürgeciliğin merkezi olan Kuzey Kırgızistan Orta Asya halklarının isyan merkezine çevrildi. Sömürgecilerin baskılarından, açlıktan, soğuktan, salgın hastalıklardan Prjeval ve Pişpek uyezdlerinde on binlerle insan hayatını kaybetmiştir. Çatışmalar sırasında öldürülen 2325 göçmenden yaklaşık %98’i, subay ve daha aşağı rütbelilerin ise %66’sı bu bölgede öldürülmüştür. Özellikle Yedisu’da yüz binlerce insan için facia olan bu tür uç bir olayın yerine başka bir alternatif var mıydı? Arşiv belgelerini, siyasi ideolojik kalıplardan ve sınıf çatışmasının, özellikle de isyanın toplumsal sorunların çözümünde tek yol olarak algılandırılmasından arındırılmış analizi bir kaç alternatifin bulunduğunu ortaya koymaktaydı.
Geri kıtalarda çalışmamak için Issık Göl Kırgızlarının büyük çoğunluğu önce Çin’e göç etme kararı aldılar. Ağustos’un başlarında Şabdanov’un mektubunda Prjeval uyezdinin önde gelenlerinden Baatırkan ajı ve Kıdır aka Sarıbagışlara kendilerini izleme önerisinde bulunuyorlardı. Ağustos’un ortalarında, yani isyanın başladığı aşamada ilk Kırgız mülteciler artık Çin sınırındaydı.
Diğer bir seçenek ise Çar Kararnamesi’ne uymaktı. Cizak, Krasnovodsk uyezdleri ve Yedisu vilayeti dışında Türkistan’da yerli halkın büyük çoğunluğu bu yolu tercih etti. Arşiv belgelerinden, Ağustos’un başlarına doğru Prjeval uyezdinde yaşayan halk arasında da olaylar yatışmaya başladığı görülmektedir. Bunun ötesinde, Kırgızlar Prjeval’dan talep olunan 9 bin işçiyi 9 bin atla birlikte Kugart geçidi üzerinden Celalabad’daki gereken yere gönderme önerisinde bulunmuşlardı. Bunlardan 6 bini orduya alınacaktı. Kemin’de (Atekin ve Sarıbagışev ilçelerinde) yaşayanlar da tereddüt içindeydiler. Ancak 9 Ağustos’ta bir grup yiğit Boom geçidinde silah (178 Berdanka markalı tüfek ve yaklaşık 40 bin mermi) taşıyan at arabalarını ele geçirdiler. Bu da isyan kararının alınmasında etkili oldu. Şabdonov’un Issık Göl manaplarına yazdığı mektubunda ifade edilen bu bilgi Prjeval uyezdinde olayların sonraki gelişimini belli ölçüde etkiledi.
Böylece, halk tepkisinin objektif koşullara dayanmasına rağmen bu tepkinin silahlı isyana dönüşmesinde gerek kitle psikolojisinin ve gerekse tesadüflerin belli rolü olmuştur. Özellikle bu dönemde Çar yönetiminin askeri gücünü çok iyi bilen Baatırkan Nogoyev, Kemel Şabdanov, Kıdır Baysarin ve diğer önde gelen kişilerin uyarılarına rağmen toplu protestolar toplu kargaşalara (hayvan sürülerinin yağmalanması, göçmen evlerinin yakılması, daha sonra ise toplu katliamlara) dönüştü.
Özellikle isyancıların Yedisu’nun güney bölgesindeki göçmen kasabalarına ani saldırısı faciayla sonuçlandı. Burada, esas itibariyle Pişpek ve Prjeval uyezdlerinde 94 göçmen kasabası yakılıp yıkıldı. Bu saldırılar sırasında farklı yaş, cins ve meslekten olan insanlar katledildi, vahşice dövüldü ve kadınlara tecavüz edildi.
Issık Göl’ün kuzey sahilindeki onlarca ve güney sahilindeki bir kaç Rus köyü, ayrıca Prjeval uyezdinin Atbaşı ve Narın bölgelerindeki Rus köyleri de aynı kaderi paylaştı. Okullar (Prjeval köy okulunun yakılan çiftliğinde çok sayıda öğretmen, öğrenci ve oraya sığınan köylüler öldürüldü), inanç yerleri (Issık Göl manastırı, köy kiliseleri ve ibadet yerleri), kadınların çalıştığı barajlar vs. saldırıların hedefleri arasında idi. İsyancıların büyük yerleşim merkezlerine (Tokmak, Prjeval) saldırıları başarısızlıkla sonuçlandı.
Sonuçta, Yedisu vilayetinde bu olayların mağdurları, genelde sıradan köylü göçmenler, kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar (seferberlik yaşında olan erkekler ordudaydılar) oldu. Aynı zamanda Çar yönetimi tüm Yedisu bölgesinde çok az kayıp vermiştir. Sadece, Pişpek ve Prjeval uyezdlerinde halktan 2227 kişi öldürülmüş, 834 kişi yaralanmış, 1364 kişi kaybolmuş veya esir alınmış, 6024 göçmen ailesi maddi zarara uğratılmıştır. Yedisu’daki askerlerin kaybı ise öldürülenler ve yaralanalar bir arada toplam 177 kişiydi. İsyancılar çoğu zaman buraya göçürülmüş tüm Rus, Ukrain vs. göçmenleri sömürgeci olarak görmekte, onlar arasındaki sosyal farklılıkları ayıramamakta, genelde Rusya İmparatorluğu’nu, bütünlükte Rus halkını sömürgecilerle özdeşleştirmekteydi.
İsyanın bastırılmasından sonra karşı tarafların konumları değişti. Bu defa mağdur taraf Kırgızlar ve diğer Müslüman halklar oldu. Çar yönetimi tarafından kışkırtılan göçmenler Çar yönetiminin engel olmaması ve hatta yardımıyla, isyana katılıp katılmamasına bakılmaksızın yerli halktan acımasızcasına intikam almışlardır. İsyancılar üzerindeki bu eylemler “adaletli öç alma” şeklinde sunulurdu. Bunda Yedisu Valisi Folbaum ve Türkistan Genel Valisi Kuropatkin özellikle başarılıydılar.
Tahmini verilere göre, göçmenler ve Çar ordusuyla çatışmalarda 4 binin üzerinde Kırgız öldürülmüştür. Ceza birliklerinin elinden kurtulmak için Çin’e kaçarken 12 bin Kırgız hayatını kaybetmiştir. Kırgızların büyük çoğunluğu ceza birlikleri ve Çin sınır muhafızlarının ateşleri arasında öldürülmüş, sınır ırmaklarını geçerken suda boğulmuşlardır.
Yedisudan kaçıp Çin’e ulaşmayı başarmış mültecilerin sayısı, 130 bini Kırgız olma kaydıyla toplam 164 bindi. Onlar sınırdan geçerken atların sadece %10’ununu, küçükbaş hayvanların ise %25’ini götürebilmişlerdi. Çin’de Mayıs 1917 yılında açlıktan, tifo salgınından, iskorbütten ve diğer hastalıklardan ölen Kırgız ve Kazakların sayısı 70 binin üzerindeydi.
Kırgızların kayıpları Geçici Hükümet zamanında da devam etmiştir. 1917 yılında açlıktan ölen ve sömürgeciler tarafından öldürülen Kırgızların sayısı 20 binden fazlaydı. Halk, tümüyle yok olma korkusuyla yüz yüze kalmıştır.
İsyan kime karşıydı ve hangi sonuçları doğurdu? Bazı araştırmacıların fikrince, bu isyan Çar karşıtı, sömürgecilik karşıtı, emperyalist karşıtı, askeri yönetim karşıtı, feodalite karşıtı vs. olan, fakat Rus karşıtı olmayan bir isyandır. Son iki görüşün, yani isyanın feodalite karşıtı olduğu, ama Rus karşıtı olmadığı tezinin doğruluğu kuşkuludur. Kanımızca bu görüş, Sovyet döneminde sık sık görüldüğü gibi, bilimsel gerçeklikten çok, halkın haklı tepkilerini gerici bir isyana müncer edilmekten korumaya yönelik olmuştur.
Öldürülen silahsız insanlarla, sömürgeci yönetim memurlarının ve Çar ordusu mensuplarının oranlarına baktığımızda isyanın nasıl bir karaktere sahip olduğunu açıkça görebiliriz. Sadece Pişpek ve Prjeval uyezdlerinde öldürülen ve yaralanan göçmen sayısı 3 binin üzerindedir. Tüm Yedisu vilayetinde öldürülen memur, subay ve asker sayısı ise bununla kıyaslanmayacak kadar azdır: 2 devlet memuru, 3 subay ve 52 astsubay. 75 asker ise kayıptır.
Konuya biraz soyut felsefi yönden yaklaşmayı deneyelim. Asrın başlarında cahil Kırgızların gözünde onlar üzerinde baskı yapan, onların toprağını ve hayvanları gasp eden kimler idi? Somut şahıslar mı, yoksa o dönemde yaşayan Kırgızların haleflerinin daha sonraları okullarda öğrendiği sömürgeci politika mı? Bilimsellikten uzak düşüncelerle çileden çıkarılmış insanları Marksist enternasyonalist olarak göstermek, yerinde mi acaba? Önceden planlanmamış ve organize edilmemiş bir isyanın ve göçmenlerin buna karşı tepkisinin kitle psikolojisi kanunlarıyla belirlendiğini, önemli ölçüde en gaddar ve en adaletsiz çatışma, yani etnik çatışma olduğunu kabullenmemiz daha gerçekçi olmayacak mı?
İsyanın feodal karşıtı bir isyan olduğu tezi gerçekçi değildir. Türkistan’daki çatışmalar zamanı Çar yönetiminde çalışan yerli halktan 22’si öldürülmüş, 31’i de yaralanmıştır. Tüm Yedisu vilayetinde ise isyancılar tarafından hiç bir ilçe yöneticisi veya manap öldürülmemiştir. Onlardan bazılarını tehdit etmişlerdir. Ama bunu, onların bey veya manap olduklarından dolayı değil, çok ağır vergileri belirleyen, en önemlisi ise adil olmayan seferberlik listelerini hazırlayan kişiler, yani Çar yönetiminin sadık hizmetçileri gibi gördükleri için yapmışlardır.
Daha sonra, 1917 yılının başlarında mülteci Kırgızların vatana dönme isteklerine karşılık Çar yönetimi, isyanda önderlik yapan manapların teslim edilmesi dahil, bazı şartlar ileri sürmüştür. Eğer isyan feodalite karşıtı bir isyan olsaydı, mülteciler kuşkusuz dünkü “düşmanlarını” ele vermiş olurlardı. Ama böyle bir olay yaşanmamıştır. Hatta 20’li yılların sonlarında, maksatlı ve uzun çalışmalar sonucu Kırgızlar arasında sınıfsal tabakalaşma oluşturulduktan sonra da, onlar kendi manaplarının sürülmelerine karşı çıkmışlardır. Buna istinaden, Kırgızlar arasında çok keskin bir sınıf çatışmasından bahsetmenin dayanaksız, bayağı sınıfsal yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz.
İsyan bir halk isyanıydı. Umutsuzluğa sürüklenmiş halk kendi haysiyetini korumak için isyan etmiştir. İsyana emekçiler, beyler ve manaplar katılmışlardır. Manapların büyük çoğunluğu da sömürgeci düzene karşıydı. Toplumbilimcilerin, manapların sömürgeci bir sınıf, halk düşmanı oldukları düşünceleri yanlış bir söylemdir. Aslında, manaplar halkın refahı, haysiyeti, nüfus artımı yönünde çaba göstermekteydiler. Onların etkinliği, hakimiyeti ve refahı da belli ölçüde buna bağlıydı. Kanımızca aksi yöndeki düşünce, akraba-kabile ilişkilerinin güçlü olduğu Kırgız toplumuna, daha çok gelişmiş toplumların sınıflar arası ilişkilerinin özelliklerini mekanik bir şekilde ait etmenin bir sonucudur.
Önceki dönemde olduğu gibi, isyana bey ve manapların katılımı ve Rus karşıtı eğilimin bulunması yüzünden isyana gerici nitelik vermek herhangi bir dayanaktan yoksundur. Evet, isyan sürecinde çok sayıda emekçi-Kırgız topraklarında “zorunlu sömürgeci” durumuna düşmüş, göçmenler de mağdur olmuştur. Fakat, kendi doğal, yasal hakları uğruna harekete geçen halktan proleter sınıfının ve fakir köylülerin ana hedeflerine tıpatıp uygun düşen eylemler beklemek en azından adaletsizliktir.
1916 Kırgızistan isyanının ilerici sonuçlar doğurduğu fikri de kuşkuludur. Proleter sınıfının son hedefine varmaya yardım eden her şeyi ilerici, engel oluşturanları ise gerici kabul eden Sovyet dönemi açısından yaklaşırsak, elbette ki, isyanın ilerici sonuçları vardır. İsyanın karakterinin belirlenmesinde bazı saptırmaların ve onun bazı açık detaylarının görülmemesinin temelinde bu yaklaşım dayanmaktadır.
Artık silahlı sınıf mücadelesinin toplumsal sorunların çözümünde tek ve en iyi yöntem olmadığı anlaşılmıştır. Eğer isyanın toplumu nereye götürdüğünü analiz edersek, ekonomik açıdan göçmenlerin büyük zarara uğramasına ve Kırgızların tamamen iflas etmesine; demografik açıdan ise Kırgızistan’ın yerli halkının önemli ölçüde azalmasına (isyanın ikincil etkilerinden yalnız 60’lı yılların başlarında kurtulabildiler) neden olduğunu görmekteyiz. Dünya tarihinden de bilindiği gibi, isyanın başarısızlıkla sonuçlanması politik açıdan her zaman gericiliğin kol gezmesine, politik uyuşukluğa ve kitlelerin düş kırıklığına yol açmaktadır. Kırgızlar da bu genel kuralın dışında kalmamışlardır. Uluslararası ilişkiler açısından isyan, yerli halk ve göçmenler arasındaki karşılıklı anlaşma ve hoşgörü ilişkilerinin açık düşmanlığa ve bir birini mahvetmeye dönüşmesine neden olmuştur.
Böyle bir olayı olumlu olarak değerlendiremeyiz. İsyanın başlıca nedenleri ve dinamikleri açısından yola çıkarak, onu adaletli bir kurtuluş mücadelesi olarak değerlendirmek doğru mu olacaktır?
Maalesef, hayatta adalet çoğu zaman yerini bulmamaktadır. 1916 isyanı da böyle olmuştur.
Halkın adalet uğruna verdiği mücadele farklı milletlerden bir arada yaşayan insanların faciasına dönüşmüş, bütünüyle Kırgız toplumunun gerilemesine neden olmuştur.
Vosstanie v Sredney Azii i Kazahstane: Sb. dok., M., 1960.
Vospominaniya o sobıtiyah 1916g. v Vostoçnom Priissıkule A. I Abramovoy. Zapisano V.YA. Galitskim Fondı otd. obş nauk NAN KR, inv 5170.
Vospominaniya Djanalı Otorbaeva, Eşturata Berdibaeva, Djanışa Djanıbaeva. Fondı otd. obş. nauk NAN KR, inv. No 1519/2/,/10a/.
Djunuşaliev D. V epitsentre vosstaniya. V kn.: Vosstanie 1916 g. v Kırgızstane, Bişkek, 1993.
Tursunov H.T. Vosstanie 1916 g. v Sredney Azii i Kazahstane, Taşkent, 1962.
Usenbaev K.U. Vosstanie 1916 g. v Kırgızstane, Frunze, 1967.
Usenbaev K.U. Geroiçeskie i Tragiçeskie Stranitsı, Bişkek, 1998.
Suleymanov B.S., Basin V.YA. Vosstanie 1916 g. v Kazahstan, Alm-Ata, 1977.
İsmail Gaspıralı ve Türkistan'da Ceditçi Hareketi / Dr. Barçınay Curayeva [s.631-635]
Özbekistan Dünya Dilleri Üniviversitesi / Özbekistan
Yirminci yüzyıl başında Rusya’da yaşanan siyasi ve içtimai olaylar Çarlık işgali altında olan diğer ülkeler kadar Türkistan’ı da etkiledi.
Gerçekten bu dönem Türkistan tarihinde bir dönüş noktası olma bakımından öğrenilmeye tetkik edilmeye değerdir. Ülkenin sosyal, siyasi ve iktisadi hayatını ele alırsak, şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır. Yıllardır kuzeyden Rus, doğudan Çin işgali ve baskısı altında yaşayan Türkistan’da durum her bakımdan dayanılmaz bir hale gelmiş, toplum tam bir fetret döneminden sonra gelecek aydınlık günleri beklemektedir. Dış ve iç etkenler sonucunda ortaya çıkan bu süreç kendi tabiatına göre o kadar tehlikeli görünmezse de mahiyet bakımından bu olay büyük içtimai ve siyasi devrim ve değişimlere sebep olabilirdi.
Hayat koşullarının ağırlaşması ve halkın fakirleşmesi ile bağlantılı olarak devamlı durgunluğa neden olan etkenlerin başında Türkistan toplumunu zorla sözde yenileme (Çağdaşlaştırma) hareketleri gelmektedir. İşgalcı yöntemler ile dışarıdan cebren gerçekleştirmeye çalışılan bu sözde yenileme süreci her zaman olduğu gibi geri kalmışlık ve sefaleti muhafaza etmeye bir alet olarak kullanılmıştır.1
Rusya’nın hammadde ülkesi olarak sömüregeldiği Türkistan’ın iktisadi durumu tarım ve sanayinin yeni kaynakları olan pamuk ziraatı, pamuk yağı üretimi, madencilik, demiryolu transportu ve benzeri konularda tamamen Rusya Merkezi Sanayi bölgelerinin arz ve taleplerine bağlı idi. Böyle bir ekonomik ve siyasal bağımlılık üzerine bir de sosyal ve kültürel baskı, istismar ve tahribat eklenince durum daha da ciddiyet kazanmıştı. Açlık, sefalet, manevi durgunluk toplum içinde perakendeliğe, tefrikaya, sınıflar arasındaki çekişmelere yol açmıştı. Elbette söz konusu dönem kitlesel grevlere, protestolara ve çeşitli ayaklanmalara sahne oluyordu, ama talep edilmekte olan konular mevcut düzeni değiştirmeye yetersiz olduğundan bu girişimlerden herhangi bir sonuç elde edilemezdi. Yine de bu ayaklanmalar halkın genel bir kimlik arayışı süreci içine girmesine, insanlarda işgal ve sömürgeye karşı genel bir nefret uyanmasına sebep oldu.
İlk adımda Ceditçiler sosyal düzeni değiştirmekten öte toplumun manevi yaşamını ıslah etmeye, yenilemeye dikkat ettiler. Onlar yeni usûl Cedit okulları açıp, gazete, dergi ve ders kitapları (özellikle pozitif ilimlere ait) neşretmeye başladılar. Batı teknolojisini öğrenme ve uygulamanın zaruretini dikkate alıp çağdaş Avrupa kültürünün bazı konularından yararlanmak için millî eğitimi teşkilatlandırma yoluyla manevi ve ruhani hayatı yenileyerek ve zenginleştirerek milli kimlik tefekkürünü yükseltmeye zemin hazırladılar.2
Türkistanda ilk Cedit grupları XX. yüzyılın başında ortaya çıktı. Ceditcilerin önde gelen isimleri Münevver Abdurreşithan oğlu, Sadreddin Ayni, Mahmudhoca Behbudi, Abdullah Avlani, Zeki Velidi (Togan), Taşpolat Narbutabek, Abdurrauf Fıtrat, Çolpan gibi milli aydınlardan ibaretti.
Bu dönemde Türkistan siyaset meydanına atılan Ceditciler, millet özgürlüğü ve vatan istiklalı uğrunda canlarını veren gerçek kahramanlar idiler. Yenilikçi hareketin başında Türkistan Ceditcilerinin önderi Mahmudhoca Behbudi geliyordu. Türkistan çağdaş eğitim sisteminin oluşması ve gelişmesinde Behbudi’nin rolü çok büyük olmuştur. O ülkedeki “Usül-i Cedit” mekteplerinin ilk nazariyatçısı ve uygulayıcısı hem de Ceditci hareketin önderidir. Behbudi o dönemde basında yer alan yazılarında ve yeni tip okullar için Özbek ve Tacik dillerinde telif ettiği ders kitaplarında her zaman İsmail Gaspıralı’nın bu konudaki görüşlerine dayanarak hareket etmiştir. Çünkü Mahmud hoca’nın dünya görüşünün şekillenmesi ve gelişmesinde Rusya Ceditçi hareketinin kurucusu İsmail Gaspıralı’nın büyük hizmetleri olmuştur. Şark ve Garb tarihi ve medeniyetini derinden bilen, Arapça, Farsça dillerinin yanı sıra İngiliz, Alman ve Fransız dillerinde de rahat konuşabilen bu muhterem zat 1881 yılında Rus dilinde “Rusya Müslümanlığı” adlı kitabı yayınladı. O, söz konusu kitabında, Rusya’da yaşamakta olan tüm Müslümanların kendi kimliklerini kaybetmemeleri için tek yol, ilim ve maarif vasıtası ile memleketin içtimai, siyasi ve kültürel yaşamına özgürce katılabilme ve bu konuda söz sahibi olabilme derecesine ulaşmak olduğunu vurgulamıştır. Bu görüşten yola çıkarak Türkistan’da yapılan ilk iş “Usül-i Cedit”, “Usül-i Savtiye” adları ile tarihe giren yeni mekteplerin açılması oldu. Nitekim, 1884’te İsmail Gaspıralı’nın meşhur “Tercüman” gazetesine abone olan 1000 kişiden 200’ü Türkistanlılardan oluşuyordu.
İsmail Gaspıralı, 1892 yılında Türkistan’daki mektep ve medreseleri ıslah etme ve “Usül-i Savtiye”yi eğitime uygulama teklifi ile general-gubernator Rozenbah’a müracaat eder. Ondan bir sonuç alamayınca, 1893’te Taşkent’e gelir. Oradan Semerkant ve Buhara’ya geçer. Yerli ahali içinde kendine destek bulunca ilk yeni usül okulu açmaya muvaffak olur. İsmail Gaspıralı’nın açtığı yeni mektepler kısa bir süre sonra yasadışı ve “dine aykırı” olduğu gerekçesi ile mutaassıb görevliler tarafından kapatılır. Ama bu kadarı da toplum içinde yenilikçi aydın harekete karşı ilgi toplamaya yeterli olmuş, “Tercüman” gazetesinin okur sayısının hızla artmasını sağlamıştır.
1897’de bir daha Türkistan’a geldiğinde İsmail Gaspıralı Mahmudhoca ile görüşür ve onların arasında üstad-talebe ilişkisi başlar. Bu ilişki üstad-talebe münasebetinden ziyade bir dostluk kardeşlik samimiyetine dönüşür. Mahmudhoca toplumu aydınlatma yolundaki tüm faaliyeti devamında İsmail Gaspıralı’yı bir yol gösterici ışık olarak görmüş, onun 1898 yılında neşrettiği “Rehber-i Müallimin” kitabını da kendisine kılavuz seçmiştir. Behbudi 1914’te yazdığı bir makalede “Usül-i Sevtiye mekteplerinin Rusya’daki kurucusu ve hamisi İsmailbek hazretleridir. İlk yeni usül alfabenin murettibi ve yayıncısı yine İsmailbek hazretleridir” diye ondan bahseder.3
Ceditçi Müslüman aydınlar Türkistan’ın istibdad ve işgala maruz kalmasının ve ülkedeki geri kalmışlığın esas nedenini toplumun kötü eğitim sisteminde, milletin bilgisizliğinde görüyorlardı. Bunun için Ceditçiler eğitim sistemini ıslah etme ve yenilemeyi ilk etaptaki en önemli vazife olarak görüyorlardı. Onlar yeni usül okullar, kutüphaneler, kıraathaneler açıyor, ders kitapları ve kılavuzları telif ediyorlardı.
“Mektep ve medrese bir milletin hatta tüm insanlığın terakki derecesinin göstergesidir. Fakat terakki mektep ve medreselerin çok olmasıyla değil belki de nizam, tertip ve iyi idare edilmesi ile olur. Dünyada mevcut devletler terakkiye ibtidai mektepten (ana okul) başlarlar. Hakikaten terakki için birinci yol ve esas olan şey mekteptir”, diye yazmıştı Niyazi Recebzade.4
“Ülke hududunda açılan Usûl-i Cedit mekteplerinden biri de 1898 yılında Hokand’da Molla Selaheddin’in kurmuş olduğu okul idi. Aynı yıl Tokmak şehrinde de benzeri bir okul açıldı. 1899’da Taşkent’te Münevver Kari’nin, Andican’da Şemsiddin Damla’nın Usûl-i Cedit mektepleri faaliyete geçti. 1900 yılından itibaren Türkistan’da Cedit mekteplerinin sayısı gittikçe arttı. Yeni açılan mektepler içinde özellikle meşhur ilim adamı ve gazeteci yazar Münevver Kari Abdurreşithan oğlunun kurduğu okul çok tanınmıştı. Bu okul diğer mekteplerin açılması ve toplum içinde hızla yayılması için bir esin kaynağı olmuştu denebilir. 1903’te Mahmudhoca Behbudi, Semerkant civarındaki Cambay kasabasında kendi imkanlarıyla yeni okul açtı. Hacı Muin ve Abdulkadir Şakuri gibi aydınlar bu okulda ders veriyorlardı.”5
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Behbudi İsmail Gaspıralı’yı her bakımdan kendi üstadı olarak görüyor, onun bilgisini, gayretini, millet uğrundaki fedakarlığını takdir ediyordu. Onun vefatıyla ilgili yazdığı bir makalede: “Rusya Müslümanları içinde böyle bir zat gelmemiştir” diyordu.
İsmail Gaspıralı, eğitim sürecinin ilk basamağı olan çocuk eğitimi için “Usül-i Cedit” yöntemini geliştirirken, XIX. yüzyıl Avrupa pedagojisini benimseyen çağdaş Rus pedagoglarının tecrubelerinden yararlanmıştı. İşbu “Usûl-i Cedit”in bazı görünüşleri o dönemde İslam medreselerinde de mevcuttu. Fakat program içeriği, pozitif ilimlerin geniş uygulanması ve pedagojik usül bakımından Gaspıralı’nın geliştirdiği yöntem gerçekten yeniydi.6 Bu da İsmail Gaspıralı’nın kendi çağından ne kadar ileri gittiğini gösteriyordu.
O, 1884’te telif ettiği “Hoca-i Sibyan” eseri ile çağdaş mekteb kurmanın esas yöntemlerini açıklamıştı. Ondan sonra muellif yeni okul hocalarının kılavuzu olan “Rehber-i Muallimin” adlı kitabını neşretti. Şunu da belirtmek lazım ki, İslam aleminde çağdaş pedagoji bundan daha önce oluşmuş ve uygulanmaya geçmişti. Osmanlı Devleti’nin Türki muzafatlarında 1868’de Ahmed Midhad’ın “Hoca-i Evvel” kitabı neşredilmiş ve bu eser Türk eğitimcileri içinde onun “Birinci Muallim” unvanını kazanmasına sebep olmuştu.
Gaspıralı’nın yazdığı ders kitapları ve Bahçesaray’da kurduğu yeni tip okullar Rusya Müslümanları arasında çok büyük ilgi gördü. Ahmed Midhad’ın eseri de art arda iki defa yayınlandığı bir sırada Behbudi gibi bir Türkistanlı eğitimcinin eserleri kitapçıların tecrübesizliğiden mi veya kitapların teknik kalitesizliğinden midir maalesef onun kendi nekteplerinden dışarıya yayılmamıştır… Gaspıralı’nın bu konuda başarılı olmasının esas nedeni, söz konusu kaynakların tam zamanında yayınlanmasında, kendisinin Avrupa pedagojisini, kitle iletişim araçlarının çalışma sistemini ve onları kullanma tekniğini iyi bilmesinden kaynaklanmıştı. Nitekim, onun “Tercüman” gazetesi, Merkezi Rusya ve Kafkasya Müslümanlarının “gaflet” uykusundan yeni uyanmakta olduğu bir dönemde yayınlanmış ve çağdaş bilgi ve yenilenme tefekkürünü aynen onlara taşıyan önemli bir araç olmuştu.7
Türkistan Ceditcilerini birleştiren Behbudi, tüm siyasi ve eğitim faaliyetinde Gaspıralı cenaplarının yolunu tuttu, onu kendine rehber edindi. O Türkistan’da Cedit mekteplerini kuran ilk eğitimcilerden biri olmuştur. Semerkant eyaletindeki Receb Emin köyünde oturan Abdulkadir Şakuri’nin yeni okulla ilgili faaliyetinden haberdar olunca onu kendi evinde açmış olduğu okulda ders vermesi için kasabaya getirtti. Behbudi bu konuda “Molla Abdulkadir şehirden üç çakırım (mesafe) uzakta yeni bir okul açmıştı ve şehir çocuklarının oraya okumak için gidip gelmeleri zordu. Ben Semerkant gubernatoruna durumu arz ettim ve okulu şehire taşımaya muvaffak oldum…” diye yazmıştı.8
Yeni mektepler kurulurken imkan dairesinde daha çok yerli halkın (yani Müslümanların) çocuklarını ona çekmeye dikkat ediliyordu. “Ayine” dergisinin 1914 tarih 27. sayı 513. sayfasında basılmış olan bir cetvel o günkü Semerkant eyaletindeki okullar ve öğrencilerin sayısı hakkında bilgi içermesi bakımından çok önemlidir.
“Tablo 1 ve diğer hesaplardan malüm olur ki, Semerkant eyaletindeki Müslümanların %3’ü ve Rusların %16’sı neferi okula gitmektedir. Bu durumda biz Müslümanların cahil olduğumuz ortadadır ve Hazreti Peygamberimizin ‘İlim Çin’de olsa dahi onu alınız’, ‘İlim talep etme erkek kadın her Müslüman için farzdır’, ‘Beşikten kabire değin ilim talep ediniz’ diye bildirmiş olduğu emri şeriflere riayet etmediğimiz görülmektedir. Ve bu bilgi rağbetsizliğinin sonu dünya ve ahirette rusvaylıktır”.9
Ceditcilerin eğitim faaliyetleri sadece yeni okullar açma ile sınırlı kalmamıştır. Onlar yurtdışına öğrenci göndermeye de çok önem veriyorlardı. Bu konuda Mahmudhoca Behbudi bir yazısında şöyle yazıyordu: “…Çağdaş insanlar yetiştirmek için hükümet mekteplerine, okulları ıslah için Orenburg, Kazan, Kırım, Kafkas ve İstanbul mekteplerine, medreselerin ıslahı için Mekke, Medine ve Mısır’a talebe göndermek lazımdır. Ve her öğrenci için her sene 300 somdan 400 soma kadar akçe lazım. Bu öğrencilerin tahsil süreleri 4 yıldan 12 yıla kadar olabilir. Bugün bu işe girişilirse 4-5 sene sonra sonuç alınır. ‘Öğrencilere yardım cemiyeti’ni kurma işi gençlerimizin himmet ve hamiyetlerine bağlıdır. Hükümet de bu işe iyi göz ile bakıyor. Gençlerden himmet ve gayret, zenginlerden şefkat ve merhamet lazımdır.”10
Cedit hareketi ilk başta eğitim alanında olmasına rağmen, Rusya’daki Narodnikler hareketi gibi sırf kültürel aydınlık hareketi değildi. Ceditlerin “marifet” mefkuresi sosyal açıdan daha zengin ve çok yönlü idi.
Onda günümüzde bile güncel sayılan tarihi vazifeler: Dinin manevi yükseltirici özelliği, çağdaş demokratik enstitüleri oluşturma, milli ve kültürel değerleri koruyarak ilerleme, piyasa ekonomisi ve hukuki mekanı şekillendirme sürecini hızlandırma görevleri bütün halde belirlenmiş ve dikkate alınmıştı. İlk dönemde Ceditçilik, teşkilatlanma bakımından dar ve sınırlı olsa da nazari görüş açısından çok geniş ufuklara sahip bir hareketti. Eğitimin ıslahı konusundaki talepler, ilk Ceditçilerin ideolojik görüşlerinin birleştiği ortak bir unsurun ifadesiydi. Onlar daha hareketin ilk etapında Türkistan toplumunun tedrici ıslahının gelecekteki modelini ve onunla ilgili önemli bir çok misyonları kendi faaliyetlerinde göstermişlerdi.
Eğer Ceditçilerin nazari görüşleri somut-tarihi bakımdan incelenirse, yenilikçilerin son dönemlerdeki tüm ideolojisinin esasını oluşturan bir kaç mühim kaidenin altı çizilerek sıralanabilir. İlk olarak, Ceditçiler toplumu aydınlatmadan, kitleyi Rus ve Dünya kültürüne aşina etmeden Türkistan’ın kalkınması imkansız olduğunu anlamışlardı. Onlar milletin yaşam koşullarının normale dönmesi için işgalci-feodal zülümden ve onların getirdiği ağır mecburiyetlerden arınmanın, manevi özgürlüğe kavuşmanın kaçınılmaz olduğunu idrak etmişlerdi. Onlar kendi eserlerinde yönetimin kanunsuzluk ve rüşvet, aşırı derecedeki vergi sistemi zulümkarlığını tenkit ettiler. Yerel yönetim şeklinin seçim düzenine ve Çar Rusyası’nın adaletsiz vergi siyasetine karşı seslerini duyurdular, protesto ettiler.
İkinci olarak, Ceditçi hareket liderleri medeni pıyasa mekanının içtimai-iktisadi koşullarını teşkil etmenin, İslam’ı hurafelerden temizlemenin, tarihi kalkınmaya hız veren önemli şartlar olduğunu savunuyorlardı. Avrupa ve Rusya’nın yenilikçi aydınlarından farklı olarak Ceditciler dini reddetmiyorlardı, ateist değillerdi. Bilakis onlar İslamı içtimai kalkınmaya erişmede Müslümanları birleştirici mühim etken olarak, toplumun yüksek ahlakını temin eden, milletler arasındaki dostluk ve kardeşlik bağlarını sağlayan mihenk taşı olarak çok değer veriyorlardı. Ceditciler İslam’ı manevi yükselişin mühim vasıtası olarak görüyorlar, fakat bunun için dinin kendisini Ortaçağ skolastik düşüncesinden arındırmak gerektiğini savunuyorlardı.11
Nitekim, “Ayine” dergisinde İshakhan İbret’in yayınladığı “Milleti Kim Islah Eder?” adlı makalede şu sözler vardı: “Biz Türkistan müslümanları arasında şeriate aykırı adetlerin çok olduğu herkese malümdür. Bunun def’i ve ıslahını kim eder? Bizim fikrimize göre bunu ıslah için ulema hazretleri himmet kemeri bağlayıb, mukaddes mihrab ve minberlerden va’z söyleyib, ulusa ahkamı şeriati bildirib, Beytullah hükmündeki mescid ve camilerde sabah akşam emri ma’ruf ve nehyi münker edib, halkın anlayacağı dil ile nasihat eyler iseler ve devamlı olarak sabah ve yatsı namazları sonrası çeşitli konulardan bahsederseler elbette etkisiz kalmaz… Ulema gayret ederse elbette millet ıslah bulur.”12
Behbudi’nin kurucusu ve başyazarı olduğu “Ayine” dergisini bir minber olarak kullanan ceditçi aydınlar vatandaşlarını “mezarlıklara çeki düzen vermeye” çağırıyor, onları koyun pazarı veya çöplüğe dönüştürülen mezarlıkların çevresini parmaklıklarla çevirip, kabirleri temiz tutmaya davet ediyorlardı. Eğer İslam alemindeki ıslahat ve yenilenme hareketleri içerisinde Türkistan Ceditçilerinin konumu hakkında söz etmek istenirse ilk önce yurtdışındaki müslümanların Türkistan’daki dini yaşam ile ilgili düşünceleri ve yazıları akla gelir. Kısacası, bu fikirler Türkistan ve Buhara’ya seyahat eden şahısların vatanlarına geri döndükten sonra orada gördüklerini ve yaşadıklarını anlattıkları acı hikayelerden ibarettir. Bu topraklarda dolaşan Kafkas müslümanları da, Tatar uyruklu liberal ıslahatçılar da orada yerel secdeciliğin hakim olduğunu, ulusun din diye bid’ata sarıldığını esefle kaydetmiş, konuyla ilgili yazılar yazmışlardı. Hatta bu hususta her zaman hassas davranan İsmail Gaspıralı da “Tercüman” gazetesinde Türkistan’daki vahim durumla ilgili yazılar yazmıştı.
Cedit hareketinin ilk yıllarında Fıtrat ve Behbudi tarafından telif edilen “İslam’ın Muhtasar Tarihi” adlı eser yenilikçilerin dine munasebetleri hakkında bize bilgi verecek mahiyettedir. Eser içerik bakımından bundan sonraki kalkınmanın istikbalını belirlemek için geçilmiş olan yolun çok yönlü analizinden ibarettir. Fıtrat’ın görüşüne göre, dünya bir “hayat gayesi”nde yaratıldıktan sonra ta Hazreti Muhammed’e kadar olan dinler, savaşlar ve kargaşaların düzensiz yer değişmelerine sahne olmuştu. Allah kendi Peygamberi vasıtasıyla hakiki dini gönderdi, İslamiyet toplum içindeki ve toplumlar arasındaki tefrikayı yendi, refah ve kalkınma devri başladı. Müslümanlar dinin davet ettiği ilim yoluyla yeni buluşlar yaptılar… Fakat kendi ideallerini kaybetme, altın ve paraya değer vermeyle ortaya çıkan “açgözlülük” İslam alemini tenezzüle düşürdü, kurdukları devletler (Halifelik) savaşa sürüklenerek parçalandı ve işgalcilerın ayakları altında ezildi.
Behbudi İslam felsefesi üzerinde dikkatle durulması gerektiğini vurguluyordu: “…Bir zamanlar İslam düşünürleri Avrupa için Eflatun ve Aristo’yu yok olma tehlikesinden kurtardılar, bu da oralarda antik geleneklerin yeniden doğmasına ve onların skolastik görüşlerden arınmasına imkan sağladı. Şimdi ise İslam filozoflarının Avrupalıların topladıkları bilgilerden yararlanmaları için zaman geldi: Komşulardan tüm yeni ve yararlı şeyleri almak, pozitivizm, insan duygularına ve en önemlisi insan ihtiyaçlarına hitap eden A. Comte’un eserlerini öğrenmek lazım.”13
Ceditçiler nezdinde İslamı yenileme, ilim ve teknolojiyi geliştirme ilk dönemdeki İslami akideleri ve asri (yeni) koşulları dikkate alma ile bağlantılılıydı. İlk etapta Cedit önderleri durgun (skolastik) dini eğitime karşı çıktılar ve yeni usül mektepleri savundular. Onlara göre okuma-öğrenme yalnız mekteplerde cereyan eden bir olgu değil, belki bütün hayat boyunca kesintisiz devam eden bir süreçti. Şu nedenle yetişkinleri aydınlatma işine özen gösteriyor ve bu sürece katkıda bulunmak için yerli basın organlarından yararlanıyorlardı. Gazete ve dergilerde Ceditciler o dönemin güncel meselesi olan konularda, siyaset, toplumu aydınlatma, Usûl-i Cedit okulların fazileti, dünyevi ilimleri öğrenme, milli tarihi yeniden yazma ve araştırma, kadınları okutma, mahalli ve dünya haberleri, o gün için yenilik olan tiyatro, sinema ve benzeri mevzularla ilgili yazılar yayınlıyorlardı. Nitekim, Gaspıralı için “Tercüman” minber olduğu gibi, onun izdaşı ve yoldaşı olan Behbudi için de “Ayine” dergisi sesini duyurduğu siyasi minber olmuştu. Bu minber başında o büyük-küçük herkese arkeoloji, coğrafya ve sağlıktan tarih, banka işi ve meteorolojiye kadar çeşitli fenlerden ders verirdi. Bu yazılar esasen belli konudaki haberlerden ibaret olup, hiç bir bilimsel düzene dayanmıyordu. Buna benzer düzensiz ama çok “yararlı” materyallar 1870’li yıllardan yayınlanmaya başlayan Tatarların “birinci muallimi” Abdulkayım Nasiri’nin kitlesel takvimlerinde, Mahmud Tarazi tarafından “Sırac ul-Ahbar” dergisinde (1911-1918), ondan daha önce (1871-1873) Ahmed Midhad tarafından “Dağarcık” dergisinde, “Kırk Anbar” (1874-1877) ve benzeri dergilerde yayınlanmıştır. Bu yazıların profesyonelizm açısından ne kadar kurallara uygun olup olmadığı bizce önemli değil, esas önemli olan, eğer bu neşirler kendi okurlarının ellerine ulaştığında, onlara gereken bilgi ve eğitimi sağlamış olmasıdır.
Kısacası, XX. yüzyıl başında Ceditcilerin yürüttükleri sosyal ve siyasi faaliyetler Türkistan tarihinin altın sayfalarını oluşturdu denilebilir. Onların ülke tarihinde bıraktıkları iz ve kısa bir zaman içinde yaptıkları büyük işler hakkında ilerde çok şeyler yazılacaktır.
Sözümüzü bitirmeden önce yine Behbudi ve Gaspıralı arasındaki dostluk ilişkisine değinmeyi lazım gördük: İsmail Gaspıralı’nın vefatı ile ilgili yazısında Mahmudhoca şöyle diyordu: “Öyle ki, bu günde Rusya Müslümanları içinde her bir dergi okuru, her bir muallim ve her usül-i savtiye öğrencisi ve her dergi yazarı merhumun bilvasıta şagirdidir. Yani üstad-ı müezzemin bugün Rusya Müslümanları arasında milyonlar ile ulemadan, muharrirlerden, muallimlerden ve öğrencilerden şagirdleri vardır. Hem de nasıl şagird! Hülasa, İsmailbek hazretleri yıllardır topluma ders verme ile, onu aydınlatma ile meşgul oldu. İmdi ilalebed onun efkarı ve ruhu adedsiz ve nihayesiz müslümanlara irfan dersi verir… Hülasa, Rusya Müslümanları içinde böyle bir Zat gelmemiştir. İşte bu Zat-ı nayab işbu sene beşinci Zilkade-12. Eylül’de bu alem-i faniden göç edip, Hakk’ın rahmetine kavuşmuş, bütün dünya müslüman aydınlarını yas ve elem esiri eylemiştir. Ona Yüce Allah’tan rahmet dileriz…”14
Bizce, Üstad İsmail Gaspıralı haklarına bildirilen bu hurmet ve şerefe Ceditçi hareketin tüm fedayi (kahraman) aydınları da layıktırlar.
1 Özbekistan’ın Yeni Tarihi, 2. Kitap, S.10. Taşkent, 2000.
2 S. Azamhocaev, Türkistan Muhtariyeti, S. 7, Taşkent, 2000.
3 B. Kasımov, Meslekdaşlar, S. 9, Taşkent, 1994.
4 Ayine Dergisi, S. 906-911, 38. sayı, 1914.
5 S. Azamhocaev, Türkistan Muhtariyeti, S. 8-9, Taşkent, 2000.
6 Bakınız: İsmail Gaspırali, Hoca-i Sıbyan, Bahçısaray, 1888 ve Rehber-i Muallim, Bahçısaray, 1898.
7 İ. Baldauf, 20.Yüzyıl Özbek Edebiyatı, S. 22-23, Taşkent, 2001.
8 M.Behbudi, Semerkant Mektebi Hakkında, Türkistan Vilayeti Gazetesi, 30 Ocak, 1908.
9 Ayine Dergisi, S. 513, 27. Sayı, 1914.
10 Ayine Dergisi, S. 601-604, 31. Sayı, 1914.
11 S. Azamhocaev, Türkistan Muhtariyeti, S. 9-10, Taşkent, 2000.
12 Ayine Dergisi, S. 274-275, 12. Sayı, 1914.
13 Alimova D., Raşidova D., Mahmudhoca Behbudi ve Onun Tarihi Tefekkurü, Taşkent, 1999.
14 Ayine Dergisi, S.1186-1188, 50. Sayı, 1914.
Dostları ilə paylaş: |