Nisbesi bazı kaynaklarda Makdisî olarak geçen Abdüllatîfin tasavvufî düşünceleri, mürşidi Zeynüddîn el-Hâfî ile aynı paraleldedir. HâfTnin en belirgin özelliklerinden biri, vahdet-i vücûd* konusunda ihtiyatlı bir dil kullanması ve bu hususta zaman zaman müridleri-ni uyarmasıdır. Müridi Abdüllatîf el-Kudsî de aynı yolu takip etmiş, gerek iman ve akîde, gerekse irfan ve tarikat alanında şeriata aykırı gördüğü akımlarla mücadele etmiştir. Bu mücadeleye Konya'da iken başlamış ve Ehl-i sünnet dışı bazı düşünceleri savunan Cüneyd
es-Safevî ile yaptığı fikrî tartışmalardan sonra Karamanoğlu İbrahim Bey'e bir mektup göndererek şöyle demişti: "Bu Şeyh Cüneyd'in muradı sûfîlik değildir. Şeriatı bozup emaret talep eder" (Âşık-paşazâde, Tarih, s. 250). Abdüllatîf el-Kudsî'nin yaşadığı dönemde Anadolu'da yaygınlaşan bâtıl mezhep ve tarikatlara karşı daha Orhan Bey zamanında mücadeleye başlanmış, bu akımlara mensup kişiler takip edilerek tesirsiz hale getirilmeye çalışılmıştır. Onun mensup olduğu Zeyniyye tarikatında ise Ehl-i sünnetin belirlediği sınırlar titizlikle korunmuştur. Bu durum Zeynüddîn el-Hâfî ve Abdüllatîf el-Kudsî'nin eserlerinde açık bir şekilde görülmektedir.
Abdüllatîf el-Kudsî'nin tasavvuf tarihi açısından en önemli özelliği, Zeyniyye tarikatını Anadolu'ya getirmiş olmasıdır. Bu tarikat günümüze kadar ulaşamamışsa da özellikle Şeyh Vefa döneminde en tesirli tasavvufî mekteplerden biri olmuştur. Bazı kaynakların Hal-vetiyye'nin bir kolu olarak gösterdikleri Zeyniyye tarikatı, icazetnamelerden de anlaşıldığı gibi. aslında Sühreverdiy-ye'nin bir koludur. Yetiştirdiği birçok sûfî arasında, kendisinden sonra post-nişin olan Tâceddin İbrahim Karamâ-nî. Şeyh Vefa diye bilinen Muslihuddin Mustafa b. Ahmed ve Âşıkpaşazâde'yi Özellikle kaydetmek gerekir. Bazı tarihî eserler Molla Fenârfyi de Abdüllatîf el-Kudsî'nin müridi gösterirlerse de bunun doğru olması çok şüphelidir. "Zahirî ve bâtınî ilim!er"i şahsında birleştirerek yalnız dervişleri değil, zamanın güçlü âlimlerini de kendisine bağlayan Abdüllatîf el-Kudsî, bu özellikleriyle Osmanlı Devleti'nin temelinde bulunan dinî, fikrî yapının mimarlarından biri sayılabilir.
Eserleri. 1. Tuhfetü'1-vâhİbi 1-mevo-hib iî beyânı makâmât ve'î-merâtib. Eser nefs. ruh, kalp ve sır makamlarından sonra birçok tasavvufî ıstılahın açıklandığı şu bölümleri ihtiva etmektedir: Ruhun cesedin köleliğinden kurtulması, Hak Teâlâ'ya doğru devamlı seyr, varlıkta zıtların görünüşü, müşahede deryasında İstiğrak, kemali hakikatlerin gerçekleşmesi, vuslatın kemal noktasında zaferin tahakkuku. Eserin müellif hattıyla olan bir nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'ndedir (AY, nr. 4495). 2. Hâdi'l-kulûb ilâ likö'i'I-mah-bûb. İki ana bölümden meydana gelmiştir. Birinci bölümde sahih akîde, Allah'ın zât, sıfat ve fiillerinin ispatı ele
Abdüllatîf el-Kudsî'nın müellif hattı Tuhletıi'l-vShibi'i-mevâhib (î beyânı makâmst ue'l-merâiıb adlı eserinden bir sayfa (iu KtP . ay. nr 4495. ur tr j
alınmış, sem'iyyât* konulan geniş şekilde izah edilmiştir. İkinci bölümde şeyh ve mürid konularına yer verilmiş, ikisinin de âdâb ve erkânı maddeler halinde açıklanmıştır. Klasik kelâm konulan ile tasavvuf ve tarikat meselelerinin aynı eserde ele alınmış olması dikkate değer bir özelliktir. Yazma bir nüshası, Süley-maniye Kütüphanesİ'nde (Yazma Bağışlar, nr. 167) bulunmaktadır. 3. Keşfü'l-ictikhd fi'r-reddi calâ mezhebi'l-iihâd. Bâtıl mezhep ve tarikatlara karşı reddiye olarak yazılan eserde müellif Cebriy-ye, Mu'tezile. Bâtıniyye ve Dehriyye'den Hurufîliğe kadar pek çok cereyanı ele almış, bunların tahlil ve tenkitlerini yapmıştır. Hulüliyye, İbâhiyye ve Me-lâmiyye de üzerinde önemle durduğu cereyanlar arasındadır. Eser, mezhepler ve tarikatlar tarihini ilgilendirdiği kadar, XV. yüzyıl Osmanlı ülkesinin dinî, fikrî durumu hakkında da önemli bilgiler ihtiva etmektedir. 4. Şifâ* ü'l-müte-3ellim iî âdâbi'l-mucaîlim ve'1-müte-callim. Bu eserde hoca-talebe münasebetlerini ele almış, ilim, ilmin fazileti, ilimlerin tasnifi hakkında bilgiler vermiş, medrese ilimlerine temas ederek
257
ABDÜLLATÎF el-KUDSÎ
metot hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüştür. S. Kitâbü Emr bi'1-ma'rûf ve'n-nehy 'ani'l-münker. Diğer eserlerine göre hacmi küçük olan bu eserinde Abdüllatîf el-Kudsî, meseleyi Kur'an ve hadis çerçevesinde ele almış, konuya ta-savvufî irşaddan çok genel anlamda tebliğin usul ve imkânları açısından yaklaşmıştır. Son üç eser Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi'nde (Ulu-cami, nr. 1479) bulunmaktadır.
Keşiü'I-i'ükâd adlı eserinde bahsettiği İktibâsü ref'i'l-iltibâs fî beyâni tarîki'n-nâs ve bazı kaynaklarda kendisine nisbet edilen Nefhatü'l-eshâr ve rihletü'I-esrar adlı eserlere henüz rastlanmamıştır.
BİBLİYOGRAFYA:
Âşıkpaşazâde. Târih (nşr. N. Atsız!, İstanbul 1949, s. 249-250; Lâmiî. Nefehât Tercümesi, s. 550; Taşköprizâde, Şaka* ik (nşr. Ahmed Sub-hî Furati, İstanbul 1405/1985, s. 68; Mecdî, Şakaik Tercümesi, İstanbul 1269, I, 80; Keş-fü'z-zunûn, I, 134; II, 1398; Evliya Çelebi. Seyahatname, II, 17; İsmail Beliğ, Güldeste, Bursa 1302, s. 97; Harîrîzâde. TibySn, II, 103b; Mehmed Şemseddin, Yâdîgâr-ı Şemsî, Bursa 1332, s. 100; Osmancı Müellifleri, I, 391; He-diyyetü'l-'ârifîn, I, 616; Hüseyin Vassâf. Sefine, I, 264-265; Kâmil Kepecioğlu, Bursa Kütüğü, Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel bl., nr. 4521, IV, 189; Uzunçarşılı. Osman/ı Tarihi, I, 533; E. Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mimarisinde Çelebi ue II. Sultan Murad Dev-ri, İstanbul 1972,11,353.
Iffll Mustafa Kara
P ABDÜLLATİF SUBHİ PAŞA (bk. SUBHİ PAŞA, Abdüllaüf).
ABDÜLLATİF et-TÎBAVÎ
(1910-1981)
Tarih, eğitim ve Ortadoğu
üzerindeki çalışmalarıyla
tanınan çağdaş Arap alimi.
29 Nisan 1910'da Kudüs yakınlarındaki Tayyibe köyünde doğdu. I. Dünya Savaşı'nın çalkantılı yıllarında ilk okulu köyünde bitirdikten sonra Tulukerm'de liseye devam etti. Daha sonra Kudüs'teki Arab College'e kaydoldu. Burada öğrenimine devam ederken Mısır'da yayımlanan el-Hilöl dergisinin modern Yakındoğu tarihinde en kritik olayın hangisi olduğu konusunda düzenlediği yarışmada iki yüzden fazla yarışmacı arasında birinci oldu. Ödül alan çalışması el-Hİlâl'de ve daha sonra Muhd-
darât adlı kitabında yayımlandı. Yüksek öğrenimini, kazandığı bir bursla Beyrut Amerikan Üniversitesi"nde yaptı. Üniversitedeki öğrencilik yıllarında çeşitli dergilerde yazılar yazdı. Yine bu sırada, iki dilde araştrma yapabilecek gençlerin katılabildikleri bir yarışmada iki ayrı çalışmayla ödül kazandı. İngilizce araştırması "The Christians Under Mu-hammed and His First Two Successors". Arapça araştırması ise "el-İhvânü's-Sa-fâ" başlığını taşıyordu. et-Taşavvufü'I-İslömî adlı ilk çalışması yine bu yıllarda neşredildi (Kahire 1928). 1929'da yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra eğitim müfettişi olarak Kudüs'te memuriyete başladı. Ayrıca İngiliz manda yönetiminde bulunan Filistin'de idarî ve ilmî görevlerde bulundu. Burada görevli olduğu yıllarda eğitim ve öğretimin ilerlemesine, okul sayısının artmasına ve kültür seviyesinin yükselmesine büyük önem verdi; gençlik meseleleriyle de yakından ilgilendi. İngilizce ve Arapça yayımlanan çeşitli gazetelerde yazılar yazdı. İsrail Devleti'nin kurulması üzerine (1948) birçok Arap gibi o da İngiltere'ye göç etti. Londra Üniversitesi'n-de önce felsefe (1952), sonra da edebiyat doktorası (1962) yaptı. Bir süre BBC-nin Arapça bölümünde çalıştıktan sonra Londra Üniversitesi Eğitim Enstitüsüne İslâm eğitimi profesörü olarak tayin edildi ve emekli olduğu 1977'ye kadar bu görevinde kaldı. 1960-1963 yılları arasında araştırmalarını Harvard Üni-versitesi'nde sürdürdü. Burada American Interests in Syria 1800-1901 adlı çalışmasını hazırladı. Londra Üniversi-tesi'nde iken eğitim ve Ortadoğu tarihi alanında yüzlerce öğrenci yetiştirdi, çok sayıda tez ve seminer yönetti, bir-
Abdüllatîf et-Tibâvî
çok araştırmayı gerçekleştirdi. 16 Ekim 1981de Londra'da bir trafik kazasında Öldü.
Abdüllaüf et-Tibâvî. çeşitli dergilerde yayımlanan çok sayıda makalesi yanında, bazıları Arapça, Farsça, Fransızca, Almanca ve İtalyanca'ya da tercüme edilen eserler kaleme aldı. Bu arada, daimî üyesi olduğu Şam'daki el-Mecmau'1-il-miyyü'l-Arabfnin çıkardığı Mecelletü'l-Mecmaci'l-Cilmiyyi'l-CArabi adlı dergide birçok makalesi yayımlandı. Hayatının son yirmi yılında çeşitli gazete ve dergilerde çıkan elliden fazla makalesi arasında özellikle ikisi önemlidir. Bunlardan biri "Critiques of English Speak-ing Orientalists and their Approach to İslam and the Arabs" (Islamic Quarterly, Vlli/3-4, London 1964; XXIII/1, 1979); diğeri "On the Orientalists Again'dir {Musiim World, XX/ 1, 1981). Bu makalelerde, müsteşriklerin İslâm dini ve özellikle Kur'ân-ı Kerîm hakkındaki görüşlerini tenkit etmiş. İbn İshak'ın Sîretü Resûlillâh adlı eserinin İngilizce tercümesi {The Life of Muhammed, London 1955) sebebiyle Alfred GuiIIaume"u ve ayrıca R. V. Sergeant ile B. Levvis'i de çeşitli konularda eleştirmiştir. Bunların dışında, Filistin davasını destekleyen ve bu konuyla İlgili tarihî gerçekleri dile getiren pek çok yazısı The Times'ta neşredilmiştir.
Tîbâvî 1977 yılında Londra Üniversİ-tesi'nden emekli olunca, aralarında Dr. Habîbülhak Nedvfnin de bulunduğu arkadaşları, kendisine ithaf edilen ve dünyanın birçok ülkesinden çeşitli ilim adamlarının otuzdan fazla makalesini ihtiva eden bir armağanı Arabic and Isîamic Garland adıyla yayımladılar.
Eserleri. 1. Arab Education in Man-datory Palestine. XIX. yüzyılda Filistin. Suriye ve Lübnan'a Batı kültürünün nüfuzunu konu alan eser, Ortadoğu'nun eğitim ve tarihine ışık tutması bakımından önemlidir (London 1956). 2. British Interests in Palestine 1800-1901. Yayımlanmamış İngiliz ve Osmanlı orijinal kaynaklarına dayanılarak hazırlanan ve özellikle İngiliz misyoner cemiyetleriyle kültür kurumlarını ele alan bir eserdir (Oxford 1961). 3. Muhâdarât fî târihi'l-'Arab ve'1-İslâm. İslâm ve Arap tarihi üzerine verdiği konferanslarını ihtiva etmektedir (I-II, Beyrut 1963, 1966). 4. American Interests in Syria 1800-1901. Türkiye. Mısır, Suriye, Lübnan ve Amerikan misyoner cemiyetlerinin arşivlerinden faydalanmak suretiyle hazırladığı bir eserdir (Oxford 1966).
258
ABDULMECID
Ayrıca et-Tasavvuf ü'1-İslâmiyyü'î-'Arabî (Kahire 1928); Cemâ'atü İhvâ-ni'ş-Şafâ (Beyrut 1931); The Husain-Mc Mahon Correspondence (Jaffa 1938); The Faisal'Weizmann Agreement (Jaffa 1938); et-Terbiye ve't-ta'îîm fi'l-İs-lâm (Kudüs 1942]; A Modern History ol Syria Including Lebanon and Pal-estine (Macmillan 1969); îslamic Edu-cation-Its Traditions and Modernisa-tion into the Arab National Systems (London 1972); Arabic and îslamic Themes: Historical, Educational and Literary Studies (London 1976); Anglo-Arob Relations and Question of Pal-estine 1914-1921 (London 1977) adlı eserleriyle Engîish-Speaking Oriental-ists ILondon 1964); Al-Ghazali's Tract on Dogmatic Theology (London 1965); Russian Cultural Penetraüon of Syria-Palestine İn the Nineteenth Century (London 1966) ve Jerusalem: Its Place in İslam and Arab History (Beyrut 1969) gibi bazı monografileri ele vardır.
BİBLİYOGRAFYA:
Mahmoud Akhal Droubie, "A Biography", Arabic and Islamic Gariand Presented to Ab-dut-Laüf Tibaıvi, London 1977, s. 11-18; Do-nald P. Little, "Three Arab Critiques of Ori-entalism", The Müslim World, LXIX/2, Mew York 1979, s. 110-131; "Obıtuary Dr. Tibaıvi", The Islamic Quarterly, XXV/l-2, London 1981, s. 66; A. S. Bazmee Ansari, "Dr. A. L. Tibawi (Abdul Latif al-Tibawi)"r Hl, V/2 (1982}, s. 111-113. [-1
MU A. S. Bazmee Ansarî
ABDÜLMECÎD
L
(1823-1861)
Osmanlı padişahı (1839-1861).
J
Babası II. Mahmud, annesi Bezmiâlem Valide Sultan'dır. 25 Nisan 1823te İstanbul'da doğdu. Tahsil ve terbiyesine itina edilerek zamanın icaplarına göre. tıpkı Avrupalı bir prens gibi yetiştirildi. Konuşacak ve okuduğunu anlayacak kadar iyi Fransızca öğrendi. Avrupa neşriyatını yakından takip eder, temas ettiği yabancılarla çeşitli konulan tartışırdı. Batı mûsikisine ve yaşayış tarzına hayrandı.
1 Temmuz 1839'da babasının ölümü üzerine, on yedi yaşında iken tahta geçti. Devlet idaresindeki tecrübesizliği, devletin o sırada içinde bulunduğu meseleleri halletmesini güçleştiriyordu. Zaaf ve aczini bilen genç padişah, dev-
let büyüklerine nasihatlerini dinleyeceğine ve kendilerine güveneceğine dair söz verdi. Yabancı sefirlere de II. Mah-mud'un başlattığı ıslahata devam edileceği bildirildi. Bu sırada Mısır meselesinin ikinci safhası Nizip mağlûbiyeti (24 Haziran 1839! ile vahim bir hal almıştı. Devlet ileri gelenleri arasındaki rekabet de iyice artmıştı. II. Mahmud'un cenaze merasimi sırasında. Meclis-i Vâ-lâ-yı Ahkâm-ı Adliyye Reisi Koca Hüs-rev Paşa. Başvekil Mehmed Emin Rauf Paşa'dan mühr-i hümâyunu zorla alarak kendisini sadrazam ilân ettirdi (2 Temmuz 1839).
Henüz Nizip bozgunundan haberdar olmayan padişah Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'yı affederek meseleyi çözmek istedi. Orduya ve donanmaya harekâtı durdurmaları için haber gönderdi. Köse Akif Efendi Çanakkale boğazı açıklarında bulunan Osmanlı donanmasına haberi verdikten sonra Mısır'a giderek Mehmed Ali Paşa'ya padişahın kendisini affettiğini bildirdi. Kaptanıderya Ah-med Fevzi Paşa ise rakibi olan Hüsrev Paşa'nın sadârete gelmiş olmasından çekinerek donanmayı Mısır'a götürüp Mehmed Ali Paşa'ya teslim etti (3 Temmuz 1839). Kısa bir süre sonra da Nizip mağlûbiyeti haberi İstanbul'a ulaştı. Osmanlı Devleti'nin ordusuz ve donan-
masız kalmasından cesaret alan Mısır valisi padişahla anlaşmaya yanaşmadı. Öte yandan İngiltere, Fransa, Rusya. Avusturya ve Prusya, verdikleri ortak bir nota iie Mısır meselesinin kendilerine danışılmadan çözülmemesini istediler (27 Temmuz 1839). Bu notanın kabul edilmesiyle Osmanlı tarihinde yeni bir dönem başlamış oldu. Böylece Osmanlı Devleti bir bakıma Avrupa devletlerinin vesayeti altına girdi.
Bu sırada Londra ve Paris'te Osmanlı Devleti'ndeki ıslahat hazırlıkları ve getireceği faydalar konusunda temaslarda bulunan Hariciye Nâzın Mustafa Reşid Paşa derhal İstanbul'a döndü. Mısır meselesinde Avrupa'nın yardımının sağlanması için onları memnun edecek bir reform programının ilânına genç padişahı razı etti. Mustafa Reşid Paşa, bizzat hazırladığı Gülhane Hatt-ı Hümâyunu veya "Tanzimat Fermanı" adı verilen reform programını, bütün cemaat liderlerinin ve yabancı devlet sefirlerinin huzurunda okudu (3 Kasım 1839). Tanzimat devrini açan bu belge, millî hâkimiyet prensibini kapsamamakla birlikte, şahsî ve mülkî emniyeti, bir kısım hakların korunması gibi esasları kabul ederek devlet ile fert arasındaki münasebetleri tayin edecek kanunların çıkarılacağını vaad ediyordu. Bazı iç ve dış olaylar sonucu ilân edilen Tanzimat Fermanı, keyfî idareye son vermeyi de amaçlıyordu.
Bu fermanın sağladığı uygun hava, bir Avrupa meselesi halini almış olan Mısır meselesinin çözümünü kolaylaştırdı. İngiltere'nin teklifi üzerine beş büyük devlet Londra'da bir araya geldiler. Mısır valisini destekleyen Fransa dışarıda bırakılarak İngiltere. Rusya, Avusturya ve Prusya arasında Londra Antlaşması imzalandı (15 Temmuz 1840). Mısır valiliği veraset yolu ile Mehmed Ali Paşa'ya bırakılarak işgal ettiği topraklar ve Osmanlı donanması geri alındı. 13 Temmuz 1841de yine aynı devletler Londra'da imzaladıktan Boğazlar Sözleşmesi ile Osmanlı Devleti'nin Boğazlar üzerindeki hâkimiyetini ve yabancı savaş gemilerinin Boğazlar'dan geçemeyeceği esasını kabul ettiler. Devletin ıslahat işleriyle meşgul olduğu bir sırada. İngiltere ve Fransa'nın Ortadoğu'da giriştikleri nüfuz mücadelesi yüzünden Suriye ve Lübnan olayları patlak verdi (1845). Hariciye Nâzın Şekib Efendi Beyrut'a gönderilerek durum yatıştı-rılmaya çalışıldı.
259
ABDULMECIO
Avrupa'da başlayan 1848 ihtilâlleri sırasında Avusturya'ya karşı istiklâl mücadelesi veren Macar milliyetçileri Türkiye'ye sığındı. Avusturya ve Rusya'nın harp tehditlerine rağmen, Abdülmecid'-in mültecileri iade etmemesi Avrupa'da Osmanlı Devleti lehine büyük yankı uyandırdı. Bu ihtilâller Eflak-Boğ da n'a da yayıldı ve mesele. Ruslar'la yapılan Baltalimanı Antlaşması (1 Mayıs 1849) ile geçici bir sonuca bağlandı. Fakat bir süre sonra ortaya çıkan "mukaddes mahaller meselesi" Osmanlı Devleti ile Rusya'yı savaşa sürükledi. Kudüs'teki Katolikler'! himaye etmek için müracaatta bulunan Fransa'ya karşı, Rusya da Or-todokslar'ın haklarını korumak iddiasıyla harekete geçti. Babıâli'ye verdiği bir nota ile Ortodoks Osmanlı tebaasına geniş haklarla birlikte bunların himaye hakkının da kendisine verilmesini istedi. Osmanlı hükümeti bunu reddedince Eflak-Boğdan'ı işgal etti. Bunun üzerine Rusya'ya savaş ilân edildi (4 Ekim 18531. Tarihe Kırım Harbi olarak geçen ve 30 Mart 1856'da imzalanan Paris Muahedesi ile son bulan bu savaşta İngiltere. Fransa ve Piyemonte Osmanlı Devleti'nin yanında yer aldı. Avusturya ve Prusya ise tarafsız kaldı.
Savaşta ordularıyla yardım eden müttefikler, Abdülmecid'den Tanzimat Fer-manı'nı teyit eden ve onu tamamlayan bir ıslahat fermanı almaya muvaffak oldular. Fransız ve İngiliz elçileriyle sadrazam ve şeyhülislâmın birlikte hazırladıkları Islahat Fermanı, Paris Kongresi başlamadan padişah tarafından ilân edildi (18 Şubat 1856). Osmanlı tebaası gayri müslimlere, savaştan önce Rusların teklifinden daha fazla haklar veren ve Batı sermayesinin Türkiye'ye girmesini kolaylaştırıcı hükümler taşıyan Islahat Fermanı, Paris Muahedesi'nde de zikredildi. Böylece ıslahat konusunda. Batılı devletlere müdahale etme hakkı verilmiş oldu. Buna karşılık Osmanlı Devleti'nin, diğer devletlerin teminatı altında toprak bütünlüğünü koruma ve Avrupa devletleriyle eşit haklara sahip olma prensibi kabul edildi.
Abdülmecid dönemi ıslahat tarihi açısından büyük önem taşır. Padişah, ilân ettiği fermanlara sadık kalarak, çeşitli unsurları eşitlik prensibi içinde ve Osmanlıcılık fikri etrafında birleştirmeye çalıştı. Fakat özellikle gayri müs-lim unsurlarda uyanan milliyetçilik duygularının Islahat Fermanı'nın getirdiği imtiyazlarla desteklenmesi, dinî. iktisa-
dî ve millî haklara kavuşan azınlıkların Batılı devletlerce de himaye edilmeleri, böyle bir birliğin kurulmasını imkânsız hale getirdi.
Abdülmecid'in de önceki padişahlar gibi kendi üstünde tanıdığı tek kuvvet şeriattı. Bütün icraatını ve iradesiyle yaptığı yeni düzenlemeleri şeriata uygun yapmak zorunda olduğu inancıyla hareket ediyordu. Diğer taraftan Abdülmecid. devlete devrinin şartlarına uygun bir düzen vermekten başka çare bulunmadığına da inanmıştı. Islahatçı düşünceye sahip devlet adamlarını desteklemesi de bundan dolayı idi. Onlar umumi idarede yeni düzenlemelere giderken, kendisi de eski padişahların tâbi olduğu bazı gelenek ve usullerde yenilik yapmaya çalıştı.
Abdülmecid. başta demiryolları olmak üzere Batı memleketlerinde bulunan bütün medeniyet vasıtalarını almak azminde idi. Avrupanın hükümet şeklini de incelemişti. Avusturya'nın mutlaki-yet idaresini, Fransa'nın meşrutî krallık
sistemine tercih ettiğini söylüyordu. Padişahlık ve hilâfet konusundaki fikirleri kendisinden önceki padişahlardan farklı değildi. Hilâfet ve saltanatın Allah'ın ihsanı olduğuna inanmakta idi. Bundan dolayı Osmanlı İmparatorluğu "Me-mâlik-i Mahrûsa-i Şahane", Osmanlı tebaası da "vedîa-i ilâhiyye" olarak kabul edilmekte idi. Mülk ve tebaasını idare etmek hususundaki haklarının "hukök-ı saltanat-ı seniyye'yi teşkil ettiğine kani idi. Bu sebeple bütün memurları tayin ve azletme yetkisine sahipti.
Abdülmecid. padişahların sarayda kapalı kalma geleneğine son vererek zaman zaman halkın arasına katıldı ve onların meseleleriyle ilgilendi. Ara sıra Babıâli'ye giderek vekiller heyetinin toplantılarına katıldı. Her yıl Meclis-i Vâlâ'yı bir nutukla açmayı âdet haline getirdi. Sık sık kışlaları ve tersaneyi teftiş etti. Camilerde verilen icazet merasimlerinde, askerî ve rüşdiye okullarında yapılan imtihanlarda hazır bulunarak talebeye ve hocalara teşvik edici
260
ABDULMECİD
sözler söyledi. Halkın ihtiyaçlarını yerinde görmek ve şikâyetlerini dinlemek için memleket içinde bazı seyahatlere çıktı. 25 Haziran 1844'te İzmit, Mudanya, Bursa. Gelibolu, Çanakkale ve Ada-lar'ı ziyaret etti. 29 Nisan 1846da Rumeli gezisine çıktı. Aynı yılın temmuzunda Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın bir ay süreyle İstanbul'u ziyaretini kabul etti.
Abdülmecid. eski padişahların uyguladıkları bazı kuralları da değiştirdi. Yabancı elçilerin padişahla siyasî konular üzerinde görüşmeleri âdet değilken, Kırım Harbi arefesinde elçilerin görüşme taleplerini kabul etmeye başladı. Bundan böyle elçiler randevu alarak padişahla görüşme imkânı buldular. Yalnız İngiliz elçisi Stradford Canning randevu almadan padişahla görüşebiliyordu. Bu elçinin padişah nezdinde nüfuzu o kadar fazla idi ki diplomatlar tarafından kendisine "taçsız sultan" lakabı verilmişti. O zamana kadar Avrupa hanedan mensuplarının ziyaretleri iade edilmezken, Abdülmecid Fransız elçiliğine giderek Prens Napolyon'un ziyaretini iade etti. Yine onun zamanına kadar Osmanlı padişahlarınca nişan verilir, fakat alınmazken ilk defa o. Fransız İmparatoru III. Napolyon'un "Legion d'honneur" nişanını kabul ederek bu geleneği de bozdu. Yine bu vesile ile Fransız elçisinin 4 Şubat 1856'da verdiği baloya katıldı.
Abdülmecid, II. Mahmud'un kurduğu başvekillikten vazgeçerek sadrazamlık makamını yeniden tesis etti. Yirmi yıllık saltanatı süresinde yirmi iki sadrazam değiştirdi. Karakter itibariyle hissî ve alıngan olan padişah, mizacına uygun düşmeyen nüfuzlu sadrazamları azlederdi. Ayrıca çevresinin tesirlerine kapılır, kadınlarının, kızlarının ve damatlarının telkinleriyle hareket ederdi. Padişahı sadrazam değiştirmeye sevkeden başlıca sebeplerden biri de dış müdahale idi. Tanzimat'tan sonra Avrupa devletlerinin müdahalesi arttı. İngiltere ve Fransa'nın İstanbul'daki elçileri padişaha akıl hocalığı yapmak hususunda çetin bir mücadeleye giriştiler. Osmanlı devlet adamları da İngiliz ve Fransız taraftarı olarak ikiye ayrıldı. Mustafa Re-şid Paşa İngiliz, Âlî, Fuad, Kıbrıslı Mehmed ve Serasker Rıza paşalar da Fransız taraftarı idi. Abdülmecid İngiliz ve Fransız hükümetlerinin İstanbul'daki elçileri vasıtasıyla yaptıkları baskı derecesine göre bu iki gruptan birini iktidar
mevkiine getirirdi. Elçilerin devlet işlerine ve en çok sadrazam azil ve tayinlerine müdahaleleri o dereceye vardı ki, Osmanlı Devleti Fransa ve İngiltere nezdinde şikâyette bulunmak zorunda kaldı. Bu devletler elçilerine talimat göndererek müdahaleden kaçınmalarını istediler. Bu karardan pek çok Osmanlı paşası memnun olmadığı gibi elçiler de talimata aldırmadılar.
Abdülmecid döneminde şeyhülislâmlar Meclis-i Vükelâya katılmakla birlikte politik nüfuzları büsbütün azalmıştı. Bundan dolayı sık sık sadrazam değiştiği halde, bu dönemde sadece dört defa şeyhülislâm değişti. Devlette en yüksek maaşı, yüz bin kuruş ile şeyhülislâm alıyordu. Nizamiye askerinin başında bulunan serasker, ayrıca kara kuvvetlerinin de kumandanı sayıldı. Sadrazamların "serdâr-ı ekrem" unvanıyla sefere gitmeleri ve askere kumanda etmeleri usulüne son verildi. Bâb-ı Seraskerrnin nüfuzu arttı. Seraskerlik rütbesi, sadrazamlık ve şeyhülislâmlıkla aynı seviyeye getirildi. 1845'te Zabtiye Müşirliği kurularak İstanbul'un ve eyaletlerin asayişi bu makama devredildi.
Abdülmecid devrinde ayrıca. II. Mah-mud zamanında kurulan meclislerin ve nezâretlerin sayıları arttırıldı. Her türlü idarî ve kazaî işlerin yüksek karar mercii olan Dîvân-ı Hümâyun önemini kaybetti. Onun yerini nazırların teşkil ettiği Meclis-i Hâs veya diğer adıyla Meclis-i Vükelâ aldı. Babıâli'de sadrazamın başkanlığında Adliye reisi. Hariciye nâzın. Maliye nâzın, Hazîne-i Hassa nâzın, Ev-kaf-ı Hümâyun nâzın Ticaret nâzın, Zabtiye müşiri, Sadâret müsteşarı. Valide kethüdasından oluşan Meclis-i Hâs'ın önemi arttı. 1850'de, bu meclise giren memurların padişaha ve devlete sadakatle hizmet edeceklerine dair yemin etme usulü getirildi. Bu usul giderek diğer memuriyetlerde de yayıldı.
1853 yılında Meclis-i Âlî-i Tanzimat kurularak Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Ad-liyye'nin kanun yapma yetkisi bu meclise verildi. 1843'te Meclis-i Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî genişletildi. Topçu sınıfını düzenlemek üzere Meclis-i Tophâne-i Âmire, eğitim işlerini teşkilâtlandırmak, yürütmek ve kontrol etmek için de 1845'te Meclis-i Maârif-i Umûmiyye kuruldu. 1856 yılında Maarif Nezâreti'nin teşki-liyle meclis bu nezârete devredildi. Malî konulan incelemek ve gerekli teklifleri yapmak için de 1846 yılında Meclis-i Mâliyye kuruldu. Islahat işlerini düzen-
Dostları ilə paylaş: |