Böylece, iki yıl içinde evimin önünde sık
-246-
bir fidanlığım; beş altı yıl içinde gerçekten de aşılması çok zor, kocaman, sık bir koruluğum olmuştu; artık her kim olursa olsun, hiçbir insan, bu ağaçlığın arkasında bir şeyler olduğunu, hele bir ev bulunduğunu asla anlayamazdı. Ağaçlann arasında bir geçit bırakmadığım için girip çıkarken iki merdiven kullanıyor, birinci merdivenle kayanın alçak tarafına tırmanıp içeri giriyor, sonra öbür merdiveni de oraya yerleştiriyordum. Böylece iki merdiven de kaldınldığında hiçbir insan kendine zarar vermeden benim yanıma inemez, inse bile hâlâ ikinci duvanmın dışında kalmış olurdu.
Böylece kendimi korumak için bir insanın alabileceği her türlü tedbiri almıştım ve sonunda görüleceğf gibi bu tedbirler hiç de boşu boşuna alınmamıştı; yine de o zamanlar korktuğum bu bir tek şeyden başka şeyler de olabileceğini hiç düşünememiştim.
Bu işler yapılırken diğer işlerime pek de ilgisiz kalmış sayılmam; çünkü küçük keçi sürüm için çok endişeleniyordum. Şimdi sadece barut ve saçma harcamadan her durumda beslenmemi sağlayacak, kendime yetecek büyüklüğe ulaşmış hazır bir kaynak olmakla kalmıyor, yabankeçilerinin arkasından koşmanın yorgunluğundan da kurtanyordu beni ve bunlan kaybedip yenilerini yetiştirmek zorunda kalma fikrinden hiç hoşlanmıyordum.
Bu amaçla uzun uzadıya düşündükten sonra, keçilerimi korumak için ancak iki yol bulabildim: Birincisi, yerin altına mağara kazmaya elverişli başka bir yer bulmak ve ke-
-247-
çileri her gece oraya götürmekti; diğeri ise birbirinden uzak iki üç küçük toprak parçasını çitle çevirmek ve elimden geldiğince gizlediğim bu yerlerin her birinde, beş altı yavru keçi tutmaktı. Böylece büyük sürünün başına bir felaket gelecek olursa, diğerleri sayesinde çok uğraşmadan ve vakit kaybetmeden yeni bir sürü yetiştirebilirdim. Bir hayli zaman ve emek gerektirmekle birlikte, en mantıklı çözümün bu ikincisi olduğunu düşündüm.
Bir süre adanın en gizli yerlerini aramakla uğraştım ve tam da gönlüme göre, gözden ırak bir yer buldum. Bir keresinde, adanın doğu tarafından dönmeye uğraşırken kaybolduğumu söylediğim, derin ve sık ağaçlık alanın ortasında, sulak bir yerdi. Burada üç dönüme yakın, etrafı neredeyse doğal bir çitle çevrilmiş gibi ağaçlarla kuşatılmış, açık bir alan buldum; en azından daha önceki yerlerde çit yaparken uğraştığım kadar emek istemiyordu.
Hemen bu yer üzerinde çalışmaya başladım ve bir ay geçmeden bütün çevresini çitle öyle bir kapadım ki, artık ilk başta olduğu kadar vahşi olmayan sürüm bunun içinde bir hayli güvende olacaktı. Böylece, daha fazla gecikmeden, on dişi yavruyla iki erkek yavruyu buraya getirdim. Keçileri yerleştirdikten sonra, diğeri gibi sağlam olana kadar bu çit üzerinde de çalıştım. Bununla birlikte, bu sağlamlaştırma işini daha çok boş zamanlarımda yaptığım için bir hayli uzun sürdü.
Bütün bu çabalarım, gördüğüm tek bir
-248-
ayak izinin uyandırdığı korkular yüzündendi; çünkü henüz adaya yaklaşan tek bir insan bile görmemiştim. Şimdi, iki yıldır içimde bu tedirginlikle yaşıyordum ve bu tedirginlik, sürekli korkunun pençesinde yaşamanın ne demek olduğunu bilenlerin çok iyi anlayabileceği gibi, eskiye oranla, hayatı bana zehir ediyordu. Şunu da üzülerek belirtmem gerekiyor ki, zihnimdeki bu huzursuzluğun dini düşüncelerim üzerinde de çok büyük bir etkisi olmuştu; çünkü vahşilerin ya da yamyamların eline düşmek korkusu ruhumda öyle bir baskı yaratıyordu ki, Yaradanıma karşı kulluk edecek kuvveti kendimde çok az bulabiliyordum, en azından eskiden alışkanlık haline getirdiğim gönül rahatlığı ve ruh bütünlüğüyle kulluk edemiyordum. Tann'ya daha çok, tehlikeyle kuşatılmış ve geceleyin öldürülüp sabaha sağ çıkamamak korkusuyla, acılar içinde ve kafam karmakarışık dua ediyordum. Tecrübelerime dayanarak şuna şahitlik ederim ki, dehşet ve tedirginlik değil de huzur, şükran, sevgi ve bağlılık dolu bir ruh, Tann'ya dua etmek için çok daha uygundur; bir insanın yaklaşan tehlike karşısında gönül rahatlığıyla Tann'ya dua etmesi hasta yatağında tövbe etmesinden daha kolay değildir. Çünkü hastalığın vücudu etkilemesi gibi bu huzursuzluk da ruhu etkiliyor ve iç huzursuzluğu da kesinlikle vücudun çektiği acılar kadar büyük bir engel; hatta Tann'ya dua etmek vücutla değil de ruhla ilgili bir eylem olduğu için bunlardan daha büyük bir engel bile olabilir.
-249-
Ama öykümüze devam edelim. Hayvanlarımın bir kısmını bu şekilde güven altına aldıktan sonra, böyle gözden ırak bir yer daha bulmak için bütün adayı dolaştım. Batıya doğru, adanın daha önce hiç bulunmadığım yerlerine giderken denize baktığımda denizin üzerinde, çok uzaklarda bir sandal gördüğümü sandım. Gemiden kurtardığım denizci sandıklarının içinde bir iki dürbün bulmuştum, ama o an için yanımda değillerdi; bu nesne de o kadar uzaktaydı ki, gözlerim yorulana kadar uzun süre bakmış olmama rağmen hiçbir şeye benzetemedim. Bir sandal olup olmadığını bilmiyorum; ama tepeden indikçe artık bu şeyi göremez oldum ve daha fazla ilgilenmedim; yalnız bundan sonra cebime bir dürbün koymadan dışarı çıkmamaya karar verdim.
Tepeden inip de adanın daha önce hiç gelmediğim bir ucuna varır varmaz, adada bir ayak izi görmenin sandığımın aksine hiç de garip* bir şey olmadığını anladım. Tam tersine, adanın vahşilerin hiç uğramadığı bir tarafına düşmüş olmam Tanrı'nın bir takdiriydi. Bu yana düşmüş olsaydım, biraz ilerideki anakaradan gelip adanın bu kıyılarına sığınan kanolardan daha sık görülen bir şey olmadığını; aynı şekilde farklı grupların sık sık karşılaşıp savaştığını, galip gelenlerin esirlerini bu kıyıya getirdiğini ve hepsi de yamyam oldukları için, korkunç gelenekleri uyarınca esirleri öldürüp yediklerini kolayca anlayacaktım; işte artık bunları anlatacağım.
Yukarıda söylediğim gibi, tepeden kıyıya
ORHAN K
. AN KEM^bL
İL HALK KÜTÜPHANESİ
inip de adanın güneybatısına vardığımda şaşkınlıktan donakaldım; kumsala saçılmış ka-fataslannı, elleri ayakları ve insan vücudundaki diğer kemikleri gördüğümde düştüğüm dehşeti ifade etmem mümkün değil. Ayrıca, ateş yakılan bir yer ve horoz dövüşlerinin yapıldığı yerlerdeki gibi daire şeklinde kazılmış bir çukur gördüm; burası alçak vahşilerin, kardeşlerinin etiyle kendilerine insanlıkdışı ziyafetler çekmek için oturdukları yer olmalıydı.
Gördüğüm bu şeyler karşısında o kadar şaşırmıştım ki, uzun bir süre benim de tehlikede olduğum aklıma gelmedi. Daha önce sık sık duymuş olmama rağmen hiç bu kadar yakından görmediğim, böyle insanlıkdışı, cehenneme yaraşır'bir zalimliğe, insan doğasının soysuzlaşmasına duyduğum dehşetle bütün korkularım bir anda aklımdan uçup gitmişti. Kısacası, yüzümü bu korkunç görüntüden öte yana çevirdim. Midem bulanmaya başladı; doğa midemdeki bozukluğu dışan atmamı sağladığı sırada neredeyse bayılacaktım. Acayip bir şekilde kusarak biraz rahatladım; ama orada daha bir saniye bile kalmaya tahammül edemeyecektim; bu yüzden hızla kendimi yine tepeye attım ve evime doğru yola çıktım.
Adanın o bölgesinden biraz uzaklaşınca, şaşkınlıktan bir süre olduğum yerde durdum; kendimi toparladıktan sonra ruhum sevgiyle dolup gözlerimden yaşlar boşanarak yukarı baktım. Beni dünyanın, böyle korkunç yaratıklardan ayrı tutulacağım bir ye-
-251-
rinde barındırdığı; şimdiki durumumu çok sefil bulmama rağmen yine de şikâyet etmekten çok şükretmemi gerektirecek, rahat yaşayabileceğim birçok şey bağışladığı; ve hepsinden önemlisi bu sefil durumda bile O'nun varlığından haberdar olduğum ve O'nun bana mutluluk vermesini umut edebildiğim -şimdiye kadar çektiğim ve bundan sonra çekeceğim bütün sıkıntıları yeterince telafi edebilecek bir mutluluk- için Tann'ya şükrettim.
Bu minnet dolu düşüncelerle şatoma döndüm ve artık güvenliğim açısından kendimi önceden olduğumdan çok daha rahat hissetmeye başladım; çünkü bu alçakların adaya asla bir şeyler ele geçirmek için gelmediklerini anlamıştım; belki de hiçbir şey aramıyor, istemiyor, ummuyorlardı; hiç şüphesiz, birçok defa adanın gizli ormanlık bölgelerinde de bulunmuş, ama işlerine yarayacak bir şey bulamamışlardı. Neredeyse on sekiz yıldır buradaydım ve adanın bu kısmında daha önce en ufak bir ayak izine bile rastlamamıştım; onlara kendimi göstermezsem burada şimdiki gibi tam bir gizlilik içinde, bir on sekiz yıl daha yaşayabilirdim; kendimi göstermem için de hiçbir neden yoktu. Tek yapmam gereken, kendimi tanıtmaya değecek, bu yamyamlardan daha iyi yaratıklarla karşılaşıncaya kadar saklanmaktı.
Sözünü ettiğim bu alçak vahşilerden ve birbirlerini parçalayıp yemek gibi adice ve in-sanlıkdışı geleneklerinden öyle tiksinmiştim ki, bu olayın üzerinden neredeyse iki yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ üzüntümü yene-
-252-
miyor, yaşadığım çevreden pek uzaklaşamı-yordum. Yaşadığım çevre derken, üç çiftliğimi yani, şatomu, çardak dediğim kır evimi ve ormanlardaki keçi ağıllarımı kastediyorum. Ormandaki yeri artık sadece keçi ağılı olarak kullanıyor, başka da bir şey ummuyordum; çünkü doğa, bu cehennem yaratıklarına karşı içimde öyle bir nefret uyandırmıştı ki, onlarla karşılaşmaktan, şeytanı görmekten korktuğum kadar korkuyordum. Bütün bu süre içinde gidip kayığıma da bakmadım; kendime başka bir kayık yapmayı düşünüyordum. Adanın çevresinden dolaştırarak kayığımı buraya getirmeye kalkışamazdım; çünkü denizde bu yaratıklarla karşılaşıp da ellerine düşersem, başıma geleceği biliyordum.
Bununla birlikte, bu insanların beni bulma ihtimali olmadığı düşüncesi, zamanla onlar yüzünden duyduğum tedirginliği yavaş yavaş sildi ve eskiden olduğu gibi gönül rahatlığıyla yaşamaya başladım. Yalnız arada şöyle bir fark vardı ki, içlerinden biri beni görmesin diye daha dikkatli davranıyor, gözümü sürekli açık tutuyordum; özellikle de o sırada adada olup duyabilirler diye tüfeğimi ateşleme konusunda çok daha sakıngan dav-ranıyordum. Dolayısıyla, bir keçi sürüsü yetiştirmiş olmak ve artık korulukta avlanmak ya da ateş etmek zorunda kalmamak benim için tam bir şans olmuştu. Bundan sonra keçi tutacak olursam, bunu önceki gibi tuzaklarla yapıyordum. Bu yüzden, iki yıl boyunca, sanırım, tüfeğimi hiç ateşlemedim. Ama asla dışarı tüfeksiz çıkmıyordum; dahası, gemiden
-253-
çıkardığım üç tabancadan en azından ikisini, keçi derisinden kemerime sokarak daima yanımda taşıyordum. Ayrıca, gemiden çıkardığım büyük kılıçlardan birini parlattım ve onu da taşımak için kendime bir kemer daha yaptım. Böylece daha önce anlattığım görünüşüme, iki tabancayla kemerime takılı, kını olmayan, büyük palayı da eklerseniz, dışarıda dolaştığımda ne korkunç göründüğümü tahmin edersiniz.
Dediğim gibi, işler bir süre böyle giderken, aldığım tedbirler dışında eski sakin, huzurlu yaşamıma döner gibi oldum. Bütün bunlar; bazı insanlannkiyle, hatta, Tann'nın bana da verebileceği birçok hayatla karşılaştırılacak olursa, durumumun sefil olmaktan ne kadar uzak olduğunu gittikçe daha iyi gösteriyordu. Bunun üzerine, insanlar kendilerim daha iyi durumdakilerle karşılaştırarak sızlanıp şikâyet edeceklerine, daha kötü durumda olanlara bakarak şükretselerdi, hayatta pek az üzüntü kalırdı diye düşünmeye başladım.
Şu anda, gerçekten de ihtiyacım olan çok fazla bir şey yoktu; ama bu alçak vahşilere karşı duyduğum korku ve kendimi korumak için endişe edip durmam, kendi rahatım için yapacağım bir sürü şeyi yapmama engel oluyordu. Bir ara üzerinde epeyce düşündüğüm çok güzel bir tasarımı da bir kenara bırakmak zorunda kalmıştım. Bu tasan, arpamın bir kısmından malt yaparak kendime biraz bira yapmayı denemekti. Bu aslında saçma bir düşünceydi ve budalalığım yüzünden çoğunlukla kendime kızıyordum; çünkü bira
-254-
yapmak için gerekli birçok şeyden yoksun olduğumu ve bunları elde etmenin de imkânsız olduğunu görüyordum. İlk olarak birayı saklamak için fıçı gerekiyordu ve daha önce de anlattığım gibi, günlerce değil, haftalarca, aylarca uğraşmış olsam bile yine de yapmayı beceremediğim bir şeydi bu. İkincisi, ne birayı tutacak şerbetçiotu, ne mayalayacak maya, ne de kaynatacak kazan ya da tencerem vardı. Bütün bunlar bir yana, bu hisler -vahşiler yüzünden kapıldığım dehşet ya da korku demek istiyorum- araya girmeseydi, bu işe girişebilir ve belki gerçekleştirebilirdim bile; çünkü bir işi bir kere kafama koyup da gerçekleştirmediğim pek nadir oluyordu.
Ama şimdi aklım bambaşka bir şeye işliyordu; gece g'ündüz tek düşündüğüm, bu canavarlardan birkaçını tam da o zalim, kanlı eğlencelerinin ortasında yakalayıp öldürebil-mek; elimden gelirse, yemek için buraya getirdikleri kurbanlarını da kurtarmaktı. Bu yaratıkları yok etmek ya da hiç olmazsa bir daha buraya gelemeyecekleri kadar korkutmak için kurduğum ya da tasarladığım kumpasları tek tek anlatmaya kalksam, bu kitap düşündüğümden çok daha kalın olur. Ama hepsi boşunaydı; ben kendim oraya gitmedikçe hiçbir şeyin etkisi olmazdı. Belki yirmi otuz kişilik bir grup olan, mızraklanyla, okları ve yaylanyla benim tüfekle aldığım kadar iyi nişan alabilen bu vahşiler arasında tek bir adamın elinden ne gelirdi?
Zaman zaman ateşlerini yaktıkları yerin altına bir çukur kazıp içine de iki üç kilo ba-
-255-
rut koymayı düşünüyordum, böylece ateşlerini yaktıkları zaman hepsi birden havaya uçardı. Ama birincisi, yalnız bir fıçı kalan barutumu onlara harcamaya gönlüm elvermiyordu; ayrıca onları hiç beklemedikleri bir anda yakalayıp tam zamanında patlayacağından da emin olamazdım; patlasa bile en iyi ihtimalle kulaklarının dibinde patlar, onları biraz korkutmaktan öteye gidemez ve bu da adayı bir daha hiç dönmemek üzere terk etmelerine yetmezdi. Böylece bu fikirden vazgeçtim; sonra tüfeklerimi doldurarak uygun bir yerde pusuya yatmayı düşündüm; böylece tam kanlı törenlerinin ortasında, her atışta iki üç tanesini öldürebileceğim ya da yaralayabileceğim-den emin olduğum bir anda üzerlerine ateş edebilir, sonra üç tabancam ve kılıcımla üstlerine atılarak yirmi kişi olsalar bile hepsini rahatça öldürebilirdim. Birkaç hafta boyunca bu hayalle oyalandım durdum; bu düşünce kafamı o kadar meşgul ediyordu ki, sık sık rüyama da giriyor ve bazen kendimi tam onlara ateş açmak üzereyken görüyordum.
Bu düşünceyi öyle ileri götürdüm ki, birkaç gün boyunca pusuya yatıp, dediğim gibi onları gözetleyebileceğim yerler bulmaya uğraştım. Sık sık, artık bana yabancı gelmeyen, o kemikleri gördüğüm yere de gidiyordum. Zihnim sürekli intikam alma ve diyebilirim ki, bu vahşilerin yirmisini otuzunu birden kılıçtan geçirme düşüncesiyle dolu olduğu için, bu yere ve zalim vahşilerin birbirlerini yediklerini gösteren işaretlere karşı duyduğum korku da azalmıştı.
-256-
En sonunda, tepenin eteğinde, kayıklarının geldiğini görene kadar güven içinde bekleyebileceğime inandığım bir yer buldum; onlar daha karaya çıkmadan kimseye görünmeden ağaçlıklara gidebilir ve iyice gizlenebileceğim kadar büyük bir ağaç kovuğuna girebilirdim. O kovukta oturup kanlı eylemlerini gözetlerken birbirlerine iyice yakın oldukları bir sırada, tam kafalarına nişan alabilirdim; bu konumdayken ıskalamak ya da ilk atışta üç ya da dördünü yaralayamamak mümkün değildi.
Böylece, tasarımı bu yerde uygulamaya karar verdim ve buna uygun olarak iki piyade tüfeğimle av tüfeğimi hazırladım. İki piyade tüfeğimi, ikişer tüfek kurşunu ve dört beş tane de daha küçük, tabanca kurşunuyla; av tüfeğimi de neredeyse bir avuç en büyük boy domuz saçmasıyla doldurdum. Tabancalarımın her birine de dörder kurşun koydum; bu şekilde, yanıma ikinci, üçüncü kez ateş etmeye de yetecek kadar cephane alarak yolculuğa çıkmaya hazırlandım.
Bu şekilde planımı kurup kafamda provasını da yaptıktan sonra, her sabah, şatom dediğim evimden aşağı yukarı beş kilometre ötede, belki daha bile uzakta kalan tepeye giderek adaya gelmiş ya da yaklaşmakta olan bir kayık olup olmadığına bakmaya başladım. Ama iki üç ay bu gözetleme işini sürdürdüğüm halde, hep elim boş döndüğümden bu zor görevden bıkmaya başladım; bütün bu süre içinde yalnız kıyıda değil, gözlerim ve dürbünümle taradığım koca okyanusta bile en ufak bir şey görememiştim.
-257-
Çevreyi gözetlemek için her gün o tepeye gidip geldiğim sürece tasarıma olan inancım kuvvetli bir şekilde devam ediyor ve ilk başta bu insanların anormal geleneklerine karşı duyduğum dehşetle, müthiş bir öfkeye kapıldığımdan beri kafamda hiç tartmadığım bir suçtan dolayı yirmi otuz çıplak vahşiyi öldürmek gibi gözü dönmüş bir eylem için cesaretimi de hiç kaybetmiyordum. Oysa ki, kendi iğrenç ve rezil tutkularından başka kılavuzları olmayan, dolayısıyla çağlardır böyle çirkin işler yapmaya, korkunç töreler edinmeye terk edilmiş bu insanlar da Tann'mn bilge iradesiyle düzenlediği dünya içinde yine ilahi takdirin bir ürünüydüler. Onları böyle davranmaya, cehenneme yaraşır bir soysuzlukla hareket etmeye yönelten, Tann'nın büsbütün terk ettiği bir doğadan başka bir şey değildi. Ama artık, dediğim gibi, uzun bir süredir her sabah boşu boşuna çıktığım bu verimsiz yolculuktan usanmaya başlayınca bu eylemin kendisiyle ilgili görüşlerim de değişmeye başladı; ben de yapacağım işi daha serinkanlı, daha sakin bir şekilde düşünmeye yöneldim. Tann'nın çağlar boyunca acı çekmelerine, hiçbir ceza almadan birbirleri üzerinde O'nun yargılarının uygulayıcısı olmalarına izin verdiği bu insanları suçlu olarak görme, öldürerek cezalandırma hakkını ve yetkisini bana kim vermişti? Bu insanlar bana karşı suç işlemekten ne kadar uzaktı; yerli yersiz birbirlerini öldürüp kan döktükleri için gidip onlarla kavgaya tutuşmaya ne hakkım vardı? Bu konuyu kafamda sık sık şöyle sorguluyor-
-258-
dum: Tann'nın bu konudaki görüşünü nereden biliyordum? Bu insanların bunu yaparken bir suç işlediklerini düşünmedikleri, böyle bir şeyin vicdanlarına ya da bildiklerine aykırı olmadığı apaçık ortadaydı. Bunun bir suç olduğunu bilmiyor ve böylece, bizim de işlediğimiz birçok günahta olduğu gibi, bilmeden ilahi adalete karşı çıkıyorlardı. Biz bir öküzü kesmeyi nasıl günah saymıyorsak, onlar da savaş esirlerini öldürmeyi günah saymıyorlar; biz nasıl koyun eti yiyorsak, onlar da insan eti yiyorlardı.
Bunu biraz.düşününce, doğal olarak bu işte kesinlikle yanıldığım; bu insanların önceden düşündüğüm anlamda katil olmadıkları; savaşta esir aldıklarını öldüren ya da birçok durumda olduğu, sıklıkla görüldüğü gibi silahlarını bırakıp teslim oldukları halde koca bölükleri amansızca kılıçtan geçiren Hıristi-yanlardan daha suçlu sayılmayacakları sonucuna vardım.
Ayrıca bu insanların birbirlerine karşı davranışları ne kadar hayvanca, ne kadar in-sanlıkdışı olursa olsun, beni hiç ilgilendirmediğini; çünkü bana hiçbir zararlarının dokunmadığını düşündüm. Bana saldırmış olsalar ya da kendimi savunmak için onlara saldırmak zorunda kalsaydım, buna bir şey denemezdi; ama erişemeyecekleri bir yerde olduğum, gerçekten de benden haberleri bile bulunmadığı ve sonuç olarak benimle ilgili hiçbir niyetleri olmadığı için onlara saldıra-mazdım. Bunu yapmak İspanyolların Amerika'da gerçekleştirdiği barbarlığı; puta tapan,
-259-
barbar, geleneklerinde insan kurban etmek gibi kanlı ve acımasız ritüelleri bulunmakla birlikte, yine de İspanyollara göre çok masum kalan milyonlarca insanı öldürmüş olmalarını haklı çıkarmak olurdu. O zaman İspanyolların bu insanları kendi topraklarından söküp atması, İspanyolların kendi aralarında bile tiksinti ve nefretle karşılanmış; Avru-pa'daki diğer Hıristiyan ülkelerde de gerek insanlık, gerek Hıristiyanlığa özgü merhamet, gerekse Tanrı inancıyla bağdaşmayacak, kanlı ve aşın bir zalimlik, düpedüz kasaplık olarak görülmüştü. Öyle ki, İspanyollar bütün insanların en korkuncu diye anılmaya başlamış, İspanya Krallığı ise şefkat ilkesinden ya da iyiliğin bir işareti olarak görülen düşkünlere karşı acıma duygusundan uzak insanlar yetiştiren bir ülke olarak ünlenmiş-ü.
Bu düşünceler gerçekten de önce bir duraksamama sebep oldu, sonra da elimi kolumu tamamen bağladı; yavaş yavaş taşanlarımdan vazgeçmeye başladım. Vahşilere saldırma karan alarak yanlış adım atmış olduğum; ilk önce onlar bana saldırmadıkça işlerine kanşmamam gerektiği; benim işimin mümkün olduğunca onlardan uzak durmak olduğu sonucuna vardım; ama olur da beni görüp saldınrlarsa o zaman ne yapacağımı biliyordum.
Öte yandan, böyle bir hareketin kendimi kurtarmaya değil, tam tersine tamamen yok etmeye yarayacağını düşünüyordum. Çünkü sadece o sırada adada olanlan değil, daha
-260-
sonra gelecek olanlann da hepsini öldürmediğim sürece, elimden kaçıp kurtulanlar, ülkelerine dönüp neler olduğunu anlatacak ve sonra da arkadaşlannın intikamını almak için binlerce kişi birden gelecek ve böylece ortada hiçbir sebep yokken kendi ölümümü kendi ellerimle hazırlamış olacaktım.
Bütün bu düşünceler üzerine, gerek ahlak, gerekse benimseyeceğim tutum açısından bu işe kanşmamam gerektiği sonucuna vardım. Benim işim, ne yapıp edip onlardan saklanmak ve adada yaşayan bir yaratık -insan demek istiyorum- olduğunu düşünmelerine sebep olacak en ufak bir ipucu bırakmamaktı.
Bu ölçülü düşüncelerime din de eklenince, birçok bakımdan, bu masum yaratıkları -bana göre masum demek istiyorum- öldürmek gibi kanlı işlerin kesinlikle benim işim olmadığı sonucuna vardım. Birbirlerine karşı işledikleri suçlara gelince, bu beni hiç ilgilendirmezdi. Bu, kendi uluslanm ilgilendiren bir şeydi ve onlan bütün uluslann yöneticisi olan Tann'nın adaletine bırakmam gerekiyordu; Tann ulusça işlenen suçlar için hak edilen cezayı vermeyi, böyle topluca suç işleyenleri uygun gördüğü şekilde topluca yargılamayı bilirdi.
Bunu şimdi öyle bir açıklıkla görüyordum ki, bile bile adam öldürmek gibi kesinlikle günah sayılacak bu işe girişmediğim için hiçbir şeyden duyamayacağım kadar büyük bir gönül rahatlığı duyuyordum. Diz çöküp beni böyle kanlı bir suç işlemekten kurtaran Tan-
-261-
n'ya en içten şükranlarımı sundum. Beni bu vahşilerin ellerine düşmekten koruması ya da Tanrı tarafından, kendi canımı korumak gibi daha geçerli bir sebep çıkmadan, elimi kana bulamaktan beni esirgemesi için Tann'ya yalvardım.
Bundan sonra, bir yıla yakın bu düşüncelerimi sürdürdüm. Bu vahşilere saldırmak için bir fırsat kollamaktan o kadar uzaktım ki, bütün bu zaman içinde, onlara karşı kurduğum kumpaslar tekrar aklıma gelmesin ya da bir fırsat doğacak olursa, üstlerine saldırmaya kalkmayayım diye gelip gelmediklerini, adaya çıkıp çıkmadıklarını öğrenmek için bir kere bile tepeye gitmedim. Yaptığım tek şey, adanın diğer tarafında kalan kayığımı alıp adanın etrafından dolaştırarak doğu kıyısına getirmek, yüksek bir kayalığın altında bulduğum küçük bir koya sokmak oldu; akıntı yüzünden vahşilerin buraya gelmeye cesaret edemediklerini, ya da en azından her ne olursa olsun uğramadıklarını biliyordum.
Kayığımla birlikte, orada bıraktığım her şeyi, buraya gelirken gerekli olmasa bile, kayık için yaptığım direkle yelkeni, demire benzer şeyi de getirdim; buna ne demir, ne de çengel diyebilirdim; ama elimden gelenin en iyisi de buydu. Bütün bunları, adada bir kayık bulunduğuna ya da bir insanın yaşadığına dair en ufak bir iz, en ufak bir ipucu bırakmamak için getirmiştim.
Ayrıca dediğim gibi her zamankinden daha sakin bir hayat yaşıyor, hücremden pek seyrek olarak, o da ancak keçileri sağmak,
-262-
koruluktaki küçük sürümle ilgilenmek gibi sürekli yaptığım işler için çıkıyordum. Koruluktaki sürüm adanın öbür yanında olduğundan tehlikeden oldukça uzaktı; ara sıra adaya uğrayan bu vahşilerin burada bir şey bulmak gibi bir umutlan olmadığı; dolayısıyla hiçbir zaman kıyıdan uzaklaşmadıkları apaçık ortadaydı. Ayrıca önceden olduğu gibi, onlardan korkarak dikkatli davranmaya başladığımdan beri adaya birkaç kez daha geldiklerine şüphem yoktu. Gerçekten de, geçmiş günleri düşündüğümde, elimde çoğunlukla sadece küçük saçmalarla doldurulmuş tek bir tüfekle adanın her tarafını dolaşıp bir şeyler bulma umuduyla bakmıp durduğum günlerde, tamamen hazırlıksız bir halde onlarla karşılaşsaydım ya da beni görselerdi, halim ne olurdu diye düşünüp korkudan ür-periyordum. O tek bir ayak izi yerine, on beş yirmi vahşiye birden rastlasaydım, nasıl da gafil avlanmış olurdum; hele bir de o hızlı bacaklarıyla beni kovalamaya başlasalardı, asla ellerinden kurtulamazdım!
Bunca düşünmüş ve hazırlık yapmış olduğum şimdiki halimle karşılaştırınca, öyle hazırlıksız bir durumda ne yapacağımı; ellerinden kurtulmak bir yana, kendimi nasıl savunacağıma karar verecek kadar bile aklımın yerinde olmayacağını düşündükçe bazen içim kararıyor, bu düşünceler öyle canımı sıkıyordu ki, epey bir zaman geçmeden kendime ge-lemiyordum. Gerçekten de bu konulan ciddi ciddi düşündükçe üzerime bir karamsarlık çöküyor ve bazen bu durum çok uzun sürü-
Dostları ilə paylaş: |