Âdem ile havva'nin vücudumuzdaki yeri Âdem ile havva'nin yaradilişI Âdem ilk insan ve ilk peygamberdiR



Yüklə 2,44 Mb.
səhifə8/40
tarix30.05.2018
ölçüsü2,44 Mb.
#52080
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   40

2. BÖLÜM

1 - EYYÜB (A.S)'IN SABRI
2 - EZAN-I MUHAMMEDİYE'NİN AÇIKLANMASI
3 - FARK VE CEM
4 - FATİHA SÛRESİ VE BESMELENİN SIRRI
5 - FENÂ FİŞ-ŞEYH, FENÂ FİR-RESÛL, FENÂFİLLAH NE DEMEKTİR
6 - FİL SÛRESİ VE AÇIKLAMASI
7 - HABİL İLE KABİL
8 - HAC VE ÜMRE RİSALESİ
9 - HAK VE HAKİKATI DUYMAK VE GÖRMEK NASIL OLUR
10 - HAKİKATA VUSLAT
11 - HALİFE NEDİR
12 - HER ÂLEMDE AYRI VÜCUT GİYERİZ
13 - HER NEFS ÖLÜMÜ TADACAKTIR
14 - HİCRET
15 - HIZIR (A.S) KİMDİR
16 - HIZIR İLE İLYAS'IN TAŞIDIĞI MÂNÂ
17 - HZ. YUNUS (A.S) KISSASI, HZ. YUSUF (A.S) KISSASI
18 - İBRAHİM (A.S)'IN YILDIZA AYA VE GÜNEŞE RABBİM DEDİĞİ AYETİN TE'VİLATI
19 - İMAMIN CEMAATİNİ SELAMETE ÇIKARMASI
20 - İNSANIN KENDİSİNİ OKUMASI
21 - İNSANLAR SAADETİ NASIL ELDE EDERLER
22 - İNSANLARIN HAKK'I BULMASI VE KUL OLMASI
23 - İNSANLARIN YARADILMA GÂYESİ NEDİR
24 - İNŞİRAH SÛRESİ
25 - İSLAMIN 5 ŞARTININ HAKİKATDAKİ İDRAKI NEDİR
26 - İSLAMİYET KUR'ÂN-I KERİM'DEKİ DÖRT İLMİ BİLMEKLE ANLAŞILIR
27 - KABİR EHLİNDEN YARDIM İSTEMEK NE DEMEKTİR
28 - KADİR GECESİ

                   EYYÛB  (A.S.) SABRI 

Eyyûb peygamber, Yusuf (A.S.)'dan sonra gelen, çok zengin, gece ve gündüz ibâdetinde dâim bir peygamberdir. Şeytan, Eyyûb’un bu kadar çok ibâdetini   kıskandı. Bir gün Cenâb-ı Hakk’a yalvararak “Kulun Eyyûb çok zengin, hiçbir ihtiyacı olmadığından bu kadar çok ibâdet yapıyor. Ya Rabbi  bana müsaade et, malını mülkünü elinden alalım gör halini” dedi. Cenâb-ı Hakk da “Bu müsaadeyi verdim” dedi. Eyyûb'un elinden bir felaketle ne kadar malı mülkü varsa hepsini aldı. Eyyûb (A.S.) “Veren Allah, alan Allah” dedi. Hiç kederlenmedi. İkinci defasında, çocuklarını da bir felaketle elinden aldı. Yine “Veren Allah, alan Allah” dedi. Çünkü Eyyûb'un yedi kız ve yedi oğlan evladı vardı. İblis bunda da muvaffak olamayınca “Ya Rabbi, vücûduna ibtilâ vereyim de bak yine ibâdetini yapabilecek mi” dedi. Cenâb-ı Hakk da “Diline, aklına ve gönlüne dokunma. Bunlardan gayrisinin ibtilâsına  müsaade ettim.” dedi. Eyyûb hastalandı ve 42 derece sıtma ateşiyle yatağa düştü.Buna rağmen zikrinde ve ibâdetinde eksiklik yapmıyordu. İblis, üç defa Eyyûb'a musallatından bir sonuç alamayınca, çıldırmağa başladı. Bir gün ailesi, ekmek almak için fırına gitmişti. Daha önceden İblis’in“ Bu kadın hastalıklı Eyyûb'un eşidir. Ona saçından bir miktar kesmeden ekmek vermeyin” telkînâtına binaen ekmek vermediler.

Çünkü Eyyûb (A.S.) çok hasta olduğu için,saçı uzun olan eşinin saçlarına tutunarak kalkıyordu. Eşi de fırından ekmek alamayınca, aç kalma korkusu ile saçından kestirdi ve ekmeği eve götürdü.İblis ise boş durmamış, eşi eve gelmeden haberi Eyyûb (A.S.)'a getirmişti. Saçının kesilmesini gören Eyyûb(A.S.) “İyi olursam sana yüz sopa vuracağım” dedi. Eyyûb (A.S.) bu ibtilâlara o kadar sabrediyordu ki, melekler dahi hayrette kaldılar. Bir ara Cenâb-ı Hakk’tan nidâ geldi. “Ya Eyyûb, Sen benim sabreden kullarımdansın. Artık ayaklarını yere vur.” Eyyûb ayaklarını yere vurunca, yerden bir sıcak ve bir de soğuk su çıktı. “Soğuk suyu iç,sıcak su ile de yıkan” denildi. O da aynen öyle yaptı. Sıhhate kavuştu. Ayrıca Sad Sûresi 43. âyette de buyrulduğu gibi “Eyyûb’a bütün ehlini ve beraberinde daha bir mislini bağışladık” emriyle eşi ve çocukları da, eski güzel günlere döndüler. Eyyûb (A.S.)'un aklına eşine yüz sopa vuracağım diye verdiği söz geldi. Buna binaen de,Cenâb-ı Hakk, 43.âyetin devamında nidâ ederek “Eline yüz başaklı bir demet al ve onu bir defa eşine vur ki, sözünde durasın.Çünkü biz seni sabırlı bulduk” buyruldu.

İşte Sad Sûresi 41 ilâ 45.âyetlerde Eyyûb (A.S.)'dan bahseden  kıssa bizlere, zâhir olarak böylece anlatılmışsa da, bu gün bizler bir Eyyûb gibi aynı ibtilâları zâhir ve bâtında geçirmekteyiz. Fakat kendimizden haberdar olmadığımızdan bu âyetlerin bu gün bizlere hitap ettiğini bilemiyoruz. Günümüzdeki İblislerin musallat olmalarından nasıl korunmamız gerektiğini, sabırla muvaffak olma metodlarını, ehlinden öğrenmediğimiz için de, ne dünyada ne de âhirette mutluluğa geçemiyoruz. Eyyûb kul anlamındadır. Bizim gibi Cenâb-ı Hakk’a yüzünü dönmüş,emir ve yasaklarıyla âmil olmak için gayret gösteren kullara İblis musallat olur. Onun görevi Hakk yolundaki kişilerin doğru yolunun üzerine oturarak, bu Hakk yolcularını saptırmak ve kendisi gibi bunların da huzurdan kovulmalarını sağlamaktır. Bu işi de Cenâb-ı Hakk’tan müsaade alarak yapması, dikkate şâyândır. Demek ki şeytan bile Hakk’tan müsaade almadan bir iş yapamıyor. İşte Sad Sûresi 41.âyetteki Eyyûb’un “Şeytan beni zorluk ve eleme uğrattı” sözü, kişinin gaflet zamanlarında vesvese ve vehim gibi, Hakk’tan uzaklık hâli ile, ahlâksızlık ve gadap hallerini nefis yönüyle yaşamasıdır. Şeytan üç defa Eyyûb (A.S.)'a musallat olmuştur. Birincisinde malını mülkünü almış, yani fiillerin fâili Allah iken onu engellemiş, ikincisi çocuklarını yani sıfatlarının mevsûfunu örtmüş  ve rûh tecellîlerini engelleyerek nefsine nisbet ettirmiş, üçüncüsünde de  vücûduna hastalık vererek eleme uğratmıştır. Yalnız kalbi, aklı ve dili hariç...

İşte bir sâlik de,Mürşîd-i Kâmile giderek, nefsinin kendisine ait  gibi gösterdiği bu varlıkları Allah’a nisbet etmeyi öğrendiğinde, enfüsünde nefs-i emmâre olan, şeytanın vehim ve vesveselerinden kurtularak, kuvve-i rûhun selametine mazhar olacaktır. Eyyûb’un eşi sıfatlarıdır. Rûhun nurundan mahrum olan sıfat, elbette nefsin emrinde olacağı için, mahlûku mahlûk görecektir.Tahsilindeki her türlü ibtilâ ve tecellîlere sıdkıyetle sabredenler, Tevhîd yolu olan ayağını yere vurmasıyla sıcak ve soğuk su çıkacaktır. Soğuk su bedenin, sıcak suda sîretin mutluluğu için kişiyi huzura kavuşturur. Sıcak su hakîkat, soğuk su şeriattır. Bir kişi Fenâfillâh olarak şeytanın bütün ibtilâlarına sabreder, Hakk’ın varlığı ile var olursa, şirklerinden ve en büyük günah olan vücûd varlığı hastalığından kurtulmuş ve hakîkat sıcaklığı ile de yıkanmış olur.

Feraiz olan Makâm-ı Cem’den, hakikî şeriat olan Hazretü’l Cem mertebesine iner. Şeriat elbisesini giyerse,soğuk suyu da içmiş olacaktır. Vahdet zevki hakîkat, kesretteki cemalullah zevki de şeriattır. Bu tenzih ve teşbih zevkine sahip olanlar, kendilerinde ve bütün tecellîlerde Tevhîd yaparak imtihanı kazanmıştır. Evvelde kendisine ait diye  bildiği malı, mülkü olan ef’alini, çocukları olan sıfatlarını ve  vücûdu diye bildiği  Vücûdullahı, Cenâb-ı Hakk ona ihsân etmiş ve eski zenginliğine kavuşmuştur.Çünkü Hakk’ın zenginliği ile zenginleştiğinden,dâimî mutluluğa ermiştir.Nefsin tahakkümünden kurtulan,kul olan Eyyûblar,Cenâb-ı Hakk’ın en üstün diye vasıflandırdığı bu insandaki bütün nimetlerini, kemâlâtıyla o mazhardan açığa çıkarır. Eyyûb’un yedi kız ve yedi oğlan evladı vardı.Onlar da ehliyle birlikte rahmete kavuştular. Bunlar kişinin yedi sıfat-ı subûtiyesinin, Vahdet ve kesret tecellîleridir.Bütün vücûddaki,şubeler rûhun emrine girdiği için refah ve mutluluğa ermiş oldular. Eyyûb’un ailesine yüz sapı bir araya getirerek bir defa vurması da  99 esmâ-ül hüsnanın yüzüncüsü olan Allah isminden cem’iyle tecellî etmesidir. Çünkü rûhun, vücûd ülkesinde tasarrufu,kalbin bütün sıfatlarından onu sergilemesinden başka bir şey olamaz.

Bu yolda,çok sabretmek ve sadakatla teslimiyet şarttır. Cenâb-ı Hakk bizleri, İnsan-ı Kâmile giderek ilka edilen üç nisbîyetten kurtulan ve selâmete çıkan kullarından eylesin. Gayriyet ve cehâlet hastalığından kurtularak mutluluğa erenlerden eylesin. Âmin.



EZAN-I MUHAMMEDİYYE’NİN AÇIKLAMASI

Peygamberimiz Hz.Muhammed(S.A.V.)in müekkede sünneti olarak, İslâmiyette günde beş vakit namazlarda okunmaktadır. Ezan, günün belirli beş vaktinde,müslümanları namaz kılmak için câmiye davet etmek ve Allah’ın her an zuhûrâtının tecellîlerini bildirmek için okunur.Cenâb-ı Allah’ın tecellîleri üç kısımdır.



Celâl  tecellîler

Cemâl tecellîler

Kemâl tecellîlerdir

Ulûhiyyet sahibi olan Allah’ın, 1-Sıfatlarına 2-Esmâsına 3-Ef’âline 4-Âsârına bu tecellîlerini gösterdiği için, ezan-ı Muhammediyye okurken dört defa, Allahü ekber (Allah yücedir ) diyoruz. Pir Hazretleri ezan-ı Muhammediyyeyi şerh ederken, bu mertebenin yüceliklerini şöyle îzâh etmişlerdir: “Uluhiyet sahibi olan Allah, Rubûbîyyeti olan Rabliğinden, Rahmâniyyetinden, Rahîmiyyetinden ve Mâlîkiyetinden büyük olduğu için dört defa Allahü ekber denmektedir.”  

Cenâb-ı Allah’ın Ulûhiyetinden, bu kesret âlemine dört yerde de tecellîsi vardır. 1-Cemâdâtı rûhu ile tecellîsi 2-Nebâtâtı rûhu ile tecellîsi 3-Hayvânâtı rûhu ile tecellîsi 4-İnsanî rûhu ile kemâlât tecellîsini gösterdiği için, bizler ezan-ı Muhammediyye’de Allah’ın yüceliğini şuhûd etmemizden mütevellit dört defa Allahü ekber diyoruz. Cenâb-ı Allah 1-Ef’âl-i İlâhiyesi ile 2-Sıfat-ı İlâhiyesi ile 3-Vücud-u İlâhiyesi ile 4-Vahdâniyyet-i İlâhiyesi ile merâtib-i İlâhiyedeki tecellîsini her an“Allahü ekber”nidasıyla tekrar edip durmaktadır.Ayrıca Cenâb-ı Allah,Hadid Sûresi  3. âyette  de zikredildiği gibi,1-evvelinde 2-ahirinde 3-zâhirinde 4- bâtınında  tecellîlerinin yüceliğini söylemiyor mu? İşte Allah onun için, eser ve sıfatlarındaki tecellîlerinde kayıttan münezzehtir. Noksan ve kusurdan paktır. Vahdâniyyet tecellîlerinde,büyüklük ve Zâtıyla yüceliğini zuhûra getirmektedir. Bundan sonra müezzin efendi  iki defa “eşhedü enla ilahe illallah” (şehâdet ederim Allah’tan başka ibâdete lâyık ilah yoktur.” der. Bunun sebebi Cenâb-ı Allah zâhir ve bâtın olarak tecellî etmektedir. Bu tecellînin zâhirine,tafsilât-ı Muhammediyye, bâtınına da, cem’i İlâhiye denmektedir.‘ Eşhedü’ben şuhûd ederim ki, ‘en la ilahe illallah’ O’ndan gayri Zât yoktur. Bu cem-i zâhîredir, makâm-ı şeriattır. Tevhidde de Hazretü’l-Cem mertebesinin zuhûrudur. Bir kere daha yine ‘eşhedü’ben şuhûd ederim ki, ‘en lailahe illallah’ “O’ndan gayri Zât yoktur” denmektir. Bu da cem-i bâtına işaretle merâtibde Makâm-ı Cem zuhûrâtıdır. Bu âlemin zâhiri tafsilât-ı Muhammediyye, bâtını ise Vahdâniyyet olan Zâtın tecellîsidir. Ondan sonra iki defa “eşhedü enne Muhammeder Resûlullah”  (şehâdet ederim Muhammed Allah’ın resûlü yani elçisidir) okunur. Bunun birinci defa okunması, Hz.Muhammed (S.A.V.) efendimizin bir Hadis-i Kudsîsinde “levlake levlak vema halaktül eflak” (sen olmasaydın, sen olmasaydın bu âlemi halk etmezdim.) buyrulduğu gibi, iki defa sen olmasaydın, sen olmasaydın buyrulması, Cenâb-ı Hakk’ın eser ve sıfatlarının ancak Hz.Muhammedin nuru ile görünmesine işaret edilmektedir.

Birincisi zâhire, ikincisi de bâtına  davetiyedir. Ayrıca birincisi ‘inse’ ikincisi de ‘cinne’ dâvet diyebiliriz. Ondan sonra müezzin efendi sağına  dönerek,iki kere ‘hayyalesselah’ “namaza gelin ”namazın kılınması için toplanın diye, ins ve cinlerin saidlerini, yani inananları davet etmekte, sol tarafına dönüp ‘hayyalelfelah’ “kurtuluşa gelin” diye iki defa ins ve cinlerin şakîlerini, kurtuluşa yani Tevhide davet etmektedir. Bundan sonra, müezzin efendi kıbleye dönerek iki defa “Allahü ekber, Allahü ekber” (Allah yücedir) diye okur. Bu da Allah zâhirde de, bâtında da yücedir. Onun eser ve sıfatlarındaki tecellîler onun Zâtının bir zuhûrâtıdır demektir. En sonunda ezanı bitirirken, bir defa da “Lâ ilâhe illallah” “Allah’tan başka ibâdete lâyık ilah yoktur” demekle Allah’ın zâhir ve bâtınındaki tecellîlerinin birliğinin idraki ile dâima görünenin olduğunu söylemekle ezan-ı Muhammediyye sona ermiş olur.

Görüldüğü gibi ezan-ı Muhammediyyenin başından sonuna kadar, merâtib-i İlâhiyenin bütün mertebelerinde Cenâb-ı Hakk’ın zuhûrâtının şuhûdlarının ifadesinden ibaret olduğu anlaşılmış oluyor.

 

                      FARK  VE  CEM



Tevhidde kişi, ister fenâ mertebelerinde olsun isterse bekâ mertebelerinde olsun,mutlaka fark ve cem’i kullanmalıdır.Bu nasıl olacaktır? Tevhîd-i Ef’âl’de, “Bütün fiillerin fâili Allah’tır.” diyen bir kişi, enfüsünde farkta,âfâkında cem’de olmalıdır.Çünkü her ne kadar hayır da, şer de hakîkatte Cenâb-ı Hakk’ın fâilliği ile tecellî ediyorsa da,sen kesret âleminde yaşama zevkine sahip olduğun için, hayır tecellîlerini, Hakk’a nisbet et. Fakat eksik gördüğün Kur’ân’ın yasak ettiği halleri de kendine nisbet et. Kendine eksiklikleri nisbet etmekle, o halleri kendinde görecek ve o eksiklikleri peyderpey yok ederek, eksiksiz haline  geçeceksin. Yoksa “Allah benden böyle tecellî ediyor. Benim elimde ne var ki” dersen, hem Allah’a eksiklik isnat etmiş olursun, hem de bu eksiklikleri görüp izale etmediğin için kemâlât kapılarını kapatmış olursun. Kişi âfâkta ise cem’de olmalıdır. Çünkü senden gayri   diğer bütün insanlarda, namazsızlık, oruçsuzluk ve Allah’ın Kur’ân’da yasak ettiği bazı tecellîleri görürsen, onlara müdâhale etme. Senden yardım isterlerse o zaman elinden geldiği nisbette onlara yardımcı olmağa çalış. Fakat senden yardım istemiyorlarsa, onları tenkîd etme. Onlardaki bu tecellîlerin de fâili Allah’tır diyerek cem et. Çünkü Allah herkesi, isti’dâdları nerede ise,perçeminden yakalayıp orada kullanıyor.

Sen onun başına, “Neden yasak edilenleri yapıyorsun” diye balyozla vursan da, Allah hidâyet etmedikten sonra sen onu hidâyet edemezsin. Yalnız sana düşen görev, onların da hidâyete nâil olmaları için,dua etmekten ibarettir. Kendinde yani enfüsünde, farkta ol. Şeriat emirlerini uygula. Ve eksikliklerin varsa, tamamlamağa çalış. Âfâkta da cem’de ol. “Bütün varlıklardan her türlü tecellî Cenâb-ı Allah’ındır.” diyerek onları tenkîd etmekle vaktini boşa harcama. Allah hidâyet ederse, o da eksikliklerini görür ve yapmaz. Yoksa sen âciz bir kulsun. Elinden ne gelir? Bir sâlik bekâ zevkleriyle zevklendiğinde, artık bu idraki tersine dönecektir. Yani bâtın olan gönlünde hep cem’de, âfâkta yani zâhirde, hep farkta olacaktır. Çünkü Allah’ın mülkünde, Hakk'tan başka varlık kalmamıştır. Dolayısıyla da gönlümüzde hep Hakk'la beraber olmağa, cem diyoruz. Âfâkta yani zâhirde ise Allah’ın tecellî ettiği cemâdât, nebâtât, hayvânât ve insanlar diye bildiğimiz dört âlemde tecellîlerini vasıflarına göre değerlendirmek, hâl ve kâllerine göre muamele yapmak kemâlâttır. Hukuk, şeriat, adalet ve yaşam bununla kâimdir.Onun için içimiz Hakk ile,dışımız halk ile olsun. Kişi kendine dâima soracak. Benim zevkim Cenâb-ı Hakk’ın bütün varlıklarda tecellîsini görme hâli midir, yoksa kendisinin yokluk idraki ile her varlıkta tecellî eden kendisi midir?

İşte öylece  fark ve cem idraki onu mutlu edecektir. Onun için diyorum ki, “Tevhîd ehli olanlarda, tecellî eden Cenâb-ı Hakk, tecellî olunan kuldur.” idrâki galip geliyorsa, bu kişiler isterse merâtibi bitirmiş olsunlar yine de fenâ mertebe zevkine sahip olduğundan, enfüste fark, âfâkta cem sigasını kullansınlar. Kendilerinde daha birçok eksiklikler göreceklerdir. İşte bu eksiklikleri levm ederek böyle tamamlayabilirler. Mülkünde, Hakk’tan gayri varlık görmüyor, “Bütün varlıklar onun sıfatlarıdır.” diyerek tecellî farkını görüyorsa, o zaman kendisi dâima Hakk'la beraber olduğu için, gönlünde cem’de,zâhir varlıklar denen Hakk’ın sıfatları ile münasebetinde fark’ta olmalıdır. Yoksa yılanla beraber olayım, o da Hakk’ın bir tecellîsidir diyerek cem sigasını kullanırsa idraksizliğinden mütevellit seni sokar öldürür. Cemâdâta ayrı muamele, nebâtâta ayrı muamele, hayvânâta ayrı muamele,insanlara ayrı muamele yapmak âfâktaki farktır.Allah insanı,ahsen-i takvim üzerine yarattığı için, mülkünde Hakk’tan başkasını bırakmayan kişide, Kur’ân-ı Kerîm’in yasak ettiği fiiller zuhûr etmez. Bazıları“Ben Hakk’ın mülkünde ondan başkasını bırakmadım”demesine rağmen, Cenâb-ı Hakk’ın yasak ettiği bazı fiiller ondan  zuhûr ediyorsa, bilsin ki o yalancıdır.İşte zevkimiz dâima bu olmalıdır.

 

FATİHA SÛRESİ  VE BESMELENİN SIRRI

 

Fatiha Sûresi yedi âyettir. Birinci âyeti Besmele-i Şerîftir. Bu sûreye “Seb-ül- mesânî” yani iki yedi veya iki yerde (biri Mekke’de, biri de Medine’de ) nazil olan denilmiştir. Zira peygamber efendimiz Hz.Muhammed (S.A.V)’in “Semâvî kitapların bütün sırrı Kur’ân’da, Kur’ân'ın sırrı Fatiha-ı Şerîfte, Fatiha'nın sırrı da başındaki Besmele-i Şerîfte mevcuttur.”(H.Ş.) buyurdukları gibi hem Âdem’in hem de âlemin bütün sırlarını ihâta ettiği anlaşılmaktadır. Allah lafzının başındaki “Elif” Zât’ını, iki “Lam” sıfatlarını, sonundaki “Hu” da ef’âl-i ilâhiyesini remzettiği gibi, Besmele-i Şerîfte de Bismillâh Allah’ın Zât’ını, Rahmân Allah’ın sıfatlarını, Rahîm de Allah’ın ef’âlini remzetmektedir.



Allah bu mukayyed olan Âdem ve âleme yedinci Ahadiyet mertebesinden ‘Bismillâhirrahmanirrahim’ olarak Zât’ı, sıfatı ve ef’âli ile tecellî ettiğini bildiriyor. Ahadiyet mertebesinde kelâm ve hiçbir fiil olmadığı için cemâat halinde kılınan namazlarda bile imam efendiler besmeleyi hafî, ikinci âyetten itibaren Fatihayı ve Zammı sûreyi cehrî okurlar. Çünkü Ahadiyette besmele gizliliktedir. Allah (C.C.) böylece  Ahadiyetten bu âleme tecellî ederek “Elhamdülillahirabbilâlemin” buyuruyor. Çünkü bir Hadis-i Kudsî’de “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi murad ettim, bu halkı halk eyledim” buyruluyor. Hadid Sûresinin  3. âyetinde de “Evvel de benim, Ahir de benim zâhir de benim,bâtın da benim” demek sûretiyle kavseyn tecellîsini bizlere göstermiş oluyor.

Şu halde evvelde ve bâtında Hakk olan bu Âdem ve âlemin, zâhir ve ahîrinin Muhammed aynasından Hakk’ın görüntüsü olduğu anlaşılmaktadır. Bu  kavseyn mertebesinde, tenzih ve teşbih tecellîlerini birleştirip Tevhîd zevki ile zevkiyâb olanlar,Âdem’de ve âlemde, âlemlerin Rabbine hamdin ne olduğunu bilirler. Onlar Tevhîd ettikleri için Muhammediyyûndurlar. Hakîkat-i Muhammediyyeyi idrâk ettiklerinden seyyidlerden olmuşlardır. Üçüncü âyetteki Rahmân ve Rahîm esmâlarına gelince, Rahmâniyyeti ile yarattığı sıfatlara tecellîsiyle maddî ve manevî rızkını verdiğini ilânetmektedir.

Yaratılan sıfatların hiçbiri Allah’ın tecellîsinin dışında değildir. Her sıfat, varlığını, vuslatını,her türlü güzelliğini O’ndan almaktadır. Rahîm esmâsıyla da istediğini isteyene bol bol verendir. Rahmâniyyet nasıl umumî bir tecellî membaı ise Rahîm de o nisbette özeldir. Zira “men talebeni vecedeni” Hadis-i Kudsîsi gereğince ancak tâlip olanlara lütûf ve inâyetini gösterendir.

İşte mukayyed olan bu âleme, Muhammed aynasından Rahmân ve Rahîmiyyetiyle, “fetedalla” tecellîsiyle  zuhûra geliyor. Dördüncü âyette de Din gününün sahibi olduğunu ilânediyor.Zira  Bakara Sûresi 115.âyette “Bununla beraber,doğu da Allah'ın batı da! Nerede yönelseniz, orada Allah'a durulacak yön vardır! Şüphe yok ki Allah'ın rahmeti geniştir ve O, her şeyi bilendir.” buyrulmuştur. Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyet tecellîsiyle mülkünde kendinden başka bir kimse olmadığı için Din gününün sahibi ancak O’dur. 

Şu halde her anımız bir Din günü olduğu gibi bir ömür de Din günüdür. Onun sahibi de Allah’tır. Buraya kadar her ne kadar kulun dilinden Allah kendi yüceliğini bu âlemdeki tecellîlerinde mertebe aynalarından zuhûr ettiğini söylüyorsa da buraya kadar kulun bu âyetlerde hiçbir hissesi yoktur. İfadeler ikilikle anlatılacağı için Birlik deryasındaki O Rabbi'min yönlerini kulun dilinden söylemiş oluyor.Aslında buraya kadar kul yoktur. Fatiha Sûresinin yarısı Hakk'a yarısı da kula aittir denmiştir. Beşinci âyet ise “yalnız sana ibâdet ederiz” dir. İbâdet nedir? Kul nasıl ibâdet eder? Zariyat Sûresi 56.âyette “Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım” buyrulmuştur. İbâdet ise Allah’ı Tevhîd etmek ve bilmektir.

Şu halde kulun en büyük ibâdeti kendisine nisbet ettiği vücûd varlığının olmadığını,kendisi diye bildiği o varlığın Hakk’ın olduğunu bilmesinden ibarettir. Yoksa herkesin bildiği gibi bol bol zâhir namaz kılmak, Kur’ân okumak gibi ikilikle yapılan ibâdetler değildir. Cehâletten, nisbîyetten, şirk ve bütün günahlardan kurtulup “Mutu kable ente mutu” sırrına ermektir ibâdet. Çünkü Allah şirkle yapılan ibâdetleri kabul etmiyor.

Kul zannındaki nisbetlerinden kurtulunca kendisi yok olacağı için Allah’tan başkası kalmayınca aynı zamanda Tevhîd de edilmiş olacaktır. Zâten ondan başkası yok ki.Rahmân Sûresi 26 ve 27. ayetlerde “Her şey yoktur. İkram sahibi Rabbi'min yüzünden başka” buyrulmuştur.

“İyyakenestain” demekle, yalnız senden yardım isteriz veya yalnız sana yardımcı oluruz denir. Kulun Allah’a yardımcılığı herkesin bildiği gibi bir yardımcılık değildir.Allah’ı kendi sıfat mazharlarından kemâlâtıyla zuhûra getirmektir.

İşte Rabbi’min gizlilikten,kemâlâtıyla kul mazharında açığa çıkması ve kulun Rabbi’ne dâima muhtaç oluşunun idrâkiyle altıncı âyet olan Sırat-ı Müstakim yolu olan Tevhîd yolundan ayırma diyerek, kulun dilinden kul olarak istekte bulunuyor. Çünkü Rabbim hiçbir şeye muhtaç değildir. Kul ise dâima Rabbi’ne muhtaçtır. Doğru yol, Kur’ân-ı Kerîm ahkâmı ve sünnet-i seniyye doğrultusunda İnsan-ı  Kâmillerin gösterdikleri Tevhîd yoludur. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz mi’ractan dönüşte üç  ilimle geldi.

1 - Umumî, herkese

2 - İsteyene verilen özel

3 - Kendisine ait

Bu ifadeler umumîdir. Tevhîd içinde mânâ verilirse:

1-Bütün sâliklere merâtib-i İlâhiyenin mertebeleri aynı telkîn edilir. Hiçbirine ayrım yapılmaz. İnsan-ı  Kâmilin sâlike bu telkîni ilm-el yakîndir.

2-Özel, isteyene ise Rabbine küllî teslimiyeti sonunda tecellî-i ef’al, tecellî-i sıfat ve tecellî-i Zât gibi Tevhîdi şühûd ve müşâhede zevklerine sahip olup Muhammediyyûn olmasıdır. Buna aynel-yakîn müşâhede ehli de denilebilir.

3-Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin kendisine ait olması ise, o sırdır. Kendisi ve vârislerinin ona vâkıf olmasıdır ki, o söylenmez.

İşte bir sâlik de Fenâ-i ef’âl, Fenâ-i sıfat ve Fenâ-i Zât mertebelerinde kendi varlığının olmadığını ilm-el yakîn bilmiş olur. Bekâ zevkleri de,ona tecellî-i ef’al tecellî-i sıfat ve tecellî-i zât ile şühûdî zevkleri, gönlünde tecellî etmesiyle de her kişide isti’dâd ve kabiliyetine göre zuhûr ettiği için özel olmuş oluyor. Rabbimden istediği kadar ihsân edilmiş oluyor. Üçüncüsü ise Makâm-ı Mahmûd’dur. Resûlullah (S.A.V.) Efendimize aittir.Vârisleri de oraya Resûlullah (S.A.V.)'ın müsaadesiyle ayak basarlar. Teberrüken girdikleri için Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin Makâmı olması hasebiyle onun namına imza atarlar. Ayrıca bu yerde lâf ve saft yoktur. Sır olduğu için anlatılmaz.

İşte bu anlatılanlara vâkıf olan kullar kendi acizliklerini idrâk ettikleri için yalvarırlar yakarırlar ve her an ayrı şe’ndeki tecellîlerinin zevkini bizlere de ihsân et derler. “Sıratelleziyne en amte aleyhim” demekle de peygamberlere ve evliyalara verdiğin her türlü ihsân ve nimetlerini bizlere de ver derler. “Gayril mağdubi aleyhim veladdallin” peygamberlere uymayan kavimleri helâk ettiğin gibi, gazâba uğrayanların ve doğru yol olan Tevhîd yolundan ayrılanlar gibi bizleri ayırma diye Fatiha’nın yarısından sonraki âyetlerde de kul olarak istekte bulunmaktadırlar.

İşte varlığı olmayan fakat Allah’ın zuhûr etmesi için Allah’ın bir sıfatı olan bu Âdem mazhar olarak, Ahadiyetinden mertebe mertebe yedi âyet halinde tecellî eden Hakk’ı kul mazharından zuhûra getirmektedir. Âdem, yedi âyetten müteşekkil olan Hakk’ın hüviyyet ve enniyetini kemâliyle zuhûra getiren Muhammed aynasından ibarettir. Âdemliğini bulanlar ‘Elif, Lâm, Mim’ sırrına sahip, canlı ve şüphe götürmeyen bir kitaptır. Böylece her gün kırk defa Fatihayı okumamızın nedeni ortaya çıkmış oluyor.

Namaz kılan bir kişi her Fatihayı okuduğunda tekâmülde olduğunu bilmeli ve kendi canlı bir Fatiha olduğu için yedi penceresinden Hakk’ın her an ayrı bir tecellîsini, kendini yakın takibe alarak müşâhede etmeye gayret göstermelidir. Allah cümlemize bu zevkleri tatmak nasîb ve müyesser etsin. Âmin.

FENÂ FİŞ-ŞEYH, FENÂ FİR-RESÛL, FENÂFİLLÂH NE DEMEKTİR

 

FENÂ FİŞŞEYH= Kişinin şeyhinde yok olmasıdır.“ Men arafe nefsehu fakat arafe Rabbehu” “Nefsini bilen Rabbini bilir.” Hadis-i Şerifine mazhar olması gereklidir.Bir kişi kendi diye bildiği, öz varlığının Rabbinin olduğunu anlayabilmesi için, Mürşîd-i Kâmilden, nefs terbiyesi tahsilini yapması lâzımdır. Cenâb-ı Allah, Rab esmâsını Mürşîd-i Kâmil olan mazhardan tecellî eder.Kişinin Rabbinde ifnâ olmasıyla,gönlünde O’nun taht kurarak, kendinden duyanın, kendinden görenin ve kendinden konuşanın Rabbi olduğu zevki ile Rabbini tanımış olur. Rab iki türlüdür.



Yüklə 2,44 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin