Âdem ile havva'nin vücudumuzdaki yeri Âdem ile havva'nin yaradilişI Âdem ilk insan ve ilk peygamberdiR



Yüklə 2,44 Mb.
səhifə35/40
tarix30.05.2018
ölçüsü2,44 Mb.
#52080
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40

Oruç üç türlüdür:

1 - Sûret orucu (bedenin)

2 - Sîret orucu (idrâk ve şühûdla)

3 - Sûret ve sîret orucu (zâhir ve bâtının Tevhîdiyle)

Melamîler oruç ve bütün ibâdetlerin farz olanlarını açıktan, nâfile denen ibâdetleri de gizli yaparlar. Şu halde, zâhirde vücûda giren her türlü şey orucu bozarken, bâtında birlikten ikiliğe çıkmak orucu  bozmaktadır.

                     RECEB AY’I

Receb ayı üç ayların birincisidir. Kelime ‘azametli, kuvvetli’ anlamındadır. Receb kelimesinde:

R” rağbet etmek

C” Cemalullah

B” bir demektir

İşte bir olan Allah’a, kim rağbet ederse ona Hakk Tealâ cemâlini gösterecek demektir. Arabî aylar on iki tanedir. Bunların altısı bâtın, altısı zâhirdir. Bâtın aylar:



1 - Muharrem ayı

2 - Safer ayı

3 - Rebîu’l-evvel ayı

4 - Rebîu’l-âhir ayı

5 - Cemaziye’l-evvel ayı

6 - Cemaziye’l-âhir aylarıdır

Toprağa atılan bir çekirdek ilk bahara kadar nasıl çeşitli devrelerden geçiyorsa insan çekirdeği de İnsan-ı Kâmile gelinceye kadar bu devreleri geçirmektedir.Tevhîd içinde de bu gizli aylar zikrin içinde gizlidir. Üç defa “Allah, Allah, Allah” demekle zâhir ve bâtın tecellîler henüz açığa çıkmamıştır. Ne zaman Receb ayına girilir işte o zaman çekirdeğin toprağı patlatıp açığa çıktığı gibi rağbet eden bir kuluna Mevlâm, bu âleme açılan ef’âl penceresinden ef’âl yüzünü gösterecektir. Bu ayın içinde mübârek iki kandil gecesi vardır.Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece Regaip kandili, bir de Receb’in 27.gecesi Mi’rac kandilidir. Onun için diğer aylara nazaran bu ay kıymetli sayılmıştır. Çünkü sâliklere merâtib-i İlâhiye tahsili bu ayda başlamakta, Mi’rac yolculuğunun basamaklarına bu ayda çıkılmaya başlanmaktadır. Yoksa zâhir ay olarak diğer aylardan hiçbir üstünlüğü yoktur.Onun için Resûlullah (S.A.V.)  Efendimiz “Receb ay’ı Allah’ın ay’ıdır. Şaban ay’ı benim ay’ımdır. Ramazan ay’ı  da ümmetimin ayı'dır.” demişlerdir. Bir sâlike dâimî zikirden sonra bu ayın remzettiği sırları açıklayan İnşirah Sûresinin sır kapıları bu ayda açılmakta ve kul, Hakk’a rağbetinin zevklerini bu ayda tatmaktadır. Çünkü Kâmil, onun göğsünü kansız bir ameliyatla yarmış, kendine nisbet ettiği fiilleri kaldırmakla yükünü hafifletmiş, zikrini pekleştirerek ef’âl penceresinden Hakk, ef’âl yüzünü yani Cemâlini göstermiştir. Şu halde Receb ay’ı taşıdığı mânâ itibariyle çok yüce ve  kıymetli bir aydır. Bu zevke kişi başka bir ay veya gecede ulaşsa onun Receb ayındaki Regaib’i, yani Allah’a rağbeti de o zaman olur. Neden bütün mübarek kandiller gecelerde olmaktadır? Herkesin anladığı gibi bu gece ve gündüzler dünya gece ve gündüzü değildir. Geceler Vahdeti, gündüzler de kesreti remzetmektedir. Onun için her neyin Tevhîdini yaparsak yapalım hep ‘gece’ lerde olacaktır.

Recebin 27.gecesi de Mi’rac gecesidir.Zira Tevhîd-i  ef’âli alan bir kişi tecellî-i ef’alle Mi’rac yolculuğuna başlamıştır. Mi’rac, yükselmek demektir. Nereden nereye yükselmektir? İkilik içinde olan kulluktan bir olan Hakk’a yükselmektir. Mi’rac Hakk'la görüşmek, Hakk'la buluşmaktır. Neden 26.veya 28.gecelerde değil de 27.gecesindedir? Hakk’ın fiileriyle açığa çıkışının şühûdunu zâhir ve bâtın olan iki(2)yerde yedi (7) sıfat-ı subûtiyesiyle zevk edebilirse 27.gecede Mi’rac yapılmış olacaktır.

Bir kişinin Receb ayında açığa çıkan insân-ı asliyesinin yeşilliklerinin görülmesi, Şaban ayında beratını almasıyla bütün sıfatlarında kurtuluşa ermesi, Ramazan ayında da Kadir gecesinde  kadere,lütf-i İlâhiye mazhar olmasıyla, dal ve yapraklarını sergilemesiyle gelişir. Şevval ayına girince Ramazan bayramını kutlar. Zilkade ve Zi’l-hicce aylarında da sıfatlarından kemâlâtıyla Hakk'ın tecellîlerine sahip olup, Zât’ın ziyâretiyle selâmete çıkarak mutluluğa erer. Ahadiyet ayı olan Muharrem ayına ayak basınca evvelindeki zikrin altı merâtib pencerelerinden görünen Ahadiyetteki gizli olan‘ Allah, Allah, Allah’ zikrinin aynısının olduğunu anlamış olur. Niyet iyi, âkibet iyi,başlangıç zikir, sonuç da zikir olduğu anlaşılmış olur.

İşte manevî tahsil olan bu altı ayda,bu mertebelerde Hakk'ın açığa çıkması zuhûr etmiş olur. Demek ki ilkokul çok önemlidir. Tahsil, Receb’den 12.aya kadar olmaktadır.

 

                    REGÂİB  KANDİLİ



Regaib kandili, Recep ayının ilk Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gecesidir. Bu gecenin taşıdığı mânâları dilimizin döndüğü kadar îzâha çalışalım.

Senenin içinde 12 ay vardır. Bu Arabî ayların altısı bâtın, altısı da zâhirdir.

Bâtın  olan  aylar 1-Muharrem, 2 -Safer, 3-Rebîu’l - evvel, 4-Rebîu’l- âhir, 5-Cemaziye’l-evvel, 6-Cemaziye’l - âhir aylarıdır.

Zâhir Arabî  aylar  ise 1-Recep, 2-Şaban, 3- Ramazan, 4- Şevval, 5-Zilkade, 6-Zi’l-hicce aylarıdır.

Görüldüğü gibi her bâtının açığa çıkması Recep ayı ile başlamaktadır. Üç aylar diye vasıflandırılan bu aylarda bir talebenin sırasıyla ilk öğretim, orta öğretim ve yüksek öğretim yapması gibi, üç aylarda da,ihvân, Rablerinden yaptıkları tahsille manevî kemâlâta vuslat bulmaktadırlar. Günah ve bütün ikilikteki nisbîyetlerinden kurtularak, Rabbine ihtiyârî olarak kavuşmakla mutluluğu tadacaktır.

Her şeyin bir zâhiri bir de bâtını olduğu gibi,Regaib gecesinin de bir zâhiri bir de bâtını vardır. Zâhiri, herkesin bildiği gibi üç ayların başlangıcıdır. Bu aylarda yapılan her türlü ibâdet diğer aylarda yapılan ibâdetlerden kat kat üstündür.Mânâsını bilmeden okunan Kur’ân, bir karınca adımı kadar bile olsa elbette Hakk’a yaklaşmaya vesîledir. Taklîdî olarak tutulan bedensel oruçlar, kişileri ikilikten birliğe ulaştırmasa da, yine de inanç ve îmânını kuvvetlendirmek için vesîledir. Avâm olarak vasıflandırılan kişilerin ibâdetleri onların ömürleri bittiği halde vuslatları Hakk’a ulaştırmaz. Onun için kişilere, bu yapılan ibâdetlerin bâtın tahsilini de mutlaka yapmaları gerektiği anlaşılmış olmaktadır.

Regaib,rağbet etmek demektir. Kul Cenâb-ı Hakk’a ne kadar rağbet ederse, Cenâb-ı Hakk da kuluna o nisbette rağbet eder. Elbette,kula Hakk’ın rağbeti, kulun Cenâb-ı Hakk’a malûmiyeti nisbetinde olduğu için böyle denmiştir.

İşte bir sâlik de Mürşîd-i Kâmile tâbi olduğunda, Tevhîd-i ef’âl dersinde,fenâ-i ef’alden sonra tecellî-i ef’al ile rağbetini görmeye başlar Ef’al-i İlâhiye tecellîsini görmeyen, kendinde ve başkalarındaki rağbeti göremez. Resûlullah Efendimizin babası Abdullah ile annesi Âmine hatun Recep ayında gerdeğe girdiler. Yani birbirlerine rağbet ettiler de Hz.Muhammed (S.A.V.) dünyaya geldi. Senin gibi bir sâlik de,Mürşîd mazharından Rabbine rağbet ederse, senin gibi Muhammedler zuhûr eder. Onun için Kâmiller sâliklerini zikir ile bâtın abdesti aldırıp Recep ayı olan Tevhîd-i Ef’âl dersi ile vuslata başlatırlar. Geceler Vahdeti remzettiği için mübârek kandiller hep gecelerdedir. Bir sâlikin kulağı ile duyduğu bir ilmi, gözü ile görmeye başlaması onun şuhûd etmesidir. Yani o fiile şahitlik yapmasıdır.Gözü ile şahitlik yapabilirse kalbi de o zaman tasdik eder. Gözü ile şahitlik yapmayan kişinin kalbi de tasdik etmez.

Enfüs ve âfâktaki bütün fiillerin fâilini gören kişi O’nun bütün varlıklardaki fiil birliğini idrâk etmekle, fiillerdeki ikilik fâilliğinden kurtulacaktır. İşte bu sâlikin tecellîyi göresiye kadarki haline rağbet denilmektedir. Bu tecellî o kişinin gönlünde kendisine nisbet fiili değil de, fâilinin Allah olduğu inancı,onda kandil ışığı zuhûr ettirecektir.

Gönlünde yanmaya başlayan bu kandil ışığı ile,her şeye o açıdan bakacak ve her şeyi de o açıdan müşâhede edecektir. Müşâhede, kalbin tasdikinden sonra kişinin yedi sıfatı ile görmesine denir. Nasıl anne rahmine düşen insan spermi bütün yönleriyle gelişip dünyaya bir an evvel çıkmak istiyor veya toprağa atılan bir tohum bir an evvel  zuhûra gelmek istiyorsa, bir sâlik de Mürşîd-i Kâmilden aldığı Tevhîd tohumunu kendi gönül bahçesinde bir an evvel zuhûra getirip zevk etmek ister.İşte  Hakk’a rağbet olan Regaib’i yaşayamazsa,maalesef  Regaib kandilini de kutlamış olamaz.

Kur’ân-ı Kerîm’in İnşirah Sûresinde,bir sâlikin İnsan-ı Kâmile gelerek ne şekilde temizlendiğinin açık bir şekilde îzâhı yapılmıştır. Bu sûrede,evvelâ kişinin göğsünün yarıldığı,belini büken günah ve cehâlet yükünün hafifletildiği, zikirlerinin pekleştirildiği,her zorluğun yanında dâima bir kolaylığın lütfedildiği uzun uzun anlatılmaktadır.

İşte sen de böylece Rabbine rağbet edersen her an’ının Regaib kandili olduğunu anlamış olursun.Yoksa dünya gecelerinden bir gecede olduğunu zannedersen ömrün boyunca bu geceleri ihyâ etsen yine de Rabbine rağbet etmiş olamazsın. Rabbim bizlere bu anlatılan idrakları nasîb etsin. Âmin.

 

RESÛLULLAH  EFENDİMİZLE DÂİMA BİRLİKTE  OLMAK

Ashâb, Resûlullah (S.A.V.) Efendimize “Cennet’te bizler seninle beraber mi olacağız,yoksa ayrı mı olacağız? Çünkü sen Makâm-ı Mahmûd sahibisin, bizler ise değiliz. ”diye sorduklarında Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Her kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurdular. Peygamber Efendimizin bu sözünden ne anlamamız gerekir ?

Evvelâ Muhammed’i bilmemiz gerekiyor. Muhammed’i bilemeyen onunla beraber olup olmadığını da bilemez. Cennetler ikidir. Amel Cennetleri ve irfâniyet Cennetleridir. Amel Cennetleri amel karşılığında Cennetler olup,oruç tutmak, namaz kılmak, hacca gitmek,zekât vermek gibi ibâdetlerimizdir. İrfâniyet Cennetleri de 1-Ef’âl Cenneti 2-Sıfat Cenneti 3-Zât Cenneti 4-Hayat veya Vahdâniyyet  Cennetleridir. Bu Cennetlerin hangisinde olursak olalım Muhammed’i bilmemiz ve şühûd etmemiz gereklidir. Mukayyed olan bu âlemde Muhammed sadece dört yerde zevk edilir, beşincisi yoktur.

1-Enfüste Muhammed:

Zât olan Hakk’ın sıfat olan Muhammed’den yani kişinin bütün sıfatlarından tecellîsini bilmek ve zevk etmektir.



2-Âfâkta Muhammed:

Bir Mürşid-i Kâmilin bütün ihvânlarından bilinmesi ve görünmesidir.



3-Vahdette Muhammed:

Ahadiyetten altı merâtib mertebelerinden açığa çıkan Hakk’ın tecellîlerini bilmek ve görmektir. Zira “Allah bu âlemi altı günde yarattı.” âyeti bunu remzetmektedir.



4-Kesrette Muhammed:

Allah Ahadiyetinden 1-Cemâdâtta 2-Nebâtâtta 3-Hayvânâtta 4-İnsanlarda tecellî etmekle bu kâinatta dört yerde Tafsîlât-ı Muhammedi aynalarından kendini şerh etmektedir. Çünkü bu âlemde Zât Allah,sıfat ise Muhammed’dir. Ancak Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Allah’ı kemâl sıfatlarda arayınız. Allah’ı noksan sıfatlardan aramayınız. Allah noksan sıfatlardan münezzehtir” buyurmuşlardır. Bizler de Muhammed’i noksan sıfatlarda aramayız. Kemâl sıfatlarda ararız. O  noksanlıktan münezzehtir.

Onun için kemâl mertebelerinde tecellîler Muhammedî tecellîlerdir. Bu mertebe ve yerlerde Muhammed’i tanıyan ve zevk eden kişiler her yerde ve her zaman Muhammed’le birdirler. Resûlullah (S.A.V.) Efendimizden ayrı olmadıklarını görür ve zevk ederler.

Hakîkatte Cennet, kişinin Allah’la beraber olma  zevki,  Cehennem ise, Allah’tan uzak olma cehâletidir.Böylece anlaşılmış oluyor ki kişiler hangi Cennet’te olurlarsa olsunlar Makâm-ı Mahmûd sahibi olan  Resullulah efendimizle dâima beraberdirler. Böylece “Kişi sevdiği ile beraberdir.” Hadis-i Şerifi tahakkuk etmiş olacaktır. O’nu sevmek, O’nu bilmek ve O’nunla dâima beraber olup, O’nun  her  türlü  hâli ile hallenmektir.

Cehennemdekiler ise hiçbir zaman Muhammed’i  bilemeyecek  ve görmeyeceklerdir. Bu âlemde saydığımız bu dört tecellînin dışında başka bir tecellî bilmek ve görmek de mümkün değildir. Resûllulah Efendimizle beraber olmak isteyenler bu yerlere nazar etsinler. İnşaallah Rabbim onlara ihsân edecektir. Âmin.

 

RESÛLULLAH EFENDİMİZİN BİZLERE GETİRDİĞİ HEDİYE

Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz Mi’ractan dönüşte bizlere üç hediye getirmiştir. Bu hediyeler:

1-Umuma 2-Özel 3-Kendine ve vârislerine has olan hediyelerdir.

Umumî olan için  zâhirde her ne kadar Allah’ın emir ve yasakları deniyorsa da Tevhîd içinde Kâmil tarafından sâlike telkîn edilen Makâmlardır. Çünkü bu ilme talip olan bütün sâliklere ayırdedilmeksizin her Makâm aynı telkîn edilmektedir. Ayırım yoktur. Buna Tevhîd içinde umumî emânet veya hediye diyoruz.

İkincisi ise özeldir. Yani telkîn edilen her sâlik Makâmlarda çalışıp râbıta ve şühûdları lâyıkıyle  zevk edebildiyse o sâliklerin gönül semâsından ilham zevkleri özel olarak o kişilere lütfedilir. Çalışmayanlar bu zevklerden mahrumdurlar. İşte çalışanlara verilen bu özel hediyeler de İnsan-ı Kâmil’in ilm-el yakînlik mertebesinde verdiği hediyeleri o kişilerin ayne’l ve Hakk-al yakînlik mertebelerindeki zevk etmeleridir. Hatırlanacaktır Maide sofrasında da Hz.Îsâ (A.S.)'ın havarîleri kırk gün sofradan yedikten sonra“Bundan böyle bu yemekten zenginler yemeyecek fakirler yiyecektir” diye Hz.Îsâ (A.S.)'ya emir gelince zenginler yani varlıklarından kurtulamayanlar inkâr ve itiraz ettiler. Allah da onları bu zevk halinden uzaklaştırdı. İşte aynen onun gibi zevke geçemeyenlere, kendi kuyusundan suyunu çıkaramayanlara bu hediye verilmiyor demektir.

Üçüncüsü hediye ise Resûlullah (S.A.V.) Efendimize veya vârislerinedir. Bu ne demektir? Makâm-ı Mahmûd sahibi olan Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz o Makâmın tek sahibidir. O Makâmın sırlarına ve o Makâma ait hediyelere yalnız o vâkıftır.Hatta İbrahim (A.S.) Tevhîd babamız olduğu halde Resûlullah (S.A.V.)’ın müsaadesi ile o yere girmeye hak kazanmıştır. Dolayısıyla evliyalar ve vâris olanlar da kendi esmâlarıyla değil kendi esmâlarını dışarıda soyunup Muhammed olarak oraya teberrüken girebilmektedirler. Makâm-ı Mahmûd’a teberrüken giren bu evliyalar elbette oranın sır hediyelerine de sahip olmaktadırlar. İşte bu üç türlü hediye bizlere Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz tarafından getirilmiştir.

 

                 RÛH NE DEMEKTİR



Resûlullah Efendimiz bir Hadis-i Şeriflerinde "Evvelâ ma halâkallahu rûhi" “Allah evvelâ benim rûhumu yarattı.” buyurmaktadır. Bu rûh, küll-i rûh idi. Cemâdâta tecellî ettiğinde, cemadî rûh, nebâtâta tecellî ettiğinde nebâtî rûh, hayvânâta tecellî ettiğinde hayvânî rûh,insanda tecellî ettiğinde de insan rûhu adını aldı. Aslında rûh birdir parçalanma kabul etmez. Fakat tecellî ettiği mazharlarda saydığımız gibi isimler almaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in İsra Sûresi 85.Ayetînde “Sana rûhtan sorarlar, de ki, o Rabbimin bir emridir.” buyrulmaktadır. Cemâdî, nebâtî, hayvânî rûhlar, teşriye devrinde  kör dönemecin içinde elli bin yıl tekrar tekrar dönerek kaldıktan sonra ancak insan rûhuna kavuşabiliyorlar. İnsanlardaki rûh da üç bölümde mütalaa edilir:

1 - Hayvânâtı insan rûhu

2 - Nâkıs insan rûhu

3 - İnsanlığını bulmuş insan rûhu

1-Nefsânî  yaşantıdan başka bir yaşantısı olmayan,  sûrette insan görünümünde olan ancak sîrette hayvan rûhuna sâhib olan,insanlardır.


Baba sulbü, anne sulbü ve dünyaya geldikten sonra, bir Hakk Mürşîdi olan Rabbi tarafından “Rûhumuzdan bir rûh üfürdük”  âyetine mazhar olamayanlardır. Bunlar, hayvânlar gibi yeryüzünde yaşayan, Hakk ve hakîkatten haberdar olmayan,yolca gelip boyca bu âlemden âlem-i Âhirete göçüp giden varlıklardır. Bunlar hiçbir zaman insan rûhuna sahip olmadıkları gibi,bu âlemde de âlem-i Âhirette de Cehennem azâbından kurtulmuş değillerdir. Hayvanlar gibi yerler, içerler,ürerler,dünya yaşamı ile nefsânî bütün zevklerini alırlar ve teşriye kör dönemecinde, genlerinin ve bütün insanlık hasletlerinin zuhûruna kadar yıllarca insan rûhuna hazır olasıya kadar cemâdât, nebâtât ve hayvânât teşriye devriyesinde döner dururlar.İşte dünyada da Âhirette de Cehennem bunlar içindir.Bu kişilerin,stres,üzüntü,keder,asabiyet gibi bir çok Cehennem halleriyle bezendiklerini görürüz.

2-İnsan-ı nâkıs rûhlar,bir İnsan-ı Kâmile gelerek, insan-ı asliyelerini bulmak için insanî rûh üfürülmesine rağmen henüz tam insan-ı asliyelerini tamamlamadıkları için, eksik ilim ve idrâka sahip olan kişilerdir. Zariyat Sûresi 56.âyette “ins” diye tabir edilen henüz insanlığını bulmamış olanlar bu sınıftandır.

3-Sûrette insan sîrette de insanlığını bulan kişilerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in Araf Sûresi172. “Rabbim Âdem oğullarının sulblerinden zürriyetlerini çıkarıp da onları nefislerine karşı şahit tutarak,‘ Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ buyurduğu vakit onlar da ‘Evet Rabbimizsin, şahit olduk’ dediler." âyetini bu gün bezm-i elest olarak kabul edip, bir İnsan-ı Kâmilden, “Rûhumdan bir rûh üfledim.” âyetini üfürten kardeşlerim insan rûhuna sahip olanlardır. Bunlar da aynen nâkıs insan gurubunda olan kardeşlerimiz gibi akıl baliğ olasıya kadar baba sulbü, anne sulbü gibi devrelerden geçmektelerse de,henüz sâbîlik devresinde olduğu için, sâbîlikleri nedeniyle  herhangi bir suçtan da mes’ul değillerdir. Nâkıs rûhlarla bunların arasında tek bir fark vardır, o da,eksik olan rûhların nâkıslığından mütevellit insan-ı asliyesini tam idrâk edememeleridir.

İşte insan rûhu bir Mürşid-i Kâmilden o kişiye evvelâ zikir rûhu,ef’al rûhu,sıfat rûhu,Zât rûhu üfürüldüğünde,Hicr Sûresi 29. “Feiza sevveytuhü ve nefahtü fiyhi min rûhi” “Ona Rûhumdan bir rûh verdik. ”âyetinin zuhûru olan insan rûhu görülmeye başlar. Nasıl ki anne rahmine intikâl eden sperm birinci kırk günde kan pıhtısı,ikinci kırk günde et parçası,üçüncü kırk günde kol ve bacaklar teşekkül ederek yüzyirmi gün sonra anne karnındaki çocuk hareket etmeye başlıyorsa, manevî rûh da bu şekilde,Mürşid-i Kâmilin zikir rûhu,ef’al rûhu,sıfat rûhu, Zât rûhu olarak üfürülerek insan rûhu teşekkül etmiş olur. Yoksa bu gördüğümüz bütün insanların hepsinin insan rûhlu olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, “nas” tabiriyle bütün insanlardan bahsediyor. Zariyat Sûresi 56.âyet “Ben ins ve cinleri bana ibâdet etmeleri için yarattım” demekle henüz insanlığını bulmamış eksik, yani nâkıs insanlardan bahsediyor. Yine Kur’ân-ı Kerîm İnsan Sûresinde,sûret ve sîrette insanlığını bulan insanlardan da bahsetmektedir. Şu halde, insan rûhuna sahip olarak Rablerine kavuşan bu kişilerin, Bakara Sûresi 156.âyetinde“Galu inne lillah ve inne ileyhi raciun” “Allah’tan geldik tekrar Allah’a rücû edeceğiz.” belirtildiği gibi rûhlarının sonsuza kadar, mutluluk içinde Cennet-i Âlâ’da kalacağı görülmektedir.

İnsan rûhu dışındaki diğer rûhların cemâdât,nebâtât  ve hayvânât teşriyesi dönemecinde uzun yıllar kaldığını görüyoruz. Onun için akıl sahiplerinin bir an evvel, bir İnsan-ı Kâmilden bu insan rûhunu üfürtmesini tavsiye ederim.Böylece ervâh âlemi olan bezm-i elest deminde, sıra ile zikir rûhu, ef’al-i İlâhiye rûhu, sıfat-ı İlâhiye rûhu ve Zât-ı İlâhiye rûhunu Vahdâniyyet diriliğini zevk ettiğinde, insan rûhuna sahip olduğu görülecektir. Cenâb-ı Allah bütün inanan kardeşlerime bu insan rûhunu nâsib etsin. 

                            RÜYA 

Rüya uykuda görülen misâlî âlemdir. Dünya yaşantısı başlı başına bir rüyadır. Uyuduğumuz zaman gördüğümüz rüya ise rüya içinde bir rüya olmaktadır. Onun için rüyalarla âmil olunamaz. Bir âyet-i kerîmede “Rüzgârı yağmurdan evvel haberci gönderdik.” buyrulması gibi rüyalar da iyi ve doğru yorum yapıldığı zaman hakîkatları bizlere haber vermektedir. Rüyaların haberciliğini en iyi bilen Yusuf (A.S.) idi.

Kesâfet olan bu dünya görüntülerini meydana getiren lâtif olan Rûhullahtır. Onun için sîretin tecellîsini sûretten  görebilenler de  rüya tabir edebilirler. Yusuf (A.S.)’un zindandaki  iki arkadaşından birinin gördüğü Yusuf Sûresi 36.âyet  “Ben kendimi rüyamda şarap olacak üzüm sıkarken gördüm’dedi.” rüyanın tabirinde Yusuf (A.S.) “Sen hapisten çıkınca efendine şarap sâkîsi olacaksın” dedi. Çünkü zâhirde şarap yasak edilen bir içkidir. Fakat mânâ ve sîrette aşkı ve zevki remzettiği için bu kendisine nisbet ettiği varlık hapishanesinden çıkarak ihtiyârî bir irfâniyetle Hakk’ın varlığı ile var olup Efendisi olan Rabbine ve her türlü tecellîlerine hizmet edecek demektir. Çünkü kesbî ilimle de Fenâfillâh olunur. Aşk Burak’ına binerek vehbî ilimle de Fenâfillâh olunur. İşte Yusuf (A.S.) o kişinin şarap yapıp dağıtmasıyla, aşk ile Hakk’ın lütfuna mazhar olacağını haber vermektedir.

İkinci arkadaşı da “ben rüyamda başımın üstünde bir ekmek gördüm, kuşlar ondan yiyor” dedi. Ona da cevaben “Sen asılacaksın ve kuşlar da başından yiyecekler” diyor. Çünkü ekmek cesedin gıdasıdır.“Sen bu tenden asılacak, gök ehli olan kuşlar da başından yiyecekler. Yani sen de kesbî bir irfâniyetle bu kesâfetten asılarak, senin bu tenini bekâ tecellîleri istilâ ederek yiyip bitirecekler” dedi.

Sonunda da Yusuf (A.S.)’un tâbir ettiği gibi aynen oldu. Onun için bu sûret âleminde her ne varsa hepsi de sîret âleminin tecellîlerinin görüntüsünden ibarettir. Sîret âleminin görüntüleriyle âmil olunamaz. Bir meyveli ağacın görüntüsü suya aksetmiş olsa biz de suyun içinde görünen meyveye sahip olmak istesek suyu taşlasak bile meyve elde etmemiz mümkün olur mu? Olmaz. Çünkü o meyve sudaki görüntüdür. Kafamızı kaldırıp aslını görürsek oradan istediğimiz kadar meyve yiyebiliriz.Onun için rüyaları tabir edecek kişilerin letâfet âleminden haberdâr olmaları lâzımdır. Yoksa tabirler yanlış olur.Hatta Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin “Rüyaları iyiye yorumlayınız” diye ikâzı vardır. Çünkü Hakk’ın hiçbir tecellîsi kötü değildir. Kötülük, iyilik bizler içindir.

Bir gün Padişahın eşi rüyasında, bütün Bağdat ahâlisinin üzerinden geçtiklerini görüyor. Zâhiren çok ayıp bir olay olduğu için hayâ edip de kimseye söyleyemiyor. Bu rüyanın tesirinden kurtulamadığı için hizmetçisinden bir kâmile gitmesini,gördüğü rüyayı kendisi görmüş gibi anlatmasını ve tâbir ettirmesini ister. “Bu rüyayı  benim gördüğümü de kesinlikle söyleme” der. Hizmetçi de söylenen Kâmile giderek“ Efendim ben böyle bir rüya gördüm, tâbir eder misiniz?” diyor. O Kâmil de “Kızım sen ne iş yaparsın ?” diye soruyor. O da hizmetçi olduğunu söylüyor. Kâmil “Kızım bu rüyayı sen göremezsin, bu rüyayı gören gelsin, rüya kötü değil güzel bir rüyadır” diyerek cevap veriyor. Sonra rüyanın asıl sahibi ezile büzüle Kâmilin huzuruna çıktığında “Kızım sen bu Bağdat’a çeşmeler, câmiler, okullar gibi faydalı hizmetlerde bulunacaksın. O insanlar da senin bu faydalı olan eserlerinden istifade edecekler” tâbirini alıyor. Görüldüğü gibi zâhir yönü kerih bir olay,fakat letâfet yönü ise mânânın nurlarını yansıtmaktadır. Onun için herkes rüya tabir edemez. Rüyalar da nefsâni rüyalar, Rahmânî rüyalar diye ikiye ayrılır. Rahmânî rüyalar aynen çıkar ama nefsanî rüyalar çıkmaz. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz de ilk altı ay rüyalarla iştigal ettiler. Onun için bir Hadis-i Şerîflerinde “Rüyalar nübüvvetin kırkaltıda biridir.” buyurmuşlardır. Yirmiüç senede kırkaltı tane altışar ay vardır. Kur’ân ise yimiüç senede indirilmiştir.

İşte Kur’ân’ın hakîkatine erebilmek için evvelâ altı ay her kişinin rüya ile iştigâl etmesi lâzımdır. Tevhîdde üç fenâ mertebelerinde zâhir ve bâtın olarak altı ay rüya derecesidir. Bu devreyi geçirenler artık her şeyi âyan beyan görecekleri için onlar rüya görmezler. Sûretlerdeki sîreti seyrederler. Yani hakîkata kavuştukları için her nereye dönerlerse dönsünler Hakk’ın Cemalullahını sûretlerin yaratılma yerlerinde, sûretlerden sîreti görürler. Allah cümlemizi kesâfet âlemi olan bu sûret âleminden letâfet âlemi olan sîret âlemine geçenlerden eylesin. Âmin.

 

SALİH PEYGAMBERİN DEVESİNİN HİKMETİ

Salih (A.S.) Ad kavminin helâkından sonra Semud kavmine gönderilmiş bir peygamberdir. Kavmi ona inanmadı.“Sen hakîkaten peygambersen şu taştan bir deve çıkar da görelim.” dediler.O an Cebrail gelip Salih(A.S.)’e kırk yıl evvel o taşın içine  bir devenin konulduğunu, Allah’a dua etmesini söylediğinde Salih (A.S.)'de Rabbine münâcaatla taşın içinden dişi bir deve çıkardı. Deve dile gelerek “Ben şehâdet ederim ki Allah birdir, Salih onun Resulüdür.” dedi. Salih (A.S.) kavmine bir gün devenin su içeceğini bir gün de kavminin su içeceğini söyleyerek yanlarından ayrıldı. Kavminin  inanmayanları gece vakti deveyi ayaklarından keserek öldürdüler.

Salih (A.S.) bunu duyunca çok üzüldü ve üç güne kadar helâk olacaklarını bildirdi. Yaptıklarına karşılık azâba katlanmalarını söyleyerek yanlarından ayrıldı. Kavmi de evlerinin ve bütün mallarının ateş içinde yanmaları sonucu helâk oldular. İşte Kur’ân-ı Kerîm’in Araf Sûresi  73.âyetinden 79.âyetine kadar,Hud Sûresi 64.âyetten 67.âyete kadar ve diğer Salih (A.S.) ile ilgili âyetlerde bahsedilen bu kıssalar bize zâhir olarak anlatılmıştır.

Fakat biz bu kıssalardan ne anlamalıyız? Bu âyetler bize nasıl bir fayda sağlamalıdır? Vücûd ülkemizde ve yaşantımızda bu âyetleri nasıl uygulamalıyız? Salih (A.S.) bir Mürşid-i Kâmildir. O’na inananlar kurtuluş gemisine binip kurtulanlar, O’na inanmayanlar ise ilim ve irfâniyetten yoksun oldukları için helâk olanlardandır. Kavminin Salih (A.S.)’den taştan bir deve çıkarmasını istemesi demek, sâliklerin vücûd dağından dişi deve olan Tevhîd aşkını ve irfâniyetini çıkarmak demektir. Çünkü zâhirde çöllerde uzak mesafelere tahamülle yükümüzü  taşıyan  develer olduğu gibi bâtında da uzak menzillere manevîyatımızı götüren Tevhîd aşkı olacaktır. Deve ayrıca dişidir. Erkek olmuş olsa idi çoğalamazdı. Bir kişide Tevhîd aşkı zuhûr ettiğinde elbette “Ben şahitlik ederim ki Allah birdir, Salih (A.S.) O’nun peygamberidir” diyecektir. Günümüzün Mürşid-i Kâmilleri de peygamberlerin vârisleri olması nedeniyle aynı görevi yapmaktadırlar. Suyu bir gün kavmin,bir gün devenin içmesi ise nefs sahibi kavmin akıllarıyla taklîdî ibâdet etmeleri, devenin ise Kâmilin kendisinde tecellî eden aklı rûhuyla ibâdet etmeleridir. Kavminin deveyi gece ayaklarından kesmeleri de cehâlet ve nefsaniye karanlığında onun Hakk ve hakîkat yolunda yürümesini engellemek içindir. Zâhirde de deve üç yerinden kesilir. Kavmin deveyi bu şekilde ayaklarından kesmeleri, bir kişinin Tevhîd yolundan uzaklaşması ve engellenmesi demektir. Deveyi ayaklarından kestiklerini duyunca Salih (A.S.) çok üzüldü ve üç gün içinde helâk olacaklarını söyledi.Günümüzde de, Salih (A.S.) gibi görevli Hakk Mürşîdlerinin sözlerine itibar etmeyenlerin Tevhîdden uzaklaşarak Hakk ve hakîkat yolunda Salih kavmi gibi helâk olduğunu görüyoruz.

Allahü  teâlâ bizlere böyle âyetleri göstermekle‘Sizler de onlar gibi helâk olmayın, Tevhîd aşkıyla Allah’ın Ahadiyet sırrına vâkıf olup dünyada da Âhirette de  saadet içinde yaşayın’diyor. Yani ‘Semud kavmi gibi olmayın’diyerek îkaz ediyor.

 


Yüklə 2,44 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin