Cumhuriyet Dönemi Dil Hareketleri ve Dil Tartışmaları / Dr. Asiye Mevhibe Coşar [s.65-73]
Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
“Türkiye’ye giden bir ziyaretçi hemen
Türklüğün ilk ve inanılmaz
işaretiyle karşılaşacaktır:
Uzun zaman yabancı etkilere maruz
kalmasına rağmen muzaffer olarak
yaşamasına devam eden Türk dili”1
Yazılı kaynaklarıyla 13-14 yüzyıllık bir geçmişe sahip olan Türk dili, Türk insanının varlık savaşında onunla birlikte kimliğinin en önemli işareti olarak payına düşeni almıştır. Göçler, savaşlar, istilalar yaşayan Türkle birlikte dil de göç etmiş, devamı için savaş vermiştir. Ancak Türk, zaferler kazanıp devletler kurar, parlak devirler yaşarken dil de bundan nasibini almış, alabildiğine işlenip gelişmiştir.
Türkçe, Türk insanı ile yola çıktığı bu bin yılı aşan takip edilebilir devrede farklı tarihlerde, farklı coğrafyalarda varlık göstermiş; tarih ve coğrafyası değiştikçe yapısında da değişiklikler olmuştur. Tüm bu değişme ve gelişmeler; Türkçede yabancı kelimeler, yapılar ve bunların etkisiyle yazım konusunda ortaya çıkan karışıklıklar gibi sorunlara yol açmıştır. Bunun doğal sonucu olarak da dildeki yabancı unsurların temizlenmesi, dilin sadeleştirilmesi, gramer ve lügatinin hazırlanması, Arap harflerinin ıslahı veya değiştirilmesi, imla kargaşasının ortadan kaldırılması, çoğu milliyetçilik fikirlerinin kuvvetlendiği zamanlarda (1866-1903) ısrarla üzerinde durulmaya başlanan ve Tanzimat’tan sonra da daha şuurlu hareketlerle ele alınan meseleler olup bugün de pek çoğu tartışma konusudur.2
Cumhuriyet Dönemine Kadar Türkçe
Türkçe, daha VII. yy.’da ortaya konan eserleriyle edebi ifadeye elverişli dil olma iddiasındadır. Yabancı unsur sayısının %1’in altında tespit edildiği3 bu dönemden sonra yabancı toplumlarla kurulan ticari ve siyasi ilişkiler, yeni dinlerin benimsenmesi gibi olayların sonucunda bu sayıda artış görülür.
Özellikle İslamiyet’in kabulüyle, ilerleyen zaman içinde dini öğrenmek için dinin dilini öğrenme, sonra da o dilin kelimelerini kullanma ile bu sayı iyice artar. 14-15. yüzyıllarda sade Türkçe ile yazma geleneğinde ısrar eden sanatkârların yanı sıra, sade Türkçe ile yazdıkları için eserlerinin ön sözlerinde özür dileyenler dikkat çeker. 16-17-18. yüzyıllarda Türkçe’ye giren yabancı unsurlar öylesine artar ki, bazı eserlerde Türkçe arka plana düşer. 19. yy.’a gelinceye kadar özellikle yazı dilinde kendini gösteren bu ağırlaşma, ferdi teşebbüsler dışında etkili tepki almaz.4 Tanzimat’a gelinceye kadar gelişen dil hareketlerini; Kaşgarlı Mahmut’ta ilmi, Karamanlı Mehmet Bey’de resmi, Aşık Paşa’da hissi olarak niteleyebileceğimiz dil adına ferdi sayılabilecek teşebbüsler, 16. yy.’daki Türki-i Basit hareketiyle bir dereceye kadar toplu gayretler olarak sayabiliriz. Ancak bunlar, devirlerinde gerekli yankıyı bulamamış hareketler olarak kalmıştır.
Tanzimat’la başlayan Batıya yöneliş, yalnızca bilim ve teknikte değil, temelde fikir ve kültür dünyasında Batılılaşmayı öngörüyordu. Bu yönelişle yeni fikirlerin ortaya çıkması, bunun edebiyatı ve edebiyatın dilini etkilemesi de kaçınılmazdı. Batıdan alınan edebi türler, yazarların bu alanda eser verme isteği ve eserlerini halka ulaştırma endişeleri yazı dili ile konuşma dili arasındaki ayrılığı ortadan kaldırmayı gerektiriyordu. Bu yöndeki talepler, öncelikle Osmanlıcada birtakım düzeltmelere ihtiyaç doğurdu. Şinasi ile başlayan ve 1910’lara kadar süren bu hareketler, yazı dilini Osmanlıca temelinde sadeleştirmeyi ve Osmanlıcayı daha anlaşılır bir yazı dili durumuna getirmeyi hedefliyordu. Zeynep Korkmaz, Türkçeyi hakim kılmaktan uzak bu yaklaşım sebebiyle, dil hareketleri içinde bu devrenin ‘bir arayış ve deneme devri’ olduğunu söyler. Bu devirde başlayan dildeki bütün Arapça, Farsça kelimeleri atmayı öneren ‘Tasfiyecilik’ ve ağdalı Osmanlıcıyı savunan ‘Fesahatçılık’ hareketleri, Servet-i Fünun Devri’nde iyice alevlenmiştir. Bu anlamda dili sadeleştirme gayretleri, aşırı uçlara karşı bir denge unsuru olarak değerlendirilmektedir.5
1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı ile ülkede her alanda baş gösteren yenileşme hareketleri ve bunun edebiyattaki yansımaları, dilin sadeleşmesi yolunda önemli adımların atılmasına vesile olmuştur.
II. Meşrutiyet Dönemi’nde Genç Kalemler dergisinde yazan Yeni Lisancılar, kendilerine kadar düşünülen ancak uygulanamayan konuları hayata geçirmeleri ve ‘sade dil’in başarılı örneklerini vermeleriyle dikkat çekerler. Kamile İmer, dönemine göre çok değerli olan bu çabaların İstanbul halkının konuştuğu ‘en sade Osmanlıca’ sınırları içinde kaldıklarını, ilk aşamada Osmanlıcaya yönelik bir ıslahat çalışması olduğunu söyler. Yine de Türkçenin Arapça ve Farsça kurallardan ve dil bilgisi özelliklerinden oldukça arınmış bir biçimde Cumhuriyet dönemine ulaşmasında bu girişimlerin etkisinin inkar edilemeyeceğini dile getirir.6
Cumhuriyet Döneminde Türkçe
1919-1923 yıllarını savaşlarla geçiren bir ülkede kurulan Cumhuriyetin önemli bir özelliği siyasi yönü yanında sosyal ve kültürel boyutunun da olmasıydı. Türk Cumhuriyeti, cihan imparatorluğundan dünya devleti olmaya, bir medeniyet dairesinden çıkıp diğerine girmeye talipti. Bu anlamda Cumhuriyet döneminde Türkçedeki gelişmelerin Cumhuriyet ideolojisi ve bu ideolojinin sosyal yapılanmasından ayrı düşünülmemesi gerekir. Öte yandan Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal’in dil hareketlerinin oluşumuna ve düzenlenmesine bizzat katılması da belirleyici olmuş, bu belirleyicilik kendisinden sonra gelişen dil tutumlarında da etkisini sürdürmüştür.
İlk defa 1908 Anayasası’nda resmi hüviyet kazanan Türkçe için önemli bir durum da Cumhuriyetle birlikte, ilk devlet müdahalesini yaşamasıdır. Dil doğal seyri dışında, dışardan müdahalelerle değiştirilip düzenlenmeye çalışılmıştır. Bu yapılırken amaç çoğu zaman Mustafa Kemal’in ‘Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmasını bilecektir’ cümlesi ile belirlenmekte, hedef de ‘bir milli kültür dili yaratma mücadelesi’ olarak ifade edilmektedir.7 O halde Cumhuriyet devri dil hareketleri için başlangıç itibariyle Cumhuriyet ideolojisi ve Atatürk’ün görüş ve direktifleri doğrultusunda gelişmiş hareketlerdir değerlendirmesini yapmak mümkündür. Bu da Cumhuriyet devri dil hareketlerini Atatürk’e kadar ve Atatürk’ten sonra olmak üzere birbirini takip eden ve etkileyen iki dönemde ele almayı mümkün kılar.
Atatürk yetiştiği ortam bakımından Osmanlı toplumundaki bütün siyasi ve sosyal çalkantılar ve fikir hareketlerinin içinde bulunmuş, bunları yakından takip etmiş veya tarihi gelişme süreçleri ile incelemiştir.8 Daha 1916 yılında Namık Kemal’in Makalat-ı Siyasiye ve Edebiyesi’ni, Mehmet Emin Bey’in ve Tevfik Fikret’in şiirlerini okurken; ‘Yemekten evvel Emin Bey’in Türkçe şiirleri ile Fikret’in Rübab-ı Şikestesi’nden aynı zeminde bazı parçalarını okuyarak mukayese yapmak istedim. İkisi de başka güzel. Ancak Türkçe olanda da diğerinde de aynı derecede Arapça, Farsça var. Fark; biri parmak hesabı, diğeri değil. (27 Teşrinisani 1332/10 Aralık 1916)9 şeklinde düştüğü not ondaki dil duyarlılığını gösterecek niteliktedir. Belki bu duyarlılığın ve yetişme biçiminin etkileri, yeni devletin temelleri atılırken Türkçede harf ve dil inkılaplarını hazırlayan nedenler oldu.
Kültürel değişimin dildeki yansımalarından biri olarak 1928 yılında yazı devrimi yapıldı. Arap yazısının Türk dilinin ihtiyaçlarını karşılamadığı, iki dil arasındaki yapı ayrılıklarının bu alfabe ile giderilemediği; Türkçenin bu alfabe ile yazılması sırasında ortaya çıkan imla sorunlarının, Türkçeye giren Arapça, Farsça kelimeleri okuyup yazabilmek için önce bu dillerin kurallarının öğrenilmesini gerektirmesinin doğurduğu eğitim ve öğretim zorluğu göz önüne alınarak Latin alfabesi esasında yeni bir alfabe hazırlandı.
Türkçede imla sorunu, daha Tanzimat yıllarında imlanın ıslahına çare arayanlar ve bunun mümkün olmadığı, yeni bir harf sisteminin kabulünü öngörenler arasında tartışılıyordu.10 Alfabe değişikliğinin 1928’de kabulünden önce 1923’te İzmir’de toplanan İktisat kongresinde Latin esasında bir alfabe oluşturulması için bir önerge verilmiş, ancak bu genel toplantıda okunmadan reddedilmişti. Mecliste Şükrü Saraçoğlu tarafından tekrar gündeme getirilen alfabe meselesi itirazla karşılanmış, alfabe sorunu 1924-1927 yılları arasında önemli tartışma konularından biri olmuştu. Bu süreç, yeni bir alfabenin kabulünü hazırlayan bir olgunlaşma dönemi olarak yaşanmıştır. Sonunda 26 Haziran 1928’de çalışmalarına başlayan Dil Encümeni kurulmuş, Latin alfabesine dayalı yeni Türk alfabesinin hazırlıkları tamamlanmıştır. 3 Kasım 1928’de yeni Türk harflerine dair yasanın kabulüyle yeni harfleri öğrenme ve öğretme seferberliği başlatılmıştır.11
1921-1922 yıllarında Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya’da Latin alfabeleri denemelerine girişilmesi, 1 Mayıs 1925 günü Azeri Türk dilinin Latin alfabesini kabul etmiş olması Türk milliyetçilerini de Latin alfabesini kabule teşvik etmişti. Ancak Türkiye’de bu yazı kabul edilince Rusların ilk işi Latin yazısını kaldırıp Kiril yazısını yerleştirmek olmuştu. Bernard Lewis, Latin alfabesinin tercihi ile ilgili olarak bu tarihi gerçeğe işaret ederek bunun yanında siyasi sebeplere de değinir. Alfabe değişikliğini, Türkiye’nin laik ve modern bir devlet olma emelinin bir aşaması olarak kendisini Doğuya bağlı kılan önemli bir engel olan Arap yazısından kurtarması şeklinde izah eder. Mustafa Kemal’in bu tercih ve yönlendirmesinde Azerbaycan Cumhuriyeti ile bağları koparmamaktan çok, yeni alfabeyi Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir engel olarak kabul etmesini sebep gösterir. ‘Göründüğüne göre yeni yazıyı öğrenip eskisini unutmak suretiyle geçmiş gömülüp unutulabilecek ve yalnız Latin harfli Türkçe de ifade edilen fikirlere açık yeni bir kuşak yaratılacaktı’ der.12
Yeni alfabenin kabulüyle Arapça, Farsça kelimelerin dilimize ve yazımıza uymayan kelimeler olarak görülmesi, dildeki yabancı kelimeleri atıp yerine Türkçe karşılıklarını koyma fikrini tekrar canlandırdı. Bunun için öncelikle dilin söz varlığının ortaya konması gerekiyordu. Bu amaçla halk ağzından derlemeler yapılıyor, sözlük, terim ve etimoloji çalışmaları Dil Encümeni tarafından yürütülüyordu. Bir yandan da ferdi teşebbüsler olmakla beraber Türkçenin diğer dillerle alakaları araştırılıyor, başka dillerin Türkçe asıllı olup olmayacağı, Türkçenin bir ana dil olup olmadığı gibi konularda fikirler öne sürülüyordu.
12 Temmuz 1931’de bütün bu dil çalışmalarına daha kapsamlı ve ilmi bir yapı kazandırmak amacıyla Dil Encümeni’nin yerini alacak Türk Tarihi Tetkik Cemiyetine eş olarak Atatürk’ün emriyle Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu.13
Türk Dili Tetkik Cemiyetinin kurulmasının ardından yabancı bilginlerin de çağrıldığı I. Türk Dil Kurultayı 26 Eylül 1932’de İstanbul da toplandı. Bu kurultay alınan kararların niteliği bakımından dikkat çekici notlar taşır. Bir yandan derleme, araştırma ve yayımlamaya esas olacak bilimsel çalışmalar yapılması; bir yandan da Türk dilinin sadeleştirilmesi çalışmalarına hız verilmesi kararlaştırıldı.1932-1936 yılları arasındaki çalışmaları 1932-1934 ve 1934-1936 olmak üzere iki dönemde inceleyen Zeynep Korkmaz, aslında cemiyette bu çalışmaları yürütecek vasıfta elemanlar olmadığını, bunun için yurdun dört köşesindeki gönüllülerin görev aldığını söyler. Bu sebeple 1934’te çıkartılan Osmanlıcıdan Türkçeye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi’nde Osmanlıca bir kelimenin karşısında her biri ayrı lehçelerden derlenmiş birden fazla karşılığa rastlanıyor, bu kelimeler içinde bazılarının Türkiye Türkçesinin yapısına aykırı olması uygulamada aksaklığa yol açıyordu. İnkılâp heyecanıyla hareket, dilde yeniden tasfiyeciliği başlatmış oluyordu. Devlet dairelerindeki yazışmalarda ve gazetelerde Tarama Dergisi’ndeki karşılıklara hemen yer verilmesi ve bunun da bir birlik aranmadan yapılması dilde karışıklığa yol açıyordu.14 İş o hale gelmişti ki herkes gelişigüzel bulduğu kelimelerle yazıyor, yazılar sahibinden başkasının anlamasına imkan vermiyordu.15
Dilin bir çıkmaza sürüklendiğinin görülmesi üzerine 1934-1936 yılları arasındaki -Z. Korkmaz’a göre ikinci- dönemde bir komisyon kurularak önceki dönemin tarama ve derlemeleri ayıklanmadan geçirilmiştir. Tarama Dergisi’ndeki karşılıklar her Osmanlıca kelime için bir Türkçe kelime olarak düzenlenmiş, Türkçe karşılığı bulunmayan Arapça ve Farsça kelimeler olduğu gibi bırakılmıştır. Bu çalışmalar sırasında özleştirmeciler ile orta yolu tutanlar arasında çetin çatışmalar çıkmış, ancak başlangıçta ilmi ölçüleri olan sağlam bir programla yola çıkıldığı halde böyle bir dil planlamasında öncelikle metot ve içerik bakımından ilmi bir hazırlığın eksikliği görülmüştü.16
İşte tam da bu sırada yeni sözcüklerin uydurulup kullanılması terk edilerek dilde Türkçe karşılığı olmayan ve yerleşmiş bulunan Arapça ve Farsça kelimeler için dilin içinde bulunduğu durumu düzenlemek üzere bir dil felsefesi arayışına gidildi.
1932’de Mustafa Kemal’in teşvikiyle ve bütün Türkiye’deki tarihçilerin ve yabancı bilginlerin katıldığı tarih kongresinde 1935’te Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin açılış töreninde Afet İnan’ın derli toplu olarak ifade ettiği bir Türk tarih tezi ortaya konmuştur. Buna göre; “Dünyada yüksek kültürün ilk beşiği Orta Asya’daki Türk anayurtları ve o kültürü kuranlar ve bütün dünyaya yayanlar da Türklerdir”.17 Bu ilkeden hareket eden dil çalışmaları da insanlığın ilk kültür dilinin mekanizmasını araştırmaya koyularak bunun dünya kültür dillerini kurmaktaki büyük ve esaslı rolünü Güneş-Dil teorisi ile ortaya koymuştur.
Güneş-dil teorisi, Viyanalı dilci Kıvergitsch’in, Freud’un psikanalizinden faydalanarak Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi adlı bir çalışma ile öne sürdüğü bir teze dayanır. Buna göre dilin doğuşunda ilk etken Güneş’tir. Güneş, dünya ve insanlık tarihinin gelişmesindeki ana işlevini dilin doğuşunda da göstermiştir. O, düşünebilen bir varlık haline gelen insanın bütün nesnelerin üzerinde tuttuğu bir varlıktır. İlk insanlar, maddi ve manevi bütün varlıkları Güneşe verdikleri ilk adla anmışlardır ve bu da Türk dilinin kökü olan ağ sesidir. Diğer bütün kelimeler de böyle bir kök sesten gelişmiştir.18
Güneş-dil teorisinin Türkçeye uyarlanması bir hüküm ve bir sonuç cümlesiyle Türk tarih tezine de bağlanmış oluyordu. Agah Sırrı Levent, “Türk dili, taş ve maden devrinde kültür kelimelerini göç yolu ile yer yüzündeki dillere yayan eski ve büyük kültür dilidir. Etimoloji lügatlerinde ‘kaynağı karanlık’ olarak gösterilen bir çok Fransızca, Almanca ve İngilizce kelimelerin Türkçe ile kolayca açıklanabilmesi bunu göstermektedir” hüküm cümlesini ve ‘Dilimize yabancı sandığımız bir çok kelimeleri feda etmeğe lüzum yoktur. Çünkü bunların esasta Türkçe olması mümkündür. Hatta, Güneş-dil teorisine uyularak Türkçe ile açıklanabilen bir çok yabancı kültür kelimeleri olarak kabul edilebilir. Mesela botanik kelimesi bitki ile, sosyal kelimesi soy ile, termal kelimesi ter ile, elektrik kelimesi ıltırık, yıltırık, yaltırık ile açıklanabilir’19 sonuç cümlesini ifade eder.
Atatürk, Güneş-dil teorisini tartışmaya açmıştır. Bu durum, teorinin dillerin kökeni konusunda ortaya atılan bütün diğer teorilerden farklı olarak dil inkılabını yürütenlerce amacına hizmet sınırını aşan ölçüsüzlüklerle bir ispat aracı gibi kullanılmasına yol açmıştır. Bu teori, yakıştırma ve zorlamaya dayalı bu uygulamalar yüzünden yurt içi ve dışında eleştirilerle karşılaşır. Zeynep Korkmaz, bu teoriyle, yine de bir anlamda aşırı uydurmacılığa dönüşmeye yüz tutan özleştirme çabalarının, dilde yerleşmiş yabancı kökenli kelimelerin zaten başlangıçta diğer dillere kaynaklık eden Türkçeden geçtiği fikri ile dizginlendiğini söyler.20
Atatürk’ten sonraki dil çalışmaları, dili yenileştirme ve Türkçeleştirme, Türkçe gramer ve sözlük hazırlıkları, anayasa dilinin Türkçeleştirilmesi şeklinde devam etmiştir. 1940’ta yayımlanan Tahsin Banguoğlu’na ait Ana Hatlarıyla Türk Grameri, 1946’da Tahir Nejat Gencan’ın Yeni Dilbilgisi, Mustafa Nihat Özön ve Kemal Demiray’ın 1948’deki Alıştırmalı Dil bilgisi kitapları bu devrin ürünleri olarak sayılabilir.
Sözlük alanında Dil Kurumu’nun 668 sayfalık Türkçe Sözlük (1948), eski eserlerin taranmasıyla hazırlanan Tanıklarıyla Tarama Sözlüğü (C. I 1943; C. II 1945), halk ağızlarından toplamalar ve bir çok değerli eski eserin tıpkı basımlarının yapılması gibi önemli yayınları olmuştur.21
1940’tan sonraki özleştirme çabaları yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Bu dönemde uydurma eklerle kelime türetme gayretleri 1945 sonrasında dilde ırkçılık ithamlarıyla karşılaşmıştır.22
1946 yılında yeni siyasi partiler kurulmuş, iktidar partisinin 25 yıllık faaliyetleri gözden geçirilerek eleştirilere muhatap edilmiştir. Dil de bu durumda ele alınmış ve dilin politikaya alet edildiği öne sürülmüştür. Dil devrimi, üzerinde düşünülüp ağlanacak bir hadise olarak gösterilmiştir.23
1945’te özleştirme çalışmalarının geldiği son nokta Türk Anayasası’nın ‘arı Türkçe’ye çevrilmesi idi. Devrin aydınları, yeni anlaşılmaz bir dil yaratıldığı yolundaki eleştirilere maruz kalmıştı. Bu eleştirilerle Dil Kurumu 1949’daki 6. Kongresinden sonra daha çok ilmi daha az politik olmaya çalıştı. Arılaştırmadan tamamen vazgeçmeden daha çok sadeleşmeye ağırlık verdi. Öte yandan 1952’de Büyük Millet Meclisi “arı Türkçe” anayasadan vazgeçerek yeniden 1924 metnini kabul etti.24
1960-80 yılları ihtilal sonrası ideolojik faaliyetlerin etkisi altında geçmiştir. Dilde yoğun bir tasfiyecilik hareketi olarak nitelenen özleştirme çalışmaları, birçok aydın ve dil bilimci tarafından şiddetle eleştirilmeye başlanmıştır. Özellikle 70’li yıllar siyasi görüşlerin hayatın her safhasında yer aldığı, sosyal hayatın belirleyicisi rolünü üstlendiği zor bir anarşi dönemi olarak yaşanmıştır.
1970 ve sonrası özellikle 1973-1980 arası siyasi görüşlerin insanları ayırdığı, anarşi boyutuna varan olayların millet hayatını tehdit ettiği yıllardır. İlk defa 1960 ihtilalini hazırlayan sebepler arasında sayılan Demokrat Parti’nin tutumu ve CHP hakkında açılmış bulunan tahkikata bağlı olarak gelişen öğrenci hareketleri bu dönemde yaygınlaşmıştı. ODTÜ Rektörlük seçimleri sırasında (1970) bir sınav salonunu basıp, sınavdakilerin cevap kağıtlarını yırtarak “lisan dersine lüzum yok” diye bağıran öğrencilerin varlığı önemlidir.25 Bu ve daha ileri derecede öğrenci hareketlerinin körüklediği olaylar anarşiyi inanılmaz boyutlara taşıyordu. Okullar, iş yerleri, mahalleler, farklı siyasi görüşlere sahip insanlarca âdeta devlet içerisinde devlet anlayışıyla birbirinden ayrılırken dil de bundan payını almıştır. Sağ ve sol görüşle birbirinden ayrılan insanların dil anlayışı da kullandıkları diller de birbirinden ayrılıyordu.
Son 30 yıllık dönemde kelime ve terim, üretim, imla birliğinin sağlanamaması, TDK, Dil Akademisi’nin Kurulması, Televizyon kanallarının tutumu, Türkçenin bilim dili olması, ana dil şuurunun yerleştirilmesi ana dil eğitimi ve öğretimi, yaşayan Türkçe ve Öz Türkçe kavramları etrafında dil tartışmaları basında geniş yer tutuyordu. Genel olarak bu değerlendirmelere baktığımızda asıl tartışma ve yorumların çoğunun geçmişe, geçmişte ele alınan meselelere ve bunların ele alınış biçimine yönelik olduğu görülür.
Kelime ve terim üretimine siyasi ideolojilerin güdümünde bir hareket gözüyle bakanlar bunun kültür buhranı yaratmak ve “milli varlığımızla ilişkimizi kesmek” amacıyla yapıldığını düşünüyorlardı.26 Konuyla ilgili görüşlerini dile getiren Timurtaş, meseleler ve çözümlenemeyişleri üzerinde dururken dildeki buhranın ve bozulmanın sebeplerini şu şekilde sıralamıştır:
1- Sadeleştirmenin aşırı özelleştirme (tasfiyecilik) halini alması
2- İlme inanmama. Akla ve sağ duyuya dayanmama.
3- Milli kültüre düşmanlık.
4- Eski dil ve kültürü yok sayıp 50-60 yıl içinde yeni bir dil ve kültür meydana getirileceğine inanma.
5- Politik ve ideolojik maksatla hareket ederek dil meselesinin bir bilim ve milli kültür meselesi olarak ele alınması gerekirken politika ve ideolojiyi ön plana çıkarmak.27
Tanzimat’tan bu yana sürüp gelen meselelerin halledilmemesinin; ele alınış biçimlerinin suçlama, kınama, karalama düzeyini aşamamasından kaynaklandığı görüşüne Emin Özdemir de katılır. Dildeki gelişme ve değişmelerin ne dil dışı toplumsal nedenlere ne de dil içi etkenlere yaslandırılmamasını, meselelerin kişisel ve duygusal yaklaşımlarla ele alınmasını eleştirir. Bu tutumun sebebini de akılcı yolları kullanamayış ve kendini yenileyemeyişle ilgili görür.28
1977’den geriye doğru bir değerlendirme yapan ve 1932 sonrasını “dilde devlet müdahalesi”nin başladığı dönem sayan T. Banguoğlu, uydurmacılığı Güneş-dil teorisine bağlar, ondan ilham aldığını ileri sürer. Uydurmacılığın ortaya çıkış sebebi olarak da; “Uydurmacılık, tasfiyeciliğe bağlı olarak dilden çıkarılan kelimelerin yerine yenilerinin konması söz konusu olduğunda ortaya çıktı” der.29
Yabancı kökenli olmakla beraber halkın kullanımına girmiş, halkça benimsenmiş kelimelerin sadeleştirme ile alakası olmadığı görüşüyle Timurtaş, Dil inkılâbının temelinde mutlak bir tasfiye yapmak gayesi olmadığını ifade eder. Dil inkılâbının dili özleştirmek ve sadeleştirmek yoluna giderken yabancı gramer şekillerini kaidelerini atmayı; Türkçede karşılığı bulunan yabancı kökenli kelimeleri kullanmamayı ve terimleri Türkçeleştirmeyi esas aldığını söyler. Ona göre, bu gayenin dışına çıkıldığında dil inkılâbının da dışına çıkılmış olunuyordu.30 Buna karşılık özleştirme yanlısı olanlar, yenileşmenin ihtiyaçların değişmesi sonucu ortaya çıkan çağa ayak uydurmanın gereği olduğu düşüncesindedir. Türkçeleştirme, özleştirme konusu bir kültür ve eğitim sorunu olarak değerlendirilir, kalkınan bir ülkenin, çağdaş atılımlara katılan bir ulusun güçlü bir bilim ve kültür diline ulaşma sorunu olarak görülür.31
Dili özüne döndürmek amacını “ulusal bir görev” olarak adlandıran Türkçeciler, bunu, dili yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma hareketi olarak görürler. Çağa ayak uyduramayışın ve geri kalmışlığın temel nedeninin Türkçeye sırt dönüşte aranması gerektiğini belirtirler.
Özleştirmeciler, Türkçe söz varlığı açısından incelendiğinde hemen her dönemde türetmeye baş vurulduğunun görüleceğini, yeni buluşların da söz türetmeyi gerektirdiğini söylerler. Ancak bu durumun değil, sözü türetiş yolları ve mevcut kelimelere bakışlarının asıl eleştirilen tarafları olduğunu göz ardı ederler.
Türkçenin önemli meselelerinden biri de terim konusudur. Bilim dallarının, sanat ve meslek kollarının özel kelimeleri olarak tanımlanan terimler, Türkçenin bilim dili olma mücadelesi ile eş zamanlı bir meseledir. Arapçayı bilim dili, Farsçayı edebi dil olarak benimseyen Türkler, bu dillerde çeşitli bilim ve sanat dallarında tercüme ve telif eserler vermişlerdir. Bu yolla Arapça terimler yanı sıra pek çok kelime de dilde yerini buluyordu. Tanzimat’la Batı medeniyet dairesine geçiş, beraberinde Batı dillerinde terimleri getirir. Cumhuriyet döneminde terim meselesi, Türkçe terim yapma düşüncesi ile önem kazanır. TDK, Eğitim Bakanlığı’nın da desteği ile yeni terim türetme ve mevcut terimleri Türkçeleştirme yolunda çalışmalar yapar. Ancak sonraki yıllarda bu çalışmalara devam edilemez. Doğu kökenli terimlerin yerine yenilerinin getirilememesi, bilim adamlarının kendi bildikleri dilin terimlerini kullanmaya devam etmeleri, Batı’nın bilim ve teknik alandaki hızlı gelişmesine ayak uyduramamak, aynı hızla terim üretememek çalışmaları engellemiştir.
1970’li yıllarda terim çalışmaları yeniden ağırlık kazanır. TDK’nın kurduğu üç kişilik bir komisyon çalışmalar yapar. Türetilen yeni terimler, Türk Dili dergisinde yayımlanır. Ancak bunların çoğu tutulmaz. Türetmeyi uydurmacılık saymanın yaygınlaşması, yeni kelimelerin Türkçe yapı ve anlam özelliklerine uymayanlarının tepki görmesi de bunda etkili olur.
Türkçenin bugün de hâlâ halledilememiş meselelerden biri de imla meselesidir. Başlangıçta Arap alfabesinin Türkçeyi ifade edemediği gerekçesi ile özellikle de matbaanın girmesiyle imla meselesi dile getirilir. Latin alfabesini kabul edişte de imla meselesinin halli amacı vardır.
Özellikle yabancı dillerden gelen Türkçe imlaya aykırı söyleyişler (spor, batıl, kamil gibi kelimeler) ve bu söyleyişi sağlamak için kullanılacak işaretler, bunların yazıya geçirilmesi, birleşik kelimelerin yazımı, imla kılavuzunun eksikliği bu bahiste tartışılan konulardır.
1983’e kadar 18 kere basılan ilk TDK’nın çıkardığı imla kılavuzu yerine 1985’te yeni TDK tarafından yeni bir kılavuz çıkartılır. Ancak hazırlayıcısı Prof. Hasan Eren’in de “üzerinde ittifaka varılamayacağı” kanaatini taşıdığı bu kılavuz da olumsuz eleştiriler alır.
26 Eylül 1989 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Ö. Asım Aksoy yeni Dil Kurumu’nu eleştirir. Ele aldığı konu 1988’de ikinci baskısı yapılan imla kılavuzudur. Kılavuzda ve sözlükte yer alan birleşik kelimeleri ayrı, nispet i’lerini uzatma işareti ile belirtme gayretlerinin bir sonuç vermeyeceğini söyler.32
12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla kurulan ve 1936’da Türk Dil Kurumu adıyla hizmete devam eden kuruluş, Çok Partili Dönem sonrasında sürekli eleştirilere maruz kalmıştır. Bu eleştiriler; Atatürk’ün çizdiği yoldan çıktığı, özleştirmecilikte aşırıya gittiği, tasfiyeciliğe yenildiği, yabancı ideolojilerin etkisiyle milli bütünlüğü yıkıcı görünüm kazandığı, konumunun değiştirilmesi gerektiği yolunda idi.
Devrin Başbakanı Nihat Erim, 1971 Dil Bayramı münasebetiyle yaptığı konuşmada TDK’yı ve çalışmalarını över. Bunun üzerine bir değerlendirme yapan Timurtaş da, TDK’nın son on beş yılda amacı dışına çıktığını ve görevini yapmadığını söyler. Ona göre:
“Dil Kurumu kurulduğu sıralarda Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve Ali Canip’in başlatıp devam ettirdikleri ‘yeni dil’, ‘milli edebiyat’ ve ‘Türkçülük’ akımları sonunda yetişen edebiyatçıların gayretiyle yeni bir edebi dil meydana gelmiş, konuşma dili ile yazı dili birleşmiş dil yeter derecede sadeleşmişti.” Bundan sonra yapılması gereken bu sadeleşmeyi genişletmek, dili ilmi yöntemlerle incelemek, Batı dillerinden gelen kelimelere dilin bünyesine uygun karşılıklar bulmakken bu yapılmamıştır.33
TDK uydurmacılık bahsinde “Türk Dil Kurumu’nun işi gücü kelime uydurup para almaktır” ifadeleriyle suçlanırken bir yetkili; “Türk Dil Kurumu söylenildiği gibi sözcük veya kelime uyduran bir kurum değildir. Ne ki Türkçe’nin özleşmesi, gelişmesi ve zenginleşmesi için yeni terimlere yeni sözcüklere gereksinim var” diyerek cevap veriyordu.34
Dil Kurumu yetkililerince “tutucu” olarak nitelenen karşı görüş sahiplerinin devamlı ayakta tuttukları bir düşünce, Atatürk’ün de asıl arzusunun bu olduğu iddiasıyla bir akademinin kurulması gereği idi. Atatürk’ün TTK ve TDK’yı gelecekte birer ilim müessesesi olarak görmeyi arzu ettiğini ifadeyle bir Dil Akademisi kurulması düşüncesini işliyorlardı.35 Ancak bu görüşü benimsemeyenler, yararlı olacağına inansaydı böylesi bağımlı bir akademiyi onun da zamanında kurabileceğini söylüyorlardı.36
1980 yılı, devlet ve millet hayatında yeni bir askeri harekatın gündeme geldiği yıldır. 12 Eylül harekatı ile sindirilen anarşinin dildeki etkisinin de ortadan kaldırılacağı düşünülmekteydi. Bu dönemde Dil Kurumu’na yönelik eleştiriler artmış, bir akademi kurulması düşüncesi ağırlık kazanmıştı. Anayasa taslağında TDK ve TTK kurulması düşünülen Türk Bilimler Akademisi içine alınmak istenir. Bunun temel gerekçeleri: TDK’nın bir akademi içinde yer almasıyla yıllardır süre gelen iki zıt görüş arasındaki çatışmanın sona ereceği, böylece Türk dilinin bu kargaşa ortamı içinden çıkarılacağı, Türk dilinin zenginleştirilmesinin sağlanacağı, kaynakların bilimsel çalışmalarla değerlendirilmesine ortam hazırlanabileceği yolunda idi.
Konu basında uzun süre tartışılır. Kurulacak bir akademinin sorunları ne ölçüde çözümleyebileceği, uydurmacılık karşısında tutumunun ne olacağı; burada kimlerin, hangi şartlarla görev alabileceği üzerinde yorumlar yapılır, öneriler getirilir.
Nihayet, 1982 Anayasası’nın 134. maddesi; Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılâplarını, Türk kültürünü, Türk tarihini ve Türk dilini bilimsel yoldan araştırmak ve yaymak ve yayınlar yapmak amacıyla; Atatürk’ün manevî himayelerinde, Cumhurbaşkanının gözetim ve desteğinde, Başbakanlığa bağlı, Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ve Atatürk Kültür Merkezi’nden oluşan, kamu tüzel kişiliğe sahip Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu kurulur”37 ifadesiyle değişikliği belirler.
Yeni TDK, memnuniyet ve hayal kırıklıkları arasında kuruluşunu tamamlar. Ancak, yeni eleştirilerin de hedefi olur. Bağımsız bir dernek olmaktan çıkarıldığı, bir önerme yeri değil, buyurma yeri halini aldığı, bu durumda verimli olamayacağı öne sürülür. Dil çalışmalarının bürokratik bir anlayışla sürdürüldüğü yerde yararlı olmayacağı, bu durumda hiçbir şey yapılamayacağı söylenir.38
12 Temmuz 1988’e gelindiğinde, eski TDK’yı devam ettirmek amacıyla kurulan Dil Derneği ilk kurultayını toplar. Ocak 1982’de kurulan Dil Derneği “Türk Dili Dergisi” adıyla eski Türk Dili dergisinin devamı olduğunu belirten bir dergi ile yayın hayatına girer.
1983 Anayasası ile gidilen değişiklik de tartışmaları durdurmamıştır. Bu değişiklikle, sadece taraflara farklı görevler yüklenmiş tarafların durduğu yer değişmiştir.
Dil meselelerine yaklaşımı ve doğrudan dilin gelişimi üzerindeki etkileri sebebiyle eleştirilere maruz kalan kurumlardan biri de TRT’dir. Özellikle yayın alanının genişlediği 70’li yıllar itibarıyla TRT, 90’lı yıllardan sonra da özel radyo ve televizyon kanalları tutumları sebebiyle sık sık eleştirilir.
Geniş halk kitlelerine hitap eden, devlete ait bir kurum olması sebebiyle 12 Eylül öncesi dönemde TRT’ye yöneltilen eleştirilerin çoğu TDK’nın politikasını yaydığı ve devam ettirdiği şeklindeydi.
Tarafsız bir kurum olarak çalışması gerekirken, aksine, siyasî ideolojilerin etkisinde kaldığı, dil konusunda yaklaşımının da bu yolda olduğu iddia ediliyordu. Bu tavrın dile yaklaşımındaki amacı, kültür programlarıyla topluma sunmaya çalıştığı idelolojik içeriğin dilini yaygınlaştırmak olarak görülüyordu. Dilde anarşi boyutuna varan karmaşanın sebepleri arasında TRT, etkili bir unsur sayılmaktaydı.
“On yılı aşkın bir zamandan beri televizyonun devreye girmesiyle dilimiz, kendini baltalayan yeni bir unsurun tahribine maruz kalmağa başlamıştır. Türkçenin künhüne birazcık vakıf olanların müşahade ettikleri üzere, bugün TRT’deki spikerler ve çeşitli mevzularda konuşan diğer kimseler, ifade bakımından çok yetersizdirler. Bunlar, yalnız uydurma kelimelerle iktifa etmeyip, ipe sapa gelmez acayip cümlelerle Türkçeyi bir kabile lisanı haline sokmaktadırlar.”39 şeklindeki ifadeler bu görüşü savunuyordu.
Yayın politikasından yayınlarında kullandığı dile kadar her şeyiyle olumsuz eleştiriler alan TRT’de, belki de bu eleştirilerin yoğunluğunun da etkisiyle basına da yansıyan dil yasaklamaları yaşanır. 1973, 1975, 1980 yıllarına rastlayan bu yasaklamalarda daha çok, TRT’deki yapımcı ve görevliler uyarılırlar. Uydurma ve halkın anlamayacağı dili kullanma konusunda dikkatleri çekilir.
1985 yılındaki yasaklama, basında derin tepki görür. Devrin TRT genel müdürü; Türkçenin yapısına ve işleyişine ters düştüğü, standart Türkçe düzeyine ulaşmadığı gerekçesiyle 205 kelimenin TRT programlarında kullanılmasını yasakladı. Yasaklanan kelimeler arasında “anı, ağıt, bellek, bağım, deneysel, düzelti, yapıt, yanıt, yapay, yazman, ulus, uluslararası” gibi bugün bir kısmı kullanılan kelimeler de vardı.
TRT’nin bu tutumu başında Osmanlıcaya özen olarak değerlendiriliyor, zorlama ve gericilik kabul ediliyordu. Siyasî partiler nezdinde de kınanan bu tavır, laiklik karşıtı diye adlandırılıyordu.40
Bugün TRT ve yeni açılan kanallarla TV, kamuoyunu en fazla meşgul eden konulardan biridir. Televizyonlara yönelik eleştiriler yanlış kullanımların, çeviri yanlışlarının, ifade bozukluklarının yerleşmesine zemin hazırladıkları şeklindedir. Reklam programlarının diliyle gelen, çoğu mecaz anlatım amaçlı, ancak Türkçe anlatıma aykırı söyleşiler önlenemez bir biçimde yerleşmektedir. Argonun da dışında yeni bir çeviri dil modası baş göstermekte, özellikle gençler kendi dilleriyle düşünemez hale gelmektedir. Yabancı kelime ve kavramların tutulmasında Televizyonlar etkili olmaktadır. Bu gün özel kanallar içinde hemen tamamının Türkçe olmayan adlar taşıması dikkat çekmektedir.41
Türkçenin ana dil olarak öğretilmesi ve ana dil bilincinin oluşturulması meselesi dil hareketlerine kaynaklık eden ve dil tartışmalarında da geniş yer tutan bir konudur.
Beşir Göğüş tarihimizde ana dil öğretimini üç devrede inceler.
1- Medreselerin kuruluşundan Tanzimat’a kadar,
2- Tanzimat ve Meşrutiyet çağı,
3- Cumhuriyet çağı.
Medreselerde eğitim önce Arapça ile olmakla birlikte XV. yy’.dan sonra Türkçe ile eğitime önem verilmiştir. III. Selim Dönemi’nde de Rüştiyeler’in eğitim programlarında ana dile büyük ölçüde önem verilir. Tanzimat Dönemi’nde ana dili dersleri içerik yönünden bilgi ve becerileri kuşatacak şekildedir. Bu içerik, Cumhuriyet’le birlikte programlar, amaçlar ve olası etkinlikler yönünden ayrıntılarıyla belirlenir. Ana dili sınırları, öz Türkçecilikle ifade olunarak ortaya konur42 der.
Cumhuriyet döneminde Arap alfabesinden Latin alfabesine geçişte okur yazarlık oranını arttırma amacı, dil meselesinin eğitimle yakın ilişkisine dair dikkati ortaya koyar. Özellikle Türkçe gramer yazma, sözlük hazırlama çalışmalarına önem verilmesinin sebepleri arasında Türkçenin öğretilmesinde kolaylık sağlama amacı da vardı.
70’li yıllar itibarıyla eğitim programları, telaffuz ve imla problemlerinin halledilmemesi, yabancı dil öğretimi ve yabancı dile eğitimin sonuçları üzerinde durulmuştur. Öğrencilerin büyük çoğunluğunun düşünce, duygu ve hayallerini derli toplu bir biçimde dile getirememeleri, ana dillerini doğru ve yanlışsız kullanamamaları önemli bir sorun olarak görülür. Ağustos 1986’da devrin ÖSYM başkanının üniversite sınav sonucuna bağlı değerlendirmesi basına yansır. 1986 ÖSYM sınavında adaylara 38 Türkçe sorusu sorulmuş, 17’sine doğru cevap alınmıştır. Ana dil ortalamasının %50’nin altında puanlandığı bu sınavlarda, Türkçe testlerinde sıfır alan adaylar vardır. Bu durum, öğretmenlerin yetersizliği sınıfların kalabalıklığı, eğitim araç gerecinin eksikliği ders programının sınava yönelik olmayışı ile açıklanır. Eğitimin içinde bulunduğu kısır döngüden kurtarılması istenir.43
Ana dil eğitiminde görülen aksaklıkları gidermek üzere 12 Eylül’le gerçekleştirilen değişikliklerle gelen YÖK yasası ile üniversitelere konan Türk dili derslerinin de asıl amacı gerçekleştiremediği gözlenir. Bu dersler, belki ilk ve orta öğretimden kalan eksiklikleri bir derece gidermiş, ancak pratik fayda sağlayamamıştır. En çok şikayet edilen konulardan biri, üniversite mezunlarının dilekçe yazmak ya da telgraf çekmek gibi basit ihtiyaçlarını dahi giderememeleridir.
Ana dil bilinci uyandıracak iyi bir eğitim verilmemesi yanında yabancı dil eğitimi ve yabancı dille eğitim sorunu da 90’lı yıllara girilirken önemli bir tartışma konusu olarak gündemde yerini alır.
Yabancı dil eğitiminin kendi içindeki problemleri zorlukları bir yana -ki bunlardan biri ana dilin öğrenilmiş olması gereğidir- ana dil eğitimine etkileri tartışma konusu olur. Yabancı dil eğitimini zorunlu, gerekli, çağdaşlaşma ve kültürel etkileşimin aracı sayarak olumlu yaklaşanlar, bu doğrultuda çözümler getirenler vardır. Yabancı dil öğretiminin gerekliliği pek çok görüş sahibince kabul edilir ve meselenin sınırları yabancı dil öğretim metotları üzerinde düşünmek ve tartışmak olarak belirlenir. Ancak Türkçe açısından sorun, yabancı dilin programdaki herhangi bir ders olmaktan çıkıp ders dili olmaya yönelmesidir.44
90’lı yıllarda ilçelere kadar yayılan yabancı dille eğitim öğretim yapan Anadolu Liseleri ve özel okullar, çocuklarını sadece yabancı dil öğrenmesi için bu okullara gönderen veliler, eleştirilerden payını alır. Pek çok üniversitenin İngilizce hazırlık eğitimine başlaması, üniversitelerde akademisyenlerin özellikle İngilizce engeliyle zaman ve emek kaybına mecbur bırakılmaları dikkat çeker. Bütün bunların olumlu sonuç vermemesine, kendi ana dilini tam anlamıyla bilmeyen insanların bir yabancı dili dertlerini anlatacak düzeyde bile öğrenememelerine rağmen uygulamada ısrar edilir. Cumhuriyet dönemi boyunca daima olumsuz eleştirilere maruz kalan medrese eğitiminin Arapça yapılmasını aratmayacak ve belki ondan daha başarısız olduğu gözlenen bu uygulamadan tüm uyarılara rağmen vazgeçilmemektedir. Yabancı dil öğretme ile yabancı dille öğretim arasındaki ince çizgi, “Yabancı dille öğretim ihanettir”45 şeklindeki uyarılara rağmen göz ardı edilmektedir.
1990’lı yıllara gelindiğinde Türkçenin karşısında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla gün yüzüne çıkan Türk Cumhuriyetleri ve ortak bir iletişim dili kurmak, bunun için ortak bir alfabe belirlemek sorunu ortaya çıkmıştır. Konu, kongre ve sempozyumlarda tartışılmış, çözüm yolları aranmış, öneriler getirilmiş, ilk elde Kültür Bakanlığı tarafından Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü hazırlanmıştır. Türk Cumhuriyetlerinde konuşulan Türkçe ile Türkiye Türkçesi arasında bir takım ses ve şekil ayrılıklarının yanı sıra ortak kelimelerin anlam değerleri arasında da farklılıklar vardır. Bunların her biri üzerlerinde mukayeseli ve etraflı çalışmalar yapılmasını gerektirmektedir. Bu anlamda akademik düzeyde çalışmalar devam etmektedir.
Bugün
Türkçe, 19.yy.’ın başlarından bugüne hararetli tartışmalara konu olmaktadır. Şüphesiz dilin gündemi bu denli meşgul etmesi dil bilincini ayakta tutmak açısından memnuniyet vericidir. Belki dilin canlı kalması da bu yolla mümkün oluyor, o da Türk insanıyla yolculuğuna devam edebiliyordur.
Ancak Türk Dili hareketleri ve etrafında gelişen tartışmaların çoğu zaman bilimsellikten uzak, dilin doğasını zorlayan bir yanının olması, ön yargılı ve duygusal, ideolojik çerçevede ele alınmaları ne yazık ki; Türkçe için olumsuz sonuçlar doğurmaktadır.
Dili sadeleştirme hareketi, dildeki Doğu kökenli kelimelerin dilden ayıklanmasını hızlandırmıştır. Ancak Batılılaşma eğilimi ile başlayan Batı kaynaklı kelime ve terimlerin çok daha hızlı biçimde girişini engelleyememiştir. İletişimin, bilim ve teknik alandaki gelişmelerin hızına ayak uyduramayan ve belki de maalesef milli duyarlılıklarını anlamlı biçimde ve kitle halinde öne çıkaramayan Türkiye Türkleri, Batılı kelimeleri imlâ kargaşasını had safhaya çıkaracak biçimde günlük hayatına sokmaktadır. Latin alfabesi göreceli olarak, ama temelde eğitim seferberliği sebebiyle öğrenilmiş, yerleşmiştir. Türk dünyası ile ortak bir alfabe oluşturma gayreti henüz kesin bir sonuç verememişken Batıda kullanılan Q, X, W harflerinin Türk alfabesine “ihtiyaç” gerekçesiyle alınması meselesi gündeme sokulmaktadır. Gerekçe açıktır: Batı dillerinden gelen kelimeleri aslına uygun yazmak. İnternette iletişimi kolaylaştırmak. Burada göz ardı edilen şeyler vardır. Bu harflere dair her türlü yorum ve tartışma, 1928 yılında alfabe oluşturulurken zaten yapılmıştır.46
Unutulmaması gereken bu harflerin kullanıldıkları dillerde bir sese karşılık gelmeleri ve bu sesin Türk hançeresine uygun olup olmadığıdır. Türk alfabesi, Türkçeyi ifade etmek için kendine yeterli bir alfabedir. Dildeki sesleri ise tam anlamıyla karşılayacak bir alfabe oluşturmak ne gerekli ne de mümkündür. Alfabe geliştirilirken hem Türk Cumhuriyetleri ile ortak alfabe projesi göz önünde tutulmalı hem de söz konusu ilavelerin dile ve dil öğretimine getirecekleri üzerinde dikkatle durulmalıdır.
1999 yılında Türk Dil Kurumu’nun 1960-70-80 yıllarındaki zihniyetle ve yalnızca kurumun dışında kalma duygusuyla tartışıldığını gözlemek de kırk yıla varan bir süreçte değişen bir şey olmadığını görmek bakımından düşündürücüdür.47
Yabancı dille eğitim meselesi medrese eğitimini aratacak boyuta varmak üzereyken Mustafa Kemal’in “Ülkesini, yüksek istiklâlinin korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmasını bilecektir” sözünü bir kere daha hatırlamamak neredeyse imkansız görünmektedir.
78 yıllık Cumhuriyet’in bu gününde Türk insanı, iyi niyetlerle ve cesaretle çıkılan bir yolda Türkçenin ve milli hassasiyetlerin geldiği nokta bakımından ciddi ciddi düşünmek zorundadı
1 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK yay., Ankara 1993, s. 7.
2 E. Abdullah Tansel, “Türkçenin Sadeleştirilmesi ve Tasfiyesi”, İÜ Türkiyat Enstitüsü IV: Milletlerarası Türkoloji Kongresi Bildirileri, 20-25 Eylül 1982.
3 Doğan Aksan, Her Yönüyle Dil-III, Ankara 1990, s. 47.
4 Mustafa Özkan, “Lisanımız ve İnsanımız”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Nisan 1998, S. 2, s. 53.
5 Zeynep Korkmaz, Türk Dili Üzerine Araştırmalar, Birinci Cilt, TDK yay., Ankara 1995, s. 789.
6 Kamile İmer, Türkiye’de Dil Planlaması: Dil Devrimi, Kültür Bakanlığı yay., Ankara 1998, s. 49-50.
7 Sadri M. Arsal, Türk Dili İçin, Türk Ocakları ilim ve sanat neşr., 1930, Zeynep Korkmaz, a.g.e., s. 733.
8 Zeynep Korkmaz, a.g.e., s. 727.
9 Zeynep Korkmaz, Atatürk ve Türk Dili-BELGELER, TDK yay., Ankara 1992, s. 6.
10 Agah Sırrı Levent, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Safhaları, TTK Basım Evi, Ankara 1949, s. 163.
11 Agah Sırrı Levent, a.g.e., s. 374, 393.
12 Bernard LEWIS, Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK Basım Evi, Ankara 1993, s. 276; 428.
13 Agah Sırrı Levent, a.g.e., s. 379-380.
14 Zeynep Korkmaz, Türk Dili Üzerine Araştırmalar, Birinci Cilt, Ankara 1995, s. 734.
15 Agah Sırrı Levent, a.g.e., s. 393.
16 Zeynep Korkmaz, a.g.e, s. 734-735.
17 İ. Necmi Dilmen, “Türk Tarih Tezinde Güneş-Dil Teorisinin Yeri ve Değeri”, II. Türk Tarih Kongresi Tutanakları, 20-25 Eylül 1937, TTK yay., İstanbul 1943, s. 85.
18 Zeynep Korkmaz, a.g.e, s. 780.
19 Agah Sırrı Levent, a.g.e., s. 394.
20 Zeynep Korkmaz, a.g.e, s. 781.
21 Agah Sırrı Levent, a.g.e., s. 400.
22 Zeynep Korkmaz, a.g.e., s. 803.
23 Agah Sırrı Levent, a.g.e., s. 405.
24 Bernard Lewis, a.g.e., s. 430.
25 Ahmet Kabaklı, “Baştaki Belalar”, Tercüman, 16. 02. 1970.
26 Ergün Göze, “Bunlarda Kelime mi?” Tercüman, 28. 8. 1970.
27 Faruk K. Timurtaş, “Türkçe’nin Bozulması”, Türk Edebiyatı İstanbul 1980 s. 80, s. 7.
28 Emin Özdemir, “Türk Dili Dergisinde Dil Tartışmaları”, Türk Dili, 1981, s. 198.
29 Tahsin Banguoğlu, Dil Bahisleri, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 1987, s. 295.
30 Faruk K. Timurtaş, “Dil Bayramı mı Matem mi?”, Tercüman, 28. 8. 1970.
31 Vehbi Bilgin, “Bilim-Teknik Dünyasından”, Cumhuriyet, 10. 3. 1985.
32 A. Mevhibe Coşar, “Dil Tartışmaları I”, Akademik Yorum, Güz 1992, s. 5-6.
33 Faruk K. Timurtaş, “Dil Bayramı ve Kutlaması”, Tercüman, 8. 10. 1971.
34 Şerafettin Turan, “Dil Kurumunun İşlevi”, Türk Dili, Temmuz 1982, C. 45, s. 3.
35 “1937 yılı TBMM açış konuşması; Dil ve Tarih kurumlarını az zaman içinde Millî Akademiler haline dönüşmesini isteyerek, Türk dili çalışmalarının kurum içinde de bilimsel rayına oturtulması gereğine işaret etmiştir.” (Zeynep Korkmaz, Atatürk ve Türk Dili-BELGELER, Ankara 1992 s. 241-242).
36 Cahit Külebi, ‘Dil Kurumuna Kıyılır mı?’, Türk Dili, Şubat 1982, C. 44.
37 1982 Anayasası, s. 34, 6-134.
38 Cumhuriyet, 14 Mart 1985.
39 Orhan F. Köprülü, “Dilde Anarşi”, Türk Edebiyatı, Ağustos 1981.
40 Cumhuriyet, 13-14-18 Ocak 1985.
41 A. Mevhibe Coşar, “Dil Tartışmaları”II”, Akademik Yorum, Kış 1993, s. 2, s. 34-36.
42 Beşir GÖĞÜŞ, “Ana Dili Olarak Türkçe’nin Öğretimine Tarihsel Bir Bakış”, TDAY-BELLETEN, 1970, s. 123-153.
43 Prof. Dr. Altan Günalp’ın beyanı, Milliyet, 1 Ağustos 1986.
44 Onur B. Kula, Yabancı dil öğretimi, Cumhuriyet, 19. 10. 1989.
45 Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu ve Türkçe, Haz. M. Turgay Tüfekçioğlu (Tarihsiz), s. 285.
46 Bkz. Zeynep Korkmaz, Atatürk ve Türk Dili-2 Atatürk Devri Yazarlarının Türk Diliyle İlgili Görüşleri, TDK yay., Ankara 1997, s. 30-40, 41-44 vd.
47 Bkz. A. Bican Ercilasun, “Türk Dil Kurumu ve Dil Konusunda Tartışmalar”, Türk Dili, Nisan 1999, s. 568, s. 259-268.
AKSAN, Doğan; Her Yönüyle Dil-III, Ankara 1990.
BANGUOĞLU, Tahsin; Dil Bahisleri, Kubbealtı neşriyatı, İstanbul 1987.
BİLGİN, Vehbi; “Bilim-Teknik Dünyasından”, Cumhuriyet, 10. 3. 1985.
COŞAR, A. Mevhibe; “Dil Tartışmaları-I-II”, Akademik Yorum, Güz 1992-Kış 1993.
Cumhuriyet, 13-14-18 Ocak 1985; 14 Mart 1985.
DİLMEN, İbrahim N; “Türk Tarih Tezinde Güneş-Dil Teorisinin Yeri ve Değeri”, II. Türk Tarih Kongresi Tutanakları, TTK yay., İst. 1943.
ERCİLASUN, A. Bican; “Türk Dil Kurumu ve Dil Konusunda Tartışmalar”, Türk Dili, Nisan 1999, s. 568.
GÖĞÜŞ, Beşir; “Ana Dili Olarak Türkçenin Öğretimine Tarihsel Bir Bakış” TDAY-Belleten 1970, s. 123-153.
GÖZE, Ergun.; “Bunlar da Kelime mi?”, Tercüman, 28. 8. 1970.
KABAKLI, Ahmet.; “Baştaki Belalar”, Tercüman, 16. 02. 1970.
KORKMAZ, Zeynep.; Atatürk ve Türk Dili Belgeler, TDK yay., Ankara 1992.
KORKMAZ, Zeynep; Atatürk ve Türk Dili-2 Atatürk Devri Yazarlarının Türk Diliyle İlgili Görüşleri, TDK yay., Ankara 1997,
KORKMAZ. Zeynep; Türk Dili Üzerine Araştırmalar, I. Cilt, TDK yay., Ankara 1995.
KÖPRÜLÜ, Orhan F; “Dilde Anarşi”, Türk Edebiyatı, Ağustos 1981.
LEVENT, Agah Sırrı; Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Safhaları, TTK Basım Evi, Ankara 1949.
LEWIS, Bernard; Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK yay., Ankara 1993.
ÖZDEMİR, Emin.; “Türk Dili Dergisinde Dil Tartışmaları”, Türk Dili, 1981.
ÖZKAN, Mustafa; “Lisanımız ve İnsanımız”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Nisan 1998.
TİMURTAŞ, Faruk K. “Dil Bayramı mı Matem mi?”, Tercüman, 28. 8. 1970.
TİMURTAŞ, Faruk K; “Dil Bayramı ve Kutlaması”, Tercüman, 8. 10. 1971.
TİMURTAŞ, Faruk K.; “Türkçenin Bozulması”, Türk Edebiyatı, İstanbul 1980, s. 80.
TURAN, Şerafettin; “Dil Kurumunun İşlevi”, Türk Dili, Temmuz 1982, C. 45.
Dostları ilə paylaş: |