Demirel ya da kendi gerçEĞİNİ Örtmenin siyasi tezahüRÜ Yazan Dr. Sıtkı karaca



Yüklə 1,81 Mb.
səhifə7/20
tarix06.03.2018
ölçüsü1,81 Mb.
#44413
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   20

Demokrasi’nin Havarisi

İktidara geldikleri zaman sağlam bir demokrasi düze-ni kurmayı hedefleyen DP, 1954 seçimlerinden sonra iktidara tamamen yerleşmiş iktisadi hedefleri ön plana alarak demokrasiyi güçlendirmeyi ise ihmal etmiştir.392 DP bütün muhalefet döneminde “demokrasi” sözcüğünü ideolojik araç olarak kullanmasına rağmen iktidar dö-nemlerinde biçimsel bir demokrasi getirmiştir.393 Millet-vekili Seçimi Kanunu’nu 30 Haziran 1954’te yeniden düzenleyen DP, muhaliflerin seçim anlaşması yapmasını önlemiş, siyasi partilerin radyo konuşmaları yasaklanmış, bu yetki yalnızca Hükümete tanınmıştır.394 Böylece devlet radyosunun Hükümet tekeline alınma süreci başlamıştır. Muhalefete oy veren seçmenlerin ve seçim bölgelerinin cezalandırılması ise siyasi baskıların başka yönüdür. Aynı tarihte çıkarılmış başka bir yasa ile 1954 seçimle-rinde çoğunlukla Millet Partisine oy veren Kırşehir adeta cezalandırılarak ilçe haline getirilmiştir. CHP’ye çoğun-luk sağlayan Malatya’dan ise Adıyaman ilçesi alınmış ve il haline getirilmiştir. 1957 seçimlerinin yaklaştığı dö-nemde ise partilerin seçim dönemleri dışında toplantı ve gösteri yürüyüşleri düzenlemeleri de yasaklanmıştır.395

Türkiye’de iktidara gelmeden ve iktidarda iken iç ya da dış politikada farklı siyasi anlayış demokrasiye yakla-şımda da belirgindir. Seçim kanunlarına bakış bulunduğu yere ve oy beklentisine göre değişebilmektedir. Hatta seçim sandığına bakış bile değişik değerlendirilmektedir. Oyunun arttığını gözleyen bir parti seçim için ısrarcı olurken oyunun düştüğü anlayan parti ülkenin siyasi tıka-nıklığına rağmen seçime yanaşmamaktadır. 1973 seçim-lerinden sonra CHP seçim isterken AP seçime yanaşma-mıştır. Tersi durum ise 1979 kısmi seçimlerden sonra olmuştur. AP seçim isterken CHP seçime yanaşmamış-tır. Demirel, ülkenin içinde bulunduğu kaostan, ancak parlamento’nun yenilenmesi ile çıkacağına inanıyordu.396 Onlar için önemli olan ülkenin yönetilebilmesi ve kaos-tan çıkılabilmesi değil, iktidarın ele geçirilmesidir. Mec-lis Başkanının, Cumhurbaşkanının seçimi de benzer açmazlar taşımaktadır. Bu anlayışlar ise siyasi teamül-lerin oluşmasına izin vermediği için sorunsuz demokrasi işletilemez olmaktadır.

“Bari seçime gidelim de, memleket parlamentosunu yenilesin, yeni bir kuvvet alalım” dedik. Cumhurbaşkanı da seçilemiyor. Çünkü anayasanın o maddesiyle cumhur-başkanı seçmek mümkün değil. O zamanki parlamentoyu suçluyorsunuz. Parlamento ne yapacak? Reis-i cumhur gizli oyla seçilir, grup kararı alınamaz. Ayrıca, birinci ve ikinci turda 2/3 çoğunluk aranır. Ondan sonra salt çoğun-luk. Salt çoğunluk bulunmazsa ne yapacaksınız? Turlara devam edeceksiniz. Efendim, anlaşın, seçim yapın. Her şey anlaşma ile olabilse, bu kaideleri koymaya hacet yok. Nitekim daha sonra 1982 Anayasasında bu madde değiş-tirilmiştir. O zaman diğer partilere yalvarıyoruz: “Gelin, seçime gidelim.” Gelmezler. “Gelin, cumhurbaşkanı seçi-minin kaidesini değiştirelim.” Değiştirmezler. Olmadı, devlet işlemedi. Hatta seçimin anayasaya aykırı olduğu dahi iddia olundu. Ve bu tartışmalar içinde 12 Eylül müdahalesi geldi çattı.”397

Demirel, insan hakla­rının bu ülkeye uygarlık düze-yinde yerleşmesi gerektiği ‘inancına’ sahipti. Arcayü-rek’in bakışıyla Demirel, doğasıyla, eğilimleri ve uygu-lamalarıyla tipik bir “batılı demokrat”tı.398 “Demokraside çare tükenmez” şeklinde sıkça vurguda bulunmasına rağmen, halkın seçim yoluyla kendisine yüklediği demokrasiyi kollama ve işletme sorumluluğunu unutup, karşısına çıkan antidemokratik dayatmalar karşısında şapkasını birkaç kez yanına alarak meşru görev yerini kolayca terk etmiştir.399 Demirel bu konuda da dünyada bir istisnasıydı. Siyasi yaşamında eşi ve benzerine rast-lanmayan bir politikacı portresi çizmiş, zoru gördüğünde ‘teslim bayrağını’ çekmiştir. Yeryüzünde tehlikeyi sezin-ce onun kadar kolay, itirazsız makamını, koltuğundan tıpış tıpış kalkan,400 yerini terk eden başka bir politikacı yoktur.401

Arcayürek, Demirel’in 1965–1970 yılları arasında ül-keyi katlamayı başardığı ve özgürlük içinde kalkınmanın çok güzel örneğini verdiği iddiasını dile getirir.402 Hangi özgürlük diye soruyorum; senin 1980’den sonra dile getirdiğin, “sandıktan uzaklaştırılmış” halkın özgürlüğü mü, seçilme yasağı ile sandıktan uzak tutulan DP’lilerin özgürlüğü mü?

Arcayürek, Demirel’in 12 Eylül rejimini “Gizli şeflik” olarak tanımladığını, 6 Kasım 1983 Genel Seçimlerinin ise “demokrasiye geçtiğimiz sanısının kabul ettirilmeye çalışıl­dığı” bir girişim olarak değerlendiğini söyleyecekti.

1960 ihtilalinden sonra çıkarılan “Tedbirler Yasası”, 1965’lerde gene yürürlükteydi. Bu yasaya göre, 27 Mayıs ih­tilali eleştirilemezdi. Eski Demokrat Parti üzerinde yazı-lıp konuşulamazdı.

Demokrasiye tüm olanaklarıyla geçemememizin ne-den­leri, bir ölçüde, bu tür yasalardı. Nitekim, 1965’te baş-layan geniş özgürlük ortamını, yıl­lar sonra yeniden bula-mamış olmamızdan kaynaklanan bu­rukluğun bir nedeni de, 1980 öncesini tartışmanın yasalarla kısıtlanmasıydı.403

Demirel, suyun başını tutup gücün doruklarında bağdaş kurduğu zaman, “TC tipi demokrasi mükem-mel”di. Barış, kardeşlik, hak, hukuk her şey vardı. Öte yandan kaybettiği, ya da uzaktan nam­lunun gösterilme-siyle iktidar çarkının başından uzaklaştığı za­manlar, “Türkiye Cumhuriyetinde, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü yok”tu...404 Demirel’in huyu bu. Kendisi iktidarda değilse demokrasi yoktur. Her şey tu kakadır.405

Yeni seçkinler, eskilerin yerine geçmek veya sadece güç ve iktidarı elegeçirmek istemelerine rağmen, niyetle-rini açıkça ifade etmezler. Kendi iyilikleri ve çıkarları yerine, çoğunluğun iyiliği peşinde koşacaklarını, bunun büyük bir mücadeleye yol açacağını fakat bu mücade-lenin sınırlı bir sınıfın değil; neredeyse bütün vatandaş-ların hakları için olacağını ilan ederler.406 Eylemlerinin gerçek güdüleri ile ilgili hayali sebepler yaratırlar ve eylemlerindeki güdülerin gerçek olduğuna insanları inan-dırmak için bu hayali sebepleri kullanırlar.407 Demirel gerçek nedenlerini saklarken, hareketlerini hayali neden-lere bağlamıştır.

1991’deki seçim kampanyasında, “ben gerçek de-mokrasi istiyo­rum. Herkesin düşündüğünü açıkça söyle-yebildiği yasaksız, konuşan Türkiye için yollardayım. Kendim için bir şey istiyorsam namerdim. Farklı düşün-celerde, ayrı partilerde de olsanız bir kereye mahsus ol-mak üzere, bana ödünç olarak oyunuzu verin. Beğenmez-seniz ikinci seçimde geri alırsınız” diye bağırmıştı meydanlardan. Halkın onu baş­bakanlık koltuğuna oturt-masını istemişti. Başbakan olsun ki, gerçek demokrasiyi yerleştirsin, korkusuz yaşanan bir ülke yaratsındı.408

Mumcu’nun sözleriyle “Şimdi de özgürlük kahrama-nı, yasaksız Türkiye şampiyonu. O kadar ucuzladı mı bu konular öyle? 409

Bir bütün olarak ele alındığında “Devri Süley-man’da” değil aksak olanı, demokrasinin kendisi yoktu. Süleyman beyin de: “aman demokrasi” di­ye bir derdi yoktu. Kendisi rahat ve suyun başındaysa demokrasi var-dı. Onun kendinden başka tanıdığı, bildiği bir dünya, bir olgu, başkasının hakkı, özgürlüğü diye bir şey zaten yok-tu. Böyle bir düşüncesi hiçbir zaman olmadı. Demirel’de demokrasi, siyasal yaşamın kurumsal düzeni ve toplum-sal yaşamın, ideolojilerarası dengede dinginliğe ulaşmış meka­nizması değildir. Demirel için demokrasi, kendi içinde amaç olan serbest seçim ve açık bir parlamento mekanizmasıdır.410 Bu anlamda, TC’de demokra­si, seçim olarak anlaşılıyordu. En azından Demirel egemenliğinde, demokrasi seçim sandığıyla çevriliydi. Demokrasilerde “olmazsa olmaz” olan zıtlar yasaktı. Karşı görüş “sol” suçtu. Süleyman Demirel, komünizm sendromuna yaka-lanmışçasına panik yaratıyordu. Kendisi için geçerli olan “sandıksal demokrasi”den karşı görüşte olanlar yarar-lanınca bunu kabullenemiyordu. Demirel’e göre “ortanın solu” ile ok yaydan çıkmıştır ve Türkiye’nin yaşayacağı anarşinin amili(sebebi) olmuştur.411 “Ortanın solu Mosko-va’nın yolu” sloganının yanlış olduğunu söyleyecekti. Ama ne zaman… Tabiiki köprünün altından çok sular aktıktan sonra…

Parti kapatmalarını 12 Eylül sonrası büyük bir ayıp ola-rak değerlendirecek olan Demirel’in 12 Mart öncesi MNP’nin kapatılmasını istemesi manidadır. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in sözleri, MNP’nin neden ve nasıl kapa­tılması gerektiğini gösteriyor. Demirel’in bu konuda Arcayürek’le diyalogu şöyleydi:

“Demirel, “Herkes ‘nizam’ veriyor. Bir de Nizam Partimiz var ya” dedi ve gülmeye başladı.

Radyodan Nizam Partisi Kongresi’ni dinleyenler, ‘Başbakan bu partiyi kapatsın’ diyor.

‘Elimde olsa’ dedi Demirel.

Peki, ama Cumhuriyet Başsavcısı niye kapatmıyor bu partiyi?... Dosyası verilmedi mi?

Verildi, hem de 6–7 ay önce. Yarın da bugünkü kongreyle ilgili resmi bilgiler gider Başsavcılığa. Ama Başsavcı, illaki bir hükümet kararnamesi istiyor. Ben de ya Anayasa Mahkemesi ‘kapanmasın’ diye karar verirse, o zaman ‘başka çıkış yolu kalmaz’ diyorum. Partiler yasası, Başsavcının res’en davranabileceğini söylüyor. Ahhh, herkes üstüne dü­şeni yapsa!”412

MNP’nin kapatılması Demirel’e yetmeyecek 12 Mart’tan demokrasi dersi alamamış, parti kapatma iste-ğinde hızını alamamıştır. Yeni kurulmuş MSP’nin de kapatılması isteğinde bulunmaktadır. Buna gerekçesi ise muvazaa yoluyla açıldığı düşüncesidir.413

CHP’li Orhan Birgit’in bir is­tihbarat bilgisi MSP’ni kapatılmanın eşiğinden döndürecekti. Birgit, Adalet Partili’lerin, MSP’nin kapatılması için Milli Güvenlik Kurulu’na dosya gönderdiğini öğrenmişti. MGK’dan tav-siye kararı çıkması halinde konu Anayasa Mahkemesi’ne gelecek ve üç ay sonra yapılacak seçimlere Milli Selamet Partisi katılamayacaktı.

MSP Genel Başkanı Emre, ilk önce şaşırdı. Sonra işin vehametini anlayarak ertesi gün Van’da büyük bir gövde göste­risi yapacak olan Erbakan’a durumu açma ihtiyacı hissetti. Emre, Erbakan’ı hemen Ankara’ya çağırdı. Erbakan mitingi bırakarak (Ankara’ya gelmeyi pek istemese de) soluğu parti merkezinde aldı. Bu arada Emre boş durmadı. Emekli General İhsan Karaçam ara-narak MGK Genel Sekreteri’nden randevu aldı. Erbakan, apar topar Genelkurmay Genel Sekreterliği’ne gitti. Partiye dönüşünde yüzü gülüyordu. Emre’nin ısrarlı so­ruları üzerine Erbakan, Genel Sekreter Orgeneral Nahit Paşa ile görüşmesini şöyle anlattı:

“Paşa bizimle açık konuştu. ‘Genel başkanınız, Atatürk’ün şapka ve harf inkılâbına, yazı inkılâbına çat-mış, konuşma­larının bant ve kasetleri elimize geçti.’ dedi. Ben de: ‘Arif bey böyle konuşmalar yapmaz. O önceden de siyasetin içindeydi. Yeni Türkiye Partisi’nde Alican’ın sağ koluydu. Bu konuşmalarda bir yanlışlık var. Bu sözler zannederim ki, Kadir Mısıroğlu’na aittir. Çünkü Eskişehir’de sıkıyönetim komutanı, konuşmala-rından dolayı Mısıroğlu’nu tutuklatmıştı. Sakın o konuş-malar Arif Bey’e mal edilmesin’ dedim. Nahit Paşa bu sözler üzerine Arif Bey’e isnat edilen konuşmalar ile Mısıroğlu’nun konuşmalarını karşılaştırdı. İkisinin de aynı olduğunu görünce kızdı ve şöyle dedi:

“Beni kimsenin aptal yerine koymaya hakkı yok!”414

1977’deki yerel yönetim seçimlerinde, Ordu’nun Fatsa ilçesi bele­diye başkanlığını, mevcut siyasi partilerin karşısında bağımsız aday olarak seçime giren Fikri Sönmez kazandı. Sönmez, mes­leği terzilik olan bir küçük esnaftı.

Demirel belediye başkanı şu, şu kötülüğü, yolsuzluk, ya da hırsızlığı yaptı diyemiyordu. “Demokrat” Demirel, kendisi gibi seçimle yönetime gelmiş ama ayrı düşünce-deki belediye başkanını istemiyordu.

MC iktidarı Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in komutasında ve hava kuvvetlerinin desteğinde tanklarla Fatsa üzerine sefere çık­mıştı. Seçimle iş başına gelen belediye başkanını devirmeye ve “zafer­ler” kazanmaya giden Evren savaş birliklerini denetleme turundaydı.415

“Demokrasi”lerde, seçimle gelmiş “güç”lünün, ordu-ya hükmetme yetkisi bulunmayan güçsüzün üzerine or-duyla yürümesi yoktu. Demi­rel de oturduğu sandalyeyi seçime borçluydu. Sönmez’in üstüne gönderdiği aynı tanklar, tam iki ay sonra kendi kapısına dayanacaktı. Demirel’in beti benzi atacak, sararacaktı. Onu alıp götü-rürlerken karısı ardından ağlayacaktı. Demirel, demokra-sinin kendisi için de gerekli olduğunu o zaman anlaya-caktı. Başı taşa değin­ce seçilmişlerin hakkı diyecekti. Ama artık çok geçti.

Düşürülmüş ve hırpalanmış Demirel o sırada kapatıl-dığı evinde görmeye gelenlere dert yanıyordu. Hayatında kurumlar, ya da kişiler önemli değildi. Ama Demirel düşürülünce, demokrasi katlediliyordu.416

Demirel Eylül darbesinden yıllarca sonra, askerlerle el altından ilişki kurup yavaş yavaş işlerini düzeltecek, kendini affettirecek ve 1987’de yeniden siyaset sahnesine çıkacaktı. 1991’de de, 1980 Eylü­lünde kaptırdığı Başba-kanlığı sandıksal demokrasi sayesinde yeniden yakalaya-caktı. Arabası düze çıkmıştı ya, her şey geride kalmıştı artık. Bol güneşli, gümrah günleri yakalamıştı. Sandıksal demokrasiye iliş­kin belleği silinmişti adeta. Karşı olduk-larının üstüne yürürken “demokrasi” diye bir sözcüğü anımsamıyordu artık.

AP'nin demokrasi anlayışı, ana hatları itibariyle, siyasal katılmayı seçimlere katılmaya indirgeyen demok-ratik elitizm ile benzerlik içindedir.417 Demirel bu demok-ratik elitizmi bile içine sindirememiş bir lider olarak karşımıza çıkar. “Demirel kendisi için” yararı bulunma-yan her şeyi, bu arada san­dıksal demokrasiyi de boş veriyordu. 1976 yılı Ağustosunda Milliyet gazetesi baş yazan Abdi İpekçi ile yaptığı söyleşide, Şili Devlet Baş­kanı Salvador Allende’nin 1973’de darbeyle devrilme-sini içinden taşan bir coşkuyla alkışlıyordu. Hatta o dönemde en büyük rakibi olan Bülent Ecevit'i, darbeyle devrilen Şilili sosyalist devlet adamı Salvador Allende'ye benzetip atıfta bulunmak için “Allende-Büllende” tabirini bile kullanabilmiştir.418 “Bunların (Ecevit Hükümetinin) icra ettikleri program Allende programıdır.”419

Darbeyi “kurtarıcı” yerine koyuyordu, Abdi İpek-çi’nin şaşkınlığı arasında.

Abdi İpekçi ile yaptığı söyleşi demokrasi adına ibret vericiydi. Söyleşiyi okuyalım:

DEMİREL: ..... Eğer komünist partisi oyla iktidara gelirse ki hiç görülmemiştir henüz... Allende geldi, iki-üç sene içerisinde tasını ta­rağını topladı gitti.

İPEKÇİ: “Tasını-tarağını toplamadı da beyefendi...”

DEMİREL: “(alaylı) İyi topladı iyi...”

İPEKÇİ: “Neyi topladı?”

DEMİREL: Yani toparlandı gitti.

İPEKÇİ: Siz seçimle iktidara gelmiş kimselerin, öldürülerek, zorbalıkla toparlanıp götürülmesinden yana değilsiniz herhalde...

DEMİREL: Onlar ayrı mesele de... Neticeyi değiştir-mez. Yani tasını tarağını topladı gitti. Neticede gitti değil mi? Geldi de gitti.420

Uğur Mumcu, yıllar sonra, bu lafını kendisine hatır-latınca, Demirel’in cevabı: “Benim söylediğim şudur; tasını tarağını topladı gitti. O günün şartlarında söylen-miştir. Bugün olsa söyler miyim, söylemez miyim, ayrı mesele…” “… o gün tasını tarağını toplayan Allende’dir, bugün ise, tasını tarağını toplayan kendisidir, hiç öyle söyler mi? 421

Bunları söyleyen Demirel, Allende’den iki yıl önce, bir askeri müdahaleyle bir süre için Başbakanlıktan uzak-laştırılmıştı; gerçi he­nüz 12 Eylül sonrasında olduğu gibi yedi yıl boyunca siyasetten yasaklanmak gibi bir hak gasbıyla karşılaşmamıştı ama, önünde, 27 Mayıs askeri müdahalesiyle asılmış ya da siyasal hakları ellerinden alınmış, yasaklı Demokrat Partililer örneği vardı.422

Demirel’den bir demokrasi incisi: “Demokrasilerde oy sandığına silah çekilmez. Oyla iş başına ge­lenler, yine oyla gider demokrasilerde, ama bu yapılmamıştır, ülke­mizde demokrasi katledilmiştir.”423

Erbakan, 1969 yılında iktidarın denetimindeki Odalar Birliği genel başkanlığına aday oldu. Demirel’e rağmen Genel Kurulca seçil­di. Fakat iktidar seçimi geçerli say-madı. Erbakan’a karşı bir mason olan eski başkan Enver Sun Batur’un kazandığını açıkladı. Erbakan, “meşru başkan benim” diyerek makama geçip oturdu. Demirel, oradan kalkıp koltuğu Batur’a teslim etmesi için onu birkaç kez uyardı. Erba­kan, kalkmamakta direnince, dönemin “Zehir Hafiye” lakaplı İçişleri Bakanı Faruk Sükan “harekât” buyruğunu verdi. Erbakan’ı Odalar Bir­liği Genel Başkanlığı makamından atmak üzere polis gönderildi.

Erbakan direnince bir çilingir getirildi. Kapının kilidi kırıldı. İçe­riye giren polis, Erbakan’ı kolundan tutup, yarı tartaklayarak dışarıya çıkardı. Demirel’in adamı Batur oraya oturtuldu.424 Demirel bu davranışına Danıştay’ın kararını gerekçe gösterecekti. Ancak bu konudaki Danıştay’ın birbiriyle çelişen iki kararının olduğuna ise işine gelmediği için değinmeyecek ve konuşmalarında da söylemeyecekti.

Meydanlardaki vaadine göre gerçek demokrasiyi kuracaktı. Dev­letin oğlu Erdal’la kuracakları gerçek demokraside, insanların özgür­lükten başı göğe değecekti. İşsize iş, ekmeksize aş vereceklerdi. “Ya­saklar yasak” olacaktı.

Darbe döneminde çektiği mağduriyetten yeni bir militan ruh yaratıp kadrolarını toplayan DYP, ANAP’a yönelik muhalefetini AP’nin eski söylemini yeniden yorumlayarak iki temelde sürdürdü. İlkin DP-AP gelene-ğinin hür demokrasi söylemi yeniden yorumlanarak ANAP’a karşı kullanıldı. Yeni söylem, darbeyi ve ANAP’ı milli iradeyi ezerek demokratik bir iktidarı devi-ren, ardından da antidemokratik koşullarda yapılan gayri-meşru bir seçimle iktidarı gasp eden iki özdeş saldırı nesnesi olarak; DYP’yi de milli iradenin gerçek temsil-cisi, demokrasi havarisi olarak kuruyordu. 80’lerde ikti-dara karşı demokratik muhalefetin eksenine yerleşen Anayasa değişikliği tartışmalarında Demirel merkezi bir figür olarak belirdi. Ancak bu konuda da tutarlı, bütüncül ve ikna edici bir konum geliştirmedi. Demirel’in kendini popüler bir demokrasi militanı olarak kurmasının önün-deki en temel engel, sistemin antidemokratikliğini çok belirgin biçimde benmerkezci bir şekilde algılaması, özellikle siyasi yasaklara vurgu yaparken daha derin bir düzeyde yeni düzene uyum sağladığının anlaşılmasıydı. Sağın ordu müdahalelerine karşı faydacı, ilkesiz ve uzlaşmacı yaklaşımı bir kez daha su yüzüne çıktı.425

12 Eylül İhtilali döneminde cinayetlere, toplu kırım-lara, insan haysiyetini rencide eden uygulamalara, idam sehpalarının kurulmasına karşı çıktığı olmamıştı, onun için kendi seçilmesinin yolunun tıkanmasıydı sorun olan. Hakları ve özgürlükleri savunduğu için de zindanlara gitme­mişti. Topluma deli gömleği olarak giydirilen Ana-yasa’ya da karşı çıkmamıştı. O dönemde uslu uslu evinde otururken, gelip gidenlerine sadece “bakın ne haldeyim?” diyerek, kendine acındırmış, Başbakanlığa olan özlemle-rini dile getirmişti. Başbakan olmadığı için “mağduru” oynaya­rak... Ve o başbakan olmadığı için “sevgili mille-ti” kötü durumdaydı. “Ben başbakan olmadığım için ülke kötü yönetiliyor, demokrasi yok” diyordu. Onun için sadece ve sadece “ben” vardı, 700 bin kişi işkence­lerden geçerken... Darağaçları kurulurken de “ben” kavgasın-daydı. Kendi sorunlarını, makamını “ülke” yerine koyu-yordu. Makamı elden gitmişse “memleket elden gitmiş”‘demekti.

“Siyasi haklardan yoksun” politikacılardan biriydi o. Kendisine ilişkin “yasak”, anayasanın geçici maddele-rinde yazı­lıydı. Doğrudan “kendim için af istiyorum” diyemediğinden dolambaçlı yollardan gidiyordu. “Mağ-dur” olduğu için, “bugün”ü yaşıyordu. “Mağduru” oynu-yordu. Düşmüşü, hırpalanmış ve hakları elinden alın­mışı oynayarak, acıma duygularına sesleniyordu. Bunu yapar-ken “müthiş demokrat”tı. İnsan hakları savunucusuydu. “Azınlık hakları” diyordu. Savunduğu “azınlık” kendi-siydi. İktidardan uzaktı. Kendisi gibi küçük bir politikacı azınlığı siyasi haklardan yoksundu. İşte bu azınlık için “demokrasi” diyordu. Sonra “demokrasilerde azınlığın da hakları var” diye devam ediyordu. Geçmişte, azınlıktaki TİP’lilere kar­şı düzenlenen linç sahnelerini unutarak...

Kendisi mağdur olunca, insan haklarını bile savun-makla kalmı­yor, “konuşan Türkiye” diyordu. Daha da ileriye gidip “sınırsız ifade özgürlüğü” diyordu. “Konu-şan Türkiye” isteyen Demirel, geçmişinde hem fikri hem de eylem yönünden kürsü dokunulmazlığına karşı çık-mıştır.426 Meclis’te dokulmazlıkların kalkmasına açıktan tavır alamamıştır. Daha sonra DEP’lilerin yaka paça Meclis’ten atılmasına ve Meclis kapısında tutuklanması-na ses çıkar(a)mamış bir demokrasi kahramanıdır!* Daha sonra başörtüsüyle meclise giren Merve Kavakçı’nın ye-min ettirilmemesine ve Meclis genel kurulunda bulunma-sına tepki gösterilmesine sessiz kalacaktır. Ayrıca ‘ajan provokatör’ ne demekse onunla da suçlayacaktır.427

Acaba Kavakçı hangi örgütün ajan provokatörü? Neyi, kimi tahrik ediyor? Amacı ne? Hamas’ın mı yoksa Hizbullah’ın adamı mı? Öyleyse, nasıl ABD vatandaşlığına kabul edilmiş? ABD’li yetkililer uyumuş da, bir tek bizimkiler mi uyanık?428

Bunların hepsi “o gün” ona gerekliydi. Konuşması, seçip seçilme­si yasaktı çünkü. O konuşamayınca Türkiye suskun demekti. Çünkü o nedenle “konuşan Türkiye” di-yordu. Sonra “perdeyi yırtacak”tı. 1987’de referandumla siyasi haklarına kavuşacak ve “dün” “dünde” kalacaktı.

Eski Genelkurmay başkanı Orgeneral Cemal Tural’ın bile “Fikir suçu diye bir suç tanımıyoruz.” yaklaşımı kar-şısında Demirel kesin bir ifade ile tavrını ortaya koyuyor-du. “Fikir suçu, cezasız kalamaz”.429

1991’de iktidar koltuğuna oturduktan sonra azınlık görüşleri kilit­lenecekti. “Konuşan Türkiye” ve “sınırsız ifade özgürlüğü” gerekmiyordu. “Kendisi konuşuyo ve meramını anlatıyo ya o kada yetedi.” Türkiye “o”du. Terör devleti dört dönüp tozu dumana katacaktı.430

Demirel, 1970’lerde. “polis yakalıyor, mahkemeler serbest bırakı­yor” diyerek adalet mekanizmasının kendi dünya bakışıyla paralel ol­mamasını eleştiriyordu. Öte yandan idamları savunuyordu. İlhan Selçuk’un “demok-ratlaştı” dediği dönemde bunlara gereksinmesi kalma-mıştı. Polis yargılıyor, yerinde “infaz” yapıyor, gerekçe-sini ya­yınlama, duyurma işlemi de basın ile televizyon-lara havale ediliyordu. İlhan Selçuk’un Demirel demok-ratlaştı diye yazdığı dönemde Kürt insanlarına, köy, kent ve kasabalarına yapılanları “topyekün mücadeleci” terti-binden hesaba katmıyoruz. Ama gazetesinin başka sütun-la­rında, İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir “kov-boya” benzetili­yordu. Bir Bulgaristan göçmeni olan Menzir’in “yerinde infazlarla” ev baskınlarında katliam-lar yaptığı yazılıyordu.431

Bir “ilke” için siyasi hakların kavgasını yaptığı izleni-mini ver­meye çalışan ve bu amaçla da “Kendim için bir şey istiyorsam namer­dim” diyen Demirel’in sonra DYP Genel Başkanı olmasına hiçbirimiz ses çıkarmadık. “Hani kendin için bir şey istemiyordun. Öyleyse başkasına bıraksana...” demedik. Sonra o, “kendisi için bir şey istemeye istemeye” iktidara talip oldu. En nihayetinde Melih Aşık’ın ifadesiyle “sonunda kendisi için Cumhurbaş-kanlığı'nı istiyordu.”432 Özal ölüp de Çankaya’daki koltuk boşalınca da, o “kendisi için bir şey istemediğine” bizi inandıran insan, yıl­lardır hasretiyle yanıp tutuştuğu bir fırsatı yakalamış olmanın telaşı içinde Cumhurbaşkanı koltuğunun üstüne atladı.”

“Dün dündü, bugün de bugündür” kuralı, pragması Çankaya’ya ta­şınmıştı. Dün, Özal’da eleştirdiği her şeyi “doğru” sayıyor ve yapıyor­du, işine gelen her şey doğruydu ya…

Özal, önüne gelen her karar, kararname ve yasayı onaylamadığı için, “icranın başı benim. Davul benim boynumda, tokmak başkasının elinde olmaz” diyordu. Özal’ı yetkisiz, hatta görevsiz kılmak için, onu dışlayan ardı ardına yasalar, kararnameler çıkarmıştı.

Fakat kendisi Cumhurbaşkanı makamına geçince, “devletin başı benim. Devlete zarar verdirtmem” diyerek, işine gelmeyen yasa ve ka­rarnameleri geri göndermeye başladı. Bakanlar kurulunu avucuna al­ma yoluna gitti.

Özal her önüne gelene, noter gibi damga basmadığı için görev ve yetkilerinden by pass’landırılmıştı. O ise Temmuz 1993’de Sabah gazete­sinde yayınlanan bir demecinde, hızlı bir geri dönüşle, “önüme yasa gelir. Türkiye’nin yararına olduğuna inanırsam imzalarım. Burası noter değil ki her önüme geleni imzalayayım” diyordu. Oysa dün “Cumhurbaşkanı hükümete karışa-maz, kararlarını geri çeviremez” diyerek, Özal’ı devreden çıkaran kendisiydi. “Dün dündür, bugün de bugündür” kuralı artık TC’nin tepesine taşınmış, orada taht kurmuştu.433

Demirel Başbakanın gönderdiği kararnameleri imza-layıp imzalamama konusunda: “Cumhurbaşkanının dü-şünceleri ülke yararına bulmadığı şeyleri imzalamaya elvermiyorsa, imzalamaz. Yani Cumhurbaşkanı bir şeyi keyfi olarak ‘Ben bunu imzalamıyorum’ demez. Çıkar ortaya der ki ‘Şu, şu, şu sebeplerle ben bunu doğru bulmuyorum’. Bu, Cumhurbaşkanıyla Başbakan arasında sürtüşme, tepede kavga değildir. Bu görevin icabıdır ve oturup da uzlaşma sağlanamıyorsa, gayet tabiki herkes kendi fikrini muhafaza eder. Millet kimi doğru bulursa, onu doğru bulur… Başbakan Cumhurbaşkanının memuru değildir, Cumhurbaşkanı da Başbakanın memuru değil-dir. Yani Başbakan söyleyecek Cumhurbaşkanı yapacak yahut Cumhurbaşkanı söyleyecek Başbakan yapacak. Böyle şey yok. Bir kooperasyon, yani işbirliği… ve yine söylüyorum. Bu sistemde Cumhurbaşkanı ve Başbakanın mutabık kalmayacağı bir takım hususlar olabilecektir… Eğer kanunlar benim düşündüğüm gibi olmamışsa Meclis’ten geçiyor, ben onu meclise iade ettim. Bu Cumhurbaşkanının Meclisle sürtüşmesi mi? Hayır. Cum-hurbaşkanına veto yetkisi vermiştir. O yetki niçin lazım? Eğer, ben bu yetkiyi kullanırken, Meclisle Cumhurbaş-kanı sürtüştü olacak idiyse bu yetkiyi koymasaydı… Taraflar birbirini ikna etmiyorsa, herkes kendi bildiği istikamette gidecektir. O da askıda kalacaktır.”, diye-cektir.

İlhan Selçuk, Demirel’e desteklerinin nedenlerini 24 Nisan 1993 tarihinde yazdığı “Pencere”sinde şöyle açık-lıyordu:

“Demirel’in zamanla çizdiği portre, uzun bir süreçte demokratlaş­ma dönüşümüne girdi.”

Ancak arkadaşı Mumcu ise özgürlük havarisi olduğu yasaklı döneminde bile Demirel’de değişim olduğu iddia-sını reddetmektedir.434

İlhan Selçuk, “Demirel’in demokratlığını” işleyen yazılar yazar­ken, başyazarı olduğu gazete 28 Nisan 1993 tarihinde, “Faili meçhul cinayetler artıyor” başlığıyla şu haberi veriyordu:

“Helsinki İzleme Komitesi, son Türkiye raporunda Güneydoğu Anadolu’da faili meçhul cinayetlerin arttığını bildirdi.”

Ama Demirel’e göre “devlet cinayet işlemezdi! Cumhuriyetin ha­beri devam ediyordu:

“Helsinki İzleme Komitesi başkan vekili İnsan Hakları Elazığ Şu­besi Başkanı Metin Can ve Dr. Hasan Kaya’nın faili meçhul cinayete kurban gitmesinden kaygı duyulduğunu vurguladı.” Metin Can ve Hasan Kaya polis tarafından kaçırıldıktan sonra, iş­kenceyle öldürülmüş olarak bulunmuştu. Helsinki İnsan Haklarını İzleme Komitesi 1992 yılında Güneydo­ğuda 450 kişinin “faili meçhul infazlarla” yok edildiğini bildiriyordu.

İnsan mezbahaneleri kurulurken, Demirel’in İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, cinayetleri “Hizbullah ile PKK ara-sındaki mücadele” diye açıklayarak, kızgın yumurtayı elinden atıyordu. Demirel ise, “ne olduğunu nereden bileyim” diyerek, sorumluluğu bile üstlenmiyordu.

“Demokrat” Demirel döneminde, Cumhuriyetin ya-zarı Uğur Mumcu “faili meçhul” olurken, kimi devletten maaş alanlarca kaçırıla­rak, kimi pusu yolunda, biri de devletin askerleri tarafından Cizre’de yaylım ateşi açıl-mak suretiyle toplam 13 gazeteci katledildi. Hepsi faili meçhul oldu. Kitap, gazete, müzik, hatta renk yasakla-maları, düşünceye mil­yarlık para ve yıllarca hapis ceza-ları demokratlığın öteki şah damarıy­dı.435

Burada bir paragraf cikarildi dikkat !!!!

Demirel’in iktidara yürüyüşü içerde, Kemalist çevre-lerde şok et­kisi yaratmıştı. Bu şok yıllar boyu bir türlü durulmayan bir kavganın ateşi olarak harlamaya devam edecekti; 1990’larda inanç ve görüşler değişecek, o tarih-te suçlanan Demirel bu kez Kemalistlerce alkışlana­caktı.

Kendi deyimiyle “Baba”lıktan “Cumhurbaba”lığa yükseldikten sonra, 30 yıllık muhalifi, yeni destekleyicisi Cumhuriyet gazetesi, ha­yatı, sanatı ve eserlerini tefrika ederken aslında onun “TC’nin üçüncü adamı” olmaya hak kazanmış “büyük Türk büyüğü olduğunu” sunu-yordu. Gazeteye göre “Birinci adam” Atatürk’tü. Onun mirasını birinci elden alıp yaşatan ve büyüten İsmet Paşa (İnönü) “İkinci adam” oldu. Gazete “memlekete” ve özellikle “demokrasiye” olan katkıla­rının karşılığı olarak onu, “üçüncülük” derecesiyle payelendiriyordu.436

15–16 Haziran 1970 işçi eylemleri ise bir zirve noktasıydı. Hükümetin çıkarmak istediği ve DİSK’in aleyhine sonuçlar yaratacak yeni sendika yasasına karşı DİSK’in örgütlediği ve iki gün boyunca büyük kalabalık-larla süren eyleme karşı demokrat Demirel’in tavrı ibret vericidir.437 1960 Anayasa ve o günün yasalarına göre, gösteri yürüyüşleri ve meydan toplantıları devletin iznini gerektirmiyordu. Devlete düşen ödev her türlü kolaylığı sağlamaktan ibaretti.

Ama, daha sonraları “yollar yürümekle aşınmaz” lafı-nı “bakın ne kadar demokratmışım” anlamında kulla-nan Demirel’in Hükümeti, yasaların açık hükmüne rağ-men caydırıcı unsur olarak devletin ordu ve polisini sokaklara dökerek, yol başlarını tutmuş, geçilmez duvarlar oluştur-muştu.

Kanlı olaylara ölümün gölgesi de düşmüştü. 16 Hazi-ran 1970 gü­nü İstanbul sokaklarında beş kişi öldü. Birçok can toprağa düşmüştü. Ama, Demirel, “başkomutanlık meydan savaşını” kazanmış gibi şöyle diyordu:

“Rejim düşmanları, devlete meydan okumuşlardır. Devlet gerekli tedbiri almış, can ve mal güvenliğini sağlamıştır. Olaylara sebep olan­lar hak ettikleri cezaya çarptırılacaklardır.”

Oysa devlet, anayasa ve yasaların güvencesi altındaki bir gösteri­yi kana bulamıştı. Ama Başbakan Demirel mantığıyla, onca ölü ve ya­ralıyla “memleket selamete ulaşmış”tı. Hiçbir saldırı, taşkınlık olmadığı halde bari-katlar kurdurulup devletin güçleri taarruz birliklerine dö­nüştürülerek beş canın ölümüne neden olunduğu halde Başbakan çok rahat biçimde kendini temize çıkarabi-liyordu. “Can ve mal güvenliği sağlanmıştır” diyordu.438 Ölümün olduğu yerde nasıl bir can güvenliği sağlan-mışsa…

O nedenle AP çoğunluğu, De­mirel’in işaretine baka-rak, yıllar boyu DP’lilerin affını savsaklama po­litikası gütmüş ve onları siyasi haklardan yoksun bırakmıştı. DP’liler “hani ya haklarımız?” diye sorduklarında, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’yü işaret edip, “o karşı ve direniyor. Özgürlüğünüze kavuştura­cak yasayı çıkarmaya bizim de tek başımıza sayımız yetmiyor” demiş­ti. Celal Bayar 1969 yılında İnönü’yü Pembe Köşk’te ziyaret edince sorunun hem manzarası hem de rengi değişecekti, İnönü Bayar’a hiçbir zaman siyasi haklara karşı çıkma-dıklarını, böyle bir politikalarının bulunma­dığını, yasa önerisi geldiği takdirde desteklemeye hazır olduklarını söyleyecekti.439 CHP genel başkanı böylece affı destek-leme sözü verir­ken, bir yandan da Demirel’in oyununu bozmuş ve onu DP’lilerle karşı karşıya getirmişti. Kendi içinde bir entrikalar yumağı olan bu olay “kuyudan adam çıkartmak” adıyla geçecekti Türk siyasal tarihine. İnö­nü, Bayar’a “siyasi bir mahkûm olarak ölmenize izin verme-yeceğim” diyerek siyasi haklarının iadesiyle, şan ve şerefine kavuşması yolunda söz verince, parti içinde tep-kiler doğmuştu. İnönü, CHP’de siyasi hak­lara karşı çıkanlara verdiği yanıtta, “bir adam kuyunun dibine düş-müş. Oradan çıkmak için elimizi uzatmamızı istiyor. Bundan geri duramayız” yanıtını vermiş, böylece DP’li-lerin siyasi haklarına kavuşması olayı da “kuyudan adam çıkarma” adını almıştı. Yıllar sonra bu konuda Demirel’le söyleşi yapan Güneri Cıvaoğlu şöyle yaza-caktı: “Silahlı Kuvvetler engelini aşmak için, inisiyatifi orduyla ilişkileri çok iyi olan İsmet İnönü’ye ve onun CHP’sine bırakmayı bir taktik olarak kullanmış olduğunu dinledim. Kuyudaki adama ipi, İnönü’ye uzattırmış. Ama, ipi yukarı, kendisi çekmiş.”miş!…440

Kişisel ve partiyle ilgili politikasını ilk kez dile geti-rir­ken söylediklerinin, 1984’te de geçerli olduğunu vur-guluyordu:

“...Kanun devletinde aşiret devletinin keyfi muame-leleri uygulandı. Milletin hakları gaspedilemez. Düşünen be­yinlerin söndürülmesi, konuşan ağızların susturulması im­kânsızdır...”

“Milli irade” kavramı, tüm yaşamında bir saplantıydı.

“Türkiye’nin kurtuluşu, yükselmesi... Ancak, millet ka­derine milli iradenin mutlak surette hâkim olması yolun­dan geçer; Türk milleti bütünüyle inanıyor bu gerçeğe.”

1980’den sonraki gelişmeleri irdelerken, eleştirilerini yoğunlaştırıyordu.

“Amacımız, milli iradeyi Türkiye’de mutlak anlamda hâkim kılmaktır” diyordu ve bunları söylerken gerçekten içtenlikle konuştuğu, sonradan daha belirgin örneklerle ortaya çıkacaktı.441 Belirgin örnekten kastın nedir, Sayın Arcayürek?

1965–1971 dönemini değerlendirmesini istediğim zaman, o günleri yaşamış bir gazetecinin bu sorusuna hayret duy­gularıyla karışık bir yüz ifadesiyle yanıt verdi:

“...Bu dönemde ne mi yapılmıştır?...”

“...O dönemde, Türkiye’ye, bir Türkiye daha eklenmiş­tir...”442

80’li yıllardaki kendi yasağını öne sürerken o dönem-deki demokrat partililerin yasağını hala görmezden gelecektir.

İkinci tutkusu için kanılarını dile getiriyordu: “Seçimler, kısıtlamasız, özgür olmalı.”

Sonra, bir iç geçirdi, 1965–71 dönemini anlatırken 1984 yılının bir nisan günü,

“Basın hür, üniversite özerk, TRT özerk, Anayasa Mah­kemesi ve Danıştay faaliyette olmuştur. Dernek kur-ma hak­kı, gösteri, yürüyüş hakkı, ‘hakkın kötüye kulla-nılması’ sa­yılabilecek ölçülerde kullanıldı.443

Nasıl bir hürriyet!... Kongrelerde, miting meydan-larında veya özel soh­betlerde “Adnan Menderes filanca barajı yaptı” veya “Milli Birlik Komitesi şu hususta hata yaptı” dediğimiz takdirde beş seneye kadar cezaya çarp-tırılmak tehdidi altına sokulmuştuk. Ancak, eşine Faşist ve Komünist diktatörlüklerde rastlanabilecek fikir ve söz hürriyetini tamamıyla ortadan kaldıran böyle bir kanun maalesef ülkeye demokratik re­jimi getirdiğini iddia eden CHP’nin baskı ve tertibiyle yü­rürlüğe girmişti.444

Ekim 1961 seçimleri hilesiz, olabildiği ölçüde serbest yapılmış bir seçim sayılsa da askeri bir rejimin gölgesi, iktidar partisinin yasaklanmış olması, eski DP’lilerin seçil­me hakkından yoksun bırakılmış olmaları gibi ne-denlerle, en azın­dan kuramsal olarak, tam serbest bir seçim sayılamaz.445 Diyelim ki 1961 önemli değil, çünkü o seçimlerde Demirel iktidarda değildi. Hem 1965 hem de 1969 seçimleri kısıtlamasız ve özgür olduğu için mi, DP’liler aday olamadılar, Sayın Demirel?

Demirel’in 1961 Anayasasına getirdiği iki eleştiri de bazı (DP’li) insanların temel haklarının kısıtlanmış ol-ması değildir. Daha çok kendi iktidar’ını kısıtlayıcı mad-delere karşı tepkilidir. Demirel İktidarının ilk yıllarındaki meşrulaşma kaygısından sonra, Anayasa ile ilgili dile getirdiği şikâyetleri iki temel noktada toparlamak müm-kündür. Birincisi, yürütmenin yetkilerinin sınırlandırmış olmasına dairdi. Demirel, devrilen iktidarın icraatlarına duyulan tepki neticesi, kudretli bir icra yerine eli kolu bağlanmış bir icra işleyişinin öngörüldüğünü söyleyerek şu ifadeleri kullanmaktadır; “Türkiye’de bir Anayasa meselesi varsa, bu birinci derecede icraya konan frenler-den ileri gelmektedir.” Yine Demirel’in anayasadan şikâ-yetinin İkincisi, hak ve özgürlükler çok geniş tanımla-nırken, bunların kötüye kullanılmasını önleyecek tedbir-lere yer verilmediğine dairdir.446

Erim Hükümetinin Meclis’e getireceği değişiklik önerileri, Demirel’in dile getirdiği şikâyetlerdi; birincisi hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasının engellenme-si, ikincisi icranın yetki bakımından güçlendirilmesinin sağlanması olarak özetlenebilecek iki noktada yoğunlaş-maktaydı.447

1961 Anayasasının getirdiği temel hak ve özgürlük-lere Demirel zorunluluk olduğu için katlanmıştır. Demi-rel 12 Mart öncesi yetkisi olsa ve yüreği yetseydi, bu özgürlükleri kısıtlardı. Zaten 12 Mart hükümetlerinde bu konudaki yasa değişikliklerine destek vermesi de bunu ispat edecektir. Demirel, bir yandan hak ve özgürlüklere sahip çıktığını söylerken, diğer yandan “Anayasa dur-dukça hiçbir mesele halledilemez ve bu hürriyetler varken kimse memleketi idare edemez448 düşüncesinde olan 12 Mart’ın Genelkurmay Başkanı Tağmaç’la aynı noktada durmuştur. Aslında Demirel, Anayasa değiştiril-meden, mevcut yasal çerçeve içerisinde istenilen müda-haleleri yapamayacaklarını ve yapılamayacağını savunu-yordu. Yakın geçmişte 27 Mayıs deneyimi atacakları adı-mı etkiliyordu. Açıkça, 27 Mayıs’a gelişte TRT ve Üni-versitenin rolüne işaret ediyor ve gene bu mevzua döner ve sert tedbirler alırsak, ihtilale hak verdirecek davra-nışlar içerisine gireriz söyleminde de görüleceği üzere, atacakları her adımın anayasa sınırları içerisinde olması-na, suiistimale açık yorumlanmamasına azami dikkat sar-fediyordu. 27 Mayıs tedirginliği, alacağı riskleri minimu-ma indirme stratejisine yöneltmişti. Kendi aleyhine kulla-nılabilecek muğlâk düzenlemelerle ancak bu kadarının yapılabileceğini, çözüm için anayasadan başlamak üzere değişikliğe gidilmesini istiyordu.449

12 Mart döneminde “AP, demokrasinin özünden uzaklaşma doğrultusunda ve rejimin sivil karakterini zedelemek yolunda ne kadar girişim olmuşsa, hepsini desteklemiş ve oylarıyla gerçekleştirmiştir. Örneğin, sivil yargı organlarının kimi yetkilerini askeri yargı organla-rına devretmek… Meselenin neresinden bakılırsa bakıl-sın, AP, bir demokratik özün tavizsiz ve prensip sahibi koruyucusu olmamıştır… Kendisine zarar vermeyeceğini düşündüğü yerde, demokrasinin özünden uzaklaşılmasına ve rejimin sivil karakteriyle çelişen girişimlere arka çıkmıştır. Sıra sadece bu demokratik özde değil, bizzat iktidarın paylaşımına geldiğinde ise, AP, demokrasinin güçlü savunucusu olmaktadır.”450 12 Mart’la ilgili bir röportajda Demirel, bunu doğrular tarzda “12 Mart’tan tam 2 yıl bir gün sonra, 13 Mart 1973’te rövanşımızı aldık” diyecekti.451

Özal, demokratikleşme yönünde bazı antidemokratik kanunları gerçekten kaldırdı. Demirel ve avenesinin yön-temi ise, daha çok bunların lafını etmek, iktidar süresini, bu laflarla milleti oyalayarak doldurmaktır. Mesela, Sa-yın Demirel, Demokrat’ların siyasi haklarının verilmesi meselesini, 1964’ten 1980’e kadar 16 yıl ustaca sürükle-miş, sonuçta, ancak 12 Eylül sayesinde Celal Bayar vatan haini olarak gömülmekten kurtulmuştur.452

DP’lilerin siyasal yasaklılığı için “En iyi tedavi şekli zamandır”,453 derken Demirel’in anlayışında, sabır herkes için geçerli ne hikmetse kendisi için geçerli olmayan bir tedavi şeklidir. Demirel’in tüm siyasal yaşamı demok-rasiyi “şartlı savunmak” olmuştur.454 Demirel’in demokrasi savunusu Kant’ın yaklaşımıyla alındığında değer oluştu-racak (maksim) özellik taşımaz.

Demirel’in siyasal yasaklar sorununa yaklaşımı bir hak ihlâlinin giderilmesi sorunu değil, bir siyasal kazanç sorunuydu. Kim bilir, Demirel af sorununu, özünde va-him bir hak ihlâli so­runu olarak alsa ve ufak siyasal hesaplardan arındırılmış bir tutum­la belki de salt böyle bir ihlâli düzeltme savaşımı verse, çok daha ça­buk başa-rıya ulaşabilir, demokratik düzene gidişi hızlandırabi-lirdi.455

Seçimlerden sonra bu siyasal yasakların kaldırılması sorunu tartışılmağa başlandıysa da Başbakan Turgut Özal ayağını sürüyordu. Çünkü 1965’ten sonra Demirel’in Yassıada hükümlülerinin yasaklarını kaldırarak eski DP’lileri kendi eliyle kendine rakip haline getir­mek istemeyişi gibi, Özal da Demirel’in ve Ecevit’in yeniden siyasete dönmelerini ve kendisine rakip olmalarını arzulamıyordu.456

12 Eylül ihtilalinin lideri ve siyasi yasakları getiren Cumhurbaşkanı Evren, artık şartların olgunlaşması ve zamanı geldiğine inandığı için eski siyasiler üzerindeki 10 yıllık yasağın kalkabileceği düşüncesinde ayrıca Evren “… Siyaset yasağı sürdükçe, eski liderler hep mağdur durumda kalmış olduklarını söyleyecek ve bundan bir yandan şimdiki politikacılar zarar görecek, öte yandan da eski politikacılar belki de yasaklı olmanın propagandasını alabildiğine sürdürerek, toplumda sanki başka konuşulacak bir şey yokmuş gibi, hep bunu gündeme getirecekler” gibi sebeplerle de bu yasağın kalkmasına artık yumuşak baktığını ifade etmiştir.457 Zaten ‘siyaset yasağını’ Bayar’ın tavsiyelerine kulak vererek kişisel iktidarı için bir ‘altın bilezik’ olarak taşıyacak hem de kullanacaktı.458

İhtilalden çıkmış bir dönemde o ana kadar Özal’ın yasaklar konusunda bir şey yapmaması mazur görülebilir. Ancak Özal, Evren’in siyasi yasaklar konusundaki ina-dından vazgeçtiği andan itibaren yasakların önünü şartsız ve halk oylamasına gitmeden açabilmeliydi. 12 Eylül askeri rejiminin dayattığı yasakların bir bölümü, aslında anayasa değişikliği ile kaldırılmış olması gerekir-ken, Özal tarafından anlamsız ve demogojik bir şekilde halk-oylamasına götürülmüş, yasakların kaldırılmasının reddi gibi ortaya çıkabilecek bir sonuçtan Türk demokrasisi çok az bir farkla kurtulmuştur.459

Yine de… bunu deme ve buna tepki gösterme hakkını en son kendisinde görmesi gereken kişi sensin, Sayın Demirel. Geç bu saçmalıkları, Özal’ın yanlışı bir ise seninki bin… Sen bu mücadeleyi ver(e)mediğine göre… Özal tabanını kullanmadığı bir siyasi hareketin liderinin ve kadrosunun siyasi hakları için neden mücadele etsin, diye sormazlar mı? O liderin kendisine karşı olumsuz söylemlerini bilirken askeriyeyi niye karşısına alsın? Senin sözlerinle “Siyasal hakları geri vermek görevimiz de Orduyu rencide etmemek göre-vimiz değil mi? Bu da vazifemizdir.” … niye demesin?

Nazlı Ilıcak, o çook sevgili Demirel için yaptığı mücadeleden pişmanlığını da dile getireceği kitabında bir vatandaşın serzenişini yazıyor: “Demirel var ya... Ahmak müslümanların sırtında, önce Başba­kanlık sonra da Cumhur-başkanı koltuğuna oturdu. Şimdi bizleri unuttu; 28 Şubat’a ram oldu... Menderes, Anadolu’ya şahsiyet kazandırdı; mazlumu, mağduru baş tacı yaptı. Onu astılar. Ama sizler bu yeniçeri bozuntularından hesap soramadı­nız halâ.460

1969 yılı 21 Mayıs’ta Meclisten geçen ve senatoya gelen af kanunu hakkında grupta yaptığı konuşmada af konusu yüzünden “Bir buçuk aydır mütemadiyen buhran çözmekle meşgulüz. Devlet işleriyle meşgul olamaz hale geldik”, diyebilmektedir.461 O gün için kendisinin içinde olmadığı bir kısım kişilerin temel vatandaşlık hakkı olan seçilme hakkı onun gözünde devlet işi değildir.

1971’lere değin 27 Mayıs Anayasa­sının değişmesi gerektiğini söylemek; âdeta vatana ihanet gibi bir suçtu. Ordu’nun, kendi yaptığı bu anayasayı değiş­tirmeye yöne-lik her davranışı, bir “darbede” ortadan kaldıracağına dayalı inançlar çok geçerliydi.

Eski DP’lilere yeniden siyasal yaşamda özgürlük tanımak büyük suçlardan biriydi. Hem va­tandaş olarak kalacaklar, hem de “bir muhtar seçimine” bi­le katılama-yacaklardı.462 Siyasi haklar mücadelesinde, DP kadrosu-nun, DP’nin devamı olduğunu ileri süren AP lider kadrosu tarafından yalnız bırakılması fevkalade hazindir. 1965 yılındaki seçimden önce Demirel, düzenlenen bir basın toplantısında yapmak istediklerini şu şekilde özet-lemişti:

a.Yeni bir seçim sistemi;

b.Basın suçlarının affı;

c.Servet beyannamelerine son vermek;

d.Özel sektöre hükümet yardımı ve yabancı sermaye-nin desteklenmesi.463 Burada da görüldüğü gibi başkala-rının siyasi haklarına kendi iktidarını artıracak yeni seçim sistemi ve servet beyannameleri kadar önem verilme-miştir.

“Eski Demokratların 13 yıl süren 2. sınıf vatandaş-lıkları, 16 Nisan 1974 günü TBMM’den çıkan bir kanun-la sona ermiştir. Bu tarihi haklı ve doğal özlemi gerçek-leştiren, ne yazık ki, Süleyman Demirel değildir. Siyasi hakların iadesi döneminde CHP iktidardaydı ve Başba-kan Bülent Ecevit’ti…”464

Demirel’e göre; “... Bir geçiş döneminin bütün etki-leri ve sonuçları ile kapanması, yaraların yeni yaralar açılmadan sarılması için, çok özenle davranılmış, kapsa-mı ülke gerçeklerine ve gerek­sinmelerine uygun olarak saptanan bir af yasası çıkarılmış, ‘tedbirler kanunu’, baki-ye -ulusal artık- yasası kaldırıl­mış, ülke rahatlamıştır...”465

Söylediğin her bahane Özal için bin kez geçerlidir. Evet, Sayın Özal da siyasi haklar konusunda kesinlikle hatalıdır. Çünkü haklar bir bütündür; kişi ve zümrelere göre değişmez. Ancak Demirel’in kendini sütten çıkmış ak kaşık sanıp halkı da enayi yerine koyarak birilerini suçlamasına ne demeli…

Pareto der ki; insan akıl dışı güdülerle –iktidar gibi s.k.- hareket etmeye itilse de eylemlerini mantıksal olarak belli bazı ilkelere bağlamaktan hoşlanır ve bu yüzden kendi eylemlerinin doğruluğunu meşrulaştırmak için bu prensipleri a posteriori olarak kabul eder. Böylece ger-çekten B nedeninin sonucu olan A eylemi, onun sahibi tarafından genel bir hayali C nedeninin sonucu olarak gösterilir. Böylece diğer insanları aldatan kişi öncelikle kendini aldatır ve kendi savlarına kesin olarak inanır.466 Bunun psikanalizcesi rasyonalize etme, Türkçesi ise ‘istim sonradan gelsin’dir. Demirel de yaptığı hareketleri sıcağı sıcağına hiç anlatmamış nedenini açıklamamıştır. Ancak 5-10 yıl sonra gerekçelendirmede bulunmuştur. Zor dönemlerindeki başarısızlıkları için ilk bakışta makul bazı gerekçeler bulduğunu ve bunları ısrarla, sürekli tek-rarladığını görürsünüz… Bu ısrarlı gerekçelerin aslında oyun kaybedip mızıkçılık eden çocukların uyguladıkları taktiğin benzeri olduğu söylenebilir.”467 Demirel 1966, 1973 yılı Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde liderlerin bir aday üzerinde anlaşarak seçim yapıldığını bilmiyor olsa gerek ki, 1980 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “liderle-rin bir aday üzerinde anlaşmaları, Parlamentonun seçim fonksiyonunu sadece bir formalite haline getirmekte, demokrasinin espirisi ortadan kalkmaktadır”, diyerek demokrasi havariliğini gösterecektir.468



Milletin Oyları Demirel’e Devletin Paraları Ali ve Şevkete “Baba”dan Mirastır;

Bayar ve arkadaşlarının, “ulusal irade­nin gerçek sahipleri” oldukları savıyla, yeni iktidar üzerinde kimi konularda baskıları oldu. Demirel AP lideri olunca parti-ye amblem olarak “Kırat” sembolünü seçti. Bu rumuzun Adalet Partisi’ne yakışan bir de esprisi vardı. Çünkü köy-lü vatandaşlar “Demokrat” kelimesini “Demirkırat” şekli-ne çevirmişlerdi. Demokrat Parti’nin devamı olduğunu söy­leyen Adalet Partisi için Demirkırat kelimesini çağrış-tıran “Kırat” amblemi son derece isabetli bir buluştu.469

CHP genel sekreteri Suphi Baykam “AP’nin Kırat sem-bolünü alması Demokrat Parti ile ilgisini tescil ettirmiştir”, CHP Genel Başkanı İnönü ise “Kırat DP oyları için alınan tedbirlerdendir” açıklamasında bulundu. Eski DP’lilerden Demirel’e karşı “reylerimizin üstünde oturdu” diye figan edenler olmuştu.470 AP siyasal alanda eski DP’nin sürüp gitmesiydi, bu doğruydu. Fakat, bir noktaya gelindiğinde, Demirel’in ikide bir kafasına vurulan “gerçek sahiplik” savları karşısında te­pesi attı. “Sanki milletin oyları baba-dan oğula geçen bir hanedanla ilgiliymiş gibi” diyordu…

Demirel’in sabrı sonunda bitecek ve “Milletin oyları kimseye babasından mi­ras yoluyla kalmıyor” diyecek-ti.471 Nedense daha sonraki yıllarda Demokrat Parti ve devamlılığını sürdüren siyasi akımın içinde çalışan insan-ların emeklerini hiçe sayan bir anlayışı yansıtan “Tapulu arazime gecekondu yaptırmam” sözünü söyleme küstah-lığını da gösterecekti.472 Halbuki DP’den kalan “1946 ruhu” ne ANAP’ın ne de DYP’nindir.473 ANAP hiçbir za-man DP’yi birebir sahiplenmedi. Projelerini halka sundu ve kazandı. Sen ise Demokrat Parti’nin halkın ağzındaki “Demirkırat” adına bile ümit bağlayarak AP’nin amble-mini “Kırat” şeklinde474 değiştirmedin mi? Yüzsüzlüğün de bu kadarı! Pes doğrusu… Adalet Partisi, Demokrat Partinin seçim sahalarına konarak, Demirel’in tabiriyle AP, DP arsalarına gecekondu yapmış ve rahatca iktidar olmuştu.475 Sana bu tapulu araziyi kardeşlerine olmayan serveti ile sermaye verdiğini söyleyen baban mı verdi?

Halbuki Türk siyasal yaşamında, Osmanlı İmparator-luğu döneminden beri siyasal partiler arasında bir sürek-lilik olduğu kabul edilmiştir: bir yanda, merkezi temsil eden İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Cumhuriyet Halk Partisi bulunurken; diğer yanda, çevreyi temsil eden Prens Sabahattin'in Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkezi-yet Cemiyeti, Birinci Meclis'teki 2. Grup, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest cumhuriyet Fırkası, Demok-rat parti ve Adalet Partisi bu süreklilik çizgisini oluşturan partiler olmuşlardır. Böylece, Türk siyasal yaşamı mer-kez çevre diyalektiği üzerinden tanımlanmıştır.476 DP'nin 1960 Askeri darbesiyle birlikte kapanışı ve ardından AP'nin değişen konjonktürde farklı noktalara evirilmesi gibi 12 Eylül süreciyle de AP'nin kapanışı ve Anavatan Partisi'nin ortaya çıkışı önemli bir benzerlik göstermek-tedir.477 27 Mayıs 1960 müdahalesi yapılmasaydı, acaba Demirel’in partisi mevcut olur muydu?478

“DP’nin su müdürü,” Silahlı Kuvvetlerle çelişkiye düşülmeksizin bir “siyasal affı” gerçekleştirmenin aşama aşa­ma gerçekleşeceğine inanıyordu.479 Ama aynı şekilde düşünen İnönü’yü siyaseten yıpratmaktan kaçınmamıştı. Koalisyonları bile bozmasına mazeret olarak kullanmıştı. Hâlbuki eski DP’lilerin siyasal haklarına kavuşabilmeleri bir Anayasa değişikliğini gerektiriyordu. Adalet Partisi, seçim propagandasının temelini bu hakların iadesine dayandırıyordu. Ama, “ordunun hassa­siyeti” dolayısıyla adım atılamıyordu.

Zamanla; siyasi isteksizlik, ordunun hassasiyetinin yerini aldı. Öyle ya, Demokrat Partili politikacıların aktif hale gelmesi, birilerinin ayağının kaymasına yol açabi-lirdi.480

1961 Anayasasının, milletvekili seçilme yeterliğine ilişkin 68’inci maddesi, milletvekili olmaya engel halleri sayıyor ve bu arada ba­zı suçlardan mahkûm olanların affa uğramış olsalar da milletvekili seçilemeyecekleri esasını içeriyordu.

1965 yılında işbaşına gelen Adalet Partisi iktidarı Mecliste güç­lü bir temsil olanağını elde etmesine karşın, “günün koşulları” ge­rekçesiyle, bu maddeyi değiştirerek DP’lilerin siyasal haklarını ver­me yoluna girmeyecekti. Demirel açıkça belli etmese de, eski DP'lilere siyasal hakların verilmesini istemiyordu. Askeri kesimden gele-cek tepkilerden kaygı duyduğu kadar, Makyavelist bir anlayışla eski DP'liler politikaya dönünce, yeni AP'lilerin özellikle 1969 seçimleri öncesi ne olacağı kaygısını da taşıyordu. Tek çözüm yolu olarak, siyasi hakların, 1969 seçimleri sonrası oluşacak meclis tarafından değerlendiril-mesini gördü.481

Ancak 1969 seçimleri öncesinde, İnönü’nün -Demirel’in tabiri ile- “Çoban Matı” hamlesi, planlarını bozacaktı. Eski DP’lilerin hakları iade edilmesi mesele-sini ali cengiz oyunu ile seçimlerden sonraya bıraktı-racak, bir seçim yemi olarak kullanacaktı.482 Demirel, İnönü’nün bu hamlesinden hem ustalıkla sıyrılacak hem de bu hamleyi seçimlerde anayasayı değiştirmeye yeterli milletvekilliği kazanmada destek kampanyasına çevire-cekti. Özal, 1987 yılında yapabileceği benzer bir hamle ile hem demokrat olabilir hem de bunu oya tahvil edebi-lirdi.

1969 yılına doğru, eski DP’lilerin “siyasal affı”, Demirel’in ve AP’nin önemli sorunlarından biri olacaktı. 1 Aralık 1968 tarihinde AP kongresi yapıldı. Kongrede eski DP’lilerin siyasi haklarının verilmesi için teklif edi-len bir önerge kabul edildi. Önergenin her maddesinin okunması tezahürata vesile olmuştur. Başbakan Demirel ve yanında bulunan yardımcısı Talat Asal gerek önerge-nin okunuşu ve gerekse kabulü sırasında tezahüratla ilgi-lenmemişler, oy da kullanmamışlardı. Bu arada kongrede bulunan bakanların da oy kullanmadıkları görülmüştü.483

1969 seçimleri ön­cesi 219 AP milletvekili ile senatö-rü bir anayasa değişimi ile eski DP’lileri bütünüyle affet-meye yönelik ve siyasal haklarını geri veren bir yasa önerisini Mec­lise verdiler. İnönü, Bayar’ın siyasi yasak-ların kalkması baskılarına “günün koşulları içinde” acele yanıt veremeyen AP’yi ve Demirel’i bölüp parçalamak için, “siyasal affın” sağlanması­na yanlı oluvermişti.484

TBMM’ye verildiği andan başlayarak, çeşitli tepkile-re neden olan “siyasal haklar” yasası, belirli komisyon incele­melerinden sonra, Millet Meclisi Genel Kurulunda dört saatlik müzakerelerden sonra, CHP’nin desteğiyle kabul ediliyordu.

Ne var ki, anayasayı değiştirip eski DP’lilere siyasal haklarını geri verecek böyle bir yasanın çıkmasında, AP yalnız değildi. İsmet Paşa gibi bir önder, hem de 27 Mayıs’a herkesten daha çok yanlı olan bir siyaset adamı, partisiyle birlikte yasanın yanında yer almıştı.

İsmet Paşa, bu konudaki tutumunu açık seçik or­taya koymuştu. Arcayürek’e verdiği özel bir de­meçte:

“...AP, kurulduğu ilk günden beri af sorunu siyasal ya­şamımızda başladı. Bizim koalisyon hükümetleri zamanın­da başlıca karşılaştığımız iç politika sorunu buydu.

Bizden bütün ve mutlak af istenilirdi. Hükümet ortak­larımız isterdi. Ülkedeki siyasal akımlar isterdi. Biz aşama­lı olarak ve gereken ölçülerde yapmaya çalışırdık. Böyle ya­parken de her şeyi açıktan söyledik. Daha fazla-sını yapma­ya olanağımız yoktur, derdik. Gücümüz budur, derdik. Ül­kenin huzurunun hangi ölçüyü kaldıracağına ilişkin saptamalarımızı açıklardık. Sözümüz geçtiği kadar bunu uyguladık ve sonunda nedenler içinde belki bir de bu nedenle hü­kümetten düşürüldük.

Biz ayrıldıktan sonra yeni af yasaları çıkarıldı ve daha kesin ve son af yapılması için davranışa geçildi. Seçimlerin konusu buydu, büyük kongrelerinin kararı buydu ve so­nunda Millet Meclisinde AP’nin önerisi bu-dur. Ansızın gel­miş bir durum yoktur. Sekiz yıldan beri işletilen bir dava herkesin beklediği gibi geldi. Biz bunu olağan karşıladık. Ülkede bir huzursuzluk ve sömürü kalksın diyoruz...

...Şimdi bu son aşamada, tekrar duraksama, kaygı veya tehlike belirdi deniliyor veya gösteriliyor. … Bir niyete sahip görünüp, bir öteki niyeti gerçekleştirmeye heves etmek bizim siyaset anlayışımızın çok dışında bir davranıştır...”485

Özetiyle, İsmet Paşa, “O günlerde, Ordu etkenini de dikkate ala­rak” gücünün yettiğince “aşamalı af” çıkar-dığını söylüyor­du. Üçüncü basamakta, 1965’te öteki partilerin birleşerek hükümetten düşürülmesinin “bir nedeninin” de bu af ko­nusu olduğuna değiniyordu. Daha sonra, 1966’da çıkarılan genel affa, o affın eski DP’liler için getirdiği yeni olanakla­ra ilişiyordu.486 “Sonunda” diyordu İsmet Paşa “bu konuya o denli bağlandılar ki, 1965 seçimlerinde bunu işlediler, AP büyük kongresinde siyasal hakların geri verilmesini oybir­liği ile kararlaştır-dılar.

Şimdi, hükümettirler. Şimdi, iktidardırlar. İsmet Paşa, “Çıksın ortaya” diyordu, iktidar için… 1965’te baş-ka nedenler arasında af konu­sunu da yerleştirerek kendi hükümetini düşürenleri, kamu­oyunda bütün yüz çizgi-leriyle ortaya çıkarmak istiyordu.

Ülkenin hu­zurunu bozacak yani ‘bir ordu müdahale-sinin’ gelip gelme­yeceği ellerindedir ve genişçe bilgili olmaları gereken bir noktadır bu. CHP, bir muhalefet partisidir. Bir iktidar, si­yasal haklar konusunun Ordu içinde ne tür etki yapıp so­nuç vereceğini herhalde bir muhalefet partisinden daha iyi bilmelidir, bilmektedir.”

“Söy­lesin ki, zor durumdayım. Ordu, bu yasanın çık-masını iste­miyor, müdahale edeceğini söylüyor. Bu açık-lama yapıldık­tan sonra, şapkamı önüme koyar, hüküme-tin bu eğilimine katılır mıyım, katılmaz mıyım düşünü-rüm, her yanıyla so­rumluluk bana ait olur.”

15 Mayıs 1969 günü, tüm basına “siyasal haklar yasasının Meclise geleceği günün sabahında Tağ­maç Paşa, Cumhurbaşkanı Sunay’a “eğer siyasal hak­lar yasası Senatodan geçer ve kesinleşirse, ben ve Komu­tan arka-daşlarım, istifa mektuplarımızı size getirip vere­ceğiz. Çünkü, Ordu’nun alt kademeleri son derece rahat­sızdır. Bir olayın patlak vermesini göze alamayız”, diyordu. Çünkü onlar, bir Erdelhun olmak istemiyorlardı.

Sunay, İsmet Pa­şa’nın yasadan desteğini çekmesini ve bunalımın sona ermesine yardımcı olmasını istiyordu. Bunun için Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterini gönder-mişti.487

İsmet Paşa, şunları söyledi:

“...Politikacı, durumun gerektirdiği önlemi alıp açık-layandır. Bugüne değin ben, eski DP’lilerin siyasal hak-ları sorununda kudretim bu kadar, daha fazlasını benden is­temeyin derdim ve durumumu açıklardım. Başbakan, oy­lama saati 15’e değin, tutumunu saptayıp bana bildir-sin. Buna göre, davranırım. Desteklerim ya da destekle-mem...”

İnönü, siyasal hakların verilmesini engelleyen kişi gibi görünmek istemiyordu; işleri o noktaya kim getir-diyse so­runu onun çözmesi, ya da sorumluluğu onun yüklenmesi gerekti­ğini söylüyordu.488 İsmet Paşa, her açıdan iktidarı içinden çıkılması giderek zorlaşacak bir yola itiyordu böylece. Eğer Başbakan, İsmet Paşayı ara-yıp, tasarı çıkarsa, ordu müdahale ede­cek gibi bir yargıda bulunursa, o zaman ona, tasarıyı ge­tiren sizsiniz, geri çekebilir, ya da oylamada bulunmazsı­nız benzeri yollar önerebilirdi. İktidar böyle bir yola sa­parsa, onca yıldır davulunu çaldığı siyasal haklar konu­sunda da içtenlikten yoksun olduğunu kamuoyuna açıklar­dı. Doğrusu, bir başka şey daha vardı, işte böylesine önemli bir konunun çözümünde İsmet Paşa’nın yardımını sağlamaksızın, uluorta yapılan hesapsız kitapsız vaadlerle işin içinden çıkamayacakları da açığa çıkacaktı.489

Böylece Demirel kendi kurduğu kapana sıkışmıştı. Nitekim bu­nu dolaylı bir biçimde itiraf edecek “Meclisde ok yaydan çıktı. Ta­sarının Senatoda durdurulmasına çalı-şılabilir” diyecekti.490 Ordunun kararlılığı su üzerine çık-tıktan sonra, özellik­le AP kulislerinde yoğun bir devinim göze çarptı. Gözler, Senatoya çevrilmişti.491

CHP grubu 19 Mayıs 1969 tarihli bir demokratik bildiri ile affın arkasında duruyor­du:

“...27 Mayıs düşmanlığını körükleyen bir istismar aracı, siyasi af­la etkisiz hale gelecektir. Affın suni baskı-larla engellenmesi, olayı, si­yasi hakların geri verilmesi meselesi olmaktan çıkarmış, bir rejim so­runu, bir demok-rasi davası ölçüsüne vardırmıştır. Millet iradesinin üstün-de hiçbir güç tanımayan, TBMM’ye herhangi bir müda-haleyi kabul etmeyen ve Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni, bir takım siyasi tertipler içinde kullanma heveslerine karşı olan CHP, siyasal hakların geri ve­rilme isteğinden hiçbir surette vazgeçmeyeceği gibi, Türk demokrasi­sini ve TBMM’nin haysiyetini korumak için üzerine düşen ödevi cesa­retle yerine getirecektir.”

İnönü baskılara direndi ve Senato görüşmeleri sıra-sında CHP’li senatörlerin af lehinde oy kullanacakları anlaşıldı.492

Senato görüşmeleri bir gün ertelendi. Ama, Demirel kararını da vermişti.493

Demirel kürsüdeydi:

“Bir yan­dan siyasi ‘itibarları’ zedelenmiş olan kimse-lerin itibarla­rını geri verirken, bu kişilerin incitilmeme-sine dikkat edil­mesi; öte yandan da ‘belirli çevrelerin geri verilecek siya­sal haklar nedeniyle bir duyarlığın ve güvensizliğin içeri­sine girmemesine’ özen gösterilmesi...

...Yedi günden beri buhranı çözmeye çalışıyorum. Şayet bir ihtilal amacı veya iktidar iştahı olsa, bunu baha-ne eder, haber vermez; yasa çıkar, gelir el koyar. Böyle yapmamıştır. Siyasal hakları geri vermek görevimiz de Orduyu rencide etmemek görevimiz değil midir?...”

Demirel’ce bir konuşma daha…

AP, af tasarısını Senato’dan geri çekti.494 1969 genel seçimleri ya­pıldı. Sonradan af yasalaştı. Böylece, yaşları da bir hayli ileri olan Demokratlar 4 yıl daha kaybetmiş oldu.

Demirel, İnönü gibi davranabilirdi. “Buyurun istifa edin” diye­bilirdi komutanlara.

Ama, onun da işine geliyordu siyasi yasaklar.

MİT’in verdiği raporda darbe yapacağı iddia edilen Genelkur­may Başkanı Org. Cemal Tural’ı, Cumhurbaş-kanı Cevdet Sunay’ın desteği ile emekliye sevk etmişti de, affa karşı gelenleri İnönü ile beraber, alt edemeye-cekler miydi?

Demirel, TSK’nin arkasına sığınarak politikada işine geleni yaptı. Sorumluluğu da ordunun üzerine bıraktı.495

Evren’le polemiğe girdiğinde ise “…dünyaya Türki-ye’yi müdahaleler ülkesi olarak ilan etmiştir… Güvenliği müdahaleye bağlı bir rejim olur mu? Veya güvenliği müdahaleye bağlı bir devlet olur mu? Böyle devlet olmaz ve Devlet Başkanının da devletin güvenliğini müdaha-leye bağlı göstermeye hakkı yoktur” demiştir.496 Ama kendisi siyasal haklara ve siyaset kurumuna müdahale eden bir orduyu iktidarda olduğu için içine sindirebi-lecektir. Ya da 28 Şubat sürecinde ordunun yönetimi yönlendirmesi Türkiye’nin imajını sarsmamıştır!... da onun için sesini çıkar(a)mamıştır. Bu da Demirel terci-hidir.

Demirel, o sırada, yasanın geri çekilmemesi duru-munda istifa edeceğini, söylüyordu.

Demirel önerinin Senato­da “geri alınmasını” sağladı. AP’liler yasa tasarısını ko­misyona geri verdiler.497

İşin garip tarafı ordu yetkilileri tarafından af aleyhin-de herhangi bir beyanat duyulmadı ve bu noktada Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyicioğlu'nun “Ordu baskı yap­madı, ordu Anayasa dışına çıkmadı”… “Siyasi affın çıkmamasında ordunun tesiri yoktur.” açıklaması Demi-rel’in sözlerini tartışılır hale getirmektedir.498

Burada bir ilgi çekici diğer olay da, Demirel’in bu konudaki araştırma önergelerinin görüşülmesini ve kendi oyununun açığa çıkmasını engellemek için apar topar meclisi tatile sokmasıdır.499

Siyasi affın akamete uğraması yoğun tepkilere sebep oldu. Adalet Partisi grupları toplantıya çağrılırken Genel Merkez de bir telgraf bombardımanına tutulmuştu. YTP genel başkanı Yusuf Azizoğlu AP Milleti aldattı derken Türkeş “Artık Türkiye’de bir hükümet olduğundan bah-sedilemez” diyor, Bülent Ecevit ise “Affı AP engellendi ve kabahati orduya yıkıyor” iddiasında bulunuyordu.

Bir yandan Alpaslan Türkeş’le görüşen Bayar diğer yandan YTP kongresine telgrafla başarılar diliyor, kendi-sini kimsenin yolundan alıkoyamayacağını söylüyor ve affı AP yöneticilerinin akim bıraktığını iddia ediyordu.500

Celal Bayar, affın başarılamamasından Demirel’i sorumlu tutuyor ve şöyle diyordu:

“...Bizim beklediğimiz kimi hususlar vardı. Doğru-dan ki­şiliğimi ilgilendirir. Aynı zamanda davamızın ve masumiye­timizin meydana çıkmasını gerektirir. Bu nok-talarda kendi­sinin tuttuğu davranış bizi doyurmadı.”501

Si­yasal ya da değil Yassıada kararları ve anayasa ile kısıt­lanmış olanların, başta Bayar’ın en büyük amacı, bu hak­lara yeniden kavuşmaktı; “ikinci sınıf adam” olmayı, hiç­bir zaman içine sindirememişti.

Bayar, AP’den kopan Mehmet Turgut, Saadettin Bilgiç, Faruk Sükan gibi siyasetçilere “Demokratik Parti” adı altında yeni bir parti kurdurdu.502

Ve... Bayar gibi, Türk kamuoyuna kendisini “liberal ve demokrasi kahramanı” diye tanıtan bir kişi, şimdi darboğa­zın tam ortasında “kişiliğini ilgilendiren bir soru-nun çözü­münü, ülkenin öteki önemli siyasal çıkarlarına” üstün tuta­rak, bütün köprüleri yıkıp geçecek denli tutar-sızlık gösteri­yordu.503 Sayın Arcayürek benzer suçlamayı 12 Eylül sonrasında Demirel için yapma cesareti neden gösterememiştir? Ve ancak 15 yıl sonra AP’si DP’nin devamı olduğunu söyleyerek 27 Mayıs’ı eleştirebildi. Bu da eski DP’yi AP’de toplama gayreti olarak görüne-bilir.504

12 Mart 1971 müdahalesi sonrasında da Siyasi haklar konusu, Anayasa’da geniş çaplı bir değişiklik yapıldığı sırada Demokratik Parti tarafından yeniden ele alınmıştır. Olağanüstü bir mahkeme olan Yüksek Adalet Divanı tarafından hükümlü kılınan Demokrat Parti mensupları, Anayasanın 68 ve geçici 11. maddesi ile siyasi hakların-dan mahrum bırakılmışlardı. Anayasanın bu maddeleri kanayan bir yara olarak tanımlanmış ve Anayasadan çıkarılması gerektiği, Demokratik Parti tarafından birçok kez dile getirilmiştir. Kapatılan Demokrat Parti mensup-larının siyasi haklardan yoksun olması demokrasi açısın-dan bir ayıp ve anormallik olarak nitelendirilmektedir.505 İhtilalden 11 yıl sonrasında bile sorun çözülememiştir.

Ve... Bayar, hep şaşıp dururum, bütün bu çizgilerine karşın, 1983-84’te bile hâlâ, “fikri ve eğilimi saptanması ge­rekli deneyimli kişi” olarak kabul edilmekteydi. 12 Eylül yönetiminin, 27 Mayıs’ı bayram olmaktan çıkarma-sına, bayramda eline balon verilmiş bir çocuk gibi sevi-nen Bayar’ı, zorla çıkarıldığı Çankaya Köşküne onur konuğu olarak girerken gördüğümde, gelecek kuşaklara nasıl politik örnekler sunduğumuzu içim sızlayarak dü-şünmüştüm.506 Aynı Demirel, kendisini iktidardan indir-miş, demokrasiye ara verdirmiş olan Evren Paşayı neden Çankaya’da ağırlamıştır?507

1977’de, gövdesinden zorla koparılıp götürülen oy taba­nını yeniden kazanabilmek için Demirel -bir Bursa gezisindeydik, Çelik Palas’ta bulunan- Bayar’ın elini öptü, başına koydu.

Bu tablo hiç gözümüzün önünden gitmedi. Bayar’ın içi­ni dışa vurmayan davranışlarına karşın, Demirel’in gülüm­semelerinde değişik, bana göre acı bir ton vardı. İçinden neler geçiyordu, o sırada öğrenmeyi ne denli is­terdim. Hiçbir zaman soramadım. Dokundurarak geçti-ğim za­man Demirel’in konuyu değiştirdiğine tanık olu-yordum. Fakat, bu barışma üzerinde hiçbir şey söyle-memesine karşın, Demirel’in içinde yatan kırgınlığın hiçbir zaman gi­derildiğini sanmıyordum. Bence, Bayar’la buluşan, elini öpen Demirel’in bu davranışı, parti önderli-ğinin bir zorlamasından başka bir şey değildi.508 Daha doğrusu ne olursa olsun, iktidar olma dürtüsünün onuru hiçe sayan duygu dışa vurumudur.

Demirel, iddia ettiğinin tersine, bir düşünce ve anla-yışın insanı olmamıştır. Şahsi iktidarının insanı olmuştur. Eline 7 kez başbakanlık, 1 kez de cumhurbaşkanlığı geç-mesine hatta artık seçilme korkusu kalmamasına rağmen gerekli adımı atmamıştır. Demirel’in başaramadığı, demokratik dönüşümlere yönelmek için siyasal ortamı kullanmayışı ya da kullanamayışıdır. Kullanmayışı, siya-sal hesabını, Türkiye’nin geleneksel siyaset anlayışı üze-rine oturtmasının sonu­cudur. Kullanamayışı ise düşünsel eksikliğindendir.*509

Demirel’in siyaset yapma tarzına baktığımızda ise içinde yaşanılan an ve statükonun çok önemli olduğunu, hatta Demirel’in siyasetini belirleyenin statüko olduğunu söyleyebiliriz. Demirel her ne kadar “statükoyu bir kena-ra bırakıp yeni bir gelecek düşünebilmek ve yeni gelece-ğe kendinizi adapte edebilmek fevkalade önemli hadi-seydi”,510 dese de kendisinin en kısa tanımı şöyle yapıla-bilir; statükonun adamı. Ancak Demirel’in farklı dönem-lerde farklı davranışlar sergilediği ve siyasal yaşamın dengeleri ile tutumunun değiştiği görülecektir. Demirel, değişebilirliği siyasal yaşamın değişkenliği ve bunun karşısında bir korunma içgüdüsü gerekliliği ile açıkla-maktadır.511 Bu anlamda Demirel, değişimler için eylem-de bulunan Schumpeter girişimcisinden ziyade Walras’ın ancak statik dönemin girişimcisi, sıradan yöneticisi olabi-lecektir. Statükonun adamı olarak Demirel, değişim için risk almaktan hep uzak durmuştur. Ancak statüko değiş-tiği ölçüde bu değişime ayak uydurmaya çalışmış, kendisi değişimi zorlayan bir unsur olmayı hiç benimse-memiştir. Demirel sistemi bilir, sistemin adamıdır ve beşeri yakınlıktan ziyade sistemin yakınlıkları içinde çalışmayı tercih etmiştir.512 Bunda ise biri kişisel, diğeri ise uluslar arası konjonktürle ilgili iki etkenin rol oynamış olması mümkündür.

Köylülerin değişimden yana olduğu, hele de değişim için risk aldığı söylenemez. Toprakla ilişkisi yüzyıllar boyunca fazla değişmeyen köylü geleneksel yol ve yöntemlerle yaşamını sürdürürken köklü değişikliklere pek sıcak bakmaz, bakamaz. Herhangi bir güvence olma-dan topraktan elde edeceğini riske atamaz. Başarısızlık sefalet demektir. Değişimin ne getireceğini bilemediği noktada ondan uzak durması da anlaşılabilir bir şeydir. Eninde sonunda bir köylü olan Demirel’in siyaset tarzın-da bu toplumsal kimliğinin bir yerinin olması doğaldır.

Kendi sözleriyle durumu şöyle açıklamaktadır:

“Köylülük yetişme tarzımızın bir parçası. Biz ekeriz, aylarca bekleriz. Ektiğimiz ağustosun ortasında hasada gelir. Çukurova’da daha erkendir, Haziranda. Biz on ay bekleriz. Demek ki, ertesi gün neticesini almak gibi bir derdimiz yoktur. Bırakıp bir yere gitmeyiz.”513 Elbette başka toplumsal ve siyasal nedenlerin yanı sıra bu köylü yanı Demirel’in statükocu politikalarındaki yönelimlerini ve uygulamalarını etkilemiştir.514

Sayın Demirel, politik yaşamı boyunca siyasetin önceliğinin yönetmek; anayasal bir yönetim kurmak olduğunu göz ardı etmiştir. Yıllarca vesayet rejiminden yakınmasına rağmen bu konuda çaba göstermemiştir. Kendisinden sonra bu konuda gösterilen gayretleri gereksiz bulacak kadar siyasetin ne olduğunu bilmediğini gösteren bir yaklaşım gösterecektir. Sözüm ona ülkenin en deneyimli siyasetçisi (!) Demirel`in 2010 yılı 12 Eylül günü yapılacak anayasa maddelerinde değişiklikle ilgili halk oylaması için öncelik hakkındaki konuşması güven-lik endişesi ile hakların genişlemesine tepki göstermesi aynı statükocu anlayışın bir yansımasıdır.

(Yavuz Donat):

- Sayın Demirel... Konumuz referandum... Ne diyorsunuz?

Demirel "Anayasa tartışmaları siyasi bir olaydır" diyor ve bu defa o bize soruyor:

- Bugün, bu konu, Türkiye için bir numaralı ihtiyaç mı, değil mi?.. Yine bu konu, bugün Türkiye'nin hangi acil sorununu çözecek, söyler misiniz?515

Anayasa... Referandum... 12 Eylül... Halk ne diyecek?.. Evet mi, hayır mı? Demirel'in yanıtı:

- Yola çıkıldı, halk bir şey söyler... Önüne konan gerekçelere bakar, ona göre oyunu atar... Ama benim gözümde referandum "en acil konu, bir
numaralı mesele" değil... 516


Yüklə 1,81 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin