Âdem ile havva'nin vücudumuzdaki yeri Âdem ile havva'nin yaradilişI Âdem ilk insan ve ilk peygamberdiR



Yüklə 2,44 Mb.
səhifə31/40
tarix30.05.2018
ölçüsü2,44 Mb.
#52080
1   ...   27   28   29   30   31   32   33   34   ...   40

MUHARREM AYININ TAŞIDIĞI MÂN 

Muharrem ayı hicrî ayların birincisi ve Hicrî yılbaşıdır. Bu ay Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicreti olarak kabul edilmiştir. Bu ayda Âdem (A.S.)’ın Cennet’ten çıkarıldıktan sonraki duasının kabulü,Nuh tufanının sona ererek Nuh (A.S.)'ın gemisinin Cudi dağında selâmete çıkması, Musa (A.S.)’ın firavundan kurtulması, İbrahim (A.S.)’ın Nemrud’un ateşinde yanmayıp kurtulması, Yunus (A.S.)’ın balığın karnından selâmete çıkması gibi bir çok vak’alar gerçekleşmiştir. Hicrî ayların altısı bâtın, altısı zâhirdir.

Bâtın tecellî ayları:

1 - Muharrem 2 - Safer 3 - Rebîu’l-evvel 4 -  Rebîul-âhir 5 - Cemaziye’l-evvel 6 - Cemaziye’l-âhir’dir.

Altı zâhir aydan:

Receb, Şaban, Ramazan ayları, kulların kendi insan-ı asliyelerini öğrenme ayları olup, ef’âl şirkinden, sıfat şirkinden, vücûd şirkinden kurtulma tahsilini yapma aylarıdır. Tin Sûresindeki  “En üstün bir biçimde yaratıldıktan sonra aşağıların aşağısına indirdik” âyeti gereğince, aşağıların aşağısı olan bu dünyadaki emmâre nefsinden, Hak Mürşidinin himmetiyle kurtulanlar, ihtiyarî olarak,ölmeden evvel ölme mutluluğuna erdikleri için,dostla bayram yapmağa hak kazanmışlardır. Şevval ayının birinci günü Fıtır bayramıdır. Şevval, Zilkade ve Zi’l-hicce ayları ise Hakk’ın mülkünde Hakk’tan başkasının kalmamasıdır. “Bu mülk kimindir?” nidasına, kendisinden başkası kalmayınca “Bu mülk Vahid-ül Kahhâr olan Allah’ındır” cevabını yine kendisinin vermesidir. İşte bu üç ay,O’ndan başka bir şeyin olmadığının, Zâtının sıfatlarına ve sıfatlarından da fiileriyle kemâlât tecellîlerinin bu kesret âlemindeki şerhi olmaktadır. 

Muharrem ay’ı, kullar için Hakk Mürşide henüz yeni biat etmiş bir sâlike zikir ay’ı, Allah’ın gizlilikten bilinmekliğini murâd edip henüz açığa çıkmadığı Ahadiyet ay’ı da diyebiliriz.Bir sâlikin zikir dersi elbette onun yılbaşısıdır.Çünkü yeni bir dönem ve yeni bir hayata başlamaktadır.Bir âyet-i kerîmede “Siz ölü idiniz diriltildiniz, tekrar öldürülüp tekrar diriltilecek ve Rabbinize döndürüleceksiniz” buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi,cehâlet ve gaflet uykusunda iken, Hak Mürşidi bizleri zikirle diriltti. Böylece yeni bir hayata başlamış olduk.Tevhîddeki temkin zikrinde, bütün mertebelerin zevki gizli olarak mevcuttur. Onun için “zikir Ahadiyeti vurur” denmiştir. Nasıl bir ağacın çekirdeğinde, o ağacın gövdesi, dalları, yaprak ve meyveleri gizli olarak mevcutsa, aynen onun gibi, zikir de merâtibin içindeki bütün mertebeleri bünyesinde cem etmiştir. Günü ve vakti geldiğinde, merâtib-i İlâhinin mertebelerindeki şühûdî zevklerin kişide tecellî etmesi gibi, her peygamberin başından geçen olaylar Muharrem ayında olmuştur diye cem sigasıyla ifade edilmiştir. Yoksa tek bir ay olan Muharrem ayında bütün olayların olması düşünülemez. Muharrem ayı çok değerli bir ay olduğu için,peygamberimiz “Ramazan ayında tutulan oruçtan sonra en üstün oruç Muharrem ayında tutulan oruçtur.” buyurmuşlardır. Oruç uruc etmektir. Yani kişinin ikilikten birliğe yükselmesi, ihtiyarî olarak şirklerinden kurtularak Hakk’ın varlığı ile varlıklanmasıdır. Biz kulların, hakîkatteki Ramazan orucunu tutmadan Muharrem ayındaki  orucu tutmamız mümkün değildir. Her ibâdetin bir taklîdi,bir de tahkikî olduğu gibi, bunu da elbette yapmamızda fayda vardır. Yeter ki yerini bilelim.Ramazan ayındaki oruç bizlere farzdır. Muharrem ayı orucu ise  sünnettir. Oruç ikilikten birliğe yükselmektir. İkilikten birliğe yükselemeyen bir kişi nasıl olur da“ dâimî birlikte kalmak” olan nevâfil orucu tutabilir. Biz kullar, evvelâ farz olan Ramazan orucunu mutlaka tutmalı,ondan sonra da sünnet olan Muharrem ayı orucunu tutmaya gayret göstermeliyiz.

Melamîler, elhamdülillah hakîkat ehli oldukları için, zâhir ve bâtın ibâdetlerini beraber yaparlar.Zâhiri bâtından, bâtını da zâhirden hiçbir zaman ayırmazlar. Çünkü zâhir bâtınsız eksiktir. Bâtın da zâhirsiz zevk edilemez. Onun için bu zümre,daha zikirde iken her nefeste “Allah Allah Allah” demekle Allah’tan başka bir şeyle meşgul olmadan dâimî zikir birliğine erdikleri için baştaki Muharrem orucunu tutmuş olurlar.Çünkü Allah’ın zikir birliğine nâil olanlar gafletten, vehimden, vesveseden uzak kalırlar. Zira her nefeste zikirle meşgul olmaları,onları gaflet vâdisinden uzaklaştırır. Zâhiren sünneti uygulamak isteyenler,şeriat-ı evvel ahkâmına göre bu ayda oruç da  tutabilirler.Bu tutulan oruç taklîdi oruç olur. Melamîler, Receb ayında da oruçludurlar. Yalnız herkesin tuttuğu gibi bu bedenin gıdasını vermemekle değil, fiilerin fâilinin Allah olduğunun şühûd ve râbıtasıyla, fiiller birliğine ermekle ef’âl orucunu tutmaktadırlar.

Şaban ayında da henüz vücûd kokusu duymayan bu Tevhîd ehilleri sıfatların mevsûfunun Allah olduğunun birliği ile oruçlu olmuş olurlar. Ramazan ayı gelmesiyle o güne kadar bâtınî olan zikir birliği,ef’âl birliği,sıfatlar birliği oruçlarını bu ayda vücûdların da vücûdullah olduğunun bilinciyle bâtınî ve zâhirî birliğe erme olan orucu tutarlar. Toplum bunların yalnız zâhirlerini gördüğü için bedenen tutulan oruçlara “oruç tuttu” demekte, bâtınî olan oruçlara itibar etmemektedir. Bâtınî oruç tutma hasletine sahip olamayanlar, nefislerinin ıslah ve terbiyesi için,şerîatın emrettiği bedensel oruçlarını mutlaka tutmalıdırlar.

Muharrem ayının on gününün oruçlu olunmasının hikmeti ise,ef’âl-i İlâhiyenin,sıfat-ı İlâhiyenin,Zât-ı İlâhiyyenin zâhir ve bâtın (zâhirde: işitme, görme, koklama, dokunma, tad alma; batında: hafî, rûh, nefs, kalb, sır) on duygu ile zevkinden ibarettir. İşte Muharrem ayının üstün ay olmasındaki hikmet böylece anlaşılmış oluyor. Onun için Ramazan’da bir ay sûret ve sîret orucu tutmak bizlere emredilmiş, Muharrem ayındaki oruç ise, herkesin bu zevke nâil olamayacağı için nevâfil olmuştur. Zâten Hakk’ın mülkündeki bütün tecellîler nevâfildir. Allah,bütün kardeşlerime Muharrem ayının getirdiği hikmet ilimlerini nasîb etsin.

 

MUHKEM, MÜTEŞABİH ÂYETLERİN  ZUHÛRU

Muhkem âyetler sağlam,sıkı sıkıya kuvvetli, değiştirilemeyen, zâhir mânâ taşıyan anlamlarına gelmektedir. Her türlü ibâdetlerin zâhir anlam ve şekli bu cümledendir. Allah’ın emrettiklerini yapmak, yasak ettiklerinden uzak durmak yani şerîat-ı ahkâmiyeye uymak diyebiliriz. Müteşabih âyetler ise birbirine benzeyen,açık olmayan, te’vilâta muhtaç (çeşitli mânâlar vermek) âyetlerdir. Bu âyetler bâtın mânâlar remzetmektedir. Zâhir ifade edilse de mânâsı bâtındır. Bu tür âyetleri ancak Allah ve Allah yolunda ilimde râsih olanlar bilebilir. “Elif, Lâm Mim”, “Tâ-Hâ”, “Yâ-Sin”, “Vel Asr” gibi âyetler müteşabih âyetlerdir. Bunların zâhirlerinden hiçbir şey anlamak mümkün değildir. Te’vilâta ihtiyaç vardır.

Bir de hem muhkem hem de müteşabih âyetler vardır ki hem zâhir mânâsı hem de bâtın mânâsı vardır. Mesela İslâmın şartı diye bildiğimiz oruç tutmak, namaz kılmak,hacca gitmek,zekât vermek, kelime-i şehadet getirmek gibi ibâdetlerin hem zâhir hem de bâtın mânâsı ve îzâhı vardır.

İnsanlar, ilim ve irfâniyetleri derecesinde bu üç türlü Hakk’ın tecellîlerini yerinde görür ve kullanırlarsa hem layıkiyle Allah’a kul olmuş olurlar hem de  mutluluğu yakalamış olurlar. Şerîat âyetlerini hakîkatte, hakîkat âyetlerini de şerîatta kullanmak nasıl insanları çıkmaza sokuyor ve ondan layıkiyle faydalanamıyorlarsa aynen onun gibi muhkem âyetleri yerinde, müteşabih âyetleri  yerinde,hem muhkem hem de müteşabih âyetleri de zâhirini zâhire göre, bâtınını da bâtına göre mütalaa ve zevk edersek mutluluğa ermiş oluruz.

Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetler nasıl yerli yerinde mütalaa ediliyorsa, âlem-i kübra dediğimiz âlem ve Âdemde de bu âyetler öylece mütalaa edilmelidir.Âyet,delil demektir. Allahü Teala bu âlemde ve Âdem’de delilleriyle her şeyi zuhûra getirmiştir.  “Nefsinizde ve ufkunuzda âyetlerimizi göstereceğiz” âyetiyle hem nefsimizde hem de ufkumuzda âyetlerini göstereceğini söyleyen Allah İsra Sûresi 14.âyette de "Oku kitabını!Hesap görücü olarak bugün sana nefsin yeter!" demekle nefs kitabımızı okumamızı emretmektedir.İnsanlarda bu âyetlerin yerli yerinde enfüs ve âfâkımızda okunmasıyla görerek yaşama geçirmek gerektiği anlaşılmaktadır.

Bizler Kur’ân’ı yalnız satırlarda okuyup mütalaa ettiğimiz için bir türlü yaşama geçiremiyoruz. Halbuki bu ilim ve irfâniyet, bizlerin yaşama geçmemiz ve onun yaşam zevkine sahip olarak mutlu olmamız içindir.İnsanların çoğu Kur’an âyetlerini  tamamen muhkem olarak mütalaa ettikleri için huzursuzluktan kurtulamıyorlar. Peçeli ve tamamen şekli benimsemiş topluluklar plajlardaki insanları kâfirlikle,dinsizsizlikle suçlarlarken o kâfirlikle, dinsizlikle  suçlanan topluluklar da İslâmiyeti dar çerçevede mütalaa ettikleri kendilerini suçlayanları yobazlıkla, gericilikle suçlamaktadırlar. Biraz evvel söylediğimiz gibi bu  iki topluluğa göre de Kur’ân-ı Kerîm ufkumuzda yazılmış  âyetlerden ibarettir.

Sen kemâlât sahibi isen her iki toplum âyetlerini yerinde görmeye bak.Her varlık yerinde hoş ve güzeldir. Sen onları yerinde göremiyorsan, bil ki çirkinlik sendedir. Allahü Teala Âl-i İmrân Sûresi 191.âyette “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin azâbından koru” buyuruyor. Allah bâtıl hiçbir şey yaratmamıştır. Hal böyle iken sen nasıl birini iyi,birini kötü görebilirsin? İyilik ve kötülük görmek,her şeyi yerinde görmemekten olur. Mukayese edildiğinde ortaya çıkar. Ayrıca Allahü teâlâ kişileri başkasından sorumlu tutmuyor. Seni, sana soracak. Sana“O mütalaa ettiğin toplumların hesabını ver” demeyecek. Onun için bizlerin en çirkin olarak gördüğümüz şeyin kendi nefislerimiz olması gerekir. Allah şeklinize ve amelinize bakmaz, kalb ve niyetinize bakar. Hepimiz Allah’ı sevdiğimizi söyleriz.O’nun yarattıklarını da sevmemiz  gerekmez mi? Mecnun Leyla’nın mahallesindeki köpekleri bile‘Leyla’nın mahallesinin köpekleri’diye severmiş.

Onun için toplumumuzdaki her türlü inanç ve şekilde bulunan insanlar Allah tarafından o yerler için yaratılmışlardır. Allah Âlim’dir,bizler ise ma’lûmuz. Bizlerin ilm-i ezeliyette isti’dâdlarımız Allah’a nasıl ma’lûm olduysa, O da bizlerde, yaratılma yerimiz neresi ise o şekilde tecellî etmektedir.kimimiz meyhane için, kimimiz kumarhane için, kimimiz inkârcı olarak yaratılmışız. Sen onu yerinde görüp ona göre hareket edebiliyorsan o zâhir olan âyetleri yerinde kullanmaktan mütevellit huzurlu ve mutlu olursun. Kullanamazsan mutsuz olursun.

Bu zâhir ve bâtın âyetleri nefsinde zevk eden ve iç içe olma zevkiyle nefsinde yaşayanlar kâmillerdir. Onlar oruç tutarlar, namaz kılarlar. Fakat bedenen zâhir, rûhen bâtın zevkiyle bu ibâdetlerin sırlarını yaşarlar. Hiçbir zaman zâhiri bâtından,bâtını da zâhirden ayırmadan her şeyi yerli yerinde kullanarak mutlu olurlar. Onun için Kur’ân-ı Kerîm’deki bu âyetleri  yerli yerinde kullandığımızda doğruyu ve zevki bulmuş oluyoruz.

İslâmiyeti dar çerçevelere sıkıştırıyor,zümreleri tenkit ediyor ve kerih görüyorsak âlemdeki Kitab-ı Furkanın âyetlerini okuyamamışız demektir. Allahü teâlâ her türlü âyet tecellîlerini yerli yerinde okuyup yaşayan kullarından eylesin. Âmin.

 

     MUSA  (A.S.) VE ASÂ MUCİZESİ



Cenâb-ı Allah bir gün Musa (A.S.)’ya,Tâhâ Sûresi 17. âyette belirtildiği gibi “Ya Musa sağ elindeki nedir?” diye sordu. Musa (A.S.)'da “Ona dayanırım, davarlarıma yaprak silkerim  ve sürümü onunla yönlendirmek gibi bir çok ihtiyaçlarımı gördüğüm asâmdır.” dedi. Allah, “Onu yere bırak” diye buyurdu. Musa asâyı yere bırakınca bir ejderha olduğunu gördü ve korkmağa başladı. Allah “Ya Musa, korkma, biz onu evvelki haline getireceğiz” dedi. Musa (A.S.) asâyı yerden alınca asâ eski haline geldi. İkinci bir mucize olarak da, Tâhâ Sûresi 22.âyette “Elini koynuna sok ve çıkar. Kusursuz olarak bembeyaz olsun“ buyruldu.O da elini koynuna soktu ve çıkardığında, eli bembeyaz olmuştu. “Bu iki mucize ile firavuna git. Çünkü o çok azıttı.Ona yumuşaklıkla yaklaş, Hakk ve hakîkata davet et.”denildi.

İşte ister kendimizde kalp Musa’sının hakîkat şeriat asasıyla,davarları olan sıfatlarına, rûh yönünden gelen rûhani tecellî yaprakları olsun,isterse rûhani tecellîler doğrultusunda yönlenmesi olsun, Hakk ve hakîkat yolunda ona dayanmak sûretiyle onu kullanıyorum demesidir.

Afakta ise, Mürşîd-i Kâmilin sâliklerini taklîdi şeriat ile değil, hakîkatten sonra gelen şeriat-ı sâni ile irşâd etmesi  demektir. Musa’nın asası, mutmain olmuş Musa (A.S.)'ın nefsidir. Yere bırakması ise: akıl nimeti ile onu yönlendirirse insanlarda kabulleniş olmaz. Onun için kendi kontrolünden çıkması için“bırak asanı yere” buyruldu. Yani kesbî ılımını bırak ki Allah’ın vehbî ilmi zuhûr etsin, demektir. Bir kişi aradan çekilirse kalır Yaradan.Allah’ın güç ve kudreti sonsuzdur.İşte o zaman kişilerin akıl nimetiyle düzdüğü ilim cümlelerinin yanında,Cenâb-ı Hakk’ın tecellîleri ejderha oluverir.

İkinci mucizeye gelince;bir sâlik,nisbîyetlerinden kurtulup, Hakk’ın varlığı ile var olduğunda,her ne fiil işlerse işlesin, ondan işleyen Hakk olduğu için lekesiz ve bembeyaz olacaktır. İşte bir sâlik de, Musa olarak kendine nisbet ettiği süflîyyâttaki nefsini, mutmain olan nefse tebdil ederek ona göre hareket eder ve yine Hakk’ın varlığı ile var olur ve bunu yaşantısına intikal ettirirse bütün fiil ve işleri bembeyaz olacaktır. Dolayısıyla da selamete çıkmış olarak nefis firavununun karşısına bu iki mucize ile çıktığında galip gelecektir. Musa (A.S.) mucizelerle Firavuna gider. Firavun “Senin Rabbü’l-Âlemîn dediğin nedir?” diye sorduğunda Şuara Sûresi 24.âyette belirtildiği gibi Musa (A.S.) “Rabbü’l-Âlemîn, yerlerin ve göklerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir” dedi. Firavun çok zeki olduğu için, Musa (A.S.)’nın nübüvvet yönüyle verdiği bu cevabı hafife alarak, “Ben hakîkatini soruyorum, o ise nereden cevap veriyor” dedi. Halbuki, hakîkat yönünün kelâmla ifade edilemeyeceğini bilmiyordu.Çünkü hiçbir  zaman, Zâtın sıfatla îzâhı mümkün değildir .O bir zevk-i İlâhî’dir. Ayrıca “ Rabbü’l-Âlemîn doğunun  ve bâtının ve aralarındaki mevcûdun da  Rabbidir” diyerek sözünü bitirdi. Firavun, Musa (A.S.)’ı sihirbazlıkla suçlayarak tayin edilen bir yerde karşılaşılmasını istedi. Musa (A.S.)'ın sihrini kim mağlup ederse, ona büyük mükafatlar vereceğini söyledi. Sihirbazlar garanti bizim galip gelmemiz görülecektir diyerek Firavuna cesaret verdiler. Firavun üçyüz sihirbazla  meydana geldi. Sihirbazlar  Musa (A.S.)'a “Sen mi mârifetini göstereceksin, yoksa biz mi gösterelim?” dediler. Musa (A.S.)'da “Siz buyurun.” dedi. Her biri ellerindeki, ipleri yere bırakınca,tabiatta ne kadar yılan çeşidi varsa (çıngıraklı yılan, kobra yılanı,gibi) hepsi ortalığı istila ettiler. Musa (A.S.)'da asâsını yere bırakınca, asâ ejderha olup bütün sihirbazların yılanlarını yedi.Yani Musa (A.S.) ilm-i ledün diye bilinen hakîkat şeriatını ortaya koyunca, bütün âlimim diyen kesbî ilim sahiplerine galip gelir.

 Yunus Emre bir ilâhîsinde “Bir sinek, kartalı aldı vurdu yere,ben de gördüm tozunu”demekle bunu îzâh etmişlerdir. Sihirbazlar, yani nefs-i emmâre firavununun âlimleri ilhamla tecellî eden Cenâb-ı Hakk’ın vehbî ilmi karşısında insanın gücünün olamayacağını, bunların  âlemlerin Rabbinin olduğunu düşünerek “Harun ve Musa'nın Rabbine inandık.” dediler. Tabii ki, Firavun bu yenilgi karşısında hiddetlendi. Sihirbazlara “Sizin kol ve bacaklarınızı çarprazlama kestireceğim.” dedi. Bu, ‘Ef’âl ve sıfatlarınızı Allah’a nisbet etmekten men ederek, sizleri bu zevkten mahrum edeceğim.’ anlamına geliyordu. Onlar da “Bizler inandık, sen istediğini yapabilirsin” dediler. Bir sâlikte de nefs-i emmâre olan Firavunun bu engellemesi dâima olup durmaktadır.Kişi tam inanır  ve teslim olursa sihirbazlar gibi zarar görmez ve kurtulmuş olur. Firavun, Musa  taraftarlarını yok etmek için ordularını toplamağa gittiğinde Musa (A.S.) da taraftarlarıyla orayı terk ederek deryaya doğru yol aldı. Cenâb-ı Hakk “Ya Musa asânı suya vur. Sana deryanın ortasından bir yol açılacaktır.” dedi. Musa da vurunca 12 yol açıldı. Deryanın ortasına geldiklerinde Firavun da ordularıyla birlikte deryanın kenarına gelmişlerdi. Musa ile birlikte olanlar Firavunun ordularıyla birlikte arkalarından geldiklerini görünce yakalanacaklar diye çok korktular. Musa (A.S.) ise onlara, “Korkmayın! Cenâb-ı Hakk bizimle beraberdir.” dedi.Firavunun orduları deryanın ortasına gelince, suların kapanmasıyla hepsi orada helâk oldular. Musa ve taraftarları da selâmete çıktılar.

İşte bizler de Musa (A.S.) gibi bir Mürşîd-i Kâmile tâbi olur, onun Tevhîd okulunda merâtib-i İlâhiye’yi tahsil edebilirsek, asâ ve elimizi koynumuza soktuğumuzda bembeyaz olma mucizesine sahip olmamız zuhûr edecektir. Böylece, ister enfüsümüzde nefs-i emmâre Firavununa, isterse âfâkımızdaki nice Firavunlara galip gelmiş oluruz. Çünkü ebedî mutluluk, dünya ve Âhiretteki saadet ve selamet bununla mümkündür. Mevlâm cümlemize bu yolu nasîb etsin. Âmin.

 

     MUSA (A.S.)  VE  HIZIR  KISSASI



Kur’ân-ı Kerîm’in Kehf Sûresinin 60 ilâ 83. âyetlerinde kıssa olarak anlatılan Musa ile Hızır vak’ası bizlere sayılamayacak kadar ders vermektedir. Bizim gibi Musaların,her zaman hazır ve bütün müşküllerimize devâ olabilecek Hızırlara yani Mürşîd-i Kâmillere ihtiyacı vardır. Onlar şeriat ve hakîkat deryalarının birleştiği Marec-el Bahreyn mertebesinin sahipleridir. Orda bulunurlar. Âyetlerin zâhiri aynen anlatıldığı gibidir. Zâhir olarak da ibret almamız lâzımdır. Fakat, kıssada geçen olayların bâtınını bilmezsek remzettiği mânâ ve şifreleri anlamadığımızdan, lâyıkıyle istifade edemeyiz.

Bir gün Musa'nın kavmi, Musa (A.S.)’ya “Senden üstün âlim bir kimse var mıdır?” diye sordular. Musa (A.S.) “Yoktur” dedi. Çünkü âfâkta peygamberlerden üstün âlim kimse olmaz. Enfüste kişinin nefs-i emmâresi de benlik ve çok bilmişlikten mütevellit “Yoktur” diyecektir. Cenâb-ı Hakk Musa(A.S.)’ya“ İki denizin birleştiği yerde bir kulum var,onunla görüş” dedi. Musa (A.S.) “Onu ben nasıl bulabilirim?” diye sordu.Cenâb-ı Hakk da,sepete yiyecek olarak, koyacakları balığın bulduracağını söyledi.Arkadaşı Yuşa ile yola çıkan Musa, yollukları olan balığı alarak yürüdüler. Balık aşkı, arkadaşı Yuşa ise nefsi idi.İki deryanın birleştiği yerde mola verdiler.Musa uykuya daldı.Musa uykuya dalınca sepetin içindeki balık bir yol bularak denize gitti. Çünkü balığın denize gittiği vakit kalp Musa’sı uykudayken nefis Yuşa'sı uyanık olur. Vehim şeytanı, nefis Yuşa'sının kalp Musa'sına balığı hatırlatmasını unutturdu. Tekrar yollarına devam ettiler. Bir zaman sonra Musa (A.S.) “Yuşa balığı getir yiyelim” dedi.O da“ Senin uyuduğun o iki denizin birleştiği yerde, o denize bir yol buldu gitti” dedi. Musa “İşte gitmemiz gerekli yer orasıdır” dedi ve geri döndüler. Oraya geldiklerinde, bir pîr-i fânî gördüler. Selam vererek, yanına yaklaşıp arkadaş olmak istediğini söyledi. O da “Otur bakalım, evvelâ bir yemek yiyelim,sonra bu mevzuyu konuşuruz” dedi. Yemekte Hızır'ın önünde pişmiş bıldırcın eti ve kudret helvası vardı. Musa’nın önünde de çiğ bir tavuk vardı. Musa bunun hikmetini sordu. O da “Senin gibi bu yiyeceğin de çiğ,onun için seninle arkadaşlık yaptığımda sen benim sözlerime itiraz edersin” dedi. Musa da “İtiraz etmem, çok şeyleri de sizden öğrenirim inşâallah” dedi.

İşte,Hızır olan Mürşîd-i Kâmillere,Hakk ve hakîkati öğrenmek için gelen sâlikler, hiç itiraz etmeden vuslatlarını tahsil etmelidirler. İtiraz ederlerse, oracıkta kalır,bir adım dahi ilerleyemezler.Daha sonra Hızır'la Musa,bir gemiye bindiler.O beldede Hızır'ı herkes tanıdığı için, onlardan gemiye binme ücreti bile almadılar. Hızır denize açılınca gemiyi deldi. Musa itiraz ederek, ücretsiz bindikleri gemiyi neden deldiğini sordu. Hızır da kendisine itiraz etmemek üzere söz verdiğini hatırlatarak bu şekilde işlerine karıştığı takdirde ayrılacaklarını söyledi. Sonunda karaya çıktılar. Orada bir çocuk topluluğunun oyun oynadıklarını gördüler. Hızır, o çocuklardan birisinin başını koparıverdi. Bunu gören Musa tekrar itiraz ederek “Günahsız bir çocuğu ne için öldürdün?” dedi. Hızır da çocuğun kürek kemiğini çıkarıp “Sen kürek ilminden anlarsın” diyerek Musa’ya verdi. Musa baktı ki çocuğun anne ve babası çok temiz insanlar, fakat çocuğun ileride bir fesatçı olacağını gördü ve anladı. Hızır Musa’ya“ Bir daha itiraz edersen yollarımız ayrılacaktır.” dedi.

Tekrar yollarına devam ederek bir şehre geldiler. Orada bunlara hiç kimse yiyecek vermedi.Buna rağmen Hızır yıkılmak üzere olan bir duvarı düzeltti.  Musa “Bu işimizin karşılığında ücret alır ve yiyeceğimizi de temin ederdik” deyince Hızır “İşte bizim arkadaşlığımız buraya kadardır. Ben onu ücret karşılığı değil, fîsebilillah yaptım. Hem ben bu üç olayı Cenâb-ı Hakk’ın emirleriyle yaptım. Kendiliğimden yapmış değilim” dedi.Musa “Madem Cenâb-ı Hakk’ın emriyle yaptınız, bana bunun hikmetlerini söylerseniz memnun olurum” dedi. Hızır “Gemiye bindikten sonra, gemiyi delmemdeki hikmet, o gemi on yetimin malı idi. Yakında seferberlik ilân edilecek,ülkenin zalim padişahı bu delik gemiyi emrine almak istemeyecek. Yetimler de gemi ticaretiyle uğraşmaya devam ederek mağdur olmalarını önlemek için yaptım” dedi.

Mürşîd-i Kâmiller de kendilerine tâbi olan sâliklerin beş zâhir beş bâtın duygularının Hakk ve hakîkat yolunda irfâniyetlerini sağlayabilmeleri için varlık gemilerini delerler. Çünkü zalim hükümdar olan nefs-i emmâre, bu duyguların  malı olan o varlığa sahip çıkmasın. Bir sâlik de, Kâmilinin verdiği zikirden sonra Tevhîd-i Ef’âl’i aldığında, bütün fiillerin fâilinin Allah olduğunu anlayınca,varlık gemisine su girdiğini görecektir. Yani, o ilim nûru olan suyun, varlık gemisine ef’âl deliğinden  girerek gemiyi istilâ ettiğini anlayacaktır. Tabii ki Musalar da o güne kadar kendine nisbet ettiği bütün fiillerin fâili Allah’tır denince itiraz edecektir. Çünkü hemen kabullenmek çok zordur.

Hızır çocuğun başını koparılması ile ilgili olarak “Anne ve babası çok temiz insanlar olduğu halde,bu çocuk büyüyünce fesatçı olacağı için Cenâb-ı Hakk’ın ilhamı ile başını kopardım.” dedi. Bu, o güne kadar nefs-i emmârenin doğrultusunda zâhir olan kin, gadap, şehvet vb. gibi sıfatların öldürülmesidir. İnsanlarda baş, sıfatların tecellî mahalli olduğu için‘başı koparıldı’ denmiştir. Anne ve babanın temiz kişiler olması da,rûh ve onun tecellî sıfatları olan nefsin,aslında Rabbimin emirlerinden olmasındandır. Ne zaman emmâre nefse uydu, o zaman fesat çıkarır.

Duvarın yıkılıp tekrar yapılması konusunda Hızır “O duvarın altında iki yetimin hazineleri vardı.O yetimler henüz küçük oldukları için, akıl baliğ olmadan duvar yıkılıp o hazineleri başkaları almasın diye duvarı yeniledim. Çünkü o zamana kadar çocuklar büyüyecek, hazineler duvarın altında olduğu için de hiç kimsenin haberi olmasın diye yaptım” dedi.Duvardan murâd senin diye bildiğin  vücûdundur.Bazı zevât “Duvarın altındakilerden biri ‘lâ ilâhe illallah’ diğeri de‘Muhammeden resullullah’dır. ”bazıları “Biri öz, biri de söz hazine küpleri” bazıları da “O duvarın altındaki hazineden kasıt, biri celâl biri de cemaldir”demişlerdir.

Sendeki bu hazine biri ten,biri de candan ibarettir. Hızır gibi Kâmillerden aldığın telkînâtla, vâriyetini,ef’âl burgusuyla delmeli ve harap etmeli, sıfatlarından zuhûr eden nefsinin, kendine nisbîyet isteklerinin başını koparmalı ve  vücûdun  Vücûdullah olduğu idraki ile  mülkünde O’ndan başkasını bırakmayarak, dâima Zâtından sıfatlarına tecellî ile sıfatlardaki fiilleri müşâhede etmen gerekir. Peygamber Efendimiz, “Musa (A.S.) Hızır’a biraz daha sabretmiş olsa idi daha çok şeyler öğrenecek idi.” demiştir. Dikkat edilirse, Musa her seferinde itiraz etmiş  ve sonunda da özür dileyerek kendini levm( kınama)etmiştir.Bu da bir sâlikin her Hakk’ın doğru tecellîlerine itiraz etmesi doğarsa da,Kur’ân-ı Kerîm terazisiyle tartınca hemen levm etmesi, yani hata yaptığını kabul edip tövbe etmesi gereklidir. Kişinin vuslatını bu levm etmeler yükseltecektir. Bu kıssa bir sâlik ile bir Mürşîd-i Kâmilin arasındaki olaydan ibâdettir.

Yukarıdaki kıssada gemiden murâd kişinin vâriyetidir. Variyet gemisini delmeli,harab etmeli, yani vâriyeti bırakmalıdır. Öldürülen erkek çocuğundan murâd ise insanın kendine nisbet ettiği nefsidir. Eski duvarın yıkılması da insanın kendi  vücûdudur. Eskiden  vücûd senindir zannederdin, sonra onu düzeltip Hakk’ın olduğunu anlamış oldun.Rûh Makâmı, Cem Makâmıdır. Bir kimse Kâmilden aldığı tahsille, kesreti tabiyeden kurtulur. Çünkü ef’âl, sıfat ve  vücûdun Hakk’ın olduğuna vâkıf olunca kesreti tabiyye kalmaz. Vahdâniyyet deryası olan rûh Makâmı yani Makâm-ı Cem’e vuslat bulmuş olur.Cenâb-ı Allah cümle ihvâna bu kıssayı lâyıkıyla idrâk etmek nasîb etsin. Âmin.

 


Yüklə 2,44 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   27   28   29   30   31   32   33   34   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin