Âdem ile havva'nin vücudumuzdaki yeri Âdem ile havva'nin yaradilişI Âdem ilk insan ve ilk peygamberdiR



Yüklə 2,44 Mb.
səhifə11/40
tarix30.05.2018
ölçüsü2,44 Mb.
#52080
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   40

HER NEFS ÖLÜMÜ TADACAKTIR

Peygamber Efendimiz bir hadislerinde: “Küllü nefsin zaikatül mevd”“Her nefs ölümü tadacaktır.” buyurmuştur. Dikkat edilecek olursa,ölecektir demiyor, ölümü tadacaktır diyor. Şu halde, evvelâ nefs nedir ki, ölmüyor?

Nefs, kişinin özüdür. Nefs kişinin, kendine nisbet ettiği ef’âli, sıfatı, zâtıdır. Yedi sıfat-ı subûtiyesinden, bedensel olan zâhir hizmetlerine, ikilik halinde Hakk’tan uzak oluşuna süflî nefs, Ulûhiyetteki rûhun emri doğrultusundaki, zâhir ve bâtın hizmetlerine de mutmain olmuş nefs diyoruz.

Nefsin tanımı, yalnız kişiye ait nefsin tanımı olmayıp, bütün varlıklardaki özün tanımı olmalıdır. Zira Peygamberimiz: “Allah evvelâ benim nefsimi yarattı” buyuruyor. Bu nefs, küllî nefs idi.Bütün varlıklarda, isti’dâdlarına göre tecellîsini gösterdi. Esfel olan bu dünya yüzünde, irfâniyetsizlikten mütevellit, esmâ ve sıfatları ayrı görmesi nedeniyle onu, zulmanî perdeler içinde, Rabbinden ayrı bıraktı. Bir kişinin, bu cehâlet ve gayriyet bataklığından kurtulabilmesi için, bir kâmil eteğine tutunarak, süflî nefs vâdisinden çıkması lâzımdır. İşte, kendisinde ve bütün âlemde tecellî eden, Cenâb-ı Hakk’ın tahsili ve üç yüzünü görmesiyle, nefs terbiyesini yapmış olacaktır. Şu halde nefs öldürülmüyor. Yalnız terbiye ediliyor. Peygamberimiz “Nefsini bilen Rabbini bilir” buyurmuşlardır. Dikkat edilirse burada da nefsini bilen Allah’ı bilir demiyor, Rabbini bilir buyruluyor. Çünkü mutlakiyeti ile Allah bilinmez. Allah, Rubûbîyyetine tecellî edince, kulluk mertebesinde Rabliği ile bilinir.Allah’ın Rubûbîyyetinin 1-Nübüvvet yönü 2- Kulluk yönü olarak iki yüzü vardır. Rabbini bilmeyen Allah’ı bilemez.

Kişinin nefsi olan özünü bilmesi,bütün varlıklarda tecellî eden Rabbinin zuhûrunu da bilmesi ve görmesi demektir.Şu halde nefsimiz olarak bildiğimiz  Hakk’ın bizlerdeki tecellîsini,zâhir olan vücûd kafesinde hapsolduğu için ve idrâk edemediğimizden göremiyoruz. Cenâb-ı Hakk insanın vücûd kafesinde kendisini gizlemiştir.“ Kullarım beni selamete çıkarırlarsa ben de onları ebedî saadet yurdu olan bâkiliğe kavuştururum, yok onlar beni bu beden kafesinden, irfâniyet ve kemâlâtları ile  salıvermezlerse, cehâletlerinin gereği olarak,ikilik içinde, Cehennem’de yaşayıp duracaklardır” diyedir. İşte ölmezden evvel ölünüz emri bunun için verilmiştir.Maide Sûresi 35.âyetteEy îmân edenler, Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya vesîle arayın, O'nun yolunda cihad edin ki, mutluluğa erebilesiniz” buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi, bir İnsan-ı Kâmile gidip, nefsimizi tanıyıp, nefs terbiyesini yaparak, Allah’a kavuşmanın farz olduğu anlaşılmaktdır. Bir kişinin, kendi bildikleriyle veya kitaplar okuyarak  nefsini tanıması ve terbiye etmesi mümkün değildir.  

İnsan-ı Kâmilde nefs terbiyesini yapanlar kurtulmuş, tahsil yapmayanlar maalesef esfel olan süflîyyât vâdisinde kalmaları nedeniyle kurtulamamışlardır.

Bu fiziksel olan bedenimiz fânîdir. Bunun hizmetinde bulunmak da fânîliği gerektirmektedir. Sîret vücûdumuz olan rûhsal yönümüz bâkidir, bunun hizmetinde bulunmak da bâki olacaktır. Bâki olan sîret vücûdumuz için, ölüm de yoktur. Ne kadar onun hizmetinde bulunursak o nisbette,selâmete çıkmış oluruz.Bu âlemde, en fazla % 49 fiziksel bedene hizmet etmek lâzımdır. Bunun ne kadarını aşağıya çekebilirsek o kadar manevîyatımız kuvvetleniyor demektir. En az da %51 rûhsal lâtif bedene hizmet etmelidir.Yoksa, bu gönül fabrikasındaki idare amiri, fiziksel bedeni birinci planda mütalaa edeceği için, hiçbir zaman süflîyyât vâdisinden kurtulması mümkün olmayacaktır.

Her kişi kendisini sorgulasın. Yaşantısında birinci plânda dünya işlerini yapıyor ve gayret gösteriyorsa,bilsin ki süflîyyât vâdisinde olmaktan mütevellit  üzüntü, keder, stres, alamadım veremedim gibi bir çok dertler içinde kıvranmakta ve  bu kişi yaşadığı müddetçe dünyada iken bile Cehennem’de yaşamaktadır. Elbette Âhirette de,yaptığı ibâdetler yeterli puan alamadığı için, murâdına eremeyecektir.Birinci plânda Allah’ı düşünerek, yaptığı bütün ameller Allah için ve Allah’ın rızasını kazanmak içinse, onun gönlünde Hakk’a yaklaşmaya bir nûr bağı olacak, her tecellînin Hakk’ın olduğunu bilecek, her olayı Hakk gözlüğüyle görmek onu mutlu edecektir. Yaptığı ibadetler saadet ve refah içinde yaşamasına vesîle olacağı için, süflîyyât vâdisindekiler gibi dünyada Cehennemini yaşamayacak, dâima kendisini Cennet’te hissedecektir. Âlem-i Âhirette de bu güzel halleri sıfatlara bürüneceği için Cennet’te olacaktır. Çünkü, dünya Âhiretin tarlasıdır. Dünyada gönül tarlana ne ekersen mahsul zamanı onu biçersin.

Gelin kardeşlerim gönlümüzün tarlasına, hiç olmazsa % 51 rûhaniyet mahsulünü ekmeye gayret gösterelim. Dâima zikirden, fikirden, şühûdlardan ayrılmayalım. Allah bütün kardeşlerime kolaylıklar ihsân etsin. Âmin.

 

                       HİCRET



 

Peygamber Efendimizin, Mekke-i Mükerreme'den, Medine-i Münevvere'ye gitmesine hicret denilmektedir. Mekke müşriklerinin peygamberimizi ve dolayısıyle de, inananları rahatsız etmeleri nedeniyle, evvelâ Peygamberimiz ve Ebubekir Hazretleri Medine’ye hicret etmişler, bunu takiben de, Allah ve Resulüne inananlar Medine’ye göç etmişlerdir. Bu göç edenlere ‘muhacir’, muhacirlere ev  ve gönüllerini açan Medine ahâlîsine de‘ensar’ denilmektedir. Mekke’de iken İslâmiyet, lâyıkıyle yayılmazken, Medine’ye hicret edilince, İslâmiyet çığ gibi yayılmağa başlamıştır. Zâhirdeki  hicretle İslâmiyet çok şeyler kazanmıştır.

Bizler de nefis âleminden rûh âlemine hicret yaptığımızda çok şeyler kazanmış olacağız. Nefis âlemindeki kişiler, dünya meşgaleleri,stresler vb.gibi bir çok müşküller yüzünden rahatsız olmakta huzursuz ve mutsuz bir yaşam sürmektedirler. Peygamberimizin Medine’ye hicret edip de  huzur ve mutluluğa ermesi gibi,bizler de Peygamber vârisi bir Mürşîd-i Kâmil vasıtası ile rûh âlemine hicret ettiğimizde, ikilikteki huzursuzluk ve mutsuzluğumuzun sona erdiğini göreceğiz.

Kur’ân-ı Kerîm de Mekke âyetleri ve Medine âyetleri olarak iki yerde nâzil olmuştur. Mekke’de nâzil olan  âyetler bizlere i’tikad,amel ve nefisle mücadele metotlarını öğretmektedir. Her türlü ikilikteki Allah’ın bütün tecellîlerini öğrenmemizi ve cihad etmemizi emretmektedir. Medine’de nâzil olan âyetlere baktığımız zaman da,Allah’ın Vahdâniyyet deryasında yaşam biçiminin uygulanması ve her varlıktaki Cenâb-ı Hakk’ın fark dediğimiz şeriat gözlüğü ile şuhûd ederek, mutluluk ve saadet içinde dâimliği göstermektedir.

Şu halde Cenâb-ı Hakk bizlerden,Mekke ahâlisi olan nefis diyarından, Medine olan rûh diyarına hicret etmemizi istiyor. Bu da Ebubekir'in, Resûlullah'a tâbi olarak Medine’ye hicret ettiği gibi, O’nun vârisleri vasıtasıyla ve elbette bir merâtible mümkündür.

Kul ayrı, Allah ayrı iken,sefere çıkan bir sâlik,üç günlük ef’âl, sıfat ve Zât yolculuğunu yaparak hicret eder.Allah kuluna şah damarından daha yakındır. O halde hicret  de kişinin kendinden kendine yaptığı bir seferdir. Yunus Emre'nin “Şeriat tarîkat yoldur varana, hakîkat mârifet ondan içeri” buyurdukları gibi bu yol ilim ve irfâniyet yoludur. Hakk ve hakîkata hicret etmeyenler, ibâdetlerinde taklîdden öteye geçemedikleri için huzur ve mutluluğa kavuşamamaktadırlar.  Onun için bu dört ilmin zâhir ve bâtınını tahsil edip, yaşamak gerekir. İşte o zaman hicret edilmiş olacağından Resûlullah Efendimizin Medine’ye hicretinden sonra İslâmiyetin hızla yayılması gibi, bizlerin de gönül âlemine intikalimizle çok büyük zevk ve tebdilâtlarla mutluluğa  sahip olacağımız muhakkaktır. Harabi Hazretleri bir ilâhîsinde şöyle buyurmaktadır:

 

Şer'i şerif inkâr edilmez amma

Şeriat var şeriattan içeri

Tarîkatsız Allah bulunmaz amma

Tarîkat var tarîkattan içeri

 

 Gördüğün şeriat şeriat değil



Gittiğin tarîkat tarîkat değil

Hakîkat sandığın hakîkat değil

Hakîkat var hakîkatten içeri

 

Gel vech-i Harabi'ye eyle dikkat



Hakk’ın cemâlini görmek istersen rü’yet

Sadece Hakk var demek değildir mârifet

Mârifet var mârifetten içeri.

 

Demek ki,şeriat yalnız şekil olarak yapılan ibâdetler, emir ve yasaklardan ibaret değildir. Cenâb-ı Allah“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmekliğimi murat ettim.Bu halkı halk eyledim” buyuruyor. Zâtından halk dediği, bu Muhammed sıfatlarına tecellî ederek,onlardan da fiilleriyle kendisini şerh etmesi şeriattır. Her ne kadar şeriat Allah’ın emir ve yasakları ise de,tafsilât-ı Muhammediyye'de, Cenâb-ı Hakk’ın fark tecellîsini açığa çıkarmasından ibarettir.



Tarîkat da yol demektir.Bu yol ilim ve irfâniyet yoludur. İlim yolculuğuna da tarîkat denir.Tarîkat, bizlerde ahlâk ve edeb güzelliğini tesis eder.Bu da ef'al-i İlâhiye ve sıfat-ı İlâhiye zevkini tadanlarda hâl ile kendisini gösterir. Yoksa isim olarak söylenen şu veya bu tarîkat şeyhlerine tâbi olmak değildir.

Hakîkat ise Kur’ân’ın veya insanın sırlarına vâkıfiyettir. Her şeyin hakîkatini bilmek ve olmaktır.Her şeyin hakîkatini ilimle bilmek değil, bizzat kendinden kendine şuhûd ve müşâhede etmektir. Eşyanın hakîkati ef'al-i İlâhîyedir. Ef'alin hakîkati esmâ-i İlâhiyedir.Esmânın hakîkati sıfat-ı İlâhiyedir.Sıfatın hakîkati de Zât-ı İlâhiyedir. Şu halde,eşya Hakk değil, eşyanın hakîkati Hakk’tır. İşte bunu böyle zevk edebiliyorsak hakîkat içindeki hakîkati de zevk etmiş oluruz.

Mârifet zâhirde,az bir işi veya bir fiili mârifetiyle çoğaltmak, sanatın üstünlüğünü göstermekte ise de, mârifet sıfat ve esmâ ilmidir. Cenâb-ı Allah’ın Zâtından cemâdât, nebâtât, hayvânât ve insanlar mazharlarından nâmütenâhi esmâlar alarak,şeklinde, renginde, tadında, kokusunda, tabiatlarında, sonsuz değişikliklerle  ressamlığını, mühendisliğini, nakkaşlığını sergilemesidir. Görüldüğü gibi şeriat basamağından dört merdiven çıkarak yani hicret ederek, nefis müşrikliğinden kurtulup, Medine’de ensarın arasında mutluluğa kavuşmak bizim hicretimiz olacaktır.Cenâb-ı Hakk bütün kardeşlerime bu hicreti nasîb etsin. Âmin.

 

            HIZIR (A.S.) KİMDİR 



Hızır demek “hazır” demektir. Zâhir ve bâtın Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerine vâkıf olan merâtib-i hayat sahibidir. Bu Cenâb-ı Hakk’ın tecellîleri olan zâhir ve bâtın, bütün müşküllerimizi halleden, Allah’ın görevli kıldığıdır.Bu ne demektir? Tevhîd mertebelerinin taamına vâkıf olup, esfel olan bu dünya üzerinde ikilikte bulunanlara, her an hâzır ve nâzırlığı ile yol gösteren, onların sırat-ı müstakîmde ilerlemeleri için her ne gerekiyorsa yardımcı olan Allah’ın mübârek kullarındandır.Sûret ve esmâ yönü ile bu âlemden göçseler bile, letâfet âleminde de rûhların seçilmişlerinden olmaları nedeniyle diri olarak  dâima görevdedirler. Onlar bizler gibi fiziksel bedenle kayıtlı değildirler. Tayy-ı zaman ve tayy-i mekân olan zamansızlık ve mekânsızlık durumunda oldukları için, bir vakitte bir çok yerde bulunmaları mümkündür. Hatta bazı şuhûd ve keşif sahibi evliyâların bunlarla görüştükleri bilinmektedir. Kesâfet ve letâfet âlemlerine vâkıfiyetleri nedeniyle, bizlerin bilmediği bir çok sırlara ve olağanüstü mârifetlere Cenâb-ı Hakk tarafından sahip kılınmaşarı onların kesâfet ve  ervâh âleminde yetki sahibi olduklarını gösterir.

Dünya ve ukbâya ait Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerine vâkıf olmaları nedeniyle,insanlar tarafından, bazen Hakk Mürşîdi, bazen Hızır,bazen de evliyâ olarak vasıflandırıldıklarını görüyoruz. Bunların hepsi de doğrudur. Kur’ân-ı Kerîm’de Kehf Sûresinin 60 ilâ 83. âyetlerinde anlatılan  kıssadan da anlayabileceğimiz gibi,Ulûlazîm peygamber olan Musa (A.S.) ilm-i ledün sahibi olmasına rağmen bazı şeyleri göremezken, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği kerâmet-i kevniyye tecellîleriyle, Musa’nın göremediği bazı şeylere Hızır’ın vâkıf olduğunu göstermiştir. Halbuki Musa Ulûlazîm bir peygamber,Hızır ise bir velîdir.Musa’nın bilmediği kevniyye tecellîleri O’nda zuhûr etmemiş olsa idi  Cenâb-ı Hakk  gönderir miydi?

Onun için merâtib-i hayat olarak bilinen Hızır,bekâ âlemleri olan rûhlar âlemine vâkıfiyetleri nedeniyle, melekût âleminden, mârifet âleminden, lâhut âleminden bizlere kevniyye tecellîlerinden de haber getirirler. Onlar dâima hayydırlar. Gittikleri yerlerin yeşermesi de,gönüllere ekilen Muhammedî tohumunun yeşermesi gibidir. Zaten ancak diri olan  ölüyü diriltebilir. Yoksa ölü ölüyü diriltemez. Ölümsüzlük suyu olan ab-ı hayatı içmiş, nasibi olup da içmek isteyenlere de dâima içirmekte olan Allah’ın mübârek kullarıdır. Resûlullah Efendimiz bir Hadisinde: “Musa Hızır’a biraz daha sabretmiş olsa idi,O’ndan çok şeyler öğrenecekti.” buyurmuşlardır.

 

HIZIR İLE İLYAS’IN TAŞIDIĞI  MÂN 

Hızır, İlyas ve Zülkarneyn ab-ı hayatı (ölümsüzlük suyu) aramak için yola koyulmuşlar. Günlerce yolda yürümekten Zülkarneyn yorulmuş. Daha ileriye gidemeyeceğini söyleyince, Hızır ile İlyas, yollarına devam etmişler.Bir gün ab-ı hayata  kavuşmuşlar. Her ikisi de kana kana içmişler. Beraberinde getirdikleri kapları da doldurarak, geride bıraktıkları Zülkarneyn’in yanına gelmişler.Ona ab-ı hayatı bulduklarını, kana kana içtiklerin söylemişler. Beraberinde getirdikleri ab-ı hayattan  ona da vermişler. O da içmiş.İşte o gün bu gündür ölümsüzlüğe mazhar olan Hızır,kara parçasında,yani dünyada, İlyas ise denizlerde ve deryalarda,yani letâfet âleminde görevli olarak, bütün varlıklara ab-ı hayatı   içirmekle görevlidirler.

Hızır demek “hazır” demektir. Hızır, insanların  nefs âlemi, kesret âlemi olarak gördüğü bu fânî âlemde, her türlü müşkülleri halletmekle, insanların mutluluk, huzur, refah, irfâniyet ve kemâlât gibi Vahdâniyyet zevklerine sahip olmaları için görevlidir. Fiziksel bedenden beden ötesi ölümsüzlük âlemine geçmeleri için bir vesîledir. Onun için sâliklerin Hızırları da Mürşid-i Kâmilleridir. Çünkü bunlar, talip olanlara kendi insan-ı asliyyelerini buldururlar. Ölümsüzlük suyunu içirirler. Sâliklerin fânî olan  bedenlerine takılmamalarını, rûhsal lâtif bedenin ölümsüzlüğünü onlara öğrettikleri için  Hızırlarıdır.

İlyas da denizlerde ve deryalarda görevlidir.Deniz ve deryalardan kasıt, bekâ âlemi olan kişinin gönül âlemindeki, Cenâb-ı Hakk’ın Vahdet ve kesret yüzleriyle her an ayrı bir şe’nde tecellîsini Tevhîd yaparak, fark terazisiyle uygulama tahsilidir. Çünkü gören, görme ve görünen hep kendisi olduğu için, Cenâb-ı Hakk’ın varlığı ile varlıklanma  ölümsüzlük suyunun içilmesi demektir.

Günümüzde her Mayıs ayının altıncı günü, gençlerin yol ortasında ateş yakarak üzerinden atlamaları ve dilekte bulunmaları, deniz olan yerlerde de, bir şişenin içine çeşitli dileklerin yazılıp suya bırakılması kendilerindeki Hızır ile İlyas’tan haberdar olmamalarının  bir sonucudur.

Zülkarneyn ikinci elden ab-ı hayatı içtiği için Kur’ân’da Kehf Sûresi 85.âyetten 99.âyete kadar bahsedilen “Zülkarneyn evvelâ batıya, yani güneşin battığı yere,sonra doğuya, sonra da üçüncü bir yöne giderek oradaki Ye’cûc ve Me’cûc’ten şikâyet eden kavme, Hakk ve hakîkati anlatarak faydalı oldu.” denilmektedir. Günümüzde de Zülkarneyn gibi bir çok kâmillerden inanan kişilerin, irşâd olarak ölümsüzlüğe kavuştuklarını görüyoruz.

Aslında bir kâmil de, ikilikteki nefs vâdisinde olanlara Hızır görevini yapmakta, sâliklerin nisbî varlığını yok ederek, bekâda da İlyas esmâsıyla ab-ı hayatı ihvânlarına içirip durmaktadırlar. Hızır ile İlyas aynı kişiden tecellî edebileceği gibi ayrı kişilerden de aynı kemâlâtta tecellî edebilir. Yeter ki ab-ı hayatı yani ölümsüzlük suyunu içmiş bu kâmillerden her türlü ihtiyaç ve eksiklerimizi isteyelim, tamamlayalım. Zanda ve hayâlde yarattığımız Hızır ile İlyas’tan istekte bulunursak murâdımıza kavuşamayız.

 

          HZ. YUNUS  (A.S.)  KISSASI



Yunus (A.S.) Musul civarında,Ninova şehri ahalisine gönderilen İsmailoğullarından bir peygamberdir. Ahalisine otuzüç sene Hakk ve hakîkati anlattığı halde, kavmi O’na itaat etmedi.O da üç güne kadar kendine tâbi olmayışlarından mütevellit helâk olacaklarını söyleyerek kavminin arasından ayrılıp bir gemiye bindi.Gemide kur'a çekildi ve kur'a Yunus (A.S.)’a isabet etti. O’nu denize attılar. Cenâb-ı Hakk Yunus (A.S.)'a bir yunus balığının yutmasını tecellî ettirdi ve kırk gün yunus balığının karnında kaldı. Bu müddet içinde Yunus (A.S.) hep zikir yapıyordu.

Zikrinde “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke inni küntü minezzâlimin” diyordu.Yani “Noksan sıfatlardan münezzeh olan Rabbim, beni zâlimlerden bir daha eyleme” diye tesbih ediyordu. Saffad Suresi 139 ilâ 149. âyetlerde bu kıssa anlatıldıktan  sonra âyet-i kerime şöyle devam ediyor: “Biz onu açık bir sahaya attık.O hasta idi. Üzerine kabaktan bir ağaç gerdik. Kısa zamanda sıhhate kavuşarak kavminin yanına gitti. Kavminin yüzbin mevcûdu vardı. Yunus (A.S.)'ın kavminden ayrılırken söylediği sözler tahakkuk etmişti. Birinci günde,her taraf sararmış,ikinci günde kırmızılaşmış ve üçüncü günde de her taraf kararmıştı. Kavmi bunları görünce nedâmet duyarak tövbe edip Allah’ın birliğine inandılar. Kendilerinin arasına Yunus (A.S.)'ın geri döndüğünü görünce, hepsi îmân edip uzun seneler Yunus’la beraber o kavim mutluluk içinde yaşadılar.” Peygamber Efendimiz de bir hadislerinde “Mutluluk içinde en uzun yaşayan kavim, Yunus (A.S.)’un kavmidir”  buyurmuşlardır.

Anlatılanlar Tevhîdde,sâlikin  enfüsünde rûh Yunus’unun, beden balığının karnında kırk gün kalarak insan-ı asliyyesini bulması veya bir sâlikin Mürşîd-i Kâmil terbiyesinde kırk gün, yani zâhir ve bâtın beşerden on duygusu ile Tevhîd mertebesi olan dördüncü Makâma kadar İnsan-ı Kâmilin tahsilinde bulunmasıdır.

İnsan isyanlarda bulundukça rûhu dâima zulmettedir. Bir İnsan-ı Kâmile gelip nefsini terbiye ederek kendi diye bildiği varlığı Hakk’ın varlığında yok edebilirse, Yunus (A.S.)’un balığın karnındaki karanlıktan kurtulması gibi, rûh da bu ten zulmetinden kurtulmuş olur.Çünkü bu âlem deniz,ten balık, rûh da Yunus gibidir. Âfâkımızda ise ten balıkları yanı sıra can balıkları olan İnsan-ı Kâmiller de mevcuttur.Onlar senin ve benim gibi seçilmiş rûhânî Yunusları,Cenâb-ı Hakk’ın emriyle dâima yutuyorlar. Bizleri kırk gün kendi  terbiyelerinde,bizlere göre karanlık bir yerde  tutuyorlar. Sâlik bu terbiye müddetince nisbîyetlerinden kurtulup nefsini tanıyınca, Yunus gibi nedâmet duyarak “Ya Rabbim, beni artık zâlimlerden eyleme” diye dua etmiş olacaktır.

Cenâb-ı Hakk, yasak meyveyi yiyip“Ben nefsime zulmettim” dediğinde Âdem (A.S.)'i affettiği gibi, Yunus'u da  affederek selâmet sahiline çıkarıyor.Sahile çıktığında Yunus (A.S.) hasta idi. Yani henüz daha  kemâlâta gelmemişti. Bir zaman sonra kemâlât zuhûr eder. Kavmine döndükten sonra kavminden O’na îmân etmeyen hiçbir kişi kalmadı. Hepsi îmân ettiler. Çünkü Yunus aralarından ayrılırken, üç gün içinde îmân etmedikleri için helâk olacaklarını söylemişti.Onlar da bu zuhûrâtı gördüler.Birinci günde ef'al-i İlâhiyenin tecellîsi ile kendi varlıkları sararıp soldu. İkinci günü sıfatların mevsûfunun Hakk’a ait olduğunu gördüklerinde ne sevap ne de günah işleyememe varlıklarının can damarı olan kanlarının aktığını da gördüler. Güneş bile ziyasını kaybettiği zaman kızarır. Üçüncü gün ise, vücûdlarının  Vücûdullah olduğunu anladıklarında secdeye kapanarak Yunus (A.S.)'ın Rabbine îmân ettik dediler. İşte bir sâlikin de nefsinin mutmain olmasıyla, uzun seneler, mutluluk içinde Yunus (A.S.)'ın kavmini yaşaması budur.

Yunus (A.S.)'ın bu tesbihi ile dâima meşgul olalım. Vücûd ülkemizde a’za ve sıfat kavimlerimizin rûha olan idrâk tâbiliğini istiyorsak, ikilikteki nefis vâdisinden, teklik olan rûh vâdisine geçerek vücûd ülkemizde rûhu padişah yapmamız gerekmektedir.  Vücûd ülkesinde rûhumuz padişah olunca,bütün sıfat ve a’zalarımız da mutmain olarak onu en güzel bir biçimde açığa çıkaracaktır. Artık kulak Hakk ve hakîkati duyan, göz Hakk ve hakîkati gören olunca, hiçbir ihtilaf kalmayacağı için huzur ve saadet içinde yaşanmış olacaktır. Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerime Yunus (A.S.)'ın mutluluğu tattırsın. Âmin.

 

                     HZ. YUSUF KISSASI 



Müşriklerin önde gelenlerinin  Resûlullah Efendimize  Yusuf kıssası ile ilgili olarak Yakub(A.S.)un Şam’dan Mısır’a ne için göç ettiğini sorması üzerine Yusuf Sûresi nâzil olmuştur. 

Bir gün Yusuf babasına “Babacığım ben rüyamda on bir yıldızla ay ve güneşi bana secde ederlerken gördüm” dedi. On bir yıldız kardeşleri idi. Bunlar zâhirdeki  1-İşitmek 2-Görmek 3- Koklamak 4-Tatmak 5-Dokunmak duyguları ile bâtındaki 1-Hissi müşterek 2-Hayâl 3-Vehim 4-Hafıza 5-Haset  6-Gazap idi. Ay ise Yakub’un  eşi olan nefsi,güneş de babası Yakub (A.S.) dur. Yusuf  rüyasında kardeşlerini yıldız sûretinde, babası Yakub’u güneş sûretinde,Yakub’un eşini de ay sûretinde görmüştür. Bunların cümlesinin Yusuf’a secde etmeleri, ileride Yusuf’un cümlesine Sultan olacağına işarettir.Çünkü rûh veya ‘Can Yusufu’ zâten vücûd mülkünün sultanıdır. Fakat kemâle gelmeden bunu idrâk etmesi mümkün değildir.

Yusuf Sûresi 5.âyetinde Babası:" Yavrum, rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar; çünkü şeytan, insana belli bir düşmandır” buyrulmuştur. Babası Yakub Yusuf’un rüyasından sonra O’nun küllî bir isti’dâda sahip olduğunu görünce, peygamber vârisi olacağını anladığı için diğer kardeşlerinden fazla sevmeğe başladı. Kardeşleri de bunu gördükleri için tuzak kurdular. Babalarına gelerek dediler ki: “Ey babamız sen bize neden inanmıyorsun, onu bizimle kıra gönder de bol bol yesin oynasın. Şüphesiz ki biz onun koruyucularıyız” dediler. Yakub dedi ki: “O’nu götürmekle hem beni tasaya düşürürsünüz hem de gafil bulunurken O’nu kurda yedirmenizden korkarım.” dedi. Zira Yakup bir gün rüyasında dağın başında Yusuf’a  on kurdun birden hücum ettiğini, Yusuf’un aralarında kaybolduğunu gördü Onun için onlara“Kurt yemesinden korkarım” dedi.

Elbette bir kişi nefsin isteklerine uyarsa, nefs-i emmâre olan kurda kaptırmış olur. Kardeşleri Yusuf’u kıra götürdüler. Ve kuyuya attılar. İşte bizlerdeki can Yusufunun bu beden kuyusuna atılmasıyla,esfel-i sâfilîn olan bu dünya bataklığından, Hakk ve hakîkat ticareti yapan İnsan-ı Kâmil’in himmetiyle,Tevhîd kervanından bir sucunun kuyudan su çıkarması sonucu vesîle olarak kardeşleri tarafından kervancı başına satılması zuhûr etmiştir.

Yusuf kuyuya atılınca Cebrail hemen ona beyaz bir gömlek giydirmek sûretiyle O’nu boğulmaktan kurtarmıştır.Bu gömlek, İbrahim (A.S.)'i Nemrut tarafından ateşe atıldığında ateşten koruyan Tevhîd gömleği idi. Beden varlık kuyusuna atılan Can Yusufu kervancı başı olan Mürşid-i Kâmil’e pul olup satılmıştır. Mısır ülkesine doğru, kervanda yol alan bir köle olarak yolunda ilerlemeye devam etti. Hasan Basri Hazretleri “Yusuf kuyuya atıldığında tam oniki yaşında idi. Babası ona kırk sene sonra mülâki olmuştur” buyurmakla, bir sâlikin akıl baliğ olduktan sonra, Hakk’ta Hakk olup, kalb sahibi olarak zuhûra gelişini ifade etmektedirler.

Peygamber Efendimiz de bir hadislerinde “Yusuf’u kardeşleri sekiz cevize sattılar” buyurdular. Bu, sekiz sıfat-ı subûtiyenin nefs-i emmâre tahakkümünden Mürşid-i Kâmil emrine bir anlaşma ile verilmesi demektir. Kervanla Mısır ülkesine varıldığında Maliye Nazırına köle olarak satılması ile Züleyha ile karşılaştı. Züleyha bir padişahın kızı idi. Rüyasında çok güzel bir erkek gördü. “Sen kimsin” dedi. O da “ben Mısır padişahıyım” dedi. Züleyha bu rüyanın te’sirinde kaldı.O’nun bu halini görenler “Bu âşık” diyorlardı.Kendisine evlenmek için talip olanların da bütün tekliflerini reddediyordu. Bir gün Mısır padişahının yanına gitti. Rüyasında gördüğünün o olmadığını görünce üzüldü. Gâipten bir ses “Üzülme kızım, günü gelince o gördüğüne kavuşacaksın” dedi. İşte o zaman şükür secdesi yaptı. Yusuf’la karşılaşınca rüyasında gördüğünün o olduğunu anlayıp O’nun güzelliğinden mütevellit ona sahip olmak istedi. Çok diller döktü, ama sahip olamadı. Zorla sahip olmak istediğinde de gömleğini arkadan yırttı. Gömleğin önü rûh tarafı, arkası da nefs tarafını remzeder. Tevhîd gömleğinin arka tarafından yırtılması nefsin onu yırttığını gösterir.

İşte kul Allah’a tam yönelince, Tevhîd gömleği arka tarafından yırtılır.Sad Sûresi 83.âyette Ancak içlerinden ihlâs ile seçilmiş has kulların müstesna’ dedi” buyrulmuştur. İşte burada da görüldüğü gibi Şeytan Yusuf’u yolundan saptıramamıştır. Züleyha’nın karşısına o anda kocası çıkınca Züleyha yalan söyleyerek efendisine “Bu köle benim nefsimden murad almak istemiştir” dedi. Gömleğin arkasından yırtılmasını gören efendisi ise durumu anlamıştır.

Züleyha’nın Mısır kadınlarına imtihanına gelince, şehirdeki bir kısım kadınlar Azizin karısının kölesi olan Yusuf’un nefsinden murad almak istediği söylentisini duyunca “Bu kadın apaçık bir sapıktır” dediler. Şehirdeki kadınlar nefsin kuvveleridir. Burada Yusuf rûhu, yani Allah’ın emirlerine itaatı ve yasaklardan kaçınmayı, Züleyha  dünya ve nefsi, şehvet ve arzuları, Mısır azizi de dünyaya meyyal olan Züleyhalara söz geçiremeyen dünya adamlarını remzetmektedir. Züleyha şehirdeki bütün kadınları topladı ve her birine tabak içinde elma ile bıçak verdi. Yusuf’a da karşılarına çıkmasını söyledi.Karşılarına çıkan Yusuf’u görünce bütün kadınlar Yusuf’un güzelliğinden kendilerini kaybederek önlerindeki elmaları kesecekleri yerde ellerini kestiler. “Bu bir insan değil sanki bir melektir” dediler. Rûhun nurunu görenlerin elbette fiillerin fâilini Allah’a nisbet ederek kendilerine nisbetleri kesilecektir. Yusuf’u dedikodular kesilinceye kadar  zindana attılar.

Zindanda iki arkadaşı vardı. Onlar Yusuf’a rüya gördüklerini söyleyerek tâbir yapmasını istediler. Biri “Ben rüyamda şarap olacak şırayı sıktığımı görüyorum” dedi. Diğeri de “Rüyamda başımın üzerinde ekmek taşıdığımı ve bu ekmekten kuşların yediğini görüyorum” dediler. Yusuf rüya tabirinde, biriniz efendisine  şarap sakîliği yapacak, diğeri ise zindandan çıkınca asılacak ve kuşlar başından yiyecek dedi.Şarap aşkı remzeder. Vehbî ilimle Fenâfillâh olup Hakk’a vâsıl olacağını ve padişah olan rûha hizmet edeceğini, diğerinin ise kesbî ilimle ef’âl,sıfat ve vücûdunun ifna olmasını bekâ kuşu olan Kâmilin de onun gayriyetlerini yiyerek Hakk’a kesbî bir ilimle vâsıl olacağını belirtiyor. Çünkü padişaha aşk  şarabını içiren şarapçıdır. Diğeri ise nefsten ayrılmayan beden şehrinin ekmekçisidir.

Yusuf, rüyasında şarap gören arkadaşına “Hapisten çıkınca sahibinin yanında beni hatırlat” demişti. Arkadaşının bunu unutması sonucu  Yusuf  yedi sene daha zindanda kaldı. Rûh Makâmında vücûdu talep etmek elbette yedi sıfat-ı subûtiyeden zuhûra gelesiye kadar zindanda kalmak demektir. Çünkü bu mertebede kul bâtın Hakk zâhirdir. Rûh Yusufu sıfatlanmadan kendini ispat edemez.

 

Mısır melikinin rüyası ve Hz. Yusuf’un tabiri:                      

Padişah “Ben rüyamda yedi semiz sığırı yedi zayıf sığırın yediğini ve yeşil yedi başağın da yedi kuru başağa sarılıp galip geldiğini gördüm” dedi. Yusuf bu rüyanın tabirinde “Âdetleriniz üzerine yedi sene tohum ekersiniz, mahsulün ancak yiyeceğiniz kadarının az miktarından maadasını başaklarında terk ediniz. Sonra bolluk senelerinden sonra şiddetli yedi sene kıtlık gelecektir. Şiddetli kıtlık senelerinden sonra da bereketli bolluk seneleri gelecektir” dedi. Yani normal bir kişinin nefsi doğrultusunda yedi sıfat-ı subûtiyesini kullanması bidâyette bolluk yıllarıdır. Sonra Kâmilin nefs terbiyesinin ardından sâlik,yedi semiz nefs sıfatlarının, rûh sıfatları olan zayıf yedi sığır tarafından yendiğini görecektir. Yedi yeşil başak olan rûhânî yeşil başakların yani sıfatların, kendine nisbet edip zayıflamış ve kurumuş olan başağı ihâta ettiğini,onun artık hakîkat deryasında hiçbir sözünün geçmediğini zamanla anlayacaktır. Bir sâlikin rûhaniyet yönünün nefs yönüne galip gelmesi demek kuvvetlenmiş olan rûhaniyet yönünün nefs kuvvelerini dâima bağlamış bir vaziyette tutması demektir.

Yusuf beraatından sonra melikin tahtına oturdu. “Biz onu yer yüzünde halife kıldık” denildiği gibi kavseyn Makâmına oturup hazinelerin de tasarrufunu  eline aldı. Yusuf’un Mısır’a zâhire almak için giden kardeşlerini can Yusufu  hemen tanıdı. Nefs  olan kardeşleri ise hiçbir zaman Yusuf’u bilemezler. Yusuf onları tanıyınca “Babanızdan olan kardeşinizi de bana getiriniz” dedi. Bu sözüyle ‘kuvve-i akliyyeyi veya tefekkürü getirmezseniz bir daha bana yaklaşamazsınız’ demek istedi. Yakub (A.S.) oğullarına “Bir kapıdan girmeyiniz, ayrı ayrı kapılardan giriniz” diye tenbihatta bulundu. Yani ‘kalb şehrine vahdet ve kesreti ile giriniz veya hakîkat ve şerîat kapılarından giriniz, şerîatsız hakîkat ve hakîkatsız şerîatla Mısır ülkesi olan gönül evine giremezsiniz’dedi. Yakub (A.S.) ilim sahibidir. Şühûd ve ayan sahibi değildir. Kemâlât,akıldaki ilimden ibaret değildir. Havvas sahipleri akl-ı külün ilmini bilmezler. Akl-ı maaş ve akl-ı meadı bilirler. Yusuf kardeşlerinin içeriye girdiğini görünce Bünyamin’e doğru ilerleyerek onu kucaklayıp bağrına bastı. Gizlice kulağına “Ben senin kardeşinim, diğerlerinin bize yapmış olduğu ihanet sebebiyle sen mahzun olma” dedi. Altın tas olan ilim ve irfâniyet kuvvelerini Bünyamin’in yüküne koydurdu. Sonra “Ey kafile, durunuz. Siz hırsızsınız” diye bağırıldı.

Çünkü kalbin isti’dâdı altın tastır. Yusuf’un kuyuya atılması ile Yakub (A.S.)'ın gözleri görmez olmuştu. Yusuf’un Makâm ve kemâlâtını idrâk edememekle şühûdsuz kaldı. Sonunda Yusuf “Bu gömleği babama götürün de babamın gözlerine sürün. O artık bundan sonra rahatlıkla görmeye başlar. Sonra bütün ailenizle birlikte bana gelin” dedi. Yusuf’un gönderdiği gömlek. Tevhîddeki kemâlâtın cemâl nurlarıdır. Bununla gözleri görmeyenlerin körlükleri izale olur. Yakub ailesiyle birlikte Mısır’a vardığında onları Yusuf karşıladı ve birbirlerine sarıldılar.Babasını ve annesini tahtının üzerine oturttu. Hepsi O’na hürmetle eğildiler.

Yusuf “İşte daha evvel gördüğüm rüyam tahakkuk etti. Şüphesiz ki her şeyi hakkıyla bilen tam hikmet sahibi olan ancak O’dur. ”Ve kırk sene sonra Yakub Yusuf’una kavuşmuş oldu.23 sene daha beraber yaşadılar.

Şu halde Yusuf kıssası, bir sâlikin Mürşid-i Kâmile gelip merâtib-i İlâhiyeyi tahsil edinceye kadarki bütün safhalarını tek tek anlatarak  üzerinde derin derin tefekkür etmemizi gerektiriyor. Yusuf Sûresi  111.âyette “Gerçekten onların kıssalarında akıllılar için bir ibret vardır! Bu Kur’ân uydurulur bir söz değil, ancak kendi önündekinin tasdiki, her şeyin açıklayıcısı ve îmân edecek topluluk için bir hidayet, bir rahmettir!”  buyruluyor.

Muhakkak ki Yusuf (A.S.) ve kardeşlerinin kıssalarında Tevhîd ehline sayılamayacak kadar ibretler vardır. Bunlar uydurulabilecek birer söz değildir.Her şeyin tasdiki ve tafsilinin îzâhıdır. “İman eden bir cemâat için bir hidâyet ve rahmettir o” denilmektedir. Resûlullah efendimize ilk defa bu sûre kıssa olarak indirilmiştir. Başka sûrelerde çeşitli vak’alardan ve peygamberlerden bahsedildiği halde Yusuf Sûresinde başka hiçbir vak’a ve peygamberden bahsetmeden yalnız 1’inci âyetten 111’inci âyete kadar Yusuf  vak’asından başka bir olaydan bahsedilmemektedir.

Bu da gösteriyor ki Tevhîd ehilleri buna çok dikkat etmeleri gereklidir. Çünkü merâtib-i İlâhinin bütün safhaları ayrı ayrı şifreli olarak îzâh edilmiştir. İster nefsinizden rûhunuza kadar bir enfüsî tahsil mekanizmasında değerlendirme yapın,isterse Tevhîd ilmine yeni dahil olan bir kişinin Mürşid-i Kâmili ile arasındaki münasebetleri mütalaa edin. Enfüsü ve âfâkı aynıdır. Rabbim bütün sohbetlerde bu kıssayı tekrar tekrar işlemek ve onunla yaşama geçmek nasîb etsin.Âmin.

 


Yüklə 2,44 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin