Danıel Defoe Robınson Crusoe



Yüklə 1,09 Mb.
səhifə16/26
tarix26.08.2018
ölçüsü1,09 Mb.
#75006
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   26

-263-

yordu. Ama en sonunda, beni böyle görünmez tehlikelerden kurtardığı, kendi başıma asla kurtulamayacağım kötülüklerden koruduğu için Tann'ya şükretmeye karar verdim; çünkü gerçekten de böyle bir tehlikenin ne varlığından, ne de başıma gelebileceğinden habersizdim.



Bu durum, hayatımız boyunca karşılaştığımız tehlikelerde Tann'nın ne kadar da merhametli davrandığını ilk olarak görmeye başladığım zamanlarda sık sık aklıma gelen düşünceleri tazeledi. Hiç haberdar olmadığımız tehlikelerden ne olağanüstü bir şekilde kurtuluyoruz! Şu yoldan mı, yoksa bu yoldan mı gitmemiz gerektiğine karar veremediğimiz kuşku ya da tereddüt anlarında gizli bir güç nasıl da bizi gitmeye niyetlendiğimiz yola değil de öteki yola yöneltiyor? Aklımız, duygularımız ya da zorunluluk bizi bir yola yönelttiği sırada nereden, nasıl geldiğini, hangi güçten beslendiğini bilemediğimiz garip bir etki ağır basıyor ve öteki yola giriyoruz; kendi aklımıza uyup da gitmemiz gerektiğine inandığımız yola girseymişiz yok olup gideceğimizi sonradan anlıyoruz. Bu ve bunun gibi bir sürü düşünce üzerine, kendi kendime kesin bir kural belirledim; kafama takılan böyle sezgi ya da ipuçları için başka bir gerekçe bulamamakla birlikte bir şeyi yapıp yapmamak, bir yola girip girmemek konusunda ne zaman gizli bir güç ya da ipucu hissedersem bu gizli buyruğa uyuyordum. Bu davranışın başarıya ulaştığına dair, hayatımdan, özellikle de bu uğursuz adadaki hayatımın ikinci yansından pek

-264-


çok örnek verebilirim; ayrıca bu gözle bak-saydım, dikkatimi çekebilecek birçok durum da yaşamıştım. Ama insanın aklını başına toplaması için hiçbir zaman geç sayılmaz; hayatlarında benimki gibi böyle sıradışı -o kadar sıradışı olmasa bile- olaylar yaşayan bütün akıllı insanlara, hangi görünmez akıldan geliyorsa gelsin, Tann'nın böyle gizli işaretlerini göz ardı etmemelerini öneririm. Bunu ne tartışabilirim, ne de açıklayabilirim; ama bunların ruhlar arasındaki etkileşimin, somut şeylerle soyut şeyler arasındaki gizli bir iletişimin kanıtı olduğu ve böyle kanıtların tartışmaya gelmediği kesindir. Sırası gelince bu kasvetli yerdeki yalnız hayatımın geri kalanından kayda değer bazı örnekler de vereceğim.

Bu endişelerin, sürekli olarak içinde yaşadığım bu tehlikenin ve duyduğum kaygının, gelecekteki rahatım için yaptığım bütün işlere bir son verdiğini itiraf edersem, okuyucuların bunu tuhaf bulacağını sanmıyorum. Şimdi yiyeceğimden çok, güvenliğim için çalışmaya özen gösteriyordum. Gürültüsü duyulur korkusuyla ne bir çivi çakabiliyor, ne de ağaç kesebiliyor, aynı nedenden dolayı tüfeğimi kullanmaya ise hiç cesaret edemiyordum; hepsinden önemlisi, dumanı gündüz vakti çok uzaklardan bile görülebilir ve beni ele verir diye gönül rahatlığıyla bir ateş bile yakamıyordum. Dolayısıyla çanak, çömlek ve pipo pişirmek gibi ateş yakmayı gerektiren işlerimi ormanın içindeki yeni yerime taşıdım; bir süre sonra orada, yerin epeyce altına inen doğal bir mağara bulduğumda ne kadar se-

-265-

vindiğimi anlatamam. Şunu da söyleyebilirim ki, hiçbir vahşi, bu mağaranın ağzına gelse bile, içeri girmeyi göze alamazdı; aslına bakılırsa, buraya ancak benim gibi kendisine güvenli bir sığınak bulmaktan başka bir şey istemeyen biri gelebilirdi.



Büyük bir kayanın dibinde olan bu mağaranın ağzını mangal kömürü yapmak için bazı kalın ağaç dallarını keserken, tamamen tesadüf eseri bulduğumu söyleyebilirdim (bütün böyle şeyleri şimdi Tann'ya yormak için bir sürü nedenim olmasaydı); ama bunu anlatmadan önce neden mangal kömürü yapma gereği duyduğumu anlatmalıyım.

Daha önce de söylediğim gibi evimin etrafında duman çıkarmaktan korkuyordum; ama ekmek yapmadan, yemek pişirmeden de yaşayamazdım. Böylece İngiltere'de gördüğüm gibi, odunu kararıp kuruyana kadar çim kesekleri altında yakarak kömür elde etmeyi düşündüm; sonra ateşi söndürüp kömürü eve taşıyacak ve böylece ateş gereken işleri duman çıkacak diye korkmadan yapabilecektim.

Ama aklıma gelmişken şunu da söyleyeyim. Bir gün burada odun keserken çok sık bir fundalığın arkasında kovuk gibi bir yer gördüm. Merak edip içine bakmak istedim ve bin bir güçlükle bu kovuğun ağzına ulaştığımda bir hayli büyük olduğunu gördüm; yani içinde rahatlıkla ayakta durabiliyordum, belki benimle birlikte bir kişiyi daha bile alabilirdi. Ama şunu da itiraf etmeliyim ki, kapkaranlık olan kovuğun biraz daha içlerine

-266-


doğru bakıp da cin mi insan mı, ne olduğunu anlayamadığım bir yaratığın, iki yıldız gibi parlayarak kovuğun ağzından gelen loş ışığı doğruca yansıtan koca gözlerini görür görmez, kendimi dışarı zor attım.

Bununla birlikte, bir süre sonra kendimi topladım. Kendi kendime budala, bin kere budala olduğumu; cin görmekten korkacak adamın, yirmi yıl boyunca bir adada tek başına yaşayamayacağını söyledim ve o mağarada benden daha korkunç bir şey olamayacağına kendimi inandırdım. Bunun üzerine cesaretimi toplayıp elime de büyük bir meşale alarak yine içeri daldım. Daha üç adım bile atmamıştım ki, yine önceki gibi bir korkuya kapıldım; acılar içindeki bir adamınki gibi bir inilti duymuştum; bunun ardından da yarı anlaşılır yan anlaşılmaz sözleri andıran bir ses, sonra gene derin bir inilti geldi. Geri adım attım, gerçekten de öyle ürkmüştüm ki, her tarafımı soğuk terler basmıştı; başımda şapka olsaydı diken diken olan saçlarım yüzünden yerinden fırlardı. Ama yine elimden geldiğince cesaretimi topladım; Tann'nm ve gücünün her yerde olduğunu, beni koruyabileceğini düşünüp kendimi yüreklendirerek ileri yürüdüm. Başımın biraz üzerinde tuttuğum meşalenin ışığında, son anlarını yaşayan ya da diyebiliriz ki, can çekişen ve yaşlılıktan ölmek üzere olan, dev gibi, korkunç bir tekenin yerde yattığını gördüm.

Dışarı çıkarabilir miyim diye biraz kımıldattım; o da kalkmaya çalıştı, ama gücü yetmiyordu. Sonra orada yatmasının hiçbir sa-

-267-


loncasının olmadığını; eğer beni korkuttuysa, hâlâ hayattayken oraya gelmeye yeltenecek vahşileri de korkutabileceğini düşündüm.

Artık şaşkınlığım geçtiğinden çevreme bakınmaya başladım ve mağaranın çok küçük, on iki ayak genişliğinde olduğunu gördüm; ama ne yuvarlak, ne dört köşe, doğru dürüst bir şekli yoktu, insan elinden değil, olsa olsa doğanın kendi elinden çıkmıştı. Ayrıca en dipte, daha da içerilere uzanan bir yer olduğunu gördüm; ama çok alçak olduğu için dizlerim ve ellerimin üzerinde emekleyerek ilerlemem gerekiyordu; oranın nereye açıldığını da bilmiyordum. Yanımda hiç mum olmadığı için bakmaktan vazgeçtim; ama ertesi gün yanıma birkaç mum ve piyade tüfeklerimden birinin çakmağından yaptığım kav çakmağını da alarak tekrar gelmeye karar verdim.

Böylece ertesi gün, yanıma kendi yapmış olduğum altı büyük mumu da alarak -artık keçilerin donyağından çok güzel mumlar yapabiliyordum- yine mağaraya gittim; o alçak kısmına girdiğimde, dediğim gibi, ellerim ve dizlerim üzerinde neredeyse on metre sürünmek zorunda kaldım; bu arada yolun uzunluğunu ve ötesinde ne olduğunu bilmediğimden bunun oldukça gözü pek bir davranış olduğunu düşündüm. Bu geçitten sonra, mağaranın tavanı, sanırım yirmi ayak yükseldi. Ama adada daha önce hiç bu kadar muhteşem bir manzara görmediğimi söyleyebilirim; iki mumun ışığı mağaranın ya da kubbenin duvarlarında sanki yüz binlerce mum varmış gibi parlıyordu. Bu kayada elmas mı, başka de-

-268-


ğerli taşlar mı, yoksa altın mı vardı, bilmiyordum; ama daha çok altın olduğunu düşünüyordum.

İçinde bulunduğum yer, anlaşılacağı üzere kapkaranlık olmakla birlikte, kendi türünde en güzel mağara ya da oyuktu. Zemin kuru ve düzdü; sağda solda çakıl taşlan olduğundan içeride mide bulandırıcı ya da zehirli yaratıklar olamazdı; ne duvarlarda ne de tavanda bir ıslaklık ya da nem vardı. Tek zorluğu girişiydi; bununla birlikte güvenli bir yer, tam istediğim gibi bir sığınak olduğu için bu mağaranın bana büyük bir rahatlık sağlayacağını düşündüm. Dolayısıyla burayı bulduğuma gerçekten çok sevinmiştim; güvenliğinden endişe ettiğim bazı eşyalarımı; özellikle de barutumla yedek silahlarımın hepsini -üç av tüfeğimden ikisini, sekiz piyade tüfeğimden üçünü- hiç vakit kaybetmeden buraya getirmeye karar verdim. Böylece şatomda, yalnızca en dıştaki çitime top gibi ateş etmeye hazır bir şekilde dizdiğim beş tüfeği bıraktım; yolculuğa çıkacak olursam da bunlardan birini alabilirdim.

Cephanemi taşıdığım sırada denizden çıkardığım, ıslanmış barut fıçısını da açma fırsatım oldu. Fıçının her tarafından üç dört parmak su girmiş olduğunu, ıslanan bu kısmın kalıp gibi sertleşerek daha içteki barutu, bir kabuğun çekirdeği tuttuğu gibi kupkuru tuttuğunu gördüm; böylece bu fıçının ortasında aşağı yukarı yüz kilo çok iyi barut bulmuştum. Bu, o sırada benim için hoş bir sürpriz oldu; ne olur ne olmaz diyerek şatom-

-269-


da asla bir iki kilodan fazla barut bırakmadığım için hepsini bu mağaraya taşıdım. Ayrıca mermi yapmak için kullandığım bütün kurşunu da oraya götürdüm.

Şimdi kendimi, kimse saldıramasın diye mağaralarda ya da kayaların oyuklarında yaşayan o eski zaman devleri gibi hissediyordum; çünkü burada yaşadığım sürece, beş yüz vahşi bile peşimde olsa beni bulamayacaklarına ya da bulsalar bile burada bana saldırmayı göze alamayacaklarına iyice inanmıştım.

Can çekişen yaşlı keçi, burayı bulduğumun ertesi günü mağaranın ağzında öldü. Çeke çeke dışarı çıkarmaya uğraşmaktansa büyük bir çukur kazmak, keçiyi içine atıp üstünü de toprakla örtmek daha kolay geldi, böylece kokusundan rahatsız olmamak için onu oraya gömdüm.

Şimdi bu adada yirmi üç yıldır oturmaktaydım; bu yeri, yaşam tarzımı öyle benimsemiştim ki, adaya vahşilerin gelip beni rahatsız etmeyeceğinden emin olsaydım, hayatımın geri kalanını orada geçirmeye, hatta yaşlı keçi gibi son nefesimi verene, mağaranın içine uzanıp ölene kadar burada yaşamaya seve seve razı olabilirdim. Ayrıca zamanımı eskiden olduğundan daha güzel geçirmemi sağlayacak küçük oyunlar ve eğlenceler de bulmuştum. İlk olarak, daha önce de belirttiğim gibi Poll'a konuşmayı öğretmiştim; buna öyle alışmıştı, öyle anlaşılır ve düzgün konuşuyordu ki, benim için çok iyi bir eğlence oluyordu. Benimle birlikte en az yirmi altı yıl ya-

-270-

şadı. Sonradan daha ne kadar yaşadığını bilmiyorum, ama Brezilya'da papağanların yüz yıl yaşadığını söylüyorlardı. Belki de zavallı Poll hâlâ orada, bugün bile zavallı Robin Cru-soe'nun arkasından seslenip durmaktadır. Dilerim ki, bir talihsiz İngiliz oraya düşüp de onu duymamıştır; ama eğer duyan varsa duyduğu sesin kesinlikle şeytana ait olduğunu zanneder. Köpeğim de on altı yıl boyunca bana güzel ve sevgi dolu bir arkadaş oldu ve sonra yaşlılıktan öldü. Kedilerime gelince, dediğim gibi öyle bir ürediler ki, yiyeceklerimi ve beni yemesinler diye ilk başta birkaç tanesini vurmak zorunda kaldım; en sonunda gemiden getirdiğim ilk ikisi ölünce diğerlerini sürekli kovduğum ve yiyecek bir şey vermediğim için, bir süre sonra ormana kaçıp yaba-nileştiler. Yalnız iki üç tanesini ayırıp evcilleştirmiştim; bunların yavruları olunca hepsini boğuyordum; bu iki üç kedi ise ailemin bir parçası olmuşlardı. Bunların yanı sıra, evde daima iki üç yavru keçi besliyor, bunlara elimden yem yemeyi öğretiyordum. Ayrıca iki papağanım daha vardı; ikisi de oldukça iyi konuşuyor, "Robin Crusoe" diyebiliyordu; ama ilk papağanım kadar iyi konuşamıyorlardı; aslında ikisiyle de Poll'la ilgilendiğim kadar ilgilenmemiştim. Kıyıda yakaladığım, kanatlarını kesip alıştırdığım, ama adını bilmediğim birkaç deniz kuşum da vardı. Şatomun duvarının önüne diktiğim kazıklar artık büyüyüp sık bir ağaçlık haline geldiğinden bu kuşların hepsi çalılıkların arasında yaşıyor, orada ürüyorlardı ki, bu benim çok hoşuma



-271-

giden bir şeydi; yukarıda da söylediğim gibi vahşilere duyduğum korku bir yana, burada sürdürdüğüm hayatı çok sevmeye başlamıştım.

Ama alınyazım başka türlüymüş; öykümü okuyan herkesin şöyle bir haklı sonuç çıkarması hiç de fena olmayabilir: Hayatımız boyunca köşe bucak kaçtığımız, başımıza geldiğinde bizi korkutan kötülükler, aslında kurtuluşumuzun kapılarını aralayan şeyin ta kendisi de olabiliyorlar; içine düştüğümüz üzüntülerden de ancak bunun aracılığıyla kurtulabiliyoruz. Anlatmakla bitmez hayatımdan buna birçok örnek verebilirim; ama bu konuda, adadaki yalnız hayatımın son yıllarında başıma gelen olaylardan daha kayda değer bir örnek bulunamaz.

Yukarıda da dediğim gibi buradaki yirmi üçüncü yılımın aralık ayıydı; güzdönümü zamanı (kış diyemeyeceğim) olduğu için tam harman zamanıydı ve sık sık dışarıda, tarlalarda bulunmam gerekiyordu. Bir sabah çok erkenden, daha güneş bile tam doğmadan dışarı çıkmıştım; evimden aşağı yukarı üç kilometre uzakta, adanın önceden vahşilerin geldiği tarafına doğru, deniz kıyısında bir ateş yandığını görünce şaşırdım kaldım. Ama bu sefer öbür yanda değil, maalesef adanın benim yaşadığım yanındaydı.

Gördüğüm bu şey karşısında o kadar korktum ki, hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkarlar diye koruluğumdan dışarı çıkmayı bile göze alamadım. Ayrıca bu vahşiler, adada dolaşırken biçilmiş ya da biçilmemiş

-272-


ekinimi, işlerimi, hazırlıklarımı görürler de adada birilerinin olduğunu anlar, ne yapıp edip beni bulurlar diye korktuğumdan bir türlü sakinleşemiyordum. Bu olağandışı durum karşısında doğruca şatoma döndüm, merdiveni arkamdan içeri aldım ve her şeye elimden geldiğince yabanıl ve doğal bir görünüş verdim.

İçeride savunma durumuna geçerek bütün hazırlıklarımı yaptım. Yeni duvarımın üzerine dizdiğim bütün toplarımı (öyle diyorum ya bunlara) yani piyade tüfeklerimi ve tabancalarımı doldurdum; kendimi Tann'ya emanet etmeyi ve O'na beni bu vahşilerin elinden kurtarması için yürekten dua etmeyi unutmadan son nefesime kadar kendimi savunmaya karar verdim. Bu şekilde aşağı yukarı iki saat durdum; ama dışarı gönderecek casuslarım olmadığından orada neler olup bittiğini öğrenmek için de sabırsızlanmaya başladım.

Bu durumda ne yapmam gerektiğini düşünerek bir süre daha oturduktan sonra, neler olduğunu bilmeden öylece beklemeye daha fazla dayanamadım. Böylece merdivenimi, tepenin daha önce bahsettiğim düz yerine dayadım, oraya çıktıktan sonra merdiveni yanıma çekip bir daha kenara dayayarak tepenin doruğuna çıktım; özellikle bu amaçla aldığım dürbünümü çıkardım, yüzükoyun yere yatarak etrafı incelemeye başladım. Hemen o anda en azından dokuz çıplak vahşinin, yaktıkları küçük bir ateşin çevresinde oturduklarını gördüm; bu ateşi ısınmak için yakmamış-

-273-


lardı elbet; hava aşırı sıcak olduğu için buna ihtiyaçları yoktu zaten; ölü mü diri mi bilemem, ama yanlarında getirdikleri insan etinden kendilerine barbarca bir ziyafet hazırlamak içindi bu ateş, zannedersem.

Yanlarında, kıyıya çekilmiş iki sandal vardı; o sırada sular alçalmış olduğundan geri dönmek için denizin tekrar yükselmesini bekliyorlar gibi geldi bana. Bu manzara karşısında, özellikle de adanın benim bulunduğum tarafına, bu kadar yakınıma geldiklerini görmekten dolayı kafamın nasıl da allak bullak olduğu kolay kolay tahmin edilecek bir şey değil. Ama adaya daima deniz çekildiğinde oluşan akıntıyla geldiklerini anlayınca biraz yatıştım. Önceden kıyıya çıkmadılarsa, deniz yükseldiği zamanlar daima güvenle dışarı çıkabileceğime ikna olunca daha sakinleşmiş olarak harman işimi yapmaya gittim.

Düşündüğüm gibi çıktı; gelgit batıya doğru döner dönmez, kayıklarını alıp kürek çekerek uzaklaştıklarını gördüm. Şunu da belirtmem gerekiyor ki, adayı terk etmelerinden bir buçuk saat önce dans etmeye başladılar; eğilip kalkmalarını, el kol hareketlerini dürbünümle kolayca seçebiliyordum. Hepsinin çırılçıplak olduğunu, üzerlerinde en ufak bir bez parçası bile bulunmadığını görebiliyordum; ama erkek mi kadın mı olduklarını anlayamadım.

Kayıklarına binip denize açıldıklarını görür görmez, omzuma iki tüfeğimi, kuşağıma iki tabancamı, yanıma da kınsız büyük kılıcımı alarak hızla bütün o şeyleri ilk defa gördüğüm te-

-274-

peye gittim. En az iki saat sonra (çünkü bunca silahla çabuk gidemiyordum) oraya vardığımda öbür kıyıdakilerden başka, üç kano dolusu vahşinin daha gelmiş olduğunu anladım; denizin açıklarına bakınca hep beraber karşıdaki karaya doğru yol aldıklarını gördüm.



Bu benim için korkunç bir manzaraydı, özellikle de tepeden aşağı inerken yaptıkları iğrenç işten geriye kalan tüyler ürpertici izleri gördüğümde... kanlar, kemikler, bu alçakların güle oynaya yedikleri insanlann etinden arta kalan parçalar. Bu gördüklerim karşısında öyle büyük bir öfkeye kapıldım ki, kaç kişi olurlarsa olsunlar, bir dahaki sefere gelenleri hemen oracıkta gebertmeyi düşündüm.

Bu adayı pek sfk ziyaret etmedikleri apaçık ortadaydı; çünkü bundan sonraki gelişlerine kadar on beş aydan fazla zaman geçti; yani, ben bütün bu süre içinde onları ne gördüm, ne ayak izlerine, ne de onlara ait herhangi başka bir işarete rastladım. Demek ki yağmur mevsiminde denize açılmıyorlar, ya da en azından bu kadar uzağa geliniyorlardı. Yine de bütün bu süre içinde huzursuzdum; sürekli olarak hiç ummadığım bir anda gelip karşıma çıkmalarından korkuyordum; o zamandan beri kötü bir şeyi beklemenin, o kötülüğün kendisine maruz kalmaktan daha acı bir şey olduğunu düşünüyorum; hele bir de insanın bu korkulan, bekleyişi üzerinden silkip atmasına imkân yoksa.

Bütün bu zaman içinde onları öldürmeyi düşünüp durdum; daha iyi işlerle değerlendi-

-275-


rebileceğim zamanımın çoğunu bir dahaki gelişlerinde onları nasıl tuzağa düşürüp de üstlerine saldırabileceğimi; özellikle de geçen sefer olduğu gibi iki ayn grup olarak gelirlerse ne yapacağımı düşünmekle geçirdim. On on iki kişilik bir grubu öldürürsem, ertesi gün, bir dahaki hafta, ondan sonraki ay başka bir grubu, sonra yine başkalarını öldüreceğimi, hatta bu işin sonsuza kadar devam edeceğini ve en sonunda onların insan yiyiciliğinden aşağı kalır yanı olmayan bir katile dönüşeceğimi ve belki de bu konuda onları bile geçeceğimi aklımdan bile geçirmiyordum.

Artık günlerimi büyük bir kafa karışıklığı ve endişe içinde geçiriyor, her an bu acımasız yaratıkların eline düşmekten korkuyordum; tehlikeyi göze alıp dışarı çıkarsam da düşünülebilecek en büyük dikkatle, sakınganlıkla dört bir yanıma bakmadan edemiyordum. Şimdi evcil bir keçi sürüsü yetiştirmekle ne kadar iyi bir iş yapmış olduğumu görüp mutlu oluyordum; çünkü vahşilerin dikkatini çekmeyeyim diye, özellikle de adanın onların geldiği kıyısının yakınlarında hiçbir şekilde ateş etmeye cesaret edemiyordum. Tüfeğin sesinden korkup da kaçtılar diyelim, birkaç gün içinde belki de iki yüz üç yüz kanoyla geleceklerine adım gibi emindim; işte o zaman neler olacağı da belliydi.

Bununla birlikte, bu vahşileri bir daha görene kadar bir yıl üç ayı devirdim ve sonra, şimdi anlatacağım üzere onları tekrar buldum. Bu süre içinde bir iki kez daha adaya gelmiş olabilecekleri doğru; ama ya geceyi

-276-


burada geçirmemişlerdi ya da en azından ben duymamıştım. Ama hesaplayabildiğim kadarıyla buraya gelişimin yirmi dördüncü yılının mayıs ayında onlarla çok garip bir şekilde karşılaştım; bunu da sırası gelince anlatacağım.

Bu on beş on altı aylık zaman dilimi içinde çok büyük bir tedirginlik içindeydim. Rahat rahat uyuyamıyor, hep korkunç rüyalar görüyor ve geceleri sık sık irkilerek uyanıyordum. Gündüzleri büyük sıkıntılar içinde boğuluyor, geceleri de rüyamda çoğunlukla vahşileri öldürdüğümü, bunu yapmaya neden hakkım olduğuna ilişkin şeyleri görüyordum. Ama bütün bunları şimdilik bir kenara bırakalım; mayısın ortasıydı, hâlâ işaretlemeye devam ettiğim • zavallı tahta direk takvimimden hesaplayabildiğim kadarıyla, sanırım on altısıydı; demek istiyorum ki, mayısın 16'sında bütün gün şimşeklerle gök gürültü-leriyle karışık büyük bir fırtına esti; ardından da çok kötü bir gece geldi. Tam olarak nedenini bilmiyorum, ama tndl okuyor ve kara kara içinde bulunduğum durumu düşünüyordum; tam o sırada denizden geldiğini sandığım bir top sesi duydum.

Bu, daha önce karşılaştıklarımdan kesinlikle çok farklı bir sürprizdi; çünkü aklıma getirdiği şeyler bambaşkaydı. Yerimden fırladım, bir çırpıda merdiveni kayanın orta yerine koydum, arkamdan çekip ikinci kez kayaya dayadım ve tepenin zirvesine tırmandığım anda bir alev görünce ikinci bir top sesi duyacağımı anlayarak kulak kesildim; gerçek-

-277-


ten de yarım dakika içinde bir top sesi duydum; bu sesin kayığımla akıntıya kapıldığım taraftan geldiğini anladım.

Hemen bunun başı dertte olan bir gemi olduğunu, yanlarında başka bir gemi de bulunduğunu ve bu toplan yardım almak için tehlike işareti olarak ateşlediklerini düşündüm. Tam bunları düşünürken ben onlara yardım edemesem bile onların bana yardım edebileceği aklıma geldi. Bunun üzerine elime geçirdiğim bütün kuru odunları toplayıp yığarak tepenin üstünde bir ateş yaktım. Odunlar kuru olduğundan hemen tutuştu; rüzgâr çok sert esse de çok güzel yamyorlar-dı; dolayısıyla oralarda gemi gibi bir şey varsa, bu ateşi görecekleri kesindi ve hiç şüphesiz görmüşlerdi; çünkü ateşim parlar parlamaz, bir top sesi daha duydum ve sonra birkaç tane daha; hepsi de aynı taraftan geliyordu. Bütün gece, gün ağarana kadar ateşimi canlı tuttum; güneş doğup da hava iyice aydınlanınca çok uzakta, adanın tam doğusunda, bir gemi mi yoksa tekne mi olduğunu dürbünümle bile kestiremediğim bir şey gördüm; hem mesafe çok uzaktı, hem de hava hâlâ bulutluydu; en azından o şey çok açıkta duruyordu.

Bütün gün sık sık ona baktım ve çok geçmeden hiç kımıldamadığını fark ettim; bu durumda hemen bunun demir atmış bir gemi olduğu sonucuna vardım. Sizin de kesinlikle anlayabileceğiniz gibi neler olduğunu tam olarak görmeyi çok istediğimden tüfeğimi aldım ve adanın güneyine, daha önce

-278-


akıntının beni sürüklediği kayalıklara doğru koştum; oraya vardığımda hava bu sefer son derece açık olduğu için sandalla denize açıldığımda gördüğüm denizaltındaki gizli kayalara çarparak parçalanmış bir gemi enkazını büyük bir üzüntüye kapılarak gördüm; aynı kayalar benim durumumda, akıntının gücünü kırmış ve karşı bir akıntı ya da anafor yaparak hayatım boyunca düştüğüm en çaresiz, en umutsuz durumdan kurtulmamı sağlamışlardı.

Böylece bir adamın kurtuluşu bir başkasının yıkımı olmuştu; çünkü anlaşılan, her kim iseler artık, bu adamlar nerede olduklarını bilmedikleri ve rüzgâr da geceleyin doğu ile kuzeydoğudan çok sert estiği için tamamen suyun altında kalan bu kayalara çarpmışlardı. Çok büyük ihtimalle adayı görmediklerini sanıyorum, görmüş olsalardı, mutlaka sandallarına binip karaya çıkmaya çalışırlardı; yine de özellikle yaktığım ateşi gördükten sonra yardım istemek için top atıp durmaları aklıma türlü türlü şeyler getiriyordu. İlk olarak, ateşimi gördükten sonra sandallarına binip kıyıya çıkmaya çabaladıklarını; ama dalgalar çok azgın olduğu için devrildiklerini düşünüyordum. Zaman zaman sandallarını kazadan önce kaybetmiş olabileceklerini düşünüyordum; bu birçok şekilde olabilirdi, özellikle de dalgaların gemiye çarpması üzerine gemiciler çoğu kez sandallarını kırıp parçalamak ya da bazen de kendi elleriyle güverteden atmak zorunda kalırlar. Zaman zaman da yanlannda başka bir gemi ya da

-279-

gemiler bulunduğunu, yardım çağrılan üzerine bu gemilerin, hepsini kurtarıp götürdüğünü düşünüyordum. Ara sıra da sandallarına binip gemiden ayrıldıklarını, daha önce benim de kapıldığım akıntıyla açık denize doğru sürüklendiklerini, orada onları bekleyen açlık ve sefaletten başka bir şey bulamadıklarını; belki de bu zamana kadar açlıktan ölmek üzere olduklarını, birbirlerini yiyecek hale geldiklerini düşünüyordum.



Bütün bu düşünceler altı üstü birer varsayım olduğundan bu zavallı adamların düştüğü durumu düşünüp onlara acımaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu; bunun, üzerimde yine de iyi bir etkisi oldu; içinde bulunduğum bu yapayalnız durumda bile beni çok mutlu ve rahat yaşattığı, dünyanın bu bölgesinde kazaya uğrayan iki geminin mürettebatından benden başka sağ kalan olmadığından Tanrı'ya şükretmek için gittikçe daha çok nedenim oluyordu. Buna bakarak da şunu bir kez daha gördüm ki, Tann'nm takdiri bizi ne kadar kötü bir duruma düşürse, bize ne denli büyük acılar yaşatsa da, şükredecek bir şey bulamamak ya da bizden daha kötü duruma düşenine rastlamamak neredeyse imkânsızdı.

İçlerinden birilerinin kurtulduğuna dair pek umut göremediğim bu adamların durumu için de aynı kesinlik geçerliydi. Toptan ölüp gitmediklerini ne kadar umut etsem de bu dileğin gerçekleştiğini gösterecek hiçbir şey yoktu; yanlarındaki başka bir gemi tarafından kurtarılmaları olasılığı dışında, bu da


Yüklə 1,09 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   26




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin