Âdem ile havva'nin vücudumuzdaki yeri Âdem ile havva'nin yaradilişI Âdem ilk insan ve ilk peygamberdiR



Yüklə 2,44 Mb.
səhifə36/40
tarix30.05.2018
ölçüsü2,44 Mb.
#52080
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40

SÂLİKİN HİCABLARININ AÇILMASI

Tevhîd yolu kişilerde ilim, i’tikad, edeb ile ahlâk güzelliklerini sağlıyorsa o,doğru yoldur. Bunlar eksik veya yoksa o yol ilm-i ledün diye Kur’ân-ı Kerîm’in bahsettiği sır veya esrar yolu değildir. Bir büyüğümüze “Farzdan önce farz nedir?” diye sorduklarında “Farzdan önce farz,ilimdir” buyurmuş. “Farz içindeki farz nedir?” diye sorduklarında da “Farz içinde farz da ihlâstır” buyurmuşlar. Görüldüğü gibi ilim olmazsa  menzile doğru ilerleyen bir kişi dosdoğru yoldan sapabilir. İlimden gâye de i’tikad, edeb ve ahlâk güzelliklerini elde edip Âhiretin bahçesi olan dünyada  çok güzel mahsul ve meyveleri yetiştirmek, Âhirette de refah ve mutluluk içinde ebedî olarak elde ettiklerini yemesidir.Onun için her nefesteki kalbî zikrini saat gibi kurmaya çalışmalıdır. Kurduktan sonra kalb mutmain olmuş demektir. Kalb zikirle mutmain olunca “ircî” hitabına mazhar olan sâlik, Mürşid-i Kâmilinin himmeti ile Tevhîd-i ef’âl mertebesi kendisine telkîn olundukta, artık hissiyle tefekkür etmeye başlayacaktır. Kalbiyle dâimî zikrine devam eden sâlik hissiyle de râbıtayı kullanmak sûretiyle kendinde ve kendisi dışındaki varlıklarda fiilleri şühûd etmeğe başlayacaktır. 

Kulağın duyduğuna gözle de şahitlik yaparsak işte o zaman kalbimiz o fiili tasdik eder. Yoksa kulağın duyduğunu göz görmez ise şüpheden kurtulamadığı için kalp o olayı tasdîk etmeyecektir. Kalbin tasdîki her olayın şahitliği ile zuhûr eder. Ondan sonra kalp bütün sıfatlara komut vererek onun kabullenmesini ister. Dolayısıyla da her fiilin fâilini kişiye veya mazhara nisbet şekliyle değil, Hakk’a nisbet ederek müşâhede başlamış olur. Bir fiilin görünmesine şühûd diyoruz. Kalb tasdîk ettikten sonra bütün sıfatların kabullenişi  ile görmeye de dâimî olduğu için müşâhede diyoruz. Bir kişi bu dâimî zikri kalbiyle yaptığı gibi hissiyle de mertebelerde dâima râbıtasını kullanırsa işte o zaman hicâblar açılmaya başlayacaktır.

Nasıl dâimî zikri yapmayan bir kişi kendisini zorlamak suretiyle zamanla o zikre alışkanlık meydana getiriyorsa aynen onun gibi, enfüste ve âfâkta hissiyle râbıtayı kullanmayı  arzu eden bir sâlikte de elbette hicâblar kendiliğinden açılacaktır. Dâimî zikirle birlikte devamlı râbıtayı kullanmayanlarda bu hicâb açılmayacaktır. Bir kişi Tevhîd mertebelerinden hangisinde olursa olsun dâimî zikrini saat gibi kurduktan sonra mertebesinin râbıtasını da mutlaka hissiyle kullanmalıdır. Yoksa idrâk ve gönül aynasından bu niyetle bakmadığı için hicâblar açılmayacaktır. Ma’lûmunuz hicâblar ikidir:

1 - Zulmânî perdeler

2 - Nûrânî perdeler     

Zulmânî perdeleri açmak için ilim ve irfâniyetle fâili, mevsûfu ve mevcûdu iyi bilmek ve Hakk’a nisbet etmek lâzımdır. Bu irfâniyetten sonra da her mazhar kendisinin isti’dâd ve kabiliyetine göre Hakk’ı açığa çıkardığını ve varlıkların cins, renk ve vasıfları ne olursa olsun onun Vahdâniyyet tecellîlerini perdeleyemeyişine nûrânî perdeler denmektedir. Hicâb perde demektir. Zulmânî perdelerin açılması için dâimî zikri ve hissimizle râbıtayı kullanmayı dâimîleştirmeli, akıl nimetiyle de kendimizi, yakın takibe alarak dâima kontrol etmeliyiz.

Bir sâlik ne kadar sohbetlerde bulunursa bulunsun, irfâniyetini ilim yönüyle geliştirirse geliştirsin dâimî zikirle birlikte, hissiyle mertebesindeki râbıtayı kullanmaz ise hicâbları açılmayacaktır. Hicâbı açılmayan sâlik de varlıkları ve fiilleri ayrı ayrı kendisine nisbet ederek ihtilâftan ve ikilikten kurtulamadığı için hem mutsuz olacak hem de ilmin ötesine geçemeyecektir.

Allah’a gönül verenler yalnız ilimde kaldılarsa o kadar bir gönül verisi var demektir. Yoksa ilim,âmil olmak için elde edilmelidir.İlmiyle âmil olanlar edebinde, ahlâkında dâima kendilerini kontrol ederler. Hz.Muhammed (A.S.) ’e‘ Muhammed-ül emîn’ denildiği gibi kendilerine de toplum tarafından “emîn” denir ve onlardan  toplum memnundur.

 

SÂLİKLERDE EDEB  NASIL OLMALIDIR

 

Edeb,terbiyeli olmak, insanlara sözle,fiille güzel davranmak  ve lütufkâr bir hâl güzelliği  ile muamele etmek anlamlarına gelir. Kelimeyi  harflerle  açacak olursak:



E: Eline sahip ol

D: Diline sahip ol

B: Beline sahip ol

Demekle, “ef’âl, sıfat ve zâtın Allah’ın olduğunu bilerek dâima huzurda ol” şeklinde açıklayabiliriz.

Hucûrât Sûresi 1,2 ve 3.âyetlerde “1-Ey îmân edenler; Allah ve Resulünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Çünkü Allah, her şeyi işitir ve bilir. 2-Ey îmân edenler, seslerinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın ve birbirlerinize bağırır gibi, ona bağırmayın.Haberiniz olmadan amelleriniz sonra  boşa çıkıverir. 3-Gerçekten Allah’ın peygamberinin yanında seslerini kısanlar, bunlar o kimselerdir ki, Allah kalblerini takva için imtihan etmiştir, onlara bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır”  buyrulmaktadır.

Görüldüğü gibi bu âyet-i kerîmelerde de, üstüne basa basa ifade edildiği gibi, Allah ve Resulünün huzurunda hudû, huzu, ve huşû, halinde edebli olmamız istenmektedir. “Günümüzde, Resûlullah yok ki bunu uygulayalım” derseniz o iki cihan serverinin veresetül enbiya olan zâhir ve bâtın ilimlerini inananlara tebliğ eden İnsan-ı Kâmilleri mevcuttur.

Câmilerimizde, cemâatla kıldığımız namazlarda,nasıl imama uyduktan sonra, imamın dışında cemâattan çıt dahi çıkmıyorsa, aynen onun gibi,sohbet ve Kâmil ile beraberliklerimizde de edebe dâima uymalıyız. Çünkü İnsan-ı Kâmiller,Allah’ın bu yer yüzündeki sesidirler. O mazharlardan konuşan ve her türlü nasihatı bizlere yapan Rabbimin taa kendisidir. Rabbimin gölgesi olarak gördüğümüz beşer yüzlerinin hiçbir ilim ve irfâniyetleri yoktur. İlim ve irfâniyet sahibi o yüzlerden kemâlâtıyla tecellî eden Rabb-il Âlemin’dir. Kâmil mazharlarından, bizlerle sohbet eden ve her türlü yüce âyetlerini gösteren bizzât Cenâb-ı Allah’tır.Allah Zât olarak, sıfatı olan Muhammed mazharından tebliğini yapıp durmaktadır.Allah ‘Zât’tır. Muhammed‘ sıfat’tır. Muhammed‘ Zât’ olduğunda Âdem ‘sıfat’ olur. Âdem ‘Zât’ olduğunda da, sâlikler ‘sıfat’ olmuş olurlar. Onun için, Zâtın tecellîlerine, sıfatlar  asla karşı gelemediği gibi, îmân eden huzur ehlinin zâhir ve bâtın edeblerinin, Cenâb-ı Allah kişilerde cem olmasını istemektedir.

Tevhîdde her merâtib-i İlâhiye mertebesinin, riâyet edilmesi vâcib olan bir edebi vardır.Fenâ mertebelerinde ‘yok’luğun hisle yaşamı, bekâ mertebelerinde de yokluğun mukabilinde ‘var’ lığın lâtif sıfatlardan zuhûrâtının müşâhedesi vardır. Kâmilin sözleri Rabbimizin sözüdür.Her ne konuşursa doğrudur. Eğri olarak algıladığımız bazı sözler varsa, “Mutlaka bir sebebi vardır” diye düşünmek lâzımdır. “Verdiği kararlarda doğruyu en iyi bilen O’dur” demelidir. Çünkü onun kendine ait bir varlığı yoktur. Varlık sahibi Allah ise nasıl olur da, Allah eksiklik sergiler. Bu yolda görevli olan Kâmillerimizi  madem ki Allah görevlendirmiştir, onların bizlerin bilmediği, bize ters gelen bazı kararlarının nefslerinden  olmadığını bilmemiz gerekmez mi? Onun için,zâhirde yürürken onların önüne geçmemeli, ses yükseltilmemeli, uzaktan çağırılmamalı, fiil ve davranışlarda edebe riâyetsizlik asla olmamalıdır. Onların meclisinde sohbet esnasında bir ihvân kardeşimizin diğer bir ihvân kardeşimizle  O’nu dinlemeyerek kendi aralarında gizli gizli konuşmaları hoş olmayan davranışlardır. Bâtında da kâmillerin kişilere yakınlığını suistimal etmek, fazla isteklerde bulunmak hoş olmayan  hâllerdir. Çünkü Allah zâhir ve bâtın her şeyi gören ve bilendir.

Maalesef günümüzde, kâmil diye bildiğimiz Mürşid-i Kâmilleri sıradan ilim sahibi bir kişi olarak gördüğümüz için,bir adım ilerlememiz mümkün olmamaktadır. Onların, sırf ilim öğrenmek için sohbetlerini dinlememiz bize vuslat buldurmaz. Bu durum evimizde bir velînin kitabını okumuş olmak gibidir.Bu hâl suyun bulunmadığı yerde teyemmümle abdest almaya benzemektedir. Gönülden sevgi ile teslim olmayanlar “Hakk’ın huzurundayım ve Hakk’ın sohbetini dinliyorum” diyemiyorlarsa, ilimleri artsa bile, mânen onlardan istifâde edip vuslat bulamazlar. Onların sîreti, bir yerde Muhammed, bir yerde Rabbü’l-Âlemîndir. Sûretleri ise,senin benim gibi bir beşerdir. Artı kutup olan Allah’ın Zâtı, Muhammed olan eksi kutupla birleşmedikten sonra gönüllerimizde nûr ziyâsının parlaması mümkün değildir.

Gelin kardeşlerim, zerreden küreye kadar Allah’ın Zâtının tecellîlerini tanıyalım. En üstün vasfa sahip olan bu Kâmillerimizin Kevser ırmağından kana kana içmenin ancak  edebimiz nisbetinde mümkün olabileceğini unutmayalım.

 

                       SEVGİ VE AŞK



Sevgi,kişide istek ve arzu duymakla başlar. Şevk ve gönül vermek sûretiyle devam ederek aşka intikâl eder. Zâten sevginin gâyesi kişiyi Sevgili’ye kavuşmaktır. Allah güzeldir,güzelleri sever. Üç türlü sevgi vardır. Bunlar:

1-Tabii sevgi 2-Rûhâni sevgi 3-İlâhi sevgidir.

Tabii sevgi kâinattaki bütün yaratıklara ihsân edilen bir sevgidir. Kimisi parayı sever, kimisi mal ve mülk sever, kimisi kişileri sever. Kediye en çok neyi sevdiğini sorsak fareyi sevdiğini söyleyecektir. Tilkiye en çok neyi sevdiğini sorsak o da tavuk yemeyi sevdiğini söyleyecektir. Bunlar, mahlûkatın tek taraflı sevgisinden ibârettir.

Rûhanî sevgi ise sevgilisini hem onun için, hem kendi nefsi için sevme durumunu,sevende bir araya getirme hâlidir. Yani  burada iki taraflı sevgi vardır. Oysa,tabii sevgide, seven sevdiğini kendi nefsi için tek taraflı olarak sever. Rûh birdir parçalanma kabul etmez. Fakat tecellî ettikleri mazharlarda esmâ alır. Cenâb-ı Hakk bu kesret âleminde kendisinden başkası olmadığı için kendisini sevdi. Bir Hadis-i Kudsî’de “Ben gizli bir hazine idim.Bilinmekliğimi istedim, sevdim muhabbet ettim, bu halkı halk ettim” buyrulmuştur. Onun için Allah kendisinden başkasını sevmemiştir. Zâten mülkünde O’ndan başkası da yoktur. Bu tafsilât-ı Muhammedi aynalarından, kendi güzelliğini ve cemalullahını her an ayrı ayrı tecellîlerini seyretmektedir. Onun için, Hakk kendini bildi.Nereden bildi?Mazharlarından bildi. Çünkü bilinmekliğini istedi de bu sıfatlar âleminden kendini açığa çıkardı.Onun için,bu âlem, tafsilât-ı Muhammediyye aynaları oldu.Allah bu aynalarda kendi sûretini gördü ve sevdi. Âl-i İmrân Sûresi 31.âyette “De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız. Muhammed'e tâbi olun ki Allah da sizi sevsin.” buyrulmaktadır. Şu halde Mürşîd-i Kâmile uymak ve ona bağlanmak sevginin sebebi olmaktadır.Rûh birliğini idrâk edenler, bütün kişilerden tecellî eden güzelliğin kendisi olduğunu bildiği için,her mazharda o güzel cemalullahın kendisi olma bilinci ile kendisini sevdiği anlaşılmış olur.

Rûhâni sevgi, kulun Hakk’ı sevmesi ve Hakk’ın kulunu sevmesi olarak  iki bölümde mütalaa edilir. Kul Allah’ını bütün mazharlardan tecellîsi ile kendisinin yokluğunu idrâk ederek sever. “Bu mülk kimindir? Vahid-ül Kahhar olan Allah’ındır” hitabını duymasıdır. Yani kişinin Fenâfillâh olmasıdır. Allah’ın  kulunu sevmesi, O’nun kul mazharı olan bütün sıfatlarından kemâlâtıyla açığa çıkmasıdır.

İlâhî sevgi ise herkesin bildiği gibi zanda ve hayâlde olan bir Allah'ı sevmek değil, zerreden kürreye her sıfattan kendini ilân edenin, kendisini sevmesi ve seyretmesidir. Bütün âlem şuhûd ve ibâdet sahası olduğu için ‘sevgi’ den başka hiçbir şey yoktur. Bu âlemi Cenâb-ı Allah sevmek ve sevilmek için yaratmıştır.Maide Sûresi 54.âyette“O onları sever onlar da O’nu severler.” buyrulmuştur. “Sohbetten muhabbet, muhabbetten Muhammed hasıl olur. Muhammed'siz hiçbir şey hâsıl olmaz” denilmiştir.

Bu sevgilerin toplamına aşk denilmektedir. ‘Aşk’ sözcüğü üç harf ve beş noktadan meydana gelmiştir. Harfler: ayın, şın, ve ‘kaf’ harfleridir. ‘Şın’da üç, kaf’ta da iki olmak üzere toplam beş nokta vardır. Bu da üç harf olan Allah’ın bu mukayyed olan bu hadisatta ef’âl, sıfat, Zât yüzlerinin, beş nokta sırrı olan kişilerdeki beş duygu ile zevk edebilme  haline aşk denilir. Çünkü bütün mevcûdiyetinle Rabbine dönmeye aşk denilmektedir. Dönen kişiye de aşık denilir. Pir Hz.leri“ Bir sâlik Fenâfillâh olasıya kadar sevgi ile vuslat bulur. Fenâfillâh olunca lâyıkıyle aşkı ancak tadabilir.” buyurmuşlardır.

Aşkın üç merhalesi vardır: 1-Aşk 2-Vâle 3-Heymân dır. 1- Aşk  kişinin bütün mevcûdiyeti ile Mâşuk’una dönmesidir. Mâşuk’una dönene âşık denir. 2-Vâle ise kişinin bütün mevcûdiyetiyle Mâşuk’una dönmesi ve kendinden geçme hâline denir. 3 -Heymân kişinin  bütün mevcûdiyeti ile Mâşuk’una döndükten sonra kendinden geçip Mâşuk’unu kendinde görme hâlidir. Tevhîd mertebelerinde belirtilmek gerekirse, Fenâfillâha kadar aşk hâli, feraiz ve Vahdet zevki vâle  hâli, kavseyn mertebesinde de heymân zuhûr eder. Âşık olan kişilerde uyku uyuyamama hâli vardır. Yemeden içmeden kesilerek, dâima sevgilisini anması, dâima O’nunla beraber olma arzusu gâlib gelir. Kişi,sevgilisinin yüzünden başkasını görmez. O,her şeye kördür. Sevgilisinin konuşulması dışında her şeye ilgisiz  kalır. Kalbine O’nun dışında hiçbir şeyin girmesini istemez. Ve kalp kapılarını O’nun dışındakilere kapatır. Hayâlinde ve şuhûdunda hep o vardır. O’nunla yatar O’nunla kalkar. O’nunla hep beraber olur. Bir Hadis-i Kudsî’de“ Kulum bana  nevâfille yaklaştığında, onun görmesine göz, duymasına kulak, konuşmasına dil, yürümesine ayak, tutmasına el olurum ve bütün cevahir a’zaları ben olurum. Benimle görür, benimle duyar, benimle, konuşur, benimle yürür  ve benimle tutar “ buyrulmuştur.

 

Kulağım âşık oldu sevgilimin sözlerine



Gözüm âşık oldu sevgilimin gözlerine

İşte bu aşırı sevgi âşıkların akıllarını başlarından alır. Onları inletir ve zayıflatır. Bir deri bir kemik haline sokar. Kuşku ve uyumama hâli zuhûr eder. Kuvvetli bir aşk arzusu, bir şevk ve iştiyâk hâli doğurur.Bu haller kişinin yaşantısını alt üst ederek değiştirir. Akıl ile aşk hiçbir zaman bağdaşmaz. Çünkü akıl insanı belli bir kayıt altına alır. Aşk ise insanın hayatını alt üst ederek şaşkına çevirir. Akıl kişiyi toplarken aşk  kişiyi dağıtır. Hakk âşıkları yalnız Allah'ı müşâhede ederler. Her gözden görülen, her dilden konuşulan, her kulaktan duyulan sadece O’dur. Ârifler bunu böyle bilirler.O da âşıklara bu hakîkat ile tecellî eder.Peki seven  sevgilisine acı çektirir mi? Çünkü en çok acıyı çekenler peygamberler, evliyâlar olmuştur. Maide Sûresinin 54.âyeti “Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler.” bize Allah’ın kullarını sevdiğinden mütevellit celâl tecellîlerini lütfettiğini, celâlsiz kemâlâtın olamayacağını, sevdiği peygamberlere ve evliyâlara kemâlâtını istediği için bu acıyı çektirdiğini anlatmış oluyor. Cenâb-ı Allah’ın lütfu kahrının içinde gizlidir. Aslında bu, bizlere acı gibi görünüyor. Yoksa onlar halinden memnunlardır. Allah’ın celâl tecellîsi ikiliktekileredir. Birlik deryasında olanlara celâl tecellî olmaz o aynı tecellî cemâl olmuştur. Cenâb-ı Allah bütün ihvân kardeşlerime bu aşkı nasîb etsin.Âmin.

 

                         



                SEVMEK  VE  SEVİLMEK 

İnsanlar bu dünyaya, sevmek, sevilmek ve  sevdirmek için gönderilmişlerdir. Yoksa üç günlük yaşamlarında birbirleriyle kavga etmek, geçimsizlik ve mutsuzluk için gelmemişlerdir. Neden insanlar birbirlerini sevmiyorlar, neden  bütün yaşamını dünyadaki Cehennem’de geçirmekten kurtulamıyorlar, akıl, fikir ve bütün zihinsel  düşünüşlerini ekonomik meselelerden,üzüntü ve dünya debdebelerinden Hakk’a doğru döndüremiyorlar? İşte bu soruların cevabı Tevhîdde mevcuttur. Ne yazık ki bunları bilmediğimiz için bu Cehennem’den kurtulmamız mümkün olmuyor.

Kur’ân-ı Kerîm’in Araf Sûresi 179.âyetinde “Cin ve insin çoğunu Cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır tefekkür etmezler, gözleri vardır hakîkati görmez, kulakları vardır hakîkati duymaz,işte bunlar hayvan gibidirler.” buyrulmuştur. Şu halde insanların çoğunluğunun, mutsuz ve azabda oldukları anlaşılmaktadır. Dünyada Cehennem, kişilerin Hakk’tan kendilerini uzak hissetmeleri ve Cenâb-ı Hakk’ın tecellî mazharlarını Hakk’tan ayrı imiş gibi görüp, ihtilâftan kurtulamayıp azab çekmeleridir.

Her tecellî Hakk’ın olduğu halde, “Nedir bu kavgalar ve ihtilâflar?” diye soracak olursanız, her tecellînin fâilinin Allah olduğunu bilmeme cehâletidir. Zira kişideki Cehennem azâbı cehâletinden ve Hakk’tan uzak oluşundan başka bir şey değildir. Cenâb-ı Allah, onsekizbin âlemde, zerreden kürreye kadar, Zâtını ilân etmiştir. İlân etmesi demek, her varlıkta zuhûra gelmesi demektir. Şu halde sevmeyip ihtilâf ettiğimiz kişi veya varlıkların, kendilerine ait hiçbir güç ve kuvveti yoktur.Onl arın mazharından  bizlerdeki, malûmata göre Cenâb-ı Hakk,o âletleri, bizlere kullanmaktadır. Neden o eksik mazharları başkalarına değil de,bize kullanıyor? Çünkü bizlerde eksiklik var. Onları bize kullanmasa başkalarına kullanacak. Onun için her türlü olayda, başkalarını suçlamak değil de kendimizi gözden geçirip düzeldiğimizde,bir daha bu eksik tecellînin olmadığını görürüz. Çünkü Allah bizlere, hiçbir mahlûkata vermediği, akıl, fikir, irâde ve ilim gibi yüce emânetler vermiştir.Bunları yerinde ve doğru kullanırsak, o zaman azâbımız azalacaktır.

Sûrette kalanlar ve sûret için ömrünü bitirenler,azab ve mutsuzluktan kurtulamamışlardır. Sûretlerin hiçbir hükmünün olmadığını bilenler, sîret için çalışıp onun bilincine erenler, mutluluk ve saadet içinde,dünyada iken Cennetlerini yaşayacaklardır. Dünyada Cennet ve Cehennem vardır. Âhirette de Cennet ve Cehennem vardır.Dünyadaki Cehennem Hakk’tan uzak olmak ve her türlü ıztırab ve kederleri onların Cehennem’i olmaktadır. Dünyadaki Cennet’leri ise Hakk’la beraber olup huzur ve mutluluk  içindeki zevkleridir.

Dünya zâhir beş duygumuzla algıladığımız kesâfet âlemidir. Âhiret ise bâtın duygularımız diye vasıflandırdığımız, hiss-i müşterekimiz olan bâtın duygularla algılanan bir âlemdir. Zâhir duyguların bu âlemde geçerliliği yoktur.

Dünyada iken Hakk’a olan yakınlığından (ilm-el yakînlik, ayne’l-yakînlik, Hakk-al yakînlik) aldığı zevkler, sıfatlara bürünerek karşısına çıkacaktır. “Dünya Âhiretin tarlasıdır.” Hadisi bize bunu bildirmektedir. “Dünyada a’ma olan Âhirette de a’madır.” Âyet-i kerimesi bizlere dünyada iken, bütün fiillerin fâilini çok iyi tanımamızı belirtmektedir. Sevdiğimiz her varlığın özünün, Cenâb-ı Hakk’ın bir tecellîsi olması nedeniyle bizzat Rabbimizi sevmiş olduğumuzu anlamış olacağız. Cenâb-ı Hakk kendinden başka bir varlık yaratmamış ki seven ve sevilen olsun.Seven de kendisi, sevilen de kendisidir. Yeter ki biz bu irfâniyete sahip olup mutluluk içinde yaşayalım. Yoksa kendi azâbımızı kendimiz hazırlamış oluruz.

Aşkınla sararıp soldum

Kâh yanıp kül oldum

 Seni her yerde aradım



Sonunda kendimde buldum

Aşk ateşini yanar sandım

Gönlümde hep Seni andım

Anan da sen, anılan da sen olduğunu bildim

Ahmet’teki Aşk’ın ve Âşık’ın özünü gördüm

Herkes bu gün kendini sorgulasın. Stres, üzüntü, keder ve mutsuzluk içinde dünya ile ilgili alamadım veremedim kaygısı içindeyse  bu, Cehennem azâbından başka bir azâb mıdır? Bu azâb ona yetmiyor mu? Ondaki gayriyet ve Hakk’ın her türlü tecellîlerine vâkıf olmadığı için Cehennem azâbından bir türlü kurtulamıyor. Oysa Tevhîd ehli, Hakk’ın bütün tecellîlerine vâkıf olduğu için, fiillerin fâilini görüyor. Hangi mazharı nerede kullandığını,bu olaya karşı nasıl hareket etmek gerektiğini bildiği için,mutluluk ve huzur içinde yaşıyor. Dünyada o kişiye bundan güzel Cennet mi olur? Hasan Fehmi Hazretleri bir ilâhîsinde:

Kahrı lütfu bilmeyen hiçbir dem rahat olmaz.”

Buyuruyor. Kahrında lütfundaki, fiilin fâili Allah’tır. Kime ve ne için kullandığını tefekkür ettiğimizde, her şeyin yerli yerinde ve doğru olduğunu görerek Cennet’e girmiş oluruz.



Cenâb-ı Allah, cümlemizi iki cihanda seven ve sevilen mutlu kişilerden eylesin. Âmin.

 

SÜLEYMAN (A.S.) İLE BELKIS HADİSESİ

Bir gün Süleyman (A.S.) ordularını denetliyordu. Fakat Hüdhüd kuşunu göremedi. Nerde olduğunu sordu. “Geldiğinde bana tatminkâr bir cevap vermezse onun başını koparacağım veya ağır bir ceza ile cezalandıracağım.” dedi. Nihâyet Hüdhüd geldi. Ve dedi ki “Ya Nebîyullah senin bilmediğin bir yerden geliyorum. Oranın adı Saba ülkesidir. Başlarındaki padişah Belkıs isminde bir kadındır. Muhteşem bir tahtı var. Ne yazık ki Allah’a değil güneşe tapıyorlar. Şeytan onların amellerini de süslü göstermiş. Böylece kendilerini Hakk yolundan  saptırmışlar da maalesef doğru yola giremiyorlar.” dedi. Süleyman (A.S.) bu habere memnun olarak “Sen sözünde doğru isen  şu mektubumu ona götür ve bakalım nasıl bir neticeye varacaklar” diyerek Kur’ân-ı Kerîm’in Neml Sûresi 30. âyetinde “Bismillahirrahmanirrahim.  Süleyman'dan O Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla (başlamakta) dır.” diye başlayan  mektubunu yazmıştır. (Süleymansız  besmele çekilemez.) Hüdhüd bu mektubu  Belkıs’ın tahtına bırakarak gözetlemeye başlamıştır. Belkıs mektubu okuduktan sonra avenesini toplayıp onlara danışmış ve fikirlerini sormuştur. Onlar da “Süleyman’ın orduları buraya gelirse her taraf târ ü mâr edilir.Bizim ordularımız çok kuvvetlidir. O buraya gelmeden biz onun üzerine hücum edelim” demişlerdir.Belkıs ise Süleyman (A.S.)’ın peygamber olup olmadığını anlamak için elçileri ile hediyeler gönderip hediyeleri alırsa padişah olduğunu, peygamber olmadığını, hediyeleri almazsa peygamber olacağını söylemiştir.

Elçilerin kadınlarına erkek elbisesi, erkeklere de kadın elbiseleri giydirip ellerine som altından iki kerpiç  vererek hediye olarak göndermiştir. Süleyman (A.S.)’ın emrinde kuşlar, cinler ve rüzgâr olduğu için her şeyden haberdar olması nedeniyle elçiler henüz gelmeden bütün şehrin cadde ve kaldırımlarının som altın olmasını emrediyor. Elçiler şehre girince her tarafın som altın olduğunu görüyorlar. Ve bu elimizdeki iki som altın kerpiç sanki buranın malı diyerek ellerindekilerinin bu şehirde kıymetinin olmadığını anladılar.

Elçi oldukları için aldıkları görev nedeniyle Süleyman (A.S.)’ın huzuruna çıktılar. Süleyman (A.S.) elçilere “Sizi hediye getiresiniz diye çağırmadım, sizler hediyeye mazhar olasınız diye çağırdım. Geriye dönün ve padişahınıza söyleyin, ordularımla oraya girersem onları oradan çıkartırım” dedi. Süleyman (A.S.) vezirlerine “Seçkin topluluk müslüman olarak gelmezden evvel Belkıs’ın tahtını bana kim getirecek” dedi. Cin tayfasından bir ifrit “Sen yerinden kalkmadan önce ben o tahtı sana getiririm ”dedi. Fakat Süleyman (A.S.) bunu çok uzun bir zaman buldu. Kendinde ilâhi bir kitaptan ilim bulunan Asaf bin Belhî adlı bir kişi “Gözünüzü kapayıp açıncaya kadar bir zamanda o tahtı size getiririm”dedi ve Süleyman (A.S.) tahtı yanında gördü.

Süleyman (A.S.) tahtın tanınmayacak bir hale getirilmesini emrederek Belkıs’ın tahtını tanıyıp tanımayacağını anlamak istedi. Belkıs geldiğinde“Bu taht senin mi?” diye sordu. Belkıs ne “Benimdir.” diyebildi, ne de “Benim değildir.” diyebildi. “Sanki odur.” dedi. Süleyman (A.S.) koltuğunda otururken Belkıs yanına doğru ilerledi. Fakat tahta geçerken tahtın önündeki havuzdan geçmek gerektiği için Belkıs eteklerini sıvadı. Süleyman (A.S.) “Eteklerini indir, havuz su değil camdır.” dedi. Çünkü Belkıs’ın anası can kavminden babası da cin kavminden olduğu için bacaklarındaki kılları görmek için bu denemeyi yapmıştı.

Belkıs bu üstün tecellîlerin hepsini görünce mutmain olarak “Süleyman vasıtasıyla âlemlerin Rabbi olan Allah’a  inandım ve teslim oldum” dedi. İşte buraya kadar anlatılan vak’a Kur’ân-ı Kerîm’in Neml Sûresi 20.âyetinden 45.âyetine kadar anlatılanların kısaca özetidir.

Peki bizler bu âyetleri kendi vücûd ülkemizde ve âfâkımızda nasıl zevk etmeliyiz ki yaşamımıza geçirelim? Bu âyetler bizlere ne mesajlar vermektedir? Süleyman(A.S.)enfüste kalbdir. Âfâkta ise Mürşid-i Kâmildir. Hüdhüd kuşu ise tefekkürdür. Saba ülkesi olan Belkıs’ın ülkesi de kişinin gönül âlemidir. Hüdhüd kuşunun “Ya Nebiyullah! Senin bilmediğin bir ülkeden geliyorum. ”demesi“ gayriyet ülkesinden geliyorum” anlamındadır. Oranın padişahı Belkıs isminde bir kadındır. Yani nefs ülkesi olan o yerde padişah ikilikte olan nefstir. Hem“Onların ibâdetlerini Allah’a değil güneşe yaptıklarını gördüm” diyerek  onların âlemlerin Rabbi olan Allah’a değil, akıl güneşine taptıklarını söylüyor. Yani kendi akıllarıyla yarattıkları, zanlarındaki, hayâllerindeki akıl güneşine ibâdet yapıyorlarmış. Ve şeytan da onların yaptıkları ibâdetleri çok güzel gösteriyormuş.

Günümüzde de bazı kimselerin, Allah’ın Muhammed aynasından, kendini sergilediğini göremedikleri için, zanlarındaki veya akıllarındaki bir ilâha ibâdet ettiklerini görüyoruz. Şuara Sûresi 213.âyetinde “Bundan dolayı sakın, Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma ki azâb edileceklerden olmayasın” buyrulmaktadır. Yani Allah sende ve sana şah damarından daha yakın olduğu halde O’nunla birlikte  zannındaki ve hayâlindeki bir ilâha ibâdet edenler bu cümledendir.Hakîkaten onların şeytanları da bol bol yapılan bu ibâdetleri‘şöyle sevap vardır, böyle sevap vardır’ diye güzel göstermektedir. Mânâsını bilmeden yapılan taklîd ibâdetlerin hiçbir hükmünün olmadığı Kur’ân-ı Kerîm’in Maun Sûresinde “Gafletle namaz kılan ve ibâdet edenlerin ibâdetlerinin, suratlarına çarpılacağı” âyetiyle bildirilmektedir.

İşte böyle kişilere Süleymanlar yani Mürşid-i Kâmiller dâima mektup yazıp durmaktadırlar.Ve mektupta hiçbir kişi Süleyman’sız, Besmele-i Şerîf olan Bismillâh Allah’ın zâtının sırlarına, Rahmân olan Allah’ın sıfatlarının sırlarına, Rahîm olan Allah’ın ef’âl-i İlâhiye sırlarına vâkıf olamaz demektedir.

Enfüsümüzde tefekkür olan Hüdhüd vasıtasıyla,âfâkta da palazlanmış bir sâlik vasıtasıyla nefs kuvvelerine veya nefs sahibi Belkıslara gönderilmiş olacaktır. Mektubu okuyan Belkıs arkadaşlarını toplayarak Süleyman’dan gelen mektubu tartıştıktan sonra onun hakîkaten buna yetkili olup olmadığını bilmek için hediye ile denemeye koyulacaktır. İlm-i ledün olan som altın kerpicini ona takdîm edince İnsan-ı Kâmil olan mürşid de “Sizleri hediye getiresiniz diye çağırmadım, hediyeye mazhar olasınız diye çağırdım” diyecektir. Zira kâmilin hazinesinde Allah’ın ilhâmlarıyla her tarafı som altın olan ilm-i ledün kerpiçleri çoktur.

Kâmiller ilm-i ledün olan ilhâmlara mazhardırlar.Onun için elçilerin ellerindeki som altın kerpiçlere Kâmiller hiç itibâr etmezler. Çünkü onlarda Allah’ın sonsuz tecellîleri zuhûr etmektedir.Bütün çağırdığı  kişiler ondaki hediyelere mazhar olsunlar diye çağrılmaktadır. Hediye getirsinler diye değil.Çünkü onların hediyeye ihtiyacı yoktur.

Belkıs’ın tahtını kim getirecek dendiğinde cin tayfasından bir ifrit: “Ya Nebiyullah oturduğun yerden ayağa kalkasıya kadar bir zamanda getiririm.” dedi. Belkıs’ın üç yüz kişilik tahtı,o kişilerin ef’âl,sıfat ve Zâtıdır.Cin tayfasından olan ifrit, ef’âl sıfattan tecellî eder, sıfat da Zâttan tecellî ettiği için,işte Belkıs’ın tahtı olan bu nisbet ettiği Zâtını sana getiririm demek istedi. Süleyman (A.S.) bunun uzun bir zaman olduğunu söyledi. Âsâf bin Belhî ismindeki ilim sahibi olan bir kişi ise, “Gözünüzü açın tahtı karşınızda görürsünüz.” demekle, belirli bir tahsil sonu ef’âl, sıfat tecellîlerinden sonra Zâtı görürsünüz değil,onun karşınıza gelmesi ismini anmak kadar serî olacağını söylüyor. Nasıl çok uzaklarda bildiğimiz bir kişi veya yerin hatırlanması ile hemen gözümüzün önüne karşımızdaymış gibi gelirse aynen onun gibi Tevhîd ilmini tahsil edenler de nefs-i levvâme sahibi kişilerin her yönünü yanlarında görürler.

Belkıs’ın tahtının tebdil edilmesi ise Mürşid-i Kâmilde tahsil eden bir sâlike kendine nisbet ettiği ef’âl, sıfat ve Zâtı Fenâfillâh olduktan sonra sorulsa“Bu taht benim” diyemez. Çünkü kendisinin olmadığını öğrendi. “Benim değildir” de diyemez. Çünkü kendi  esmâsından zuhûr etmektedir. “Sanki onun gibidir” der. Çünkü yok olan yalnız‘zan’nıdır. Kendine nisbet ettiği varlığın Hakk’a ait olduğunu anlamıştır.Yoksa değişen hiçbir şey yoktur.

Süleyman (A.S.)’ın bu yüceliklerini Belkıs anladıktan sonra,Süleyman’ın himmetiyle “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a inandım.” diyerek taklîdi îmândan şühûdî ve tahkikî îmâna duhûl etmiştir. Zâhirde Süleymanlardan tecellî eden ilme ve irfâniyete inanmak başka, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın Süleymanlarda kemâlâtıyla açığa çıkışını şühûd etmek başkadır.

 İşte enfüsümüzde kalb Süleymanının sıfatlara olan Hakk ve hakîkatin tecellîsi için nefs-i emmâreden kurtulma telkîni olduğunu, âfâkta da  Kâmillerin nefs sahibi olan kişileri ka’l ve hâl lisaniyle Hakk ve hakîkata davet ederek onların da kabullenip kurtuluşa erme vak’asıdır.

Günümüzde her zaman bu Süleyman ile Belkısların vak’aları olup durmaktadır.Allah Süleymanlara kulak veren ve onlara tâbi olarak besmeleye sırrıyla vâkıf olanlardan eylesin. Âmin.

              ŞERİAT NE DEMEKTİR

Kur’ân-ı Kerîm’deki emredilenleri yapma,yasak kılınanları yapmama yolu olan İlâhî kanunların hepsine birden şeriat denir. Şeriat ikidir:


Yüklə 2,44 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin