Âdem ile havva'nin vücudumuzdaki yeri Âdem ile havva'nin yaradilişI Âdem ilk insan ve ilk peygamberdiR



Yüklə 2,44 Mb.
səhifə24/40
tarix30.05.2018
ölçüsü2,44 Mb.
#52080
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   40

1 - Şeriat-ı evvel

2 - Şeriat-ı sâni

Şeriat-ı evvel, taklîd olarak yapılan itikadî ve amelî yapılan bütün ibâdetlerimizdir. Bizler kimin taklîdini yapmaktayız? İki cihan serveri Peygamberimizin taklîdini yapmaktayız. Orucu, mânâsını ve bizlere sağladığı faydaları bilmeden emr-i İlâhiye diyerek tutarız. Namazı, kıyamın, rük’ûun ve secdenin bizlere sağladığı faydaları bilmeden,Resûlullah Efendimizin “Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öylece namaz kılınız.” emrine binâen kılarız. Madem ki namaz mü’minin Mi’racıdır, Mi’rac da, Cenâb-ı Hakk’la konuşmak ve beraber olmaktır, kendimize namaz kıldığımızda“ O’nunla beraber olup konuştuk mu?”diye sorsak “Hayır, konuşmadık” diye içimizdeki müftünün cevap verdiğini göreceğiz. “Kâbe-i Muazzama’yı ziyâret etmek Allah’ın kulları üzerindeki hakkıdır.” âyetini, taştan yapılmış bir bina olarak ziyâret ederek ismimizin ‘hacı’ olmasından başka bizlere sağladığı faydayı göremeyiz. Zekât vermek de aynı şekilde, ya malınızın kırkta biri veya ilmimizin zekâtından başka bir zekâttan haberimiz olmadığını görürüz. Dolayısıyla da,Allah’ın şehadetini de ‘kelime’ olarak söyler her şeyin bundan ibâret olduğunu zannederiz.

Şeriat-ı Sâni ise, hakîkatten sonra gelen, farkıyla zâhir ve bâtın bütün tecellîlerin bilinip uygulanmasıdır. Cenâb-ı Hakk’ın, zâhir ve bâtın olan Vahdet ve kesret tecellîlerini bilmek, bizim ilm-el yakînlik seviyesindeki vâkıfiyetimizi gösterir. Âlimlerimizin ve ehl-i tarîk diye günümüzdeki tasavvuf erbabının bu yolda şuhûdları yoksa, onlarda ilm-el yakînlik seviyesinde şeriatı uyguladıklarını görüyoruz. Hakk Mürşîdlerinde merâtib tahsilini yaparak şuhûd sahibi olanlar, Hakk Mürşîdlerinin  ihvândaki ahlâk,edeb gibi irfâniyet ve kemâlât yüceliklerinin şahitliklerini yapmaları onların ayne’l-yakîn olmalarıdır. Çünkü kendi varlıklarını yok ederek Rablerini her şeyde görmeleridir. Bunlar, tecellî edenin Rabbi olduğunu zevk etmesi, tecellî olunanın da her varlığın isti’dâd ve kaabiliyetine göre o mazhardan zuhûra gelmesini seyretmesidir. Kişi biraz daha üstün zevke girerse, kendi varlığının yerine ikame eden Rabbinin, evvel, âhir, zâhir, bâtın gönül tecellîlerinin,bütün sıfat ve a’zalarından kemâlâtıyla zuhûra gelmesiyle Hakk-al yakîn olarak zevk edebilir. Lâtif olan Cenâb-ı Hakk’ın tafsilât-ı Muhammediyye’den zuhûra gelmesi şeriattır. Onun için Niyazi-i Mısrî Hazretleri şöyle diyor:

Şeriat enbiyânın sünnetidir

Kamunun ihtidâsıdır şeriat

Bu nefs-i kâfiri katletmek için

Hakk’ın hükm-ü kazâsıdır şeriat

Hakîkat gerçi sultanlıktır amma

Önünde onun libâsıdır şeriat

Şeriattan velî yâd olmaz asla

Velinin âşînâsıdır şeriat

Şeriatla durur arz u semâvât

Bu dünyanın binâsıdır şeriat

Cem-i enbiyâ ve evliyânın

Niyazi’ye yol gösterendir şeriat 

 

                       ŞERÎAT NEDİR



Şerîat, doğru yol, Hakk yolu, aydınlık yol, Allah’ın ve Peygamberin târif ettiği  emir ve yasaklar yoludur. Şerîat ikidir:

1 - Şerîat-ı evvel 

2 - Şerîat-ı sânîye

Şerîat-ı evvel, Allah’ın emrettiklerini yapmak,yasak ettiklerinden kaçmakla olur. Kul ayrı, Allah ayrı olarak idrâk edenler her türlü emir ve yasakları nefislerinde uygulamaktadır. Fakat taklîdî bir ibâdet içinde oldukları için,yaptıkları ibâdetlerin manâsını bilmezler. Kul, yaptığı ibâdetlerin faydalarını göremez. Yalnız emr-i İlâhiyye olduğu için uygular.

Şerîat-ı Sânî,hakîkatten  sonra gelen şerîattır ki “Ben gizli bir hazineydim, bilinmekliğimi murâd ettim ve bu halkı halk ettim” Hadis-i Kudsî’sinde buyrulduğu gibi Hakk Teâla’nın bu kesret âlemine tecellî etmesiyle açığa çıkmasıdır. Şerîat-ı sânîde bulunan kişiler müşâhede sahibi oldukları için, Allah’ın, kâinatta, cemâdâtıyla, nebâtâtıyla, hayvânâtıyla ve insanlarıyla  şerîatı ayakta tuttuğunu zevk etmektedirler. Allah’ın her an ayrı ş’en ve tecellîsi, şerîatla zuhûr etmektedir. Mevsimler, aylar, günler hep şerîatın birer yaprağıdırlar.Şerîatsiz  hakîkat, hakîkatsiz şerîat  olmaz. Niyazi-i Mısrî  Hazretlerinin buyurduğu gibi:

 

Hakîkat gerçi sultanlıktır amma



 Önünde anın  livâ’sıdır şerîat

 Şerîatla durur arz  ü  semâvât

 Bu  dünyanın binâsıdır şerîat”

                             

Şerîat mukayyed olan bu Âdem ve âlemde  tecellî-i ef’al, tecellî-i sıfat ve tecellî-i Zâtı zevk etmektir. Mürşid-i kâmillerin yolu  şerîatla kâimdir. Bir insan şerîatı ihmâl ederse o kimsenin yolu çok zorlaşır. İnsan, yazın sıcaklara ve   kışın soğuklara karşı nasıl bir elbise giyer, giymediği takdirde vücûdu hasta olursa şerîat da bir libasdır (elbisedir) Şerîat olmazsa bir insanın hakîkati hastalanır. Bir insanın mazharından ne şekilde tecellîler olursa Allah’ın indinde o kişinin durumu da odur. Çünkü Allah Âlim’dir,bizler ise mâlumuz. Elbette Allah kullarında ma’lûmiyeti  derecesinde tecellî etmektedir. On sekiz  bin  âlem  şerîatla  ayakta durmaktadır. Kur’ân-ı  Kerîm’in  6666  âyetinin  tamamı  şerîattan ibarettir.

Kur’ân-ı Kerîm’de:



1 - Emirler 2000 âyet

2 - Yasaklar 1000 âyet

3 - Tarihçe   1000  âyet

4 - Kıssalar 1000  âyet

5 - Örnekler  1000  âyet

6 - Nisâ(kadınlarla ilgili) 66 âyet

7 - Haram ve helal  500 âyet

8 - İbâdetle ilgili 100 âyet bulunmaktadır

  


Herkesin  bildiği gibi oruç,namaz,h ac  İslâmın  şartlarındandır. Bu ibâdetlerden elde edilen edeb, sevgi ve ahlâk güzelliği gibi faydalar şerîattır. Kur’ân’ın emrettiklerini yapmak, yasakladıklarını yapmamaktır şerîat. Tabiata baktığımızda, meyve veren ağaçların yapraklarını sıyırsak o ağacın o sene meyve vermediğini görürüz. Zira o meyveyi dalında geliştiren yapraklarıdır. Bunun gibi  şerîat da hakîkatin kemâle gelmesini sağlayan Hakk’ın fiiller âlemindeki tecellîlerinden ibarettir. Arz ve semâvâtın şerîatla ayakta durduğunu biraz olsun tefekkür edersek, her şey açık olarak anlaşılmış olacaktır. Toprağa attığımız bir çekirdeğe özenle yetişmesi için emek sarfedilecek olursa  zamanla, bir gün ağaç haline geldiğini gördüğümüz gibi,insanı da bir Muhammed çekirdeğine benzetebiliriz. İnsan, fiillerinden açığa çıkan eserlerini (meyvelerini) şerîatla gösterecektir. Bu icraatın sonucunda Hakk insan mazharından rızâsıyla  zuhûr edecektir.

Allah bu âlemi  sevmek ve sevilmek için yaratmıştır. Gerek bu âlemde gerekse âlem-i Âhirette refah ve saadet   istiyorsak, sîretimizin sûretimizden tecellî eden fiillerini müşâhede etmemiz gereklidir. Şerîat, Hakk’ın bu âlemde kendisini açığa çıkardığı beyân-ı İlâhiyesi’dir. Şerîatsız tarîkat de hakîkat de olamadığı gibi zevk  edilmesi de mümkün değildir. Hakîkatten sonra gelen şerîat, ‘fark’tır. Her şeyin kendi mîzânı (ölçüsü) olduğu gibi,şerîat-ı farkta da her tecellîyi tecellî ettiği mazharın terazisiyle tartarak hüküm verilmelidir. Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetlerden bu ölçü doğrultusunda anlamak ve uygulamak suretiyle faydalanabiliriz. Bu ölçüyü göz ardı ettiğimiz taktirde dalâlete düşeriz. Yani bir kimse bütün tecellîleri tefrik etmeden (ayırmadan) “Hepsi Hakk’tır” derse dalâlete düşmüş demektir. Kur’ân-ı Kerîm’deki müteşâbih âyetleri yerinde, muhkem âyetleri de yerinde değerlendiremezsek o âyetlerden istifade etmek mümkün değildir. Bir insan şerîatın hükümlerini  yerine getirirse “ten” in şükrünü, eğer bâtınını  mâmur ederse “can” ın şükrünü edâ etmiş olur.Ten cansız,can tensiz  olmadığı gibi zâhir bâtınsız,bâtın da zâhirsiz  olamaz.

 

                     ŞERÎAT SOHBETİ 



Her ne kadar şerîat-ı evvel yani taklîd şerîat ve şerîat-ı sânî yani hakîkatten sonra gelen şerîat diye iki bölüm diye daha evvelki sohbetlerimizde îzâh ettikse de, hakîkatte şerîat dört yerde mütalaa ve şühûd edilebilir. Bunlar :

1 - Enfüste Şerîat,

2 - Âfâkta Şerîat,

3 - Vahdette Şerîat,

4 - Kesrette Şerîattır.

Enfüste şerîat:

Allahü teâlâ gizli bir hazine idi, bilinmekliğini murâd etti. Bu halkı yani sıfatlarını halk etti. Bu âlemde Zât Allah’tır,sıfat ise Muhammed’dir. Muhammed aynasından tecellîleriyle kendini seyretti. Her bir sıfat kemâlâtıyla Allah’ın emanetlerini taşıyamadığı için Rahmâniyyet sıfatına mazhar olan insana Muhammed diyoruz. Çünkü Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Siz Allah’ı noksan sıfatlarda aramayın kemâl sıfatlarda arayınız.” buyurmuşlardır. İnsan da en üstün olarak yaratılması nedeniyle Muhammed’dir. Görmüyor musunuz, insanın başı ‘mim’, omzu ‘ha’, bacakları ‘dal’ şekliyle zâhirde bile Muhammed yazısıyla görünmektedir. Onun için bu insanın sîreti Hakk, sûreti ise Muhammed olmuş oluyor. “Nefsini bilen Rabbini bilir.”Hadis-i Şerifi gereğince nefsimiz bizim sekiz sıfat-ı subûtiyemizdir.Bu sıfatlardan tecellî edenin rûhumuzun aslı olan Rabbimizin olduğunu anladığımız zaman tek olan rûhun tekvîn vâsıtasıyla yedi kapıdan kendini şerh ettiğini yani açığa çıkardığını görürüz.İşte enfüsümüzde şerîat yani açığa çıkma kendini bilinmekliğini istediği için şerh etmesi,rûhun nefisten kendini ilân etmesidir. Bizler bir İnsan-ı  Kâmilden bu tahsili yapmadıysak her an kendini ilân eden tecellîlerden haberdâr olamadığımız için bu zevklerden mahrumuz demektir. Şerîat herkesin bildiği gibi namaz kılmak oruç tutmak vb. amellerle ilgili ibâdetler değildir. Elbette onlar da bu saydığımız dört tecellînin dışında değildir. Ancak sadece onlarla kayıtlı da olamaz.



Âfâkta şerîat:

İnsan-ı  Kâmilin kendini sâliklerinde, sâliklerin de İnsan-ı  Kâmili kendilerinde görmeleridir. Çünkü Zâtiyyûn bir kâmilin sâliki de Zâtiyyûn  sohbet ve irfâniyetle yetiştiği için Zâtiyyûn kemâlâta sahiptir. Esmâ ve  kitabî bilgilerle yetişmiş olsa idi onlardan başka bir şeye vâkıf olması görülemezdi. Onun için sâlik “Benden duyan, benden gören, benden bilen,beni benimle sevk ve idâre eden Rabbimdir” demesiyle bu şerîatı yaşıyor demektir. Burada esas olan Kâmilin sûreti değil, onun, Rab esmâsından açığa çıkan kemâl sıfatlarıdır. Bu sebeple “terbiye eden, irşâd eden” kişi olarak ona Mürşîd denir.



Vahdette şerîat:

Allah Ahadiyetinde gizlilikte idi. Bilinmekliğini murâd etti. Tecellî etmek için bu âlemi altı günde yarattı. Altı günde yaratması altı mertebede kendisini açığa çıkarması, o Makâm ve mertebelerden kendini şerh etmesi anlamındadır. Yoksa Allah “kün” “ol” demesiyle “Fe yekûn” “oldum” tecellîsiyle bir anda olmuştur. Fakat bir sâlikin de altı mertebede tahsil yaparak aslını gördüğü gibi altı mertebede kudret ve yüceliğin tecellîsini izhar etti.



Kesrette şerîat:

Allah gizlilikten, kesret âleminde dört yerde başka bir değişik tecellîsini gösterdi. Yani cemâdâtta cemâdâtı rûhuyla, nebâtâtta nebâtâtı rûhuyla, hayvânâtta hayvânâtı rûhuyla, insanlarda insanî rûhuyla zuhûra geldi. Bu yerlerden de kendini farkıyla şerh etmesine kesretteki şerîat demiş oluyoruz.

Şu halde şerîatin sadece belirli birtakım amellerle ilgili ibâdetler olmadığı, Allah’ın bu saydığımız yer ve mertebelerdeki tecellîlerinden ibâret olduğu görülmektedir. Âyet-i kerîmede “Allah melekleri vasıtasıyla yani kuvveleriyle Muhammed’e namaz kılıyor” denilmektedir. Yani Allah, Muhammed mazharından kemâlâtıyla tecellî ediyor. Ey îmân edenler sizler de bir Muhammedî olarak Allah’ı kendi mazharlarınızdan kemâlâtıyla zuhûra getirmek sûretiyle O’na namaz kılınız buyruluyor. Namaz mü’minin Mi’racıdır. Mi’rac ise Allah’la konuşmak, Allah’la bir olmaktır. Peki Zât olan Allah, sıfat olan Muhammed’le nasıl konuşur ve bir olur. Tabii ki Zâtın sıfatından  tecellîsiyle, sıfatların da fiileriyle o sıfatların isti’dâd ve ma’lûmiyetleri nisbetinde zuhûra gelmesi Cenâb-ı Hakk’la sıfatların konuşmasıdır. Zira fiiller sıfatların tahakkümündedir. Sûrette insan olsa bile fiilleri hayvan fiili ise o sîrette insan olamaz. Onun yaratılma yeri o fiilerin tecellî vâdisidir. İşte bu dört yerde Allah’ın tecellîleri olan şerîatından başka beşinci bir şerîatı yoktur. Onun için şerîat  6666 âyet-i kerîme olan Kur’ân’a, şerîat de İnsan-ı  Kâmil’e eşittir.Niyazî-i Mısrî Hazretleri de:

Şerîatla   durur   arz   ve   semâvât



Bu kâinat binasının özüdür şerîat” 

buyurmuşlardır.

Şerîat, Allah’ın insanlarda Rahmâniyyeti ile açığa çıkması olduğuna göre bizler de O’nu kendi mazharlarımızdan kemâlâtıyla zuhûra getirmek için  gayret gösterelim. Her an fiil mektuplarımızı okuyup ona göre Sırât-ı Müstâkîm’de olmak üzere  çalışalım.

 

                          ŞİRK NEDİR



Şirk,Allah’a ortak koşmak demektir. Şirk iki türlüdür:

1 - Cehrî şirk 

2 - Hafî şirk

Açıktan açığa Allah ve Resul’ünü inkâr edenler cehrî şirktedirler ve  onlar Allah’a değil puta tapanlardır. Onun için Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Ben ümmetimin cehrî şirkinden korkmam fakat hafî şirkinden emîn değilim.” buyurmuşlardır. Peygamber Efendimiz ümmetinin Allah’ı bırakarak puta tapmayacağından, taparlarsa İslâm olamayacağından, bu nedenle de cehrî şirke düşmeyeceğinden  emîn. Fakat hafî şirklerinden emîn değiller.



Hafî şirk de iki türlüdür:

1 - İ’tikadda Şirk

2 - Amelde Şirk

Hayâlimizde, zannımızdaki bir  Allah’a inanıyorsak bu i’tikaddaki şirkimiz olur. Zira böyle bir Allah olmadığı için mevhumda bir Allah yaratmakla, hakikî mevcûd olan Allah’a şirk koşmuş oluruz. İtikadımız İmâm-ı Mâtürîdî’dir. Onun itikadı ise ehl-i sünnet vel cemâat i’tikadıdır. Ehl-i sünnet vel cemâat demek dört mezhebin zâhir yönden kabul edip söyledikleri, Tevhîd ehlinin de kısa ve öz olarak Mürşid-i Kâmilinin sâlike telkîn ettiği meşiyyet-i İlâhiye olan Zâtını bütün sıfatlarından ilân eden ve müşâhede edilen, tek Allah’ın fâil,mevsûf ve mevcûd olduğunu bilmektir. Bir kişinin i’tikadı düzelmezse yaptığı   amel ve ibâdetler taklîdden kurtulamaz. Ehl-i sünnet, sünnete ittiba’edenler anlamına geliyorsa da  esasında Allah’ın mukayyed olan bu âlemde fiileriyle açığa çıkmasına Allah’ın sünneti denilir. Vel cemâat ise bu âlemde dört tecellî mazharı olan cemâdât ayrı bir cemâat,nebâtât ayrı bir cemâat, hayvânât  ayrı bir cemâat,insanlar ayrı bir cemâattır. Bunların ayrı ayrı rûh tecellîlerini görüp kabullenmek i’tikadımızın doğru olduğunu gösterir. Zerreden kürreye kadar her şeyde ayrı ayrı kendini ilân eden Cenâb-ı Allah’ın görüntülerini bırakarak, zanda, hayâlde, bilinçte bir Allah’a inandığını ve ona îmân ettiğini söyleyenin i’tikadı olur mu?İşte böylesine bir i’tikadı olan  kişi şirktedir.

Ameldeki şirk ise kişinin ibâdetlerini kendisinin yaptığına inanmasıdır. Halbuki güç ve kudret Allah’ındır. Kulun mazharından ibâdetleri yapan Hakk’ın bir tecellîsinden ibarettir. Zannındaki Allah’a kendi namaz kılarsa elbette amelde de şirktedir.Zira hem Allah’ın gücü kuvveti var,bütün fiillerin fâili Allah’tır, hem de kişinin gücü kuvveti var ve namazı kendi kılıyor. Bu elbette şirktir, ortak koşmaktır. Doğrusu ise kulun hiçbir güç ve kuvveti yoktur. Ondan namaz vb. gibi amelleri işleyen de güç ve kudret sahibi olan Allah’tır. Onun için namaz müşterektir.

Zâtı sıfatlarından, sıfatları da esmâ alarak fiileriyle açığa çıkarak, iyi veya kötü dediğimiz fiillerinin meyvesi olan âsârıyla görünen ve bilinen Hakk’ın ta kendisidir. Bütün mazharlarında ameller O’nun birer tecellîsinden ibârettir. Kendimizdeki Hakk’ı cehâletimizden mütevellit göremediğimiz için Allah’la beraber başka ilâhlara ibâdet etmiş oluyoruz. Yani zannımızdaki bir Allah’a, mevcûd olan, güç sahibi bizdeki Hakk’la ibâdet etmiş oluyoruz.Bu da tümden şirk olmaktadır. Şuara Sûresi 213.âyette “Bundan dolayı sakın, Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma ki azap edileceklerden olmayasın.” buyrulmaktadır.



1 - Müşriklerin şirki: Puta vesaireye tapmak gibi.

2 - Fiillerin şirki: Fiilleri kendilerine ve başkalarına nisbet etmek sûretiyle kavga ve ihtilaflar halinde bulunmak.

3 - Sıfatların şirki: İlmi kendine veya şahıslara nisbet etme hali.

4 - Zât şirki: Mevki’ve Makâm sahiplerinde olur.

Allah bu şirklerden bizleri korusun. Âmin.


BÖLÜM 5    
1 - TASAVVUFTA GAYE NEDİR

2 - TAYY-I ZAMAN TAYY-İ MEKAN

3 - TEMİZLİK İMANDANDIR

4 - TEN GÖZÜ, KALB GÖZÜ, CAN GÖZÜ NEDİR

5 - TERAVİH NAMAZI NE DEMEKTİR

6 - TESBİH NE İÇİN ÇEKİLİR

7 - TEVHİD NEDİR

8 - TEVHİD GÖMLEĞİ NEDİR

9 - TEVHİD MERTEBELERİ VE YAŞAM ŞEKLİ

10 - TEVHİD NASIL YAŞANIR

11 - TEVHÎDE DAVET

12 - TİN SÛRESİNİN MÂNÂSI

13 - VAHDET-İ VÜCÛD MUHAMMEDÎ OLMAKTIR

14 - VEL ASR SÛRESİ

15 - ZÂTİYYÛN VE SIFATİYYÛN VELÎ NE DEEMKTİR

16 - ZEKAT NASIL VERİLMELİDİR

17 - ZİKİR NEDİR, NASIL YAPILIR

18 - ZİKİRLE BİRLİKTE RÂBITA NASIL KULLANILIR

19 - ZİYARET NEDENİYLE MESCİDLERE GİTMEK

20 - ZULKARNEYN (A.S) KİMDİR

           TASAVVUFTA  GÂYE  NEDİR  

Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’inde emredilenleri yapmamızı, yasak edilenlerden kaçınmamızı istemiştir. Allah’a ve Resulüne inanan ve gönül veren kardeşlerimiz bu emir ve yasakların mânâsını bilmeden de yapsalar, yine de inanmış bir müslüman olmuş olabilir Kur’ân-ı Kerîm dört ilim üzerine ancak bilinir ve yaşanabilir.

1 - Şerîat ilmi (emir ve yasaklar)

2 - Tarîkat ilmi (ahlâk güzelliği ve hâllenme)

3 - Hakîkat ilmi (âyet ve hadislerin sırlarına vâkıf olma)

4 - Mârifet ilmi (sıfat ve esmâların sırlarına vâkıfiyet)

İşte “Ben de bu sayılan maddelerdeki ilimleri isti’dâdım nisbetinde öğrenmek ve yaşamak istiyorum. Ben Allah’a inanıyorum. O’nu göremiyorum. Görmeden ve bilmeden O’na inanmam ve O’nu lâyıkiyle sevmem ne derece doğru olur?Ben Hz. Muhammed’i görmedim, görmeden onu sevmem taklîdi bir sevgi olmaz mı? Ayrıca namaz kılıyorum. Namaz mü’minin mi’racıdır. Mi’rac ise Hakk’la beraber olmak ve onunla konuşmaktır. Ben onunla konuşmak istiyorum. Kıyamın, rükûnun, secdenin mânâlarını bilerek ve görerek Rabbimle beraber olmak ve onunla nasıl konuşulduğunu öğrenmek istiyorum.Allah  madem ki Zâtını bu mukayyed Âdem ve âlemde, zerreden küreye kadar ilân etmiştir, o halde, onları seyrederek, lâyıkiyle bilip görerek,kulluk yapmak istiyorum. Hz. Muhammed Nûr-i Muhammediyyesiyle, Hakîkat-i Muhammediyesiyle diri ve ölmemiştir. Hâzır ve nâzırdır. O’nu da görerek sevmek ve O’nun ümmeti olarak yolunda gitmek istiyorum. ”diyerek bilmeden yapılan ibâdetlerle itminan olmuyorsan, Enbiya Sûresi 7.âyet “Senden önce de Biz, sadece kendilerine vahiy gönderdiğimiz birtakım erkekler gönderdik; bilmiyorsanız, haydi bilgisi olanlara sorun!” Maide Sûresi 35.âyet “Ey îmân edenler, Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya vesîle arayın, O'nun yolunda cihad edin ki,mutluluğa erebilesiniz” gibi bir çok vesîle âyetleriyle, bu yoldaki hakîkata vuslat bulacağımızı Cenâb-ı Hakk’ın  emrettiğini bilmemiz gerekiyor.

Günümüzde Resûlullah Efendimizin vârisi olan Hakk Mürşîdleri vasıtasıyla bu Tevhîd ilmine vâkıf olmak mümkündür. İşte onun için, tasavvuf, görmeden, lâyıkiyle bilmeden, zâhir şerîatı uygulamaktan ibaret değildir. Cenâb-ı Allah’ı Zât yönüyle değil, sıfatlarında esmâ alarak fiilleriyle âsârını bilmek ve görmek, Hz. Muhammed’in zâhir ve bâtın olan aynalarından Cenâb-ı Hakk’ı nasıl zuhûra getirdiğinin tahsilini yaparak,bilerek değil, bizzât görerek yaşama geçmek ve zevk etmek için tasavvufa girilmelidir. Hakk’ı ve Hz.Muhammed’i görmeden taklîdî ibâdetler içinde yaşamını sürdürenler, yalnız kitabî bilgilerle zanlarındaki bir Allah’a inanmışlardır.Halbuki âyet-i kerîmede, “Allah’ın indinde  hüsn-ü zann da, su-i zan da itibar edilecek bir şey değildir.” buyrulmaktadır. Cenâb-ı Hakk’ı sadece bilmek şerîattır. Görmek ise, bu yolda irfâniyet ve kemâlât yolcusu olduğu için tarîkattır diyoruz. Yoksa görmeden ilmî ibâdetler yapan günümüzdeki bütün tarîkatlar, şerîatı ayakta tutan birer müesseseden ibarettir. Zira şühûdî olmayan ve Cenâb-ı Hakk’ın her an ayrı ayrı tecellîlerini seyredemeyenler, tarîkat erbâbı değil,şer’i hükümleri, isti’dâdları nisbetinde uygulamaya ve yaşamaya çalışanlardır. Tasavvufta, bilmekten sonra görmek, ondan sonra da ‘ol’ mak vardır. Kendi varlıklarını Hakk’ın varlığında yok ederek Hakk’ın bütün sıfatlarıyla sıfatlanıp her an her şeyde kendisini seyretmesi, O’nda O olmak demektir.Yoksa,Allah Allahlığını kimseye vermiş değildir. Kul kuldur, Sultan Sultandır.Yeter ki kemâlâtıyla her şeyi idrâk edelim. Onun için tasavvufta bilmek ilköğretimdir. Bunu tasavvufa girmeden de elde etmek mümkündür. Fakat yapılan ibâdetlerin sırlarını bilmek,her tecellînin sîretini görmek ve yaşamak istiyorsak,mutlaka bir Hakk Mürşidinden bunu tahsil ederek yaşamaya geçmek lâzımdır. İsimle Tevhîd ehli olmak bizim hicâblarımızı açmaz. Gönül verenler murâdlarına ermiş, gönül vermeyenler yollarda kalmışlardır. Günümüzde birçok inanan kardeşlerimizin ilimden öteye geçemedikleri için durmadan saf değiştirdiklerini, hicâbları açılamadığı için de, dünya zevklerine geri döndüklerini görüyoruz. Bu yolda hicâblarını açamayanların bu yolda ‘öl’melerini ve ‘ol’malarını niyâz ederim. Allah bütün kardeşlerimizin yardımcısı olsun.

 

TAYY-I ZAMAN VE TAYY-İ MEKÂN

Tayy-ı zaman demek zamanı ortadan kaldırmak, tayy-i mekân da mekânı ortadan kaldırmak demektir. Yani mekânsızlıktır. Bir şahsın bir anda muhtelif yerlerde görünmesi demektir. Tasavvufta bir şahsın üç yönü ile tecellîsi vardır:

1 - Bedensel vücûd (Dünyadaki kesif vücûdumuz)

2 - Rûhsal vücûd (Misâlî, lâtif vücûdumuz)

3 - Rûhsal ve bedensel vücûd (Âhiret vücûdumuz)

Bedensel vücûd dediğimiz bu görünen unsûriyet vücûdumuz nerede bulunuyorsa yalnız orada görünen başka hiçbir yerde mevcûdiyetini ispat edemeyen zâhirde et ve kemikten meydana gelmiş fiziksel vücûdumuzdur.Rûhanîyet yönünü bilmeyen, rûhsal zevklerden mahrum olan şahıslar yaptığı her türlü ibâdetlerini bilinçsiz ve taklîd olarak yaptıkları için şekilden öteye geçemezler. Yapılan ibâdetler yalnızca nefislerini tatmin edebilir. Avâm olarak tâbir ettiklerimiz bu sınıfta mütalaa edilirler. İzdirari bir ölümle öldüklerinde onların her şeyi bitmiştir. Çünkü vücûd ülkesinde onların  padişahları yaşam müddetince nefisleriydi.

Rûhsal vücûd ise, kendi varlıklarından geçerek “Mutu kable ente mutu” yani ölmeden evvel ölme sırrına ererek  Hakk’ın varlığı ile varlıklananlardır. Onların vücûd ülkesinde padişahları Rûhullah olmuştur.Rûhsal vücûda sahip olanlar mekân ve zaman mevhumunu yok ederek, rüyalardaki gibi misâlî vücûdlarıyla, rüyalarda tanıdık veya evliyaların rûhaniyeti ile uzak menzillere gidip rûhen konuştuğumuz gibi konuşur. Bu, Mekke’deki Kâbe uzak bir mesafede olduğu halde belki bir saniyede oraya gidip Kâbe’yi tavâf ettiğimiz gibi zaman ve mekân mevhumu olmadan istenilen yerde anında  bulunma hâlidir. Unsûriyetimiz zaman içinde görevlidir. Rûh ise zamanla ilgili değildir.An’ la ilgilidir. Zira rûhta beden gibi zaman ve mekân diye bir şey yoktur. O serbest olarak zamansız ve mekânsız istek ve zevkinin ülkesinde tecellî edendir. Bütün velîyyullahın otuzüç defa rûhânî Mi’rac yapmaları da bu cümledendir. Bu şahıslar   namaz, oruç, hac, zekât gibi zâhir unsur   ibâdetleri yanında sîret dediğimiz rûhânî zevklere de sahiptirler. Zâhirde  bayramlarda, Cumalarda, mübârek gecelerde serbest rûhlar evlâtlarının, torunlarının evlerine gelip onların ziyâretlerini yaparak durumlarını görürler, memnun veya mahzun olarak ayrılır giderler denilmekteyse aynen onun gibi dâimî serbest rûhlar  istediği yerde istediği anda bulunan bir hâldedir. Hasan Fehmi Hazretlerinin :

Bu kafesten uçarım hiç beni gören olmaz”

sözleriyle, bir kişinin rûhen  ten kafesinden ayrıldığı halde vücûdunun yerinde görüldüğü, fakat rûhen başka yerlerde olduğu anlaşılmış olur.

Rûhsal ve bedensel vücûd tecellîsinde ise vücûdda padişah rûhtur. Cismin hiçbir hükmü yoktur. Rûh sahibi olan Hakk dostları tayy-ı zaman ve tayy-ı mekan olarak vücûdlarıyla da birden fazla yerlerde görünebilirler. Yaşadığı beldede sıradan bir kişi halinde yaşantılarına devam ederlerken hacda veya başka başka yerlerde de vücûdlarını birden fazla kullanarak görünmeleri mümkündür. Hz. Ali’nin Emevî Câmiinden yedi kapıdan aynı anda  Hz. Ali olarak çıktığı, Veysel Karanî Hazretlerinin şehit olduklarında yedi tabutun yedisinde ayrı ayrı göründüğü, Hz. Ali’nin vefatında, tabuta giren Hz.Ali,deveyi çeken Hz.Ali, arkasından giden Hasan ve Hüseyin Efendilerimizle cenazeyi takip edenin Hz. Ali olduğu gibi. Ayrıca Cebrail ve Azrail gibi meleklerin  zaman zaman Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin sahabelerle yaptığı sohbetlere bir insan kisvesiyle katılarak görünüp, konuştuğu hepimizin ma’lûmudur.

İbâdetlerimizde de‘ibâdet eden’ ‘ibâdet’ ve ‘ibâdet edilen’ üçlemesini birlediğimizde bu zevke nâil olmuş oluruz.Yalnız bilmek yeterli değildir. Çünkü bilmek bir zevktir. Ama yaşama zevkine nâil olmadan cismâniyetinizi rûhunuzla istediğiniz gibi oyuncak olarak kullanamazsınız. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz ve bu zevkin ileri seviyesindeki bütün evliyalar otuzüç defa rûhânî Mi’rac yapmışlardır. Yalnız Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, otuzüç rûhânî, bir  cismânî olmak üzere otuzdört defa Mi’rac yapmıştır. Bu mi’racı evliya yapmadı mı? Yaptı. Fakat Makâm-ı Mahmûd zevki yalnız Resûlullah (S.A.V.)’a ait olduğu için her evliya kendi esmâlarını oraya girerken soyundu. Cismânî Mi’racını Muhammed olarak  yaptı. Bu nedenle ‘yalnız Resûlullah (S.A.V.) cismânî Mi’racını yaptı’ ifadesi kullanılır. Evliyâlar esmâları ile yapmış olsalar o zaman ikilik olur. Hasan Fehmi Hazretleri bu yer için şöyle söylüyor:

Teheccüd namazı farz değildir sana,



Yetim malıdır yakar baştan başa,

Teberrüken kılar Fehmi yok hâşâ”

Yani bütün evliyaların oraya teberrüken yani tebrik için girdiği anlatılmaktadır. Allah cümlemize ihsân etsin. Âmin.

 

           TEMİZLİK  ÎMÂNDANDIR



“Temizlik îmândandır.” Hadis-i Şerifi bizlere, yalnız çevremizin temizliğini, elbisemizin temizliğini,evimizin ve ibâdet ettiğimiz yerlerin temizliğini değil, gönlümüzün temizliğini, dolayısıyla da ahlâk temizliği, edeb ve iffet temizliği gibi, kişinin bütün muamele ve amellerle ilgili her türlü temizliğine riâyet etmesi gerektiğini  bildirmektedi.

Bir kişinin kalbi, vücûd ülkesinde komutandır. Komutan temiz olursa, a’za ve sıfatlarından tecellî eden bütün fiiller de temiz olur. Çünkü her a’za ve sıfat bir gâye için yaratılmıştır. Kulak Hakk ve hakîkati duysun, göz Hakk ve hakîkati görsün, dil Hakk ve hakîkati konuşsun diye yaratılmıştır. Bunların yaratılma gâyesinde hizmet yapabilmeleri için, temiz olmaları gereklidir. Temiz olan sıfat ve a’zalardan, Hakk ve hakîkatin tecellîsi, o kişiden Hz. Muhammed’in yüksek kemâlât tecellîlerini zuhûr ettirmesi demektir. Dolayısıyla bu dünyada da, Âhiret âleminde de mutluluk ve refah onun demektir.

Tevhîdden gâye kalb ve gönlümüzü temizlemektir. Tevhid ehli her neye nazar ederse etsin Hakk’ın yüzünün  oradan tecellî ettiğini bildiği için, herkesle iyi geçinir, hiç kimsenin hakkına tecavüz etmez. İnsanları aldattığı zaman Hakk’ı aldatmış olacağını bilir. Çünkü kendinde tecellî edenin de, onlarda tecellî edenin Hakk olduğunun bilincindedir. Güzel ahlâk,iffet ve hayâ sahibi olmayı amaç edinmişleridir. Gönül temizliğini sağlayanlar başkalarına yan gözle bakmazlar, gıybet yapmazlar, bütün sıfat ve a’zalarını Allah’tan başkası ile meşgul etmezler. İnsanlarda Allah, Muhammed ve kulluk dâima mevcûd olduğu için insanın aslı temizdir. Fakat bizler süflîyyâttan kurtulamadığımız için aslımızı unutup temiz olamıyoruz. Yüzümüz Hakk’a değil, halka dönük olduğu için,bedensel vücûdumuzun  her türlü ihtiyaçlarını düşünmek ve temin etmek için,süflîyyât vâdisinden, ulviyet vâdisi olan melekût vâdisine geçemiyoruz. Süflîyet vâdisi nefs vâdisidir. Her ne kadar zikir ve her türlü ibâdetlerimizi bedensel olarak zâhiren yapıyorsak da maalesef gönlümüze inemediğimiz için, dâima O’nunla beraber olma mutluluğuna eremiyoruz.

Peki Allah insanın neresinde? Muhammed neresinde? Kulluk neresindedir? Zâhir olarak vücûdumuzun, ayakta durmasını sağlayan, bütün sıfat ve a’zalarımızdan zuhûr eden, Cenâb-ı Hakk’ın güç ve kuvveti değil midir? Bu tecellîler Hakk’ın tecellîleri olduğu için, bunlarla Hakk’ı görmekteyiz. Çünkü, ef’âl-i İlâhisiyle, sıfat-ı İlâhisiyle, vücûd-u İlâhisiyle Cenâb-ı Hakk, kendini insandan “Bu mülk benimdir.” diyerek ilân etmiyor mu? Yine kemâlât sıfatlarından zuhûra gelmesi de Muhammed  olduğunun bir göstergesidir. Çünkü Hakk Muhammed’siz zuhûr etmez. Hakk’ın Vâcib-ül-Vücûd olan Muhammed mazharlarına geçici olması nedeniyle ‘kul’ diyoruz. Allah bâkidir. Muhammed’in sîret yüzü olan, kulluk Rahmân sıfatları bâki, beşeriyet yönü ise fânîdir.Başka bir misal verecek olursak,nasıl bir lâmbanın yanabilmesi için,artı ve  eksi kutupların bir araya gelmesi gerekiyorsa aynen onun gibi Allah da, Muhammed sıfatlarından, kulluk adı altında bu mazharlarından her an tecellîlerini sergileyip durmaktadır.

İnsan varlığında Cenâb-ı Allah, ef’âli, sıfatı ve vücûd-u İlâhisiyle zuhûra gelmektedir. Şu halde bu bizim diye bildiğimiz varlık, Cenâb-ı Hakk’ın açığa çıktığı bir mazhardan ibâretmiş. Cenâb-ı Hakk mazharsız açığa çıkmadığı için Muhammed sıfatlarını da açığa çıkma vasıtası yapmıştır. Dolayısıyla da sıfatlarımız Muhammed olmuş oluyor. Kul ise köle demektir. Kendi varlığı olmayana köle denir.Zât olan Cenâb-ı Hakk’ın, Muhammed olan kendi sıfatlarından zuhûra gelmesi ile  kulluğumuzu idrâk etmiş oluyoruz.

Kişi kendi mazharından tecellî eden Allah ve Muhammed’i lâyıkiyle zevk etmiş olsa hiçbir zaman Allah ve Muhammed’den ayrı olamaz. Zira Allah Muhammed’siz tecellîsini göstermez. Dâima onlarla beraber olmak, amellerinde, muamelelerinde, ahlâk ve her türlü icraatında, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği gibi temiz yücelikleri sergileyecektir. Allah, kemâlât tecellîlerini yalnız Muhammed mazharlarından gösterir. Yoksa eksik fiillerin cibilliyeti mazhara aittir. O, Muhammed olamaz. Muhammed kemâlât sıfatlara denir.İşte ancak o zaman temizlik îmândan olur. Îmân ise inanmaktır. neye ve nasıl inanmaktır? İşte Kur’ân-ı Kerîm’in Bakara Sûresi 177.âyetindeErginlik, yüzlerinizi bir doğu bir batı tarafına çevirmeniz değildir. Ancak eren Allah'a,Âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere îmân edip yakınlığı olanlara, öksüzlere, çaresizlere, yolda kalmışa, dilenenlere ve esirler uğrunda seve seve mal veren, hem namazı kılan, hem zekâtı veren, sözleştikleri vakit sözlerini yerine getiren, hele sıkıntı ve hastalık durumlarında ve savaşın kızıştığı anda sabır gösterenlerdir. İste bunlardır doğru olanlar ve bunlardır Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlar” buyrularak îmânın esasları açıklanmıştır.

Zanda, hayâlde kabullendiğimiz bir Allah’a ilm-el yakînlik derecesinde inanmak başka, zerreden kürreye kadar kendisini ilân eden, her varlıktaki tecellîsini görerek farkıyla müşâhede ederek inanmak başkadır. Allah’ın mutlakiyet ve Zât yönünü Resûlullah Efendimiz düşünmememizi buyuruyor. Çünkü O’nu Zât yönü ile düşünmemiz ve akıl sıfatıyla bilmemiz mümkün değildir. Bu hadisâtta, sıfat ve esmâ alarak filleriyle eserlerini görmek ve ona göre hareket etmek mümkünken, neden hep hayâle geçerek mutlakiyetini düşünüp idrâk ve müşâhedesinden mahrum oluyoruz  Zât yönünü îmân ile kabullenmek, zaman ve mekândan münezzeh olarak her şeyden tenzih ederek Zâtının bu hadisâttaki tecellîlerini, sıfat ve esmâ alarak, zuhûra gelen, fiilleriyle eserlerini müşâhede etmek olmalıdır. İşte o zaman, Allah’ın kemâlâtıyla İnsan-ı Kâmillerde Hüviyyet ve Eniyet yönleriyle tecellî ettiğini görürüz. Allah’ın tecellî ettiği kemâlât mazharlarına Muhammed dendiğini, Muhammed’siz Cenâb-ı Hakk’ın yüceliklerini bilip görmenin mümkün olmadığını idrâk edebiliriz. Onun için Allah’a inanmak, ilm-el değil,ayne’l ve Hakka’l-yakîn olursa,kişi zanlarından, tereddütlerinden kurtularak mutluluğa sahip olur. Amentüdeki:


Yüklə 2,44 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin